Batı Şeria'da İsrail askerleri tarafından katledilen Türk-ABD vatandaşı sosyalist aktivist Ayşenur Ezgi Eygi, Filistin'den törenle uğurlandı. Cenazesi Türkiye'ye getirilecek.
Eygi, bir protesto sırasında İsrail'li bir keskin nişancı tarafından başından vuruldu.
Batı Şeria’nın Nablus kentinda Ayşenur Eygi için cenaze töreni düzenlendi.
Otopsi sonrasi, ailesinin isteği ile Türkiye'ye getirilip Didim'de toprağa verilecek.
Ayşenur Ezgi Eygi, 1988 yılında Antalya'da doğdu.
Ailesi uzun zamandır ABD'de yaşıyordu ve eğitimini orada gördü.
Ezgi, çalıştığı ünivesitede Seattle Sosyalist Alternatifi adlı grupla tanıştı.
İsrail tarafından katledilen Rachel Corrie gibi Uluslarası Dayanışma Hareketi (ISM) üyesiydi.
Üniversitesidenki Gazze ile dayanışma eylemlerine katıldı. Bu yıl kefiyesiyle mezun oldu.
ISM ve Sosyalist grupların etkinlikleri sırasında tanıştığı “Faz3a” kampanyasıyla Eylül ayında Batı Şeria’ya geldi.
Ezgi, Filistin’de İsrail güçleri tarafından öldürülen üçüncü ISM gönüllüsü oldu.
2003 yılında Rachel Corrie ve 2004 yılında da Tom Hurndall Gazze’de İsrail ordusu tarafından öldürülmüştü.
Almanya'dan ırkçılık-faşizm karşıtı sosyalist aktivistler Taner Kumpirci ve Ziya Dinç (Revolutionäre Linke) 1 Eylül'de yapılan Thüringen ve Saksonya eyalet seçimlerinin sonuçlarına dair bir değerlendirme yazısı kaleme aldı.
Almanya için Alternatif (AfD: Alternative für Deutschland) partisi 1 Eylül’de yapılan Thüringen ve Saksonya eyalet seçimlerinde birinci (%32.8) ve ikinci parti (%30.6) konumuna geldi. Thüringen’de ikinci gelen muhafazakar Hıristiyan Demokratlara (CDU) yüzde 10’a yakın fark oluşmuşken Saksonya’da bu partinin hemen arkasında yer aldı. İki eyalette de eyalet başbakanı adayları Höcke ve Urban AfD içinde zamanla hegemonyayı ele geçiren faşist kanadı temsil ediyorlar. Höcke bu faşist kanadın lideri olmakla birlikte tüm parti içinde de „gizli“ ya da gölge lider konumunda. Faşist kanat kongreler süreciyle kadro değişimleri aracılığıyla parti içinde büyük çoǧunluǧu ele geçirmiş durumda. Bu nedenle AfD’yi, kurulduğu tarihten (2013) bu yana yaşadığı çeşitli radikal kabuk değişimlerinden ötürü, bugün artık özünde bir faşist bir parti olarak nitelendirebiliriz. Thüringen meclisi AfD grup başkanı ve eyalet başbakan adayı Björn Höcke ve yandaşları açıkça milyonlarca mülteci ve göçmen kökenli vatandaşı Almanya’dan sınırdışı etmeyi planlıyor ve bunun doğru olduğunu savunuyor, sokak eylemlerinde aktif bir biçimde rol alıyor, son zamanlarda yeni bir saldırganlık eğilimi olarak ortaya çıktığı biçimiyle, LGBTİ+ eylemlerini engellemeye çalışarak, mobilizasyon yoluyla kadrolaşarak taraftarları arasında güven tazeliyor. Bunların yanı sıra AfD bugün artık irili ufaklı, faşist terörizme başvuracak kadar saldırganlıktaki azılı faşistleri de içerisine alarak, bu türden ‘klasik‘ faşist gruplarla da iç içe geçmiş durumda.
Almanya’da 2.Dünya Savaşı’nın sonundan bu yana hiçbir seçimde faşistler böylesine bir oy oranına sahip olamadı ve hiçbir eyalette birinci parti olamamıştı. Bu eyalet seçimlerinde görüldü ki AfD ‘normal‘ bir partiymişcesine yaygın bir tabana seslenebildi, geniş kitleleri zehirleyebildi. Özellikle 18-24 yaş arasındaki gençler, erkek seçmenler ve ücretli işçiler arasında büyük oy kitlelerine ulaşmış durumda, bu da işin başka bir oldukça tehlikeli boyutu. Peki ne oldu, buraya nasıl gelindi?
Neler oldu? Buraya nasıl gelindi?
Eylül 2021’de yapılan genel seçimlerden sonra oluşan tabloya göre, Aralık 2021’den bu yana Almanya „trafik lambası“ (Ampel) diye adlandırılan koalisyon hükümeti tarafından yönetiliyor. Koalisyon bilindiği üzere Sosyal Demokratlar (SPD), Hür Demokratlar (FDP) ve Yeşiller’den (Grüne) oluşuyor, başbakan (‘Kanzler/Şansölye‘) Scholz SPD’den. Bu her iki eyaletteki seçim sonuçlarına bakıldıǧında federal hükümet koalisyonunu oluşturan partiler tam bir hezimet yaşadılar, yaklaşık üçü birden toplamda %10 oy alabildiler. Faşistlerin birinci geldiǧi Thüringen eyaletinde başbakanın -ki aktif olarak SPD’nin seçim kampanyalarının parçasıydı- partisi SPD ancak %6.1 oy oranı ile eyalet parlamentosuna birkaç temsilci ile girebilmişken, diğer iki hükümet ortağı partiler %5 olan seçilme barajını dahi aşamadılar. Saksonya’da da Yeşiller barajı 0.1 farkla kılpayı geçebilirken SPD de barajın biraz üzerinde, ancak %7 oranına ulaşabildi. Diğer koalisyon ortağı (FDP) burada da meclis ve denklem dışında. Bu durum federal düzeyde de bir politik meşruiyet krizi yaratacaktır kuşkusuz.
Federal hükümet koalisyon partilerinin büyük hezimetinin yanı sıra, ek olarak bir de açık olarak Thüringen eyalet hükümetinin hezimeti söz konusu. Burada 2019’da yapılan seçimlerde büyük umutlarla %31’lik bir oya erişerek 1.parti olan ve hükümet kurma şansına erişen Sol Parti (Die LINKE) hezimete uğrayarak bu kez %13.1 gibi oy oranına düştü. Sol Parti‘nin oyları büyük bir oranda, geçtiğimiz Ocak ayında kuruluşlarını açıklayan, Sol Parti’den sağdan popülist argümanlarla ayrılan BSW’ye (BSW: Bündnis Sahra Wagenknecht–Vernunft und Gerechtigkeit / Sahra Wagenknecht İttifakı–Akıl ve Adalet) kaymış görünüyor (Bkz. Grafik 1 ve Grafik 2). BSW Thüringen’de %15.9, Saksonya’da ise %11.8 ile kendileri açısından hayli başarılı bir sonuç elde etti. Her iki eyalette de ‘oyun kurucu’ durumuna gelmiş görünüyorlar. Şu ana kadar AfD ile ittifak yapmak konusunda pozitif yönlü bir eğilim gösteren parti olmadığı için, BSW olmaksızın her iki eyalette de hükümet kurma senaryoları oldukça zayıf, hatta imkansıza yakın.
Bir başka açıdan önemli konu ise, her iki eyaletin seçim sonuçlarına dair özellikle bazı veriler var ki, hem bugüne hem de geleceğe dair alarm zillerinin en yüksek perdeden çalmasına sebebiyet veriyor. Yukarıda da kısaca ifade edildiği üzere, örneğin sadece 18-24 yaş arasındaki seçmenler oy kullanıyor olsaydı, AfD %38 oy oranıyla, kesin değil ancak muhtemeldir ki, tek başına eyalet hükümeti kurma çoğunluğuna erişebilecek durumdaydı (Bkz. Grafik 3). Bu durumda karşı karşıya kalınan felaketin nasıl olacağını öngörmek zor değil. Eğer yalnızca 60 yaş altı seçmenler oy kullanmış olsaydı da, yine benzer bir senaryo olacağı kestirilmekte (Bkz. Grafik 4). Benzeri durumla sadece erkekler oy kullanmış olsaydı da, yine aynı oranla AfD’nin tek başına iktidar olacağı ya da bunun kıyısına daha yaklaşabileceği görünmektedir. Bu durumda AfD’nin 60 yaş ve üzeri seçmenlerin ve kadınların bu partiyi, genelden daha az oranla seçmelerinden ötürü tek başına hükümet kurma çoğunluğunu elde etmeye daha az yaklaştığı söylenebilir. (Bkz. Tagesschau Infografikleri). Son olarak AfD’nin Thüringen’de meclisin 1/3 çoğunluğunu alması nedeniyle yargıç atamaları, eyalet anayasa değişikliği vb. gibi 2/3 çoğunluk gerektiren ciddi konularda meclisi işlemez hale getirebilecek bir güce eriştiği de ortada. AfD’siz bir hükümet koalisyonu ihtimali de faşistlerin sistemi kilitleme kapasitesilerini engellemekte zorlanacaktır.
Bu durum ve sonuçları iyi analiz etmek gerekmektedir. AfD’nin seçim başarısıyla faşizmin mutlak bir zafere eriştiği gibi yorumlar hızlıca yapılmış ve yanıltıcı yorumlardır. Faşizme ve onun nasıl bir mekanizma olduğuna dair politik bilinç üzerinden bir okuma elbette yanlış değildir. Faşizmi ya doğrudan kendisi ya da anne-babaları/büyükanne-büyükbabaları yaşamak zorunda kalmış insanların idrak durumları farklılık göstermektedir. Ancak bir başka okuma biçimi de bugünkü kapitalizmin (ya da neoliberalizmin) mevcut durumu üzerinden yapılabilir ve yapılmalıdır. Her ne kadar seçim sonuçları bir şok etkisi yaratmış olsa da, AfD’nin zaferi beklenmedik bir durum deǧildi. Çeşitli gruplar tarafından yapılan anket çalışmalarının sonuçlarının ortalaması ile seçimlerin gerçek sonuçları neredeyse aynı. Özellikle iki Almanya’nın ‘birleşme’sinden (1990) sonraki Doǧu (DDR bölgesi+Berlin) ile Batı (BRD bölgesi+Berlin) arasındaki eşitsizliǧin devam etmesi –‘Doğulu’lar çeşitli nedenlerden ötürü halen kendilerini ikinci sınıf vatandaş olarak algılıyor-, zengin ile fakir arasındaki uçurumun büyümesi, en zengin birkaç yüz kişinin toplam servetinin milyonlarca insanın toplam servetinden büyük olması, savaş bütçelerine ayrılan milyarlarca Euro’nun işçi sınıfının cebinden çıkması, Ukrayna savaşında Rusya’ya karşı özellikle enerji sektöründe uygulanan ambargonun enflasyonu ve hayat pahalılıǧını daha da arttırması, güvencesiz, örgütlenmeyi zorlaştıran taşeron işçiliǧin yaygınlaşması, iş koşullarının kötüleşmesi, işçi maaşlarındaki ‘artış‘ların enflasyonla baş edememesi, artık tamamen kronik bir sorun haline gelen artan ev kiraları ve büyük konut sorunu muazzam bir hoşnutsuzluǧa, hatta bazı kesimlerde keskin bir çaresizliǧe yol açtı. Her ne kadar son yıllarda çeşitli işkollarında grev ya da uyarı grevi gibi sendikal mücadelelerde bir hareketlilik zaman zaman olsa da, işçi-çalışan maaşlarındaki artışlar sınırlı kaldı. Enflasyon ve hayat pahalılıǧı karşısında bunlar da eriyerek yok oldu. Bütün bunlar faşizmin kendisine zemin bularak yükselişinde kuşkusuz önemli etkenlerdir. Fakat tek başına ele alındıǧında faşizmin yükselişini açıklayamaz.
Toplumsal memnuniyetsizliğin kendisine odak olarak görebilecek bir demokratik, antikapitalist ve sisteme yönelik olarak eleştirel merkez olmadığı durumda, ifade edilen sorunlara ilişkin, ‘çözüm’ önerileri Nazi yöntemlerini andıran bir grup olmasına karşın, bu konuları dile getirerek tematize ettiği için bir çekim merkezi olabiliyor. Örneğin Thüringen eyaletinde ekonomik durumu iyi olmayan çalışanların %51’inin AfD’yi seçtiği görülmektedir. Bu tehlikeli durum bu partinin düşük ücretle, güvencesiz çalışan emekçiler ya da işsiz gruplar arasında da kendine yer bularak normalleşmesi gibi çok büyük bir riski de göstermektedir (Grafik 5).
Berlin’deki Federal meclisin anamuhalefet partisi durumunda olan muhafazakar CDU, anlatılan nedenlerden ötürü ortaya çıkan kitlelerin hoşnutsuzluǧunu, öfkesini, çaresizliǧini, özellikle mültecilere ve ülkede yaşayan Müslümanlara karşı yönlendiriyor. Filistin dayanışmasını da bu nefretle harmanlayarak kriminalize ederek, hedef gösteriyor. ‘Sosyal demokrat’ başbakan Scholz’un „büyük çapta sınır dışı etmeliyiz“ (Spiegel Dergisi) sözleri daha birkaç ay önce gazete ve dergilerin manşetlerine taşınmıştı. Bu merkez-geleneksel partiler uzun süredir mültecileri nasıl daha hızlı bir şekilde sınır dışı edebiliriz, nasıl daha çok mülteci düşmanı retoriği kullanarak, daha çok prim (!) toplarız diyerek adeta bir yarışa girdiler.
Eyalet seçimlerinden kısa bir süre önce Solingen kentinde bıçaklı bir saldırı gerçeklesti ve bu saldırıda üç kişi hayatını kaybetti, birçok kişi de yaralandı. Almanya’nın birçok yerinde bıçaklı saldırılar zaman zaman oluyor, toplumsal alanda ‘suç’ diye bir olgu var maalesef. Suçun bireyselliği gibi en temel ilke hiçe sayılıyor, suç failin kimliği üzerinden, failin bir göç geçmişi varsa, genelleştiriliyor. Saldırgan katilin Suriyeli bir kişi olması, sıǧınma talebi reddedilen bir mülteci olması, istismar edilerek ırkçılar tarafından bir nefret dalgasına dönüştürüldü. Göçmenlik ile bıçaklı saldırı arasında adeta bir doğru orantılı kuruldu. Milyonlarca insana dair büyük ırkçı genellemeler yapıldı. Hükümet partileri özellikle muhalefetteki CDU lideri Friedrich Merz’den gelen baskıyla yine mültecilerin her türlü haklarını kısıtlayan yasalar üzerinde duruyor, Suriye ve Afganistan gibi ‘güvenli olmayan ülke’ oldukları için teorik olarak sınırdışı etme işleminin yapılmaması gereken ülkelere nasıl daha çok insan sınırdışı edebiliriz diye kafa yoruyorlar ve bunu yapabileceklerini ispatlarcasına hemen saldırının ardından 28 Afganistanlıyı uçaǧa bindirip bu ülkeye gönderdiler ve bu medyada büyük yankı uyandırdı. Taliban’ın iktidarı ele geçirmesinden sonra bu ülkeye ilk kez sınırdışı işlemi de yapılmış oldu böylece.
Genel politik iklim ırkçılık ve göçmen düşmanlığı ile zehirlenerek şekillendirilirken, tehlikenin Müslümanlardan geldiǧi sıkça ifade edilmekte, deǧerlerimizi savunmamız gerektiǧinin propagandası en üst tondan yapılmakta. Elbette bu konular hep bir belirsizlik bölgesinde duruyor, kastedilenler dolaylı ifade ediliyor. Yine korkunç bir yüzeysellik ve klişeleştirici ifadelerle elbette. Böylece ırkçılık vasıtasıyla işçi sınıfının mücadelesini, Filistin dayanışma hareketini, iklim hareketini, olası uyarı grevi eylemlerini ya da doğrudan grevleri bölüp zayıflatmaya çalışıyor ve aynı zamanda milliyetçilik etrafında insanları toplamaya çalışarak, Almanya emperyalizmine de destek saǧlanmış olunabiliyor. Hükümet tarafından gelen saldırganlık dalgası böylece meşrulaştırılmaya çalışılıyor.
AfD’nin tehlikeli yükselişinin bir başka yapısal nedeni de, Sol Parti’nin (Die LINKE) Thüringen eyaletinde hükümet koalisyonunun büyük ortağı olması, ancak bu muazzam imkana rağmen yüzünü başka bir yöne dönmüş olmasıdır. Thüringen eyaletinde yaklaşık 10 yıldır Bodo Ramelow liderliğindeki (eyalet başbakanı) kırmızı-kırmızı-yeşil (Sol Parti, SPD ve Yeşiller) hükümeti de diǧer eyalet hükümetlerinden farklı bir politika uygulamadı ve yaptıklarının sonuçlarının faturasını da seçimlerde hayli pahalı olarak ödediler. Berlin, Bremen, Thüringen başta olmak üzere başka birkaç eyalette de benzeri durumlar yaşandı, yaşanıyor. Sol Parti memnuniyetsizliklerin, güvencesizlikle biçimlenen korkuların ve politik öfkenin birleşip akabileceği bir merkez-parti olmak bir yana, bu oluşan öfkenin, eyaletlerde yöneten koalisyonun başı ya da ortağı olduğu için bizatihi kendisine yöneldiği bir parti durumuna düştü. Thüringen özelinde Erfurt, Weimar ve Jena gibi Sol Parti’nin birinci olduğu bölgenin büyük şehirlerinde durum kırsala göre de hayli farklılık göstermekle birlikte, ancak bu başka daha ayrıntılı bir analizin konusu olabilir.
Saksonya eyaletinde de Sol Parti hükümet koalisyonu partisi olmaya çalıştı ancak bu seçimlerde neredeyse kayboldu. Oyları Thüringen’deki sonuç kadar keskin olmasa da, %10’dan %4.5’a düştü. Sol Parti öfkelerin, mücadelelerin, hoşnutsuzlukların kesişiminde duran, ülke ya da bölge genelindeki mücadeleci bir sınıf politikası, sosyal haklar, iyileşmeler odaklı politik programdan ziyade Yeşiller ve SPD ile hükümet kurma ‚oyunlar’ı peşine takılarak, büyük bir yanılgıya düştü. Bu da Sol Parti‘nin giderek zayıflamasına, seçim ve adaylık işlerinden gerçek politik mücadelelere fırsat bulamamaya (!), geniş emekçi kitlelerin gözünde diǧer burjuva-sistem partileri arasında bir diğer parti olma durumuna düşürdü. Radikal bir gelenekten gelen Sol Parti böylece yutulmuş oldu. Sol Parti, Die LINKE en güçlü olduğu bölge olan Thüringen eyaletinde kapitalist sistemi yönetmekten öteye gitmedi, sosyal hak ve kazanımlarda keskin kısıtlamalara gitti, mültecileri sınır dışı etti. Ayrıca eyalet başbakanı Ramelow Ukrayna’ya silah gönderme ve askeri silahlanma yanlısı bir profil çizdi, ‘‘Ukraynalı erkekler burada geziyor‘‘ gibi sağcı vasat bir klişeyi dahi tekrarladı.
Sol Parti‘nin eriyen oylarının büyük bir bölümü esas olarak ondan kopan kadrolardan oluşan Sahra Wagenknecht İttifak’ına yani BSW’ye kaydı. Ancak BSW konusunda bir yanılgıya, bir iyimserliğe düşmemek gerekmektedir. BSW bir taraftan sosyal bir söylemde bulunan, savaş karşıtı gibi görünen bir durumdayken diǧer yandan hükümetin mültecileri daha hızlı bir şekilde sınırdışı etmesini savunuyor ve bu konuda hükümete karşı saǧdan bir eleştiride bulunuyor. Wagenknecht’in partisi, işçi sınıfını bölmekten başka bir alternatif sunmuyor. Ayrıca ırkçılığa, göçmen karşıtlığına verdikleri politik tavizler günün sonunda AfD’ye giden yolların taşlarını döşüyor. Irkçılık konusunda bir ilkesel politik duruşlarının olmadığı, hatta yeni-ırkçılık biçimi olarak ortaya çıkan kişilerle/gruplarla ortak platformlarda biraraya gelmekte bile beis görmedikleri de ortada görülebilmektedir.
Faşist parti AfD ise özellikle daha önceki seçimlerde oy vermeyen kitlelerden oy topladı, sözde savaş karşıtlıǧına bürünerek bu boşluktan yararlanmaya çalıştı ve bunda da kısmen başarılı oldu. Corona salgınından bu yana mobilize olan kitleleri çalarak, kendi zehirli konumuna aktardı.
Şimdi, ne yapmalı?
Konut sorunları, güvencesizlik, emeklilik yaşının yüksekliği, maaşlarının düşüklüğü, belirsizlikler, bölgeler ve küresel çatışmalar riski… gibi çok çeşitli kriz anlarıyla belirlenen bir politik iklim içerisinde yaşamaktayız. Sınıf mücadelesine odaklanan, enternasyonalist, gerçek, antifaşist ve elbette antikapitalist bir radikal solun olmadıǧı yerde faşizm ve faşist odaklar çeşitli çarpıtmalarla kendisine normal zamanlardan daha kolay olarak zeminler bulabilmektedir. Her ne kadar AfD’nin Thüringen ve Saksonya eyaletlerinde elde ettiǧi başarılar şok etkisi yarattıysa da, faşistleri durdurmak hala mümkündür. Kaybedilmiş bir moral üstünlük olsa da, nihai bir yenilgiden bahsetmek gerçek dışı olur. AfD’ye oy veren kitlelerin tamamen, liderliğinin aksine, faşist çetelerden oluştuğunu söylemek yanlış olacaktır. 2019’da Sol Parti’ye oy veren on binlerce insanın bu seçimde AfD’ye oy vermiş olmaları Bkz. Grafik 2) faşist olduklarını göstermez. Ayrıca sokak eylemleri durumu ve motivasyonu açısından bakıldığında, faşistlerin göçmenleri ya da ailesinde göç geçmişi olan yurttaşları kitlesel sınırdışı etme organizasyonu konulu gizli toplantılarının açığa çıkmasından sonra, 2024 Ocak ayından itibaren milyonlarca insan sokaklara döküldü. Seçimler öncesinde de binlerce insan Thüringen ve Saksonya’nın çeşitli kentlerinde AfD’ye karşı büyük antifaşist eylemlerde yürüdü. Thüringen’in ikinci büyük kenti olan Jena‘da iki bin civarında antifaşist faşist Höcke’nin bizzat gelerek AfD’nin seçim mitinginin yapılacaǧı salonu bloke etmeyi başardı. Hakeza seçimlerden 1 gün önce eyalet başkenti Erfurt’ta Höcke ve Weidel’a karşı dört binden fazla kişi sokaklara döküldü. Ayrıca Essen şehrinde 3 ay kadar önce 80 bin kişilik dev bir antifaşist miting organize edildi. Bizler de bu mücadelelerin hepsinin parçası olarak sokaklardaydık.
Faşistleri okullarda, işyerlerinde, üniversitelerde, alanlarda, sokaklarda, salonlarda… kısacası her nerede olurlarsa olsunlar, kitlesel bir şekilde engellemek gerekir. Faşistlerin söz/ifade hakkı, buluşma, örgütlenme hakkı olamaz. Bunu yapabilmek için var olan antifaşist örgütlenmeleri daha da güçlendirmek gerekmektedir. Irkçılıǧa karşı ayaǧa kalk (Aufstehen gegen Rassismus) veya yeni yeni inşa edilmekte olan (Widersetzen) gibi geniş örgütlenmelerle insanlar kazanmak ayrıca sendikalar içinde de antifasist işçi örgütlenmesini güçlendirmek gereklidir. İşçi sınıfı merkezli bir politika yapmayı hedef olarak koyan radikal-sol bir program olmadığı durumda, işçilerin öfkesini, hoşnutsuzluğunu, güvencesizliğe duyduğu öfkeyi, basit çözüm önerileriyle(!) faşist parti çalabiliyor. Faşizme karşı mücadele sisteme yönelik öfkeyi de en asli konusu olarak görmeli ki, öfke ile sistem eleştirisi birleşebilsin. Irkçılıǧa, faşizme, göçmen düşmanlığına, savaş kışkırtcılığına taviz vermeyen antikapitalist bir örgütlenme de şart. Faşistleri önce durdurabilmenin sonra ise yenebilmenin yolu sistemin krizlerine sistemden antikapitalist bir kopuş öneri ve ufkusuyla bir model ortaya koyabilmekten geçiyor. Antifaşizm retoriği sol kamuoyunda bir hareketlilik sağlayabilse de -hatırlayalım Ocak ayından bu yana en az 3-4 milyon kişi sokaklara çıktı- geniş kitleler ile bu alan üzerinden ortaklaşmak, etkileri olsa da, kısa vadede kolay değildir. Sorunlara antikapitalist önerilerimizle alternatif olabilmeliyiz, antifaşizm kavrayışımızı antikapitalist bir model ile beslemeli ve örgütlenmelerimizi bu amaç doğrultusunda yapmalıyız. Aksi durumda faşizmin nasıl bir insanlık felaketi ortaya koyabileceğini, bilhassa Almanya dersleri üzerinden çok iyi bilmekteyiz.
Almanya’da 1 Eylül’de Thüringen ve Saksonya’da yapılan eyalet seçimlerinde, Almanya için Alternatif (AfD) partisi, Thüringen’de oylaarın yüzde 32,8’ini alarak birinci, Saksonya’da ise yüzde 30,6’sını alarak ikinci oldu. Böylece Almanya’da faşist bir parti İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ilk kez bir seçimden birinci çıkmış oldu. Her iki eyalet de daha önce Doğu Almanya sınırları içerisinde bulunuyordu. AfD’nin seçimlerden ilk sırada çıktığı Thüringen’de, Sol Parti’nin oyları yüzde 31’den yüzde 13’e düşerken, SPD’nin oy oranı yüzde 6,1 gibi olağanüstü düşük bir düzeye geriledi. Yeşiller ve liberal Hür Demokrat Parti (FDP) de oy kaybetti. Buna karşın merkez sağ CDU oyların yüzde 23,6’sını, Sol Parti’den ayrılan Sahra Wagenknecht İttifakı ise oyların yüzde 15,8’ini aldı. Ancak bu durum kısa vadede AfD iktidarı anlamına gelmeyebilir çünkü partinin eyalet meclisinde çoğunluğu elde etmesi için başka bir partiyle ittifak yapması gerekiyor.
Her ne kadar anketler bu sonuçları yaklaşık olarak tahmin etse de Almanya’da AfD’nin bir eyalet seçiminde birinci parti olarak çıkması ve merkez partiler SPD ve CDU’nun oylarının toplamının yüzde 30’un altında kalması, ülkede ana akım siyasetin krizine işaret ediyor. 2013’te kurulan Almanya için Alternatif (AfD) başlangıçta euro bölgesine ve ekonomik kriz döneminde Almanya’nın yoksul AB ülkelerine yönelik kurtarma planlarına karşı çıkarak sesini duyursa da 2015’ten itibaren parti içindeki faşistler giderek daha egemen hale geldiler. AfD göçmen karşıtı ve İslam düşmanı bir çizgi izledi ve Neonazi unsurlarla dirsek teması içerisinde oldu. 2023 yılında AfD milletvekilleri ve yöneticilerinin, CDU üyeleri ve faşistlerle birlikte Almanya’daki mültecilerin, yabancıların ve “asimile olmamış” Alman vatandaşlarının ülkeden nasıl gönderileceğinin tartışıldığı bir toplantıya katıldığı ortaya çıktı.
Partinin Thüringen’deki yönetimi ise AfD’nin bile sağında bulunuyor. Partinin bu eyaletteki lideri olan ve eyalet meclisine seçilen Björn Höcke, AfD içerisindeki “Der Flügel” (Kanat) fraksiyonundaydı. Parti liderliğinin isteğiyle bu fraksiyonun “kendisini dağıttığı” açıklansa da bunun gerçek olup olmadığı bilinmiyor. Höcke ve ait olduğu fraksiyon sürekli Nazi Partisi’nin yarattığı insanlık suçlarını önemsizleştirmeye Nazileri meşrulaştırmaya çalıştı. Höcke bir miting konuşmasını Nazilerin sokak örgütlenmesi olan SA’nın “Her şey Almanya için” sloganıyla bitirirken, Berlin’de bulunan Yahudi Soykırımı anıtını “bir utanç anıtı” olarak adlandırıp Almanya’nın “anma siyasetini 180 derece değiştirmesi” gerektiğini savundu. Şimdi Höcke 88 kişilik eyalet meclisindeki 32 kişilik AfD grubunun başında olacak.
AfD’nin seçimlerdeki başarısı, hem iktidardaki partilerin uyguladıkları yanlış politikalardan hem de bu partilerin, ırkçılığı meşrulaştırıp AfD’ye alan açmalarından kaynaklandı. Almanya’da iktidarda bulunan Sosyal Demokrat Parti (SPD), FDP ve Yeşiller koalisyonu bir yandan Ukrayna – Rusya savaşında giderek orduya daha fazla bütçe ayıran, zorunlu askerliği geri getirmekten bahseden, militarist bir politika izledi. Rusya ile savaş olasılığı seçimlerde en çok öne çıkan konulardan biri olurken AfD kendisini “barış yanlısı” bir parti olarak pazarlama şansı buldu. Parti 23 Ağustos’ta Solingen’de daha sonra IŞİD tarafından üstlenilen bir saldırıda üç kişinin bıçaklanarak öldürülmesini de kendi amaçları için kullandı. Parti lideri Alice Weidel “mültecilerin Almanlara şiddetinin yeni normal haline geldiğini” söyleyerek, ülkeye göçün en az beş yıl boyunca durdurulmasını savundu. Ancak Solingen’deki saldırıdan tüm mültecileri sorumlu tutan sadece AfD değildi; CDU lideri Merz Suriye ve Afganistan’dan gelen mültecilerin alımının durdurulması çağrısı yaparken Şansölye ve SPD lideri Scholz da belgeleri olmayan mültecilerin yardım almalarını zorlaştıracağını açıkladı. AfD bir yandan mülteci ve göçmen düşmanlığı yaparken diğer yandan kendisini isminin de işaret ettiği gibi bir “alternatif” olarak öne çıkarmaya çalışıyor. Almanya’nın diğer bölgelerine göre daha yoksul olan, daha çok göç veren eski Doğu Alman eyaletlerinin kırsal bölgelerinde bu söylem daha çok alıcı buluyor.
Yapılan anketlere ve kamuoyu yoklamalarına göre, sosyal güvenlik, suç ve göç konuları her iki eyalet seçiminde de en önemli gündem maddeleriydi. AfD bu konuların her birinde mültecileri, göçmenleri ve yabancıları suçlayarak kolay ve basit bir “çözüm” öneriyor. Artan gelir adaletsizliğinin asıl nedenlerini gözden saklarken, mültecileri günah keçisi haline getiriyor. Oysa bir yandan Alman ordusuna 100 milyar euro yatırım yapılırken diğer yandan sosyal hizmetlerde kesintilerin yapılması meselenin çok daha köklü olduğunu gösteriyor. Almanya’nın sorunları savaş bölgelerinden kaçıp gelen göçmenlerle değil, Alman sermayesinin ve Alman emperyalizminin tercihleriyle ilişkili.
AfD’nin yükselişi Almanya’daki merkez siyaset karşısında gerçek bir sol alternatif olmamasıyla son derece bağlantılı. Sol Parti’den ayrılan Sahra Wagenknecht’in kendi ismiyle kurduğu “Sahra Wagenknecht İttifakı” da (BSW) böyle bir alternatif olarak öne çıkmıyor. BSW bir yandan Almanya’nın Ukrayna savaşına müdahalesine haklı olarak karşı çıkarken diğer yandan göç ve mülteciler konularında AfD’ye taviz veren bir hat savunuyor. Böylece AfD’ye gidebilecek oyları alabileceğini öne sürüyor. Oysa parti son seçimlerde bunu yalnızca kısmen başarabildi ve asıl olarak yine daha önce Sol Parti’ye oy verenlerden oy aldı.
Almanya’da AfD’ye karşı etkin bir mücadele yürütmenin yolu, en başta onun ırkçı ve yabancı düşmanı fikirlerinin ifşa edilmesinden geçiyor. Partinin Nazilerle olan bağlantıları, lider kadrosunun Neonazi fikirlerini meşrulaştırması yaygın olarak ifşa edilmeli. Ayrıca partinin her eyleminin, her kongresinin, sokağa çıktığı her etkinliğin bloke edilmesi onun faşist bir sokak hareketi yaratmasının önüne geçmenin tek yolu. Essen’de AfD kongresine karşı haziran ayında yapılan ve on binlerce kişinin katıldığı eylemler ile Jena-Lobeda’da 2000 kişinin Höcke’nin seçim toplantısını bloke etmesi gibi kitle eylemleri devam etmeli. Yalnızca hem partiyi ifşa etmeyi hem de sokakta karşısına dikilmeyi içeren ikili bir strateji başarılı olabilir. Eylül ayının sonunda Brandenburg’da yapılacak olan eyalet seçimlerinde AfD’nin oylarını minimize etmek antifaşistlerin önündeki ilk görev.
İsrail Batı Şeria’ya son 20 yılın en şiddetli saldırısını başlattı. İsrailli bakanların bazıları saldırıların daha da şiddetlendirilmesini ve Gazze’de uygulanan saldırı stratejisinin uygulanmasını talep ediyorlar.
Bu strateji insanları evlerinden çıkmaya ve evleri yıkılan Filistinlileri yaşadıkları yerleri terk etmeye zorlamak gibi adımları içeriyor.
İsrail son bir haftadır gaz bombalarıyla, mermilerle bu topraklarda yüzyıllardır yaşayan Filistinlileri tasfiye etmeyi hedefliyor.
Saldırıda helikopterler ve insansız hava araçları kullanılıyor. Bu saldırıların hemen ardından evleri yıkmak için devreye buldozerler giriyor.
İsrail ordusu "Yaz Kampları Operasyonu" adı altında Batı Şeria'nın kuzeyindeki Cenin, Tulkarem ve Tubas şehirlerini işgal etmek üzere üç ayrı tugay konuşlandırdı. İsrail savaş makinesi en az 22 Filistinliyi öldürdü.
Mülteci kampları hedefte
Ordunun bu saldırısı İsrailli yerleşimcilere de cesaret veriyor. Saldırı Jurat al-Khail köyü sakinlerini hedef aldı. Köyden Ahmed al-Shalaldeh Wafa medyaya askeri üniformalı düzinelerce yerleşimcinin köy sakinlerine saldırdığını söyledi. Yerleşimciler koyunları çalmadan önce telefonlarını gasp ettiler, evlerin karavanlarını tahrip ettiler ve su tanklarına zarar verdiler.
En başından beri Filistinli yerel halka yönelik bu işgalci yerleşimci saldırısı sürse de son dönemde saldırıların şiddeti daha da arttı. Şiddet ve hırsızlığın, yasadışı İsrail yerleşimlerinin genişlemesine yol açmak için Filistinli vatandaşları bölgeden uzaklaştırmak üzere tasarlandığı çok açık.
Hem yerleşimci sömürgeciliğin hem de mülteci kamplarına saldırının bir başka hedefi daha var. Boykot, Tecrit, Yaptırımlar (BDS) hareketinin politika koordinatörü olan Saleh Hijazi İsrail'in "yerli Filistinlileri sömürgeci yerleşimcilerle değiştirmeyi" amaçlayan bir "yerleşimci sömürgeci" olduğunun altını bir kez daha çizdi.
31 Ağustos’ta Taksim Tünel Meydanı’ndan Şişhane’ye yürüyüş yapan Filistin’e Özgürlük Platformu’nun (FÖP) basın açıklamasında dile getirildiği gibi: “Mülteci kamplarının bombalanması, tasfiye edilmek istenmesinin nedeni İsrail’in soykırım hamlesini nihayete erdirmek istemesidir.” Batı Şeria’da yaşayanların dediği gibi saldırıların mülteci kamplarına odaklanmasının nedeni şu: Bu kampların varlığı Filistinlilerin hala geri dönme şansına sahip olduğu anlamına geliyor. İsrail bir neslin Nakba'ya ilişkin hafızasını silmeye hazırlanıyor. Mülteci kamplarını yıkarak ve boşaltarak, halkın sembolünü, geri dönme hakkını yok ediyorlar.
Çürüyen Siyonizm
İsrail devletinin yetkilileri ne kadar kan dökerlerse döksünler, Gazze’de başarılı olamıyorlar. Gazze’yi teslim alamıyorlar. Bu yüzden Batı Şeria’da şiddetin dozunu artırıyorlar.
Fakat Gazze’ye saldırma gerekçesi olarak 7 Ekim’de gerçekleşen Aksa Tufanı’nı bahane eden Siyonist ideoloji, Batı Şeria’ya yönelik saldırıyla tamamen iflas etmiş durumda.
İsrail politik olarak çoktan yenildi.
Askeri olarak yenilmesi için Filistin direnişinin yanına şimdiye kadar örgütlediğimizden çok daha güçlü bir küresel intifada dalgasını örgütlememiz gerekiyor.
Filistin’e Özgürlük Platformu (FÖP) İzmir’de bir basın açıklaması düzenledi. Önce Hollanda’nın İsrail’e silah taşıyan gemileri Bandırma Limanı’nda demirlemişti. Şimdi de USS WASP adlı gemi İzmir Limanı’na yanaştı. Açıklama şöyle:
7 Ekim sürecinin başından itibaren iktidardan İsrail'le tüm askeri ve ticari ilişkilerin durdurulmasını talep ettik. Ancak iktidar ticareti durdurduğunu söylemesine rağmen ticaretin türlü yollarla devam ettiğini biliyoruz. Zorlu Holding hâlâ İsrail'e enerji temin ediyor, hâlâ Azeri petrolü BOTAŞ'ın tesisleri kullanılarak İsrail'e sevk ediliyor.
Suç ortaklığı
Hiçbir askeri anlaşma iptal edilmediği gibi geçtiğimiz günlerde Soykırımcı İsrail'i koruyan gemilerle Türkiye'nin askeri gemilerinin Akdeniz'de ortak tatbikat yaptıklarını öğrendik. Ve sonrasında tatbikattaki gemilerden olan USS WASP adlı savaş gemisi İzmir Limanı’na yanaştı.
Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin savaş suçlusu olduğu için İsrail devlet başkanı Netanyahu hakkında tutuklanması talebi varken, üstelik Türkiye daha geçtiğimiz günlerde İsrail'e karşı taraf olarak davaya müdahil olmuşken, soykırımcı Netanyahu ve onun devletini korumak üzere görevli bir geminin Türkiye'ye gelmesine izin verilmesi bu suça ortak olmak anlamına gelmektedir.
Şu anda soykırımcı İsrail'i koruma görevini üstlenmiş olan Amerikan askeri gemisine yataklık yapan bu limandan iktidarın aksini iddia etmesine rağmen, her hafta HATAY, TRANSCARRIER, LİDEREXPRESS gemileri ile İsrail'e gaz, beton ve inşaat malzemesi taşındığını da biliyoruz.
Burada limana yanaşmasına izin verilen bu savaş gemisi ve benzerleri ile harap ettikleri Gazze sahillerinde işgalciler için yapmayı planladıkları villaların inşaat malzemeleri taşınıyor.
Avrupa’da ve dünyada aşırı sağın büyümesi nedeniyle çok ciddi ve tehlikeli bir durumla karşı karşıyayız. Her ne kadar başkanlık seçimlerini kazanamasalar da Fransa’da Rassemblement National’in (Ulusal Birlik) yüzde 32 oy aldığı Avrupa Parlamentosu seçimleri bir uyarı niteliği taşıyordu. Almanya’da AfD’ye giderek faşist kanadı egemen oluyor. İtalya’da Fratelli d’Italia (İtalya’nın Kardeşleri) iktidarda, ABD’de Donald Trump Amerikan faşistlerini cesaretlendirdi. Başka pek çok örnek de var. Bütün bunlar faşizmin tarihsel bir olgudan ibaret olmadığını gösteriyor.
Britanya’da sağın büyümesinin farklı unsurları var. Nigel Farage’ın liderliğindeki Reform UK Partisi, temmuz ayının başında yapılan son seçimlerde 4 milyon oy aldı. Buradaki seçim sistemi nedeniyle 650 milletvekilliğinden sadece beşini kazandılar, ama ilk kez parlamentoda aşırı sağcı milletvekillerinden oluşan bir blok var. Pek çok yerde seçimlerde ikinci parti oldular. Farage bir faşist değil ve kariyerine Avrupa Birliği’ne şüpheyle bakan marjinal bir figür olarak başlamıştı ama giderek daha sağcı bir retorik kullanmaya başladı. Örneğin Britanya’nın bazı bölgelerinin, göçmenler tarafından ele geçirildiğini ve Müslümanların bizim yaşam biçimimizi ve Britanya değerlerini tehdit ettiğini söyledi.
Aynı zamanda düzen karşıtı olmaktan ve büyük şirketler karşısında küçük insanları korumaktan bahsediyor. Bu bir yalan, o da düzenin, müesses nizamın bir parçası. Tommy Robinson olarak da bilinen Stephen Yaxley Lennon ise 15 yıl önce İngiliz Savunma Birliği’ni kuran ve şimdi de aşırı sağ bir sokak hareketi yaratmaya çalışan bir Nazi. Bu yıl Londra’nın merkezinde iki büyük yürüyüş düzenledi, bunlardan birine 5000 diğerine en az 15.000 kişi katıldı. Bu eylemlere katılanların çoğu Reform’a oy veriyor ama oy vermekten fazlasını yapmak istiyorlar, yürüyüşlere katılmak, sola ve LGBT+’lara gözdağı vermek istiyorlar. Troçki’nin 1930’lardaki faşizmi analiz ederken söylediği gibi, bu yürüyüşler de kitle hareketini örgütleme yönündeki girişimler.
İsyanlar
Son şiddet dalgası başlangıçta Leeds Harehills’teki bir isyan üzerine patlak verdi. Kargaşa aslında Romanlarla kamu hizmetleri görevlileri arasındaydı ama Tommy Robinson ve başkaları bunun Müslümanlarla ilgili olduğunu iddia ettiler. Sonra 29 Temmuz’da korkunç haberler aldık, Kuzey İngiltere’deki Southport’ta 3 küçük çocuk bıçaklanarak öldürülmüştü. Katil Galler’den gelen 17 yaşındaki siyah bir erkekti. Bu kâbusun neden yaşandığını bilmiyoruz. Ancak saldırının hemen ardından internette failin Müslüman ve Arap olduğuna, adının Ali olduğuna dair söylentiler yayılmaya başladı. Farage da kamuoyuna bilgi verilmediğine dair spekülasyonlarda bulundu.
Ertesi akşam barışçıl bir anma toplantısının ardından, kalabalık bir grup Southport Camisi’ne saldırdı. Başka yerlerde de isyanlar çıktı. Örneğin İngiltere’nin kuzeydoğusundaki Sunderland’de 2 Ağustos’ta, bir vatandaşlık danışma merkezini yaktılar. O hafta sonu Rotherham’da bazı isyancılar mültecilerin kaldığı bir hosteli ateşe verdiler ve çıkış kapısını kapatmaya çalıştılar. Bir pogromdu, şanslıyız ki kimse ölmedi.
Nedenler
Son üç haftadır süren aşırı sağ şiddet, şok edici ve iğrençti ama birdenbire ortaya çıkmadı. Bir süredir ırkçılık tehdidi konusunda uyarılar yapıyorduk. İktidardaki siyasetçilerin eylemleri faşizmin büyümesine olanak sağladı. Muhafazakâr Parti, Britanya’ya gelen küçük tekneleri durdurmak için bir kampanya başlattı. Amaç hayatlarını riske atarak Manş Denizi’ni geçmeye çalışan az sayıdaki göçmeni durmak ve bunun çok önemli bir konu olduğunu iddia etmekti. Hatta bazı göçmenleri Orta Afrika’daki Ruanda’ya göndermeyi bile önerdiler.
Seçimleri kazanan İşçi Partisi bundan çok daha iyi bir politika üretmedi. İşçi Partisi’nin İçişleri Bakanı Yvette Cooper, otellerin mültecilerin barındırılması için değil tatiller için kullanılması gerektiğini söyledi. Sonra da sağ gidip bu otellere saldırdı. İnsanlar ana akım siyasetin göçmen karşıtı söylemiyle karşılaştıklarında ve bu fikirlerin bazılarını kabul ettiklerinde, bu onların aşırı sağa yönelmesine de neden olabilir. Çünkü aşırı sağ gerçekten göçmenlere saldırmaya daha hazır gözükür, böylece sağ devlete saldırarak onun yeterince sert davranmadığını anlatır. Biz bunu faşizmin tarihsel gelişiminde gördük. Sosyal demokrat siyasetçilerin göçmenlere saldıramaya başlamasının onlara da faydası olmaz, bu sadece sağı güçlendirir, onu yatıştırmaz.
Aşırı sağın büyümesinin temeli
Sağın liderleri zengin ailelerden geliyorlar; Farage zengin, Tommy Robinson kendisini gerçekleri söyleyen bir gazeteci olarak satmaya çalışan küçük iş sahibi. Yani, küçük iş sahipleri arasında toplumsal bir temelleri var. Hem büyük sermaye tarafından kısıtlanan hem de işyerindeki diğer işçilerle veya sendika hareketiyle birleşebilme geleneği bulunmayan insanlar.
Ancak aşırı sağcılar, neoliberal kapitalizmin ihmal ettiği bölgelerde işçi sınıfından gelen insanları da kendilerine çekiyorlar. Faşizm düzen karşıtı olduğunu iddia ederek insanlara bir şeyler sunmaya çalışır. Aynı zamanda Britanya’nın eskiden muhteşem olduğunu ve yine öyle olabileceğine dair ütopyacı bir fikir anlatır. Bu söylemin bir kısmını klasik faşizm de kullanır. Aşırı sağın imgelemi oldukça gariptir, zırhlı şövalyelerin ve aslanların Müslüman kalabalıklara karşı savaşması gibi şeyler içerir.
Yanlış argümanlar
“Meşru endişeler” konusunda bir tartışma var, bazı solcular halkın göç konusunda endişeleri olmasının haklı olduğunu söylüyor. Bu korkunç bir argüman. Göç konusunda daha fazla kontrole gerçekten ihtiyaç olduğu fikrine teslim olamayız. Bu ırkçılıktır.
Başkaları ise sağın Siyonistler tarafından fonlandığını ve desteklendiğini söylüyor. Tommy Robinson’un para kaynağının ne olduğunun belli olmadığı doğru. Sağın Filistin hareketine karşı olduğu da doğru, Britanya’da çok büyük bir Filistin ile dayanışma hareketimiz var. Ancak sağcıların çoğu için mesele Siyonizme veya İsrail devletine karşı duyulan derin bir bağlılık değil. Filistin yürüyüşlerini görmeyi sevmiyorlar çünkü eylemlerde çok sayıda Müslüman ve başka insanlar oluyor ve sokaklara çıkıyorlar.
Antifaşist tepki
Geçtiğimiz iki haftada ırkçılık karşıtları ırkçıları geri püskürtmeyi başardı. Devasa bir polis operasyonu gerçekleşti, 365 kişiye suçlama getirilirken bunların pek çoğuna hapis cezaları verildi. Ancak elbette polise güvenemeyiz. Onlara karşı koymanın bir parçası inisiyatif almak ve Stand Up to Racism (Irkçılığa Karşı Çık) gibi grupların parçası olarak büyük karşı eylemler inşa etmeye çalışmak çok önemli. Stand Up to Racism iyi bilinen ırkçılık karşıtı bir kampanya ve biz SWP’liler, yıllar önce sendikacılar ve soldaki başka örgütlerle birlikte bu kampanyanın kuruluşunun parçası olmuştuk.
Başlangıçta eylemler oldukça korkutucuydu ama geçen haftadan beri korku saf değiştirdi diyoruz. Göç destek merkezlerinin internette dolaşan bir listesi vardı ve sağ 7 Ağustos’ta gidin ve buralara saldırın diyordu. Bu merkezlerden biri benim yaşadığım yerin yakınındaydı. Bölgede yaşayan binlerce genç bir Whatsapp grubu kurdu ve bu merkezi savunmaya geldi, karşımızdakiler ise gelmedi. Geçen cumartesi büyük bir eylem daha yaptık ve onlardan sayıca fazlaydık. Biz bu eyleme herkesin gelmesi gerektiğini savunduk, bazıları sadece deneyimli bir eylemci iseniz gelmeniz gerektiğini, diğer türlü güvenli olmayacağını söylüyorlardı.
Irkçılık karşıtı eylemler, ırkçılık karşıtlarının çoğunluk olduğunu gösteriyor, bazı isyancıları merkezdeki çekirdek faşistlerden koparabilir ve artık eylemlere gelmek istememelerini sağlayabiliriz. Bu Britanya’da daha önce yaptığımız ve yine yapabileceğimiz bir şey.
Camilla Roye
(İngiltere’de mücadele eden SWP’nin (Sosyalist İşçi Partisi) bir üyesidir. Bu metin DSİP’in İstanbul’da yaptığı toplantıdaki konuşmasından özetlenmiştir.)
Yuri Prasad, öğrenci protestolarının eski rejimi yıktığını ancak bundan sonra ne olacağına dair bir mücadelenin olduğunu yazdı.
Geçen hafta nefret edilen diktatör Şeyh Hasina'yı deviren öğrenciler ve demokrasi aktivistleri artık tam bir zaferden daha azıyla aldatılmamalılar. Geçen hafta 85 yaşındaki Nobel ödüllü Muhammed Yunus'un başkanlığında geçici bir hükümet kuruldu.
Mikrofinans kredi programlarının öncüsü olan Yunus, birçok öğrenci aktivistin tercihi ve yoksullar arasında da bir miktar popülerliğe sahip. Yeni kabinesinde hükümet karşıtı protestolara öncülük eden öğrenci aktivistler Nahid Islam ve Asif Mahmud da yer alıyor.
Yunus'u geçici hükümetin baş danışmanı olarak atama kararı, geçen hafta ordu, BNP resmi muhalefet partisi ve öğrenciler arasında yapılan toplantı sonrasında verildi.
Oradaki temsilciler tam demokratik seçimlerin üç ay içinde yapılması konusunda anlaştılar. Ve öğrenciler haklı olarak ordunun geçici yönetimden çıkarılması konusunda ısrar ettiler. Demokratik görevdeyken Yunus dengeleyici bir davranış sergilemek zorunda kalacak.
İlk işini öğrencilere eski rejimin öldüğü ve daha fazla demokratik değişimin geleceği konusunda güvence vermek olarak görüyor . Ancak aynı zamanda egemen sınıfa ülkeyi istikrara kavuşturabileceği ve devletin otoritesini yeniden tesis edebileceği konusunda güvence vermek istiyor.
Kendisinden onlarca yaş daha genç öğrenci liderleriyle çevrili olan Yunus, "Bana güvendiniz, öğrenciler bana seslendi ve ben de buna karşılık verdim" dedi.
“Bu ülkenin hiçbir yerinde kimsenin saldırıya uğramadığından emin olun. Bu bizim birinci sorumluluğumuzdur” diye ekledi.
Kısa açıklaması sırasında, polisler tarafından öldürülmesi kameralara yakalanan ve isyanın öfkesini körükleyen öğrenci protestocu Abu Sayeed hakkında konuşurken defalarca gözyaşlarını tutmaya çalıştı.
Yunus, "İlk sözüm, vatanı kargaşadan koruyun" diye yalvardı. Bangladeş'te devam eden şiddet bir gerçektir. Nefret edilen polis sokaklardan kayboldu ve saklandı.
Ölen ve yaralanan yoldaşlarının intikamını almak isteyen öğrenciler, onları avlıyor ve karakolları yakıyor. Yerel camilerin yanı sıra birçok mahallede de asayiş sağlamaya çalışıyorlar.
Kamu hizmeti de büyük ölçüde felç olmuş durumda ve döviz rezervleri azaldıkça ekonomi darmadağın durumda. Devletin büyük bir kısmının çökmesi, aşırı gerilimli bir ortamının oluşması anlamına geliyor.
Bölgesel güçler olan Hindistan ve Çin, sonunda hangi hükümet ortaya çıkarsa çıksın, stratejik güç dengesini bozacak hiçbir şey yapmayacağını düşünerek bu durumu endişeyle izliyor. Hindistan, kısmen baş düşmanı Pakistan'a karşı bir siper olarak Bangladeş egemen sınıfıyla ilişkisine değer veriyor.
Çin, ABD emperyalizmiyle rekabetinin bir parçası olarak ülkeyi ekonomik yörüngesine daha da çekmeyi umuyor. Ordu görevde olsaydı her iki güç de daha mutlu olabilirdi. Ordu, Yunus'u desteklediğini söylüyor ve şu ana kadar iktidarı ele geçirmek için herhangi bir girişimde bulunmadı. Liderleri uzun süredir Awami Birliği yönetimindeki devletten gelen yardımları yozlaştırmak için kullanıldılar.
Ancak Şeyh Hasina'nın geçen hafta sürgüne zorlanması ve diğer önde gelen isimlerin öfkeli öğrenciler tarafından takip edilmesiyle birlikte Birlik'in gücü kırıldı.
Bangladeş'teki generaller, geçici hükümete "düzenin yeniden sağlanmasında" rol oynamalarına ve orduya nakit ve güç akışını sürdürmelerine izin vermesi için baskı yapmaya çalışacak.
Şimdilik, askeri bir rejim dayatmaya yönelik herhangi bir girişimin kitle hareketini yeniden ateşleyeceğini ve bu nedenle çok riskli olduğunu biliyorlar. 200.000 askerden oluşan güç, 170 milyondan fazla nüfusu kolayca yönetemez ve halk arasındaki itibarı ve güvenilirliği çok az.
Ancak ordu hakimiyeti yeniden ele geçirmeye çalışacak. Ayrıca neoliberal Bangladeş Ulusal Partisi'nin ya da sağcı İslami parti Bangladeş Cemaat-i İslami'nin siyasi boşluğu doldurmaya çalışabileceği tehdidi de mevcut.
Başkent Dakka'da yaşayan sosyalist aktivist Mushtuq, Socialist Worker'a öğrenci liderliğinin tehlikelerin farkında olduğunu söyledi.
"Kitlesel öğrenci ayaklanması sadece Hasina'yı ortadan kaldırmaya yönelik değil, aynı zamanda otokratik sistemi de ortadan kaldırmalı" dedi.
“Öğrenci liderleri halihazırda geçici hükümetteki en güçlü paydaşlardır.”
Ve Mushtuq, öğrencilerin artık başkentin sokaklarında ve ötesinde devriye gezme şekli konusunda olumluydu.
“Polisin yokluğunda Dakka şehrinde asayişi koruyorlar.
"Kanunsuzluk ve vandalizm, Awami Birliği'nin mağlup, silahlı serserileri ve organize gizli İslamcı militan grupları tarafından planlanıyor" dedi.
“Öğrenci liderliği ve demokratik sol halka, bu gruplara karşı direnmeye ve zaferi sürdürmeye çağrıda bulunmak için birleşti.”
Hareket her zaman Bangladeş toplumuna yönelik diktatörlük ve yolsuzluktan daha geniş bir öfkeyi yansıtıyordu. İlk kıvılcımı, Awami Ligi destekçilerine fayda sağlayan devlet işleri için kota sistemini yeniden uygulamaya koyan bir mahkeme kararıydı.
Ancak bu öfkenin kendisi, yüksek düzeydeki mezun ve genç işsizliğine bir tepkiydi. Ve bu aynı zamanda işçilerin, yoksulların ve orta sınıfın büyük çoğunluğunun yaşadığı devasa yaşam maliyeti krizine de bir tepkidir.
Bu felaket son haftalarda daha da büyüdü ve geçici rejimi muazzam bir baskı altına soktu. Yeni, demokratik ve sosyal açıdan adil bir Bangladeş yaratma isteği belirsizliğini koruyor.
İngiltere'nin Southport şehrinde bir dans kursunda meydana bıçaklı saldırıda üç kız çocuğunun trajik bir şekilde öldürülmesinin ardından ülke çapında faşistler sokak saldırılarını başladı.
Aşırı sağcılar, katilin Suriyeli bir göçmen olduğunu iddia eden paylaşımlar yaptı. İngiltere'deki faşist hareketin liderlerinden Tommy Robinson bu yalana sahip çıktı ve kalkışma çağrısı yaptı. Son genel seçimlerde meclise girmeyi başaran aşırı sağcı UK Reform Partisi'nin lideri Nigel Harris'te bu yalanı tasdik etti.
Oysa 29 Temmuz'daki bıçaklı saldırıyı yapan 17 yaşındaki Galler doğumluğuydu. . Suriye'yle, Müslümanlıkla alakası yoktu.
Iırkçılar önce Southport'ta mültecilere saldırıya geçti. Ardından saldırılar başka şehirlere yayıldı. Mültecilerin kaldığı binalar, işlettiği dükkanlar, sosyal yardım kuruluşları, mülteci dernekleri ve bir kütüphane ateşe verildi. Ve olaylar bir pogroma dönüştü.
Ta ki 7 Ağustos'a kadar. Devrimci sosyalistlerin ve ırkçılık karşıtı kampanyaların çağrısı bu kez antifaşistler sokağa çıktı.
İngiltere'de yayınlanan Socialist Worker (Sosyalist İşçi) gazetesi yazarı Charlie Kimber'in 7 ve 8 Ağustos tarihlerinde yayınlanan iki yazısını sizler için özetledik.
---
İngiltere'de aşırı sağ şiddet ve faşizm tehdidi (7 Ağustos)
Pogrom, ırkçı terör bir sürpriz değildir.
Şu anda birçok açıdan son bir asrın en tehditkâr faşist meydan okumasıyla karşı karşıyayız.
En tepeden gelen ırkçılığın yarattığı kirliliği sürekli varoldu.
Muhafazakârlar bütün bir seçim kampanyasını, şimdi aşırı sağ eylemlerde ortaya çıkan "Gemileri durdurun" sloganına odaklanarak yürüttü. Ancak suçlanması gereken sadece Muhafazakârlar değil.
İşçi Partili İçişleri Bakanı Yvette Cooper, cami saldırılarının meydana gelmesi ve göçmenlerin kaldığı otellerin yakılmasından iki haftadan kısa bir süre önce The Sun gazetesine özel bir yazı yazmaya karar verdi.
Mesaj şuydu: İşçi Partisi, savurgan ve anlamsız göçmen karşıtı programlar yerine, Britanya sokaklarında göçmen karşıtı baskıyı serbest bırakacaktı. Yakalanması ve sınır dışı edilmesi gereken çok sayıda "yasadışı" olduğunu düşünüyorlar!
Irkçıların beslendikleri kaynaklar
1970'lerin ortalarındaki neoliberalizm döneminden bu yana İşçi Partisi ve Muhafazakar Parti hükümetleri, işçi sınıfından insanların yaşamlarında kayda değer iyileştirmeler sunma iddiasında bile bulunmadı. Bunun yerine sadece değişen kemer sıkma ve kesinti programları sundular.
Aynı zamanda, temel hizmetler çürürken ve sıradan insanlar çocuklarının geleceklerinin mahvolduğunu görürken bile inanılmaz derecede zenginleşen en tepedeki yüzde 1'lik kesim için bir servet alemine başkanlık ettiler.
Birbirini izleyen hükümetler, büyük eşitsizliğe duyulan öfkeyi saptırmak için göçmenler ve mülteciler üzerinden ırkçılığı körükledi. İnsanların nefretlerini zenginlerden ve şirketlerden ziyade göçmenlere ve Müslümanlara yönelttiler.
Politikacıların muhalefeti bölmek için kullandıkları bu kullanışlı aracın ırkçılıkta ve nihayetinde ırkçı terör yaratmaya adanmış ağlarda kendine bir yuva bulması kaçınılmazdı.
İslamofobi, "teröre karşı savaş" ve Tony Blair-George Bush'un Irak savaşından önce de vardı. Ancak Orta Doğu'da ve daha geniş coğrafyalarda sonu gelmeyen saldırılara kılıf olarak büyük bir ivme kazandı.
Ve her görüşten siyasetçi Filistin için yapılan kitlesel yürüyüşleri nefret ve antisemitizm odakları olarak gösterip, kınadı. İsrail'in soykırımına karşı düzenlenen bu görkemli seferberliklere çok sayıda Müslüman katıldı ve bu nedenle onlara yönelik saldırı daha geniş bir İslamofobi ile iç içe geçiyor.
Aşırı sağcı saldırıların merkezinde mülteciler, göçmenler ve İslamofobi yer alıyor.
Bir diğer olgu ise Reform UK adlı partinin varlığıdır. Nigel Farage'ın aşırı sağcı partisi genel seçimlerde dört milyon oy aldı.
Rehavete ya da paniğe yer yok. Aşırı sağ kükreyerek harekete geçerken, on binlerce insan da cesurca onlara karşı çıkmaya başladı.
İşçi sınıfı hareketinin önünde birbiriyle bağlantılı bir dizi görev var. Bunlardan en acil olanı, faşistleri ve müttefiklerini geri püskürtmek için en büyük ve en kararlı birleşik cepheyi inşa etmektir.
Bu, saldırı altındaki mülteciler ve Müslümanlar için bir ölüm kalım meselesi olmakla birlikte, tüm işçi sınıfının birliği ve mücadele yeteneği açısından da hayati önem taşımaktadır.
Sisteme duyulan bu öfke, sola ya da sağa yönelebilir. Biz onu sola doğru yönlendirmeliyiz.
7 Ağustos'un ardından (8 Ağustos)
İngiltere'nin büyük bir bölümünde on binlerce insan, düzinelerce göçmen sosyal yardım merkezine, hukuk bürolarına ve mülteci destek kuruluşlarına yönelik faşist saldırı tehdidine tepki olarak sokağa çıktı.
Aşırı sağcılar genellikle ortada yoktu ya da polisin arkasına sinmişlerdi.
7 Ağustos'un örgütsel merkezinde Irkçılığa Karşı Durun, Filistin için yürüyen pek çok insan ve devrimci sosyalistler vardı.
Irkçılık karşıtı gösteriler medyanın mesajını değiştirmeye zorladı ve bu son derece memnuniyet verici. Ancak aynı medya ve hükümet gerçeği sistematik olarak örtbas ediyor.
Medya ve İşçi Partisi hükümeti saldırıların bastırılmasını polisin başarısı gösteriyor. Irkçılık karşıtlarına evine dönün diyor
Korku taraf değiştirdi
7 Ağustos günü öğleden sonra özellikle ve doğal olarak Müslüman, siyah ve Asyalı kesimler arasında gerçek bir korku vardı. Irkçılık karşıtı eylemler bu korkuyu en azından geçici olarak kırdı.
O gecenin "korkunun taraf değiştirdiği" gece olduğunu söylemekte haklıydık.
İşçi Partisi'ne gelince, neredeyse tüm milletvekilleri insanları ırkçılık karşıtı protestolardan uzak tutmak için ellerinden geleni yaptı.
Sendika liderlerinin aşırı sağa karşı açıklamalar yaptığını görmek güzel ancak 7 Ağustos günü çok az insanı doğrudan harekete geçirdiler.
7 Ağustos günü on binlerce kişi sokağa çıktı ve yüz binlerce kişi onları alkışladı. Milyonlar Filistin için yürüdü.
Bu yeni bir hareketin -kararlı ırkçılık karşıtları, militan sendikacılar, Filistin dayanışmasının inşacıları- bir araya gelişi gibiydi. Bir şey doğuyor, şu anda sahip olduğumuzdan çok daha iyi, daha büyük, radikal sol olasılık.
Şu anda sokaktaki insanlar arasında farklılıklar var. Bazıları keskin ve önemli.
Ancak ırkçılık ve emperyalizmle mücadele etmek isteyen ve grevleri destekleme, çevresel yıkımla mücadele etme, trans özgürlüğünü destekleme, yoksulluk, sömürü ve baskıyla mücadele etme ihtiyacı konusunda hemfikir olan çok sayıda sosyalist var.
Irkçılık karşıtı hareket şimdi 7 Ağustos protestoları üzerine inşa edilmeli, Irkçılığa Karşı Duruş güçlendirilmeli. Tommy Robinson ve Reform UK'e verilen desteğin altı oyulmalıdır.
Hamas lideri İsmail Haniye'nin İran'da suikatle öldürülmesi tüm dünyada tepkiyle karşılandı. Filistin'e Özgürlük Platformu, İsrail'in işlediği cinayet üzerine bir mesaj yayınladı.