'Suriye halkının omuzlarından devasa bir yük kalktı'

Bangladeş'te gerçek değişim için mücadele devam ediyor

Yuri Prasad, öğrenci protestolarının eski rejimi yıktığını ancak bundan sonra ne olacağına dair bir mücadelenin olduğunu yazdı. Geçen hafta nefret edilen diktatör Şeyh Hasina'yı deviren öğrenciler ve demokrasi aktivistleri artık tam bir zaferden daha azıyla aldatılmamalılar. Geçen hafta 85 yaşındaki Nobel ödüllü Muhammed Yunus'un başkanlığında geçici bir hükümet kuruldu. Mikrofinans kredi programlarının öncüsü olan Yunus, birçok öğrenci aktivistin tercihi ve yoksullar arasında da bir miktar popülerliğe sahip. Yeni kabinesinde hükümet karşıtı protestolara öncülük eden öğrenci aktivistler Nahid Islam ve Asif Mahmud da yer alıyor. Yunus'u geçici hükümetin baş danışmanı olarak atama kararı, geçen hafta ordu, BNP resmi muhalefet partisi ve öğrenciler arasında yapılan toplantı sonrasında verildi. Oradaki temsilciler tam demokratik seçimlerin üç ay içinde yapılması konusunda anlaştılar. Ve öğrenciler haklı olarak ordunun geçici yönetimden çıkarılması konusunda ısrar ettiler. Demokratik görevdeyken Yunus dengeleyici bir davranış sergilemek zorunda kalacak. İlk işini öğrencilere eski rejimin öldüğü ve daha fazla demokratik değişimin geleceği konusunda güvence vermek olarak görüyor . Ancak aynı zamanda egemen sınıfa ülkeyi istikrara kavuşturabileceği ve devletin otoritesini yeniden tesis edebileceği konusunda güvence vermek istiyor. Kendisinden onlarca yaş daha genç öğrenci liderleriyle çevrili olan Yunus, "Bana güvendiniz, öğrenciler bana seslendi ve ben de buna karşılık verdim" dedi. “Bu ülkenin hiçbir yerinde kimsenin saldırıya uğramadığından emin olun. Bu bizim birinci sorumluluğumuzdur” diye ekledi. Kısa açıklaması sırasında, polisler tarafından öldürülmesi kameralara yakalanan ve isyanın öfkesini körükleyen öğrenci protestocu Abu Sayeed hakkında konuşurken defalarca gözyaşlarını tutmaya çalıştı. Yunus, "İlk sözüm, vatanı kargaşadan koruyun" diye yalvardı. Bangladeş'te devam eden şiddet bir gerçektir. Nefret edilen polis sokaklardan kayboldu ve saklandı. Ölen ve yaralanan yoldaşlarının intikamını almak isteyen öğrenciler, onları avlıyor ve karakolları yakıyor. Yerel camilerin yanı sıra birçok mahallede de asayiş sağlamaya çalışıyorlar. Kamu hizmeti de büyük ölçüde felç olmuş durumda ve döviz rezervleri azaldıkça ekonomi darmadağın durumda. Devletin büyük bir kısmının çökmesi, aşırı gerilimli bir ortamının oluşması anlamına geliyor. Bölgesel güçler olan Hindistan ve Çin, sonunda hangi hükümet ortaya çıkarsa çıksın, stratejik güç dengesini bozacak hiçbir şey yapmayacağını düşünerek bu durumu endişeyle izliyor. Hindistan, kısmen baş düşmanı Pakistan'a karşı bir siper olarak Bangladeş egemen sınıfıyla ilişkisine değer veriyor. Çin, ABD emperyalizmiyle rekabetinin bir parçası olarak ülkeyi ekonomik yörüngesine daha da çekmeyi umuyor. Ordu görevde olsaydı her iki güç de daha mutlu olabilirdi. Ordu, Yunus'u desteklediğini söylüyor ve şu ana kadar iktidarı ele geçirmek için herhangi bir girişimde bulunmadı. Liderleri uzun süredir Awami Birliği yönetimindeki devletten gelen yardımları yozlaştırmak için kullanıldılar. Ancak Şeyh Hasina'nın geçen hafta sürgüne zorlanması ve diğer önde gelen isimlerin öfkeli öğrenciler tarafından takip edilmesiyle birlikte Birlik'in gücü kırıldı. Bangladeş'teki generaller, geçici hükümete "düzenin yeniden sağlanmasında" rol oynamalarına ve orduya nakit ve güç akışını sürdürmelerine izin vermesi için baskı yapmaya çalışacak. Şimdilik, askeri bir rejim dayatmaya yönelik herhangi bir girişimin kitle hareketini yeniden ateşleyeceğini ve bu nedenle çok riskli olduğunu biliyorlar. 200.000 askerden oluşan güç, 170 milyondan fazla nüfusu kolayca yönetemez ve halk arasındaki itibarı ve güvenilirliği çok az. Ancak ordu hakimiyeti yeniden ele geçirmeye çalışacak. Ayrıca neoliberal Bangladeş Ulusal Partisi'nin ya da sağcı İslami parti Bangladeş Cemaat-i İslami'nin siyasi boşluğu doldurmaya çalışabileceği tehdidi de mevcut. Başkent Dakka'da yaşayan sosyalist aktivist Mushtuq, Socialist Worker'a öğrenci liderliğinin tehlikelerin farkında olduğunu söyledi. "Kitlesel öğrenci ayaklanması sadece Hasina'yı ortadan kaldırmaya yönelik değil, aynı zamanda otokratik sistemi de ortadan kaldırmalı" dedi. “Öğrenci liderleri halihazırda geçici hükümetteki en güçlü paydaşlardır.”  Ve Mushtuq, öğrencilerin artık başkentin sokaklarında ve ötesinde devriye gezme şekli konusunda olumluydu. “Polisin yokluğunda Dakka şehrinde asayişi koruyorlar. "Kanunsuzluk ve vandalizm, Awami Birliği'nin mağlup, silahlı serserileri ve organize gizli İslamcı militan grupları tarafından planlanıyor" dedi. “Öğrenci liderliği ve demokratik sol halka, bu gruplara karşı direnmeye ve zaferi sürdürmeye çağrıda bulunmak için birleşti.” Hareket her zaman Bangladeş toplumuna yönelik diktatörlük ve yolsuzluktan daha geniş bir öfkeyi yansıtıyordu. İlk kıvılcımı, Awami Ligi destekçilerine fayda sağlayan devlet işleri için kota sistemini yeniden uygulamaya koyan bir mahkeme kararıydı. Ancak bu öfkenin kendisi, yüksek düzeydeki mezun ve genç işsizliğine bir tepkiydi. Ve bu aynı zamanda işçilerin, yoksulların ve orta sınıfın büyük çoğunluğunun yaşadığı devasa yaşam maliyeti krizine de bir tepkidir. Bu felaket son haftalarda daha da büyüdü ve geçici rejimi muazzam bir baskı altına soktu. Yeni, demokratik ve sosyal açıdan adil bir Bangladeş yaratma isteği belirsizliğini koruyor.

7 Ağustos'tan sonra: İngiltere'deki ırkçı kalkışma ve antifaşist mücadelenin dersleri

İngiltere'nin Southport şehrinde bir dans kursunda meydana bıçaklı saldırıda üç kız çocuğunun trajik bir şekilde öldürülmesinin ardından ülke çapında faşistler sokak saldırılarını başladı. Aşırı sağcılar, katilin Suriyeli bir göçmen olduğunu iddia eden paylaşımlar yaptı. İngiltere'deki faşist hareketin liderlerinden Tommy Robinson bu yalana sahip çıktı ve kalkışma çağrısı yaptı. Son genel seçimlerde meclise girmeyi başaran aşırı sağcı UK Reform Partisi'nin lideri Nigel Harris'te bu yalanı tasdik etti. Oysa 29 Temmuz'daki bıçaklı saldırıyı yapan 17 yaşındaki Galler doğumluğuydu. . Suriye'yle, Müslümanlıkla alakası yoktu. Iırkçılar önce Southport'ta mültecilere saldırıya geçti. Ardından saldırılar başka şehirlere yayıldı. Mültecilerin kaldığı binalar, işlettiği dükkanlar, sosyal yardım kuruluşları, mülteci dernekleri ve bir kütüphane ateşe verildi. Ve olaylar bir pogroma dönüştü. Ta ki 7 Ağustos'a kadar. Devrimci sosyalistlerin ve ırkçılık karşıtı kampanyaların çağrısı bu kez antifaşistler sokağa çıktı.  İngiltere'de yayınlanan Socialist Worker (Sosyalist İşçi) gazetesi yazarı Charlie Kimber'in 7 ve 8 Ağustos tarihlerinde yayınlanan iki yazısını sizler için özetledik. --- İngiltere'de aşırı sağ şiddet ve faşizm tehdidi (7 Ağustos) Pogrom, ırkçı terör bir sürpriz değildir.  Şu anda birçok açıdan son bir asrın en tehditkâr faşist meydan okumasıyla karşı karşıyayız.                                                  En tepeden gelen ırkçılığın yarattığı kirliliği sürekli varoldu. Muhafazakârlar bütün bir seçim kampanyasını, şimdi aşırı sağ eylemlerde ortaya çıkan "Gemileri durdurun" sloganına odaklanarak yürüttü. Ancak suçlanması gereken sadece Muhafazakârlar değil. İşçi Partili İçişleri Bakanı Yvette Cooper, cami saldırılarının meydana gelmesi ve göçmenlerin kaldığı otellerin yakılmasından iki haftadan kısa bir süre önce The Sun gazetesine özel bir yazı yazmaya karar verdi. Mesaj şuydu: İşçi Partisi, savurgan ve anlamsız göçmen karşıtı programlar yerine, Britanya sokaklarında göçmen karşıtı baskıyı serbest bırakacaktı. Yakalanması ve sınır dışı edilmesi gereken çok sayıda "yasadışı" olduğunu düşünüyorlar! Irkçıların beslendikleri kaynaklar 1970'lerin ortalarındaki neoliberalizm döneminden bu yana İşçi Partisi ve Muhafazakar Parti hükümetleri, işçi sınıfından insanların yaşamlarında kayda değer iyileştirmeler sunma iddiasında bile bulunmadı. Bunun yerine sadece değişen kemer sıkma ve kesinti programları sundular.  Aynı zamanda, temel hizmetler çürürken ve sıradan insanlar çocuklarının geleceklerinin mahvolduğunu görürken bile inanılmaz derecede zenginleşen en tepedeki yüzde 1'lik kesim için bir servet alemine başkanlık ettiler. Birbirini izleyen hükümetler, büyük eşitsizliğe duyulan öfkeyi saptırmak için göçmenler ve mülteciler üzerinden ırkçılığı körükledi. İnsanların nefretlerini zenginlerden ve şirketlerden ziyade göçmenlere ve Müslümanlara yönelttiler. Politikacıların muhalefeti bölmek için kullandıkları bu kullanışlı aracın ırkçılıkta ve nihayetinde ırkçı terör yaratmaya adanmış ağlarda kendine bir yuva bulması kaçınılmazdı. İslamofobi, "teröre karşı savaş" ve Tony Blair-George Bush'un Irak savaşından önce de vardı. Ancak Orta Doğu'da ve daha geniş coğrafyalarda sonu gelmeyen saldırılara kılıf olarak büyük bir ivme kazandı. Ve her görüşten siyasetçi Filistin için yapılan kitlesel yürüyüşleri nefret ve antisemitizm odakları olarak gösterip, kınadı. İsrail'in soykırımına karşı düzenlenen bu görkemli seferberliklere çok sayıda Müslüman katıldı ve bu nedenle onlara yönelik saldırı daha geniş bir İslamofobi ile iç içe geçiyor. Aşırı sağcı saldırıların merkezinde  mülteciler, göçmenler ve İslamofobi yer alıyor. Bir diğer olgu ise Reform UK adlı partinin varlığıdır. Nigel Farage'ın aşırı sağcı partisi genel seçimlerde dört milyon oy aldı.  Rehavete ya da paniğe yer yok. Aşırı sağ kükreyerek harekete geçerken, on binlerce insan da cesurca onlara karşı çıkmaya başladı. İşçi sınıfı hareketinin önünde birbiriyle bağlantılı bir dizi görev var. Bunlardan en acil olanı, faşistleri ve müttefiklerini geri püskürtmek için en büyük ve en kararlı birleşik cepheyi inşa etmektir.  Bu, saldırı altındaki mülteciler ve Müslümanlar için bir ölüm kalım meselesi olmakla birlikte, tüm işçi sınıfının birliği ve mücadele yeteneği açısından da hayati önem taşımaktadır. Sisteme duyulan bu öfke, sola ya da sağa yönelebilir. Biz onu sola doğru yönlendirmeliyiz. 7 Ağustos'un ardından (8 Ağustos) İngiltere'nin büyük bir bölümünde on binlerce insan, düzinelerce göçmen sosyal yardım merkezine, hukuk bürolarına ve mülteci destek kuruluşlarına yönelik faşist saldırı tehdidine tepki olarak sokağa çıktı. Aşırı sağcılar genellikle ortada yoktu ya da polisin arkasına sinmişlerdi. 7 Ağustos'un örgütsel merkezinde Irkçılığa Karşı Durun, Filistin için yürüyen pek çok insan ve devrimci sosyalistler vardı. Irkçılık karşıtı gösteriler medyanın mesajını değiştirmeye zorladı ve bu son derece memnuniyet verici. Ancak aynı medya ve hükümet gerçeği sistematik olarak örtbas ediyor. Medya ve İşçi Partisi hükümeti saldırıların bastırılmasını polisin başarısı gösteriyor. Irkçılık karşıtlarına evine dönün diyor Korku taraf değiştirdi 7 Ağustos günü öğleden sonra özellikle ve doğal olarak Müslüman, siyah ve Asyalı kesimler arasında gerçek bir korku vardı. Irkçılık karşıtı eylemler bu korkuyu en azından geçici olarak kırdı. O gecenin "korkunun taraf değiştirdiği" gece olduğunu söylemekte haklıydık. İşçi Partisi'ne gelince, neredeyse tüm milletvekilleri insanları ırkçılık karşıtı protestolardan uzak tutmak için ellerinden geleni yaptı. Sendika liderlerinin aşırı sağa karşı açıklamalar yaptığını görmek güzel ancak 7 Ağustos günü çok az insanı doğrudan harekete geçirdiler. 7 Ağustos günü on binlerce kişi sokağa çıktı ve yüz binlerce kişi onları alkışladı. Milyonlar Filistin için yürüdü. Bu yeni bir hareketin -kararlı ırkçılık karşıtları, militan sendikacılar, Filistin dayanışmasının inşacıları- bir araya gelişi gibiydi. Bir şey doğuyor, şu anda sahip olduğumuzdan çok daha iyi, daha büyük, radikal sol olasılık. Şu anda sokaktaki insanlar arasında farklılıklar var. Bazıları keskin ve önemli. Ancak ırkçılık ve emperyalizmle mücadele etmek isteyen ve grevleri destekleme, çevresel yıkımla mücadele etme, trans özgürlüğünü destekleme, yoksulluk, sömürü ve baskıyla mücadele etme ihtiyacı konusunda hemfikir olan çok sayıda sosyalist var. Irkçılık karşıtı hareket şimdi 7 Ağustos protestoları üzerine inşa edilmeli, Irkçılığa Karşı Duruş güçlendirilmeli. Tommy Robinson ve Reform UK'e verilen desteğin altı oyulmalıdır.

Haniye'nin katili İsrail devleti!

Hamas lideri İsmail Haniye'nin İran'da suikatle öldürülmesi tüm dünyada tepkiyle karşılandı. Filistin'e Özgürlük Platformu, İsrail'in işlediği cinayet üzerine bir mesaj yayınladı.

Filistin'de soykırım 9. ayında

Gazze Sağlık Bakanlığı verilerine göre, soykırım makinesi, geride bıraktığımız 9 ay içinde en az 37.396 kişiyi öldürdü.  İsrail’in geçtiğimiz günlerde gerçekleştirdiği bir başka katliamda ise bir okula sığınan ve çoğunluğunu kadınlar ile çocukların oluşturduğu onlarca Filistinli öldü, çok daha fazlası da ağır yaralandı.  Bu, çaresiz Filistinlilerin sığındığı bilinen dördüncü okul bombardımanı. İsrail, Gazze'nin merkezindeki Nuseyrat mülteci kampında bulunan BM himayesindeki bir okula da füze saldırısı düzenledi; bu saldırıda 16 kişiyi öldürdü, onlarcasını uzuv kaybına uğrattı. Gazze Sağlık Bakanlığı'na göre kamp, buraya sığınmak zorunda bırakılmış 2.000 kişiye ev sahipliği yapıyordu.  Altyapının inanılmaz şekilde tahrip edilmiş olması nedeniyle Gazze’den veri toplamak da giderek zorlaşıyor. Mayıs ayında sayısı 35 bin olduğu raporlanan ölümlerin yüzde 30'unda kimlik tespit edilememişti. Bunun üzerine, Gazze Sağlık Bakanlığı “kimliği belirlenemeyenler” diye bir kategori oluşturmak zorunda kaldı. Sivil toplum kuruluşu Airwars, Gazze’deki ölümlerin tamamının Bakanlığın listesinde yer almadığını, raporlamanın son derece zor koşullarda yapılmaya çalışıldığını, yani sayının bildirilenden çok daha yüksek olduğunu açıkladı.  Gözü gönmüş İsrail’in yarattığı yıkım öylesine akıl almaz boyutlarda ki halen enkaz altında bulunanların sayısının 10.000'den fazla olduğu tahmin ediliyor. --- Ateşkes yalanları İsrail’in okullara yönelik saldırıları, Katar'ın başkenti Doha'da yeni turu başlayacak olan arabuluculuk ve ateşkes görüşmelerini tehlikeye attı.  Hamas, ateşkesin sağlanabilmesi için bazı tavizler vermiş olmasına rağmen –ateşkes görüşmelerinden önce İsrail'in tüm saldırılarını sona erdirme taahhüdü vermesi gibi kilit bir talebi geri çekti– soykırımcı İsrail bir yandan yolları ve binaları yıkarak Kuzey Gazze’de yaşayanları evlerini terk etmeye zorluyor, diğer taraftan okulları bombalamaya devam ediyor. Hamas, son okul saldırısını "Siyonist terörist hükümet tarafından halkımıza karşı yürütülen imha savaşının bir uzantısı" olarak nitelendirirken küresel ölçekli protestoları büyütme çağrısında bulundu. İsrail’in Filistin halkını kasıtlı aç bırakma planları, okullara ve hastanelere yönelik bombardımanları, soykırımdan kaçan Filistinlilerin sığındığı BM kamplarında dahi füzelerin hedefi haline gelmeleri, bu soykırım şebekesinin bir ateşkes değil Filistin halkının toptan imhasını istediğinin çok açık göstergeleridir.  --- İntifadanın gücü ingiltere ve fransa seçimlerine yansıdı 

Trump suikastı: ABD'de kriz derinleşiyor

Trump bir mitingde konuşma yaparken suikasta uğradı. Kurşunlardan biri Trump’ın kulağına isabet ederken tetikçi Thomas Crooks öldürüldü, bir miting katılımcısı hayatını kaybetti ve iki kişi de yaralandı.  ABD’de ve dünyada bütün ırkçılar, otoriter siyasiler ve aşırı sağcılar şimdi coşkuyla sola, göçmenlerle dayanışanlara ve demokratlara saldırıyor.  Hollanda’da aşırı sağcı Başbakan Wilders "Sağcı siyasetçileri ırkçı ve Nazi olarak yaftalayan birçok solcu siyasetçi ve medyanın nefret söylemi sonuçsuz kalmıyor," derken İngiltere’de aşırı sağcı Reform UK partisinin lideri Farage de "Trump'a karşı çıkan liberaller tarafından Trump hakkında ortaya atılan söylem çok çirkin, çok tatsız ve bence bu tür davranışları neredeyse teşvik ediyor" dedi. Trump’ın bir önceki seçimin sonuçlarını kabul etmeyen ve Kongre baskınını teşvik eden tacizci bir milyoner olduğu unutuluyor.  Dış politikada üç sorun alanı Bu suikast girişimi ve Trump ile aşırı sağcıların bu olayı kullanma tarzları ABD siyasetinin içine yuvarlanmakta olduğu krizin derinliğini gösteriyor.  ABD dış politikada üç derin sorunla karşı karşıya. Çin emperyalizminin yükselişi, Ortadoğu'da daha geniş bir savaş tehdidi, Ukrayna'da Rus emperyalizmi ile sürdürülen başarısız bir vekalet savaşı.  Bu üç konuda da ABD şimdi, 20 yıl önceki halinden bile daha kötü bir halde ve ne yapacağını bilemediği bir durumda.  İç politikada ise Biden yönetiminin tüm umutları sönümlendirmesi, istikrarsızlığa çözüm üretme becerisi sergileyememesi gibi unsurlar son dört yılda yaşanan sosyal çürümeyi hızlandırdı. Ekonomik sıkıntılar ve siyasal kutuplaşmanın derinliği ise Trump’a yönelik suikasttan önce zaten derinleşmekte olan sorunlar arasındaydı. ‘Amerikan rüyası’nın çöküşü Biden’ın Trump karşısındaki rezalet performansı Trump’ı başkanlık yarışında daha avantajlı bir konuma getirmişti. Trump ‘Amerikan rüyası’nın ölümüne tepkiyi çok iyi örgütlemişti ilk dönem kampanyasında.  ABD’de en üstteki yüzde 1'lik kesim 2022 yılında yılda yaklaşık 845 bin dolar ortalama gelire sahip oldu. Nüfusun en üstteki yüzde 20'si yılda yaklaşık 285 bin dolar ortalama gelire sahipken, en alttaki yüzde 20'lik kesim yaklaşık 16.300 dolarla geçiniyor. Trump yoksulların bazı kesimlerinin tepkisini örgütlemeyi başardı ve “elitlere karşı” biriken bu öfkeyi, ırkçılığı körükleyerek, göçmenleri günah keçisi ilan ederek konsolide edip yönlendirdi. ‘Amerikan rüyası’nın ABD’de tüm ezilenler için bir kâbus olduğunu kanıtlayacak ve iktidarında neo-naziler ile tüm aşırı sağcıları cesaretlendiren Trump’ı sokağa çıkamaz hale getirecek bir aşağıdan mücadele dalgasına ve sosyalist bir alternatife ihtiyacımız var.

NATO dünyayı yok oluşa sürüklemeye kararlı

Geçtiğimiz nisan ayında 75. yılını dolduran NATO’nun bu yılki zirvesi ABD’nin başkenti Washington’da toplandı. Geçtiğimiz yıl Finlandiya ve İsveç’in katılımıyla üye sayısını 32’ye çıkaran örgüt, bu yıl yayınladığı bildiride Ukrayna’nın üyelik sürecinin de “geri döndürülemez” olduğunu duyurdu. Yine aynı bildirgede üye ülkeleri birbirine bağlayan ortak değerlerin “bireysel özgürlük, insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü” olduğu ifade edilirken “Uluslararası hukuka ve Birleşmiş Milletler Şartı’nın amaç ve ilkelerine bağlıyız ve kurallara dayalı uluslararası düzeni korumaya kararlıyız” denildi.  Örgütün kuruluşundan beri sürdürdüğü misyona taban tabana zıt olan bu açıklamalar, Batı emperyalizminin on yıllardır uyguladığı sömürgeci, yayılmacı ve üstenci politikaları da görünmez kılmayı amaçlıyor. Zira NATO üyeliğinin koşullarından biri ülkenin gayrı safi milli hasılasının %2’sini savunma harcamaları adı altında savaş bütçesine akıtmak. Geçmişte bu kural çok katı bir şekilde uygulanmasa da günümüzde 23 ülke bu koşulu sağlıyor ve bu durumun ortaya çıkmasında önemli etkenlerden biri Rusya-Ukrayna savaşı. Avrupa devletleri bu çatışmayı bahane ederek ordularının modernizasyonu amacıyla, asker toplamak için ve Ukrayna’ya hem hibe yoluyla hem de doğrudan savaş mühimmatı satarak askeri harcamalarını arttırdı. Keza NATO Genel Sekreteri Stoltenberg de “Ukrayna'ya desteğimiz bir hayırseverlik işi değil, bunu kendi güvenliğimiz için yapıyoruz.” ifadesiyle Ukrayna’daki savaşın NATO için adeta bir “itici güç” olduğunu ifşa etmiş oldu. Rusya’ya karşı Ukrayna’ya eşi görülmemiş destek Zirvenin sonuçlarından bir diğeri ise Ukrayna’ya olan desteğin teyit edilmesiydi. Sonuç bildirgesinde “Rusya'nın Ukrayna'yı topyekûn işgali Avrupa-Atlantik bölgesinde barış ve istikrarı sarsmış ve küresel güvenliğe ciddi zarar vermiştir. Rusya, müttefiklerin güvenliğine yönelik en önemli ve doğrudan tehdit olmayı sürdürmektedir.” ifadelerine yer verilirken, Çin’e de Rusya’ya maddi ve manevi destek olmaması için çağrı yapıldı. Şimdiye kadar Ukrayna’ya benzeri görülmemiş siyasi, ekonomik, askeri, mali ve insani destek sağlandığına dikkat çekilirken, 2025 yılında da 40 milyar euroluk bir yardım yapılacağı ilan edildi. Türkiye de 1 milyar euro destekle bu çalışmanın bir parçası olacak. 2026 NATO zirvesi Türkiye’de Savaş harcamalarını GSYH’sının %2’si düzeyine çıkaran Türkiye’nin hediyesi ise 2025’te Lahey’de yapılacak olan zirveden bir sonraki toplantının Türkiye’de yapılacağının ilan edilmesi oldu. Öte yandan “NATO’nun terörizmle mücadeledeki katkıları ve izleyeceği strateji hakkındaki belge” başlıklı metin de güncellendi ve Türkiye’nin NATO’yu “terörle mücadele” alanında da müttefik olarak işe koşmasının adımlarından biri daha atılmış oldu. Nitekim Türkiye yürüttüğü sınır ötesi operasyonlarda NATO’nun ve diğer üye ülkelerin aktif desteğini almak ya da bu süreçlerde onların yaptırımlarına maruz kalmamak istiyor. 

Fransa: Faşistler seçimleri kaybetti ama mücadele devam etmeli

Milyonlarca kişi faşist RN'nin seçimde birinci çıkmaması sayesinde rahatladı ancak RN sandalye sayısını ikiye katladı  Pazar akşamı Fransa'da genel seçim sonuçlarını öğrenmek için endişeyle toplanan halk, büyük bir rahatlama ve sevinçle tepki gösterdi.  Çıkış anketleri faşist, Ulusal Birleşme (RN) partisinin parlamentoda çoğunluğa sahip olabileceği ve lideri Jordan Bardella'nın başbakan olabileceği korkusunu ortadan kaldırdı.  Bunun yerine, çıkış anketleri Yeni Halk Cephesi (NPF) bloğunun 172 ile 192 arasında, en fazla sandalyeyi kazanacağını gösterdi. NPF, Jean Luc Melenchon'un LFI partisini, Yeşilleri, Komünist Partiyi ve Sosyalist Partiyi bir araya getiriyor.  Anketler, neoliberal başkan Emmanuel Macron'la bağlantılı milletvekillerinin 150 ila 170 sandalyeye sahip olacağını öngörüyordu. Faşistler ise 150 ila 170 sandalyeyle üçüncü sırada yer alacak.  Çıkış anketleri doğruydu. Tüm resmi sayımlar sona erdiğinde NFP 180 sandalye kazanırken, onu 168 sandalyeyle Macroncular izledi. Le Pen'in partisi ve müttefikleri 143 sandalyeyle üçüncü sıraya geriledi. Ancak bu, bir önceki mecliste sahip olduğu 88 milletvekiline göre önemli bir artıştı.  Ana akım muhafazakar Les Republicains ise 60 sandalye kazandı.  Bu tür sonuçlar, göreve gelme şansını kaçıran ve zaten otoriter olan devlet aygıtını daha da sertleştirmek isteyen RN'ye bir darbe olacaktır. Müslümanların, göçmenlerin ve tüm siyahilerin hayatını cehenneme çevireceklerdi.  Sonuçlar belli oldukça kutlamalar yapılması şaşırtıcı değil. Çoğu insan RN'nin toplumu yönetmesini istemediğini gösterdiler. Faşistleri geride tutmanın en güçlü faktörü, geçen ay sokaklara çıkan ve onlara karşı kampanya yürüten 800.000 kişiydi.  Bu tür çabalar, katılımın 2022'deki yüzde 46 ve 2017'deki yüzde 43'e kıyasla yüzde 67'ye çıkmasını da sağladı.  Financial Times şöyle yazdı: “İlk sonuç tahminleri geldiğinde RN seçim partisinde korku ve gözyaşı vardı. Geçen haftaki ilk turdan sonra gelen bayrak sallama ve tezahüratların yerini şaşkın bir sessizlik aldı.  "Şampanya standı, Paris'teki RN taraftarları için taziye merkezi haline geldi."  Ancak bu oylar faşist büyümeyi durduramayacak. Bu sonuçlar, RN'nin rekor sayıda milletvekili kazandığını gösteriyor. Ve NPF, Macron'un destekçilerinin birçok sandalye kazanmasını sağlamak için adaylarını geri çekerek, gerçek sol politikaların uygulanmasına yönelik her türlü fırsatı ortadan kaldırdı.  NPF, korkunç Makronculara oy verilmesini teşvik etti. Bunlar arasında ırkçı baskının mimarı İçişleri Bakanı Gerald Darmanin ve emekli maaşlarına yönelik saldırıların savunucusu eski başbakan Elisabeth Borne da vardı.  Darmanin ve Borne kazandı ancak NPF'ye katılan devrimci NPA partisinden Philippe Poutou kaybetti.  Darmanin derhal radikallerin olmadığı bir ulusal hükümet çağrısında bulundu. “Bugün kimse bu parlamento seçimlerini kazandığını söyleyemez. Özellikle, birkaç dakika önce televizyonda çok iddialı görünen Bay Melenchon hiç söyleyemez" dedi.  “Seçmenlerde değişim arzusu var. Cumhuriyetçi sağın hala çok güçlü olduğunu belirtmek isterim. Belki de bu Cumhuriyetçi sağa biraz daha açılmalıyız.”  Darmanin'in "Cumhuriyetçi" polisleri, Pazar günü geç saatlerde Paris'te RN'nin yenilgisini kutlayan binlerce kişiye göz yaşartıcı gaz ve cop kullanarak saldırdı.  NPF, ana akım partilerin “Cumhuriyetçi Cephesi”nin etkisiz olduğu kanıtlanmış başka bir versiyonunu yarattı. Sonuçların, bir başbakan bulma konusunda kaotik anlaşmalara yol açması muhtemel. En fazla yumuşak bir sol başbakan olabilir ama yalnızca Macron ve suç ortaklarının kabul edeceği bir başbakan olabilir. NPF içinde ana akım Sosyalist Parti 59 sandalye kazandı, bu da LFI'nin 74 sandalyesinin pek gerisinde değildi. Yeşiller 28, Komünistler ise dokuz sandalye aldı.   NPF, ölü ve gömülü görünen PS'yi yeniden canlandıran bir oksijen çadırı görevi gördü.  Ancak faşistlerin amansız yükselişinin yolunu açan şey kesinlikle Sosyalist Parti ve destekçilerinin politikalarıdır.  İş dünyası yanlısı politikalar uygulayan bir hükümet, faşistlerin birleşmiş elitlere karşı sıradan insanların yanında yer aldıklarını söylemelerini sağlayacak. Le Pen'in Pazar günü yaptığı açıklamada, RN'nin zaferinin yalnızca "gecikmiş" olduğunu söylemesinin nedeni budur. "Gelgit artıyor. Bu sefer yeterince yükselmedi ama yükselmeye devam ediyor” dedi. Şimdilik faşistler engellendi. Ancak solda bir strateji değişikliğine ihtiyaç var.  Irkçılık karşıtı Marche des Solidarite grubu, “Mahallelerimizde, işyerlerimizde, sokaklarda dayanışmamız ve birliğimizle en güçlüyüz” derken haklıydı.  Mücadele, önümüzdeki Pazar, Bastille Günü'nde ırkçılığa ve sömürgeciliğe karşı kitlesel bir gösteriyle kararlılıkla sürecek. Charlie Kimber (Socialist Worker) 

Bolivya'da darbeci askerler yenildi

Bolivya'da solcu hükümete karşı darbe girişimi halkın direnişiyle püskürtüldü. Başkent La Paz'da hükümet binalarının bulunduğu Murillo Meydanı'nı kuşatan General Juan Jose Zuniga liderliğindeki askerler, bir zırhlı araçla hükümet binasının kapısını kırdı. Ardından silahlı askeri polisler içeriyi girdi. Binanın için bekleyen hükümet üyeleri askerlerin önüne set çekti. Aynı anda çok sayıda darbe karşıtı Murillo Meydanı'nda toplanarak demokrasiyi savundu. Daha önce bir darbeyle devrilen ve bir yıl sürgünden ülkesine dönen solcu başkan Evo Morales, kuşatma başlar başlamaz halkı direnmeye ve genel greve çağırmıştı. Saatler süren darbe girişiminin sonunda kalkışmaya girişen askeri birlikler kışlalarına dönmek zorunda kaldı. Darbecilerin lideri olan general ise açıklama yaparken canlı yayında tutuklandı. Sosyalizm Hareket Partisi üyesi başbakan Luis Arce Catocora, büyük sevinç gösterileriyle başkanlık sarayının balkonundan halkı selamladı ve birlikte zafer sloganları attı. Ordunun tepe yönetimine yeni komutanlar atanırken bu Bolivya halkı için büyük bir başarı. Arce'nin öncülü olan Evo Morales, 1999'da başkan seçilmiş fakat sağcı muhalefetin şiddetli gösterileri ve ordunun muhtırası üzerine istifa ederek ülkeden ayrılmak zorunda kalmıştı. 2020 yılında tekrarlanan seçimlerde Morales'in partisinin adayı Arce, oyların yüzde 52,5'unu alarak başkan seçilmişti. Dört yıl sonra, 2025 yılında yapılacak seçimlere az kaldı ordu yeniden darbe yapmaya kalktı. Fakat bu kez başarmadılar. Ülkede kutlama gösterileri devam ediyor.

Avrupa Parlamentosu seçimleri: Aşırı sağ ve faşistlerin yükselişi

6-9 Haziran tarihleri arasında yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde pek çok ülkede aşırı sağ veya faşist partiler oylarını arttırdılar. Fransa’da Marine Le Pen’in partisi Ulusal Birlik (RN) yüzde 31,5 oyla birinci parti olurken, Eric Zemmour’un partisi Yeniden Fetih! (Reconquista) yüzde 5,4 oy aldı. Avusturya’da FPÖ yüzde 25,3 ile birinci olurken, İtalya’da da Başbakan Meloni’nin partisi “İtalya’nın Kardeşleri” yüzde 28,7 oy aldı. Bunun yanında Faşist Salvini’nin listesi de yüzde 9 oy aldı. Seçimlerden birinci çıkan bu partilerin yanı sıra pek çok aşırı sağ parti de önemli oranda oy aldı. Almanya’da Almanya için Alternatif (AfD) yüzde 15,8 ile ikinci parti oldu, Hollanda’da Geert Wilders’in partisi PVV yüzde 17 oy aldı. Polonya’dan Portekiz’e Yunanistan’dan İspanya’ya pek çok ülkede aşırı sağ partiler yüzde 9 ile 12 arasında oy oranlarına ulaştılar. Macron bu sonuçlar üzerine erken seçime gitme kararı aldı.  Aşırı sağın ve faşistlerin oylarındaki bu artış, dünyanın içinde bulunduğu genel siyasal krizle ilgili. Hem merkez sağın hem de merkez solun uyguladığı neoliberalizm politikaları, bu partileri giderek birbirine benzetirken, demokratik kurumların ve denetimin altını oydu. İnsanlar fiyatların arttığı, iklim krizinin etkilerinin giderek şiddetlendiği, Rusya’nın Ukrayna işgalinin bir Üçüncü Dünya Savaşı’na dönüşme riskinin her gün daha fazla dillendirildiği bir dünyada kendi düşüncelerinin ve kaygılarının ana akım siyaset tarafından önemsenmediğini düşündüler. Onların hoşnutsuzlukları seçimlere katılımın azalmasına ve merkez partilerin oy kaybetmesine neden oldu. Bu siyasal krize sosyalist sol, kapitalizmi ve neoliberalizmi sorgulayan, demokrasinin aşınmasının piyasa mantığının gelişimiyle bağlantısını gösteren bir noktadan müdahale ederken, aşırı sağ ve faşistler kapitalizmi temize çıkarıp suçu Müslümanların, göçmenlerin, LGBTİ+’ların kısacası ötekilerin üzerine attılar. AB seçimleri bir yandan Ukrayna savaşının etkilerinin diğer yandan göç meselesinin öne çıktığı bir ortamda yapıldı. Farklı AB ülkelerinin liderleri seçim kampanyalarında silah fabrikalarında, tankların önünde röportajlar verdiler ve NATO’nun Ukrayna’ya daha doğrudan müdahale edebilmesini savundular. Fransa Cumhurbaşkanı Macron NATO askerlerinin Ukrayna’ya gönderilmesini savunurken, Almanya “Rus tehdidine karşı” orduya daha fazla bütçe ayıracağını açıkladı. Avrupa ülkeleri aynı zamanda mülteciler konusunda da giderek daha sert politikalar uygulamaya başladılar. Aralık 2023’te kabul edilen Göçmenlik ve Mültecilik Anlaşması (PEMA) ile Türkiye, Tunus, Mısır ve Arnavutluk gibi ülkelere para verilerek bu ülkelerin Avrupa’ya göçmen akışını kesmek için kullanılması tasarlanıyor. Merkez sağ ve solun bu adımları aşırı sağın meşrulaşmasına, onun tezlerinin ana akım haline gelmesine yardımcı oluyor. Bu durum özellikle Fransa’da ve Almanya’da çok belirgin: Macron’un İçişleri Bakanı Darmanin’in göçmenlik yasası RN’nin taleplerini kısmen karşıladı. Polisin yetkileri arttırıldı, bazı Filistin eylemleri yasaklandı. Merkez sağın ırkçı fikirleri benimsemesi aşırı sağ partilerin güçlenmesini kolaylaştırdı. Bu partiler giderek ırkçı veya aşırı partiler olarak değil, normal partiler olarak görülmeye başlandı.  Aşırı sağ partilerin yükselişi çoklu bir stratejiye dayanıyor. Bu partiler bir yandan korku politikalarıyla birleşik homojen bir ulusu tehdit eden iç ve dış düşmanlar algısı yarattılar. Küresel seçkinlerin ulus devleti yıkmaya çalıştığı, göçmenlerin zaten kısıtlı olan refah devleti imkanlarından onlara göre daha fazla yararlandığı, Müslümanların hepsinin potansiyel cihatçı olduğu gibi argümanlar giderek daha fazla yaygınlaştırıldı. Diğer yandan, merkez siyasetin krizinden faydalanarak halkın hoşnutsuzluklarını dile getiren bir ses, “gerçek” halkın temsilcisi olarak kendilerini öne çıkarmaya çalıştılar. Ancak aslında her durumda patronların temsilcisi oldular. Örneğin Fransa’da RN, asgari ücretin arttırılmasına ve kiraların dondurulmasına her seferinde hayır dedi.  Ancak Avrupa’daki durum umutsuz değil. Hem Almanya’da hem de Fransa’da sol, aşırı sağın yükselişine karşı çeşitli inisiyatiflerde bir araya geliyor. Fransa’da AB seçim sonuçlarının açıklanmasından hemen sonra ülkenin dört bir tarafında toplam 640.000 kişinin katıldığı eylemler yapıldı. Ayrıca 30 Haziran’da ilk turu yapılacak seçimlerde de Boyun Eğmeyen Fransa Partisi, Sosyalist Parti, Fransız Komünist Partisi ve Ekolojistlerden oluşan Yeni Halk Cephesi hem Le Pen’in faşizmine hem de Macron’un piyasacılığına karşı alternatif bir odak yarattı. Yeni Halk Cephesi, emeklilik yaşının 60’a düşürülmesi, temel gıdada fiyatların dondurulması, zenginlere vergi getirilmesi, asgari ücretin yüzde 15 arttırılması, eğitim ve sağlıkta daha fazla istihdam gibi talepleri savunuyor. Ancak aynı zamanda Hamas’ı terörist olarak adlandırıyor veya Ukrayna’ya “gerekli silahların gönderilmesini” de savunuyor. Almanya’da Sol Parti yüzde 2,74 ile tarihinin en kötü sonuçlarından birini alırken ondan ayrılan Sahra Wagenknecht’in kurduğu yeni parti (BSW) yüzde 6,17 oy aldı. BSW, göçmenlik konusunda AfD’nin hattına taviz veren bir politika savunurken LGBTİ+’ların özgürlük mücadelesi gibi konuları “kimlik mücadelesi” olarak görüyor. Alman ırkçılık karşıtları 28-30 Haziran’da Essen’de yapılacak AfD kongresine karşı büyük kitlesel eylemler gerçekleştirecek. Avrupa’daki sosyalistleri sıcak bir yaz bekliyor.

Geri 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 İleri

Bültene kayıt ol