Suriyeli sosyalist Ghayath Naisse, Suriye’deki durumun kökenleri hakkında İngiltere'de yayınlanan Socialist Worker gazetesine konuştu.
Geçtiğimiz hafta iç savaşın yeniden alevlendiği Suriye’de, Beşar Esad’ın rejimi son on yılın en büyük meydan okuması ile karşı karşıya. Silahlı İslamcı grup Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki güçler, ülkenin kuzeyinde bir saldırı başlattı. HTŞ 2017’de birkaç grubun birleşmesiyle oluştu. Grubun lideri Ebu Muhammed el-Cevlani 2016’da El-Kaide örgütünden ayrıldı. HTŞ, geçen hafta Suriye’nin ikinci büyük kenti olan Halep’i ele geçirdi ve onun silahlı güçleri ülkenin diğer kısımlarına ilerliyor. Rusya ve İran’ın desteklediği Esad kontrolü yeniden ele geçirmekte kararlı.
Suriyeli sosyalist Ghayath Naisse, son olayları çözebilmek için üç şeyi anlamanın önemli olduğunu söylüyor.
İlk olarak 2011’deki Suriye Devrimi. İkincisi Esad’ın bu devrimi yenilgiye uğratmak için yürüttüğü vahşi iç savaş. Üçüncüsü ise bölgeyi parça parça eden emperyalist savaşlar ve rekabetler. Naisse şöyle diyor: “Geçen yılın 7 Ekim’de Hamas’ın İsrail’e karşı gerçekleştirdiği saldırının ardından Türkiye rejimi, Suriye rejimi ile ilişkilerin normalleştirilmesi çağrısında bulundu.”
“Bu süreç yavaş ilerledi ve Suriye bu süreci ilerletmeyi reddetti çünkü Türkiye, Suriye topraklarındaki silahlı varlığı meselesinde net değildi. Suriye rejimi, bu bölgede tek güç olmak istediği için müzakere etmedi.”
Ghayath Türkiye devletinin Suriye’de varlık göstermek istemesinin nedeninin kısmen bu varlığı, ekonomik ve bölgesel nüfuzunu genişletmek için kullanmak olduğunu ama onun Suriye’deki asıl hedefinin Kürtlerin kazanım elde etmesini engellemek olduğunu söylüyor.
Bu anlamda iktidar Türkiye’nin farklı bölgelerinde hem de Kuzeydoğu Suriye’de Kürtlerle diyaloğu reddeden askeri bir politika yürüttü. Kuzeydoğu Suriye’de, Türkiye’ye sınır olan bu kuşatılmış bölge, Rojava olarak biliniyor ve buradaki Kürt gruplar tarafından korunuyor. Geçtiğimiz pazar günü HTŞ Halep’in kuzeyindeki Kürt nüfusa saldırmaya başladı.
Ghayath HTŞ’nin -ve Türkiye’nin- neden Esad rejimine karşı bir meydan okumayı tırmandırmakta önemli bir fırsat gördüklerini ana hatlarıyla anlatıyor.
“HTŞ, Suriye’deki en önemli silahlı İslamcı grup ve Türkiye tarafından ciddi ölçüde destekleniyor. Hizbullah ve İran, Esad rejimini yoğun bir şekilde destekliyor; ama onlar Batı emperyalizmi ve İsrail ile cebelleşiyorlar.” Esad, İran ve Hizbullah birbirleriyle öyle bağlantılı ki, birine yönelik bir saldırı fiilen hepsini zayıflatıyor.
“Esad rejimini Rusya da destekliyor ama onun desteği, Rusya’nın Ukrayna’da Batı’ya karşı yürüttüğü savaş nedeniyle kısıtlanmış durumda. İki ABD yönetimi arasındaki bir geçiş döneminde olmamız da bir diğer faktör. Türkiye devleti seçilmiş Başkan Donald Trump’ın Erdoğan’ı sevdiğini biliyor. Böyle bakıldığında şu an Türkiye’nin Esad’a saldırması için iyi bir zaman.
Ama bu dinamik çelişkili bir nitelik taşıyor; çünkü ABD, Esad rejiminin çökmesiyle oluşacak olan kaosu istemiyor. Ghayath şöyle diyor: “HTŞ çok istikrarsız bir rejim yaratacak, bu yüzden ABD büyük ihtimalle emperyalizm çıkarına, bir düzeyde istikrarı koruması için Esad’ı destekleyecek. HTŞ’nin asıl amacı Suriye’nin daha geniş kesimlerini kontrol etmek.”
Bu da Türkiye’nin çıkarlarına hizmet ediyor çünkü, HTŞ’nin yarattığı basınç, Esad’ı Türkiye rejimiyle müzakere etmeye itiyor. “Türkiye, Rusya ve Esad arasında yeni bir anlaşmaya varılabilir ki bu kaçınılmaz olarak Erdoğan’ın Suriye’de nüfuzunu arttırması anlamına gelecek.”
“HTŞ’nin saldırısı genişledikçe Rusya bu saldırıyı sınırlamak için müdahale edecek ve Türkiye ile yeni bir anlaşmaya varmak için müzakere edecektir.”
Rusya HTŞ’nin ilk saldırısına karşılık vermekte yavaş davrandı ama şimdi Halep’e hava saldırıları düzenliyor.
“Bu durumun kazananı Türkiye. Böyle olmasının nedeni büyük ölçüde Suriye’nin uluslararası destekçilerinin başka yerlerle meşgul olması. Erdoğan Suriye’nin geleceğine müdahale için doğru stratejik anı buldu.
Ghayath HTŞ’nin Esad rejimine meydan okuduğunu ama aslında fiilen Türkiye devletinin çıkarına hareket ettiğini söylüyor. “2014 – 2024 yılları arasında Suriye halkı HTŞ’yi protesto etti.” diye açıklıyor. “İslamcı grup yurttaşlık hakları ve ifade özgürlüğüne karşı, kadınları eziyor ve toplumsal olarak muhafazakâr. Dinden ilham alan diğer gruplar gibi, bu grubun da pek çok çelişkisi var.”
Emperyalist rakiplerin Suriye için savaştığı bir eritme kabının ortasında, burada halkın çıkarına olan hiçbir şey yok. Yalnızca katliam var. Bu savaşa karşıyız ve tüm güçlerin ülkemizden çekilmesini ve Suriye halkına kendi kaderini tayin hakkının verilmesini talep ediyoruz.
Esad devrimi yok etmek için nasıl mezhepçi bir savaş verdi
Suriye Devrimi 2011’deki Arap Baharı ayaklanmalarının bir parçasıydı. Devrimin hedefinde ülkeyi babası Hafız Esad’ın 2000 yılındaki ölümünden bu yana yöneten diktatör Beşar Esad vardı.
Sefaletle ve diktatörlükle geçen yıllara olan öfke kitlesel eylemlerle sokağa taştı ve Mart 2011’de çok büyük güçler devlet baskısına karşı mücadele etti. İşçiler ve yoksullar bu savaşta merkezi bir rol oynadılar. Bunun karşısında Esad devrimi kanla boğmak amacıyla acımasız mezhepçi bir iç savaş başlattı. Pek çoğu hayatında tek bir kez ateş etmemiş olan halktan insanlar rejime karşı savaşmak için yeni kurulan milislere katıldılar. Milisler de çoğu kez, halka ateş açmayı reddederek ordudan firar eden eski askerler tarafından oluşturulmuştu.
Koordinasyona yönelik bir çabayla, bir araya gelen milisler Özgür Suriye Ordusu’nu oluşturdular. Ancak direniş parçalı bir yapıda olmaya devam etti, merkezi bir komuta yapısı yoktu. 2014’e gelindiğinde Esad İran ve Rusya’dan askeri destek alıyordu. Rusya başkanı Vladimir Putin rejimin çökmesini engellemek için devrime karşı hava saldırılarında bulundu. İran da nüfuzunu Lübnanlı direniş grubu Hizbullah’ı Esad’ı desteklemeye ikna etmek için kullandı. Emperyal güçler bunu Suriye’ye “müdahale” etmek için bahane olarak kullandı. ABD Esad rejimini bombalamakla tehdit etti ve ona karşı da savaşan kuzeydeki Kürt güçleri destekledi. Ancak Türkiye’nin kuzey Suriye’ye müdahele etmesinin ardından Batı Kürtleri çabucak terk etti. Esad devrimi ezmekte başarılı oldu, ancak bunun bir bedeli de oldu.
Bugün Suriye hiç olmadığı kadar bölünmüş durumda; hem bölgesel hem de büyük emperyal güçler kontrol kurmak için rekabet halindeler. Bugün rejim Suriye’nin yaklaşık %65’ini kontrol ediyor, ki bu bile asıl olarak Rus hava kuvvetlerinin sayesinde. HTŞ gibi silahlı İslamcı gruplar ülkenin kuzeyinde giderek daha fazla toprak kazanıyorlar. Onlar orada bağımsız bir devlet kurmak isteyen Kürt savaşçılarla çatışma halindeler.
Ghayath’a göre devrimden bu yana Esad’ın rejimi “askeri olarak zayıf, askeri ve ekonomik destek için diğer bölgesel güçlere dayanıyor.” “Bölge tükenmiş durumda. Elektrik, su veya sağlık hizmeti yok. İnsanların temel ihtiyaçları karşılanmıyor. Bu durum da insanların bırakın direnmeyi, hayatlarını sürdürebilmek için birçok az şeye sahip olduğu anlamına geliyor.” Esad iktidarda kalmak için onların yoksulluklarına bel bağlıyor.
Güney Kore Devlet Başkanı Yoon Suk Yeol, sıkıyönetim ilan etme girişiminin ardından görevden alınma tehlikesiyle karşı karşıya. İşçiler genel greve başladı.
Bir dizi yolsuzlukla anılan, istediği bazı yasalar veto edilen sağcı başkan Yoon, son olarak 2025 bütçesinin muhalefetin engellemesiyle geçmemesi üzerine 3 Aralık akşamı sıkıyönetim ilan etti.
Sıkıyönetime gerekçe olarak Kuzey Koreli komünistlerin ve işbirlikçilerinin saldırı sunuldu. Oysa böyle bir şey yoktu. Sıkıyönetimin hedefi bütçeye karşı çıkan işçiler, sendikalar ve solu susturmaktı.
Sıkıyönetim ilanıyla “Milli Meclis, mahalli idareler, siyasi partiler dahil her türlü siyasi faaliyet” ve gösteriler yasaklandı.
"Tüm medya ve yayınların Sıkıyönetim Komutanlığı'nın denetimine tabi olacağı" duyuruldu. Ayrıca "toplumsal huzursuzluğu kışkırtan" her türlü grevi, iş durdurmayı ve protestoyu yasaklandı. Grevdeki medya çalışanlarının işe dönmeleri için 48 saat süre tanındı, aksi takdirde ceza alacaklar söylendi.
Sıkıyönetim ilanının ardından Güney Kore ordusuna bağlı askerler helikopterle gelerek parlamento binasına girdi. Ve girişi kapattılar.
Protestocular kısa sürede burada toplandı. "Sıkıyönetime hayır" sloganları atarak kalabalıklaştı.
Muhalefetteki partinin milletvekilleri, protestocuların yardımıyla parlamentoya zorla girdi.
Toplam 300 milletvekilinden 190'nın oyuyla sıkıyönetim engellendi.
Meclis başkanı darbe yapmaya kalkan askerlerin vatana ihanetten yargılanacağını ilan etti.
Meclis önünde sıkıyönetimi uygulamak isteyen polislerle protestocular arasında çatışmalar yaşandı.
Göstericiler bir zırhlı askeri aracın hareket etmesini saatler boyunca engelledi.
4 Aralık günü ise Seul'un merkezinde yeniden gösteri yapıldı.
Ülkenin en büyük işçi örgütlenmesi olan Kore Sendikalar Konfederasyonu, cumhurbaşkanının istifası talebiyle genel grev başlattı.
Beklenen bir diğer gelişme önümüzdeki günlerde milletvekillerinin Yoon'u görevden alınmaları ve ardından Anayasa Mahkemesi'nde yargılanması.
Dünyanın 13. büyük ekonomisinde sıkıyönetim boşa çıkarılırken, demokrasiyi savunmak için büyük bir mücadele başladı. Güney Kore aynı zamanda ABD emperyalizminin Asya'daki en önemli müttefikidir.
'Suriye'de savaş bitti, orası güvenli' fikrinin doğru olmadığı, son bir haftada meydana gelen çatışmalarla anlaşıldı. Esad rejimi ve müttefikleri büyük bir krizle karşı karşıya.
Üçe bölgeye bölünmüş ülkede statokü sarsılıyor. An ben an dengeler değişiyor.
İdlib bombardıman altında
5 milyon kişinin yaşadığı İdlib şehri, meydana gelen çatışmaların ardından Rus savaş uçakları tarafından bombalanıyor
Normalde 500 bin kişinin yaşadığı bir Suriye vilayeti olan İdlib, Esad rejimine karşı çıkarak ayaklananların sığınmasıyla adeta devasa bir mülteci kampı gibi.
Türkiye'nin kontrolünde bulunan muhaliflerin son kalesini Kurtuluş Heyeti adı altında HTŞ yönetiyor.
2000 yılında Suriye ordusu ve Rusya İdlib'e havadan ve karadan saldırılar düzenledikten sonra Putin ile Erdoğan arasında yapılan arabuluculuk görüşmeleri sonucu çatışmasızlık kararı alınmıştı.
27 Kasım'da HTŞ milislerinin İdlib'in doğusunda rejimin ve şii milislerin kontrolündeki köyleri almak için taarruz başlatması ve iki günde bu hedeflerine ulaşıp, ardından ülkenin ikinci büyük şehri yıllar sonra yeniden ele geçirmeleri sonrası devreye Rus ordusu girdi.
Rusya savaş uçakları özellikle HTŞ'nin ele geçirdiği yerler başta olmak üzere İdlib'e ağır bombardıman başlattı.
Rojava'da seferberlik
HTŞ yaklaşık 60 savaşçıyla rejime karşı harekete geçtiğinde Türkiye'nin eğitip donattığı Suriye Milli Ordusu (SMO), YPG/SDG'nin kontrolündeki Tel Rıfat ilçesini ele geçirdi.
SMO ile YPG arasında sert çatışmalar yaşandı.
Hem Tel Rıfat'ın kaybedilişi hem hem Halep'in düşmesinin ardından YPG/SDG güçlerinin Fırat'ın doğusuna çekildiği belirtiliyor.
Rojava yönetimi seferberlik çağrısı yayınladı.
Tel Fırat ve Şehba'da yaşayan Kürtler, kuzeydoğudaki bölgeye göç ediyor.
Bir cephe daha açıldı
Suriye kuzey doğusunda rejimin kontrolü altında bulunan 7 köy YPG/SDG'nin eline geçti.
SDG, aynı zamanda Deyrizor'dakş köylerde Suriye ordusu ve Şii milislerle çatışıyor.
ABD, SDG'ye destek için Suriye ve İran destekli güçleri savaş uçaklarıyla bombamaya başladı. Ve Ürdün sınırında ABD ile birlikte tutum alan Arap grupları da harekete geçti.
HTŞ rejime karşı yürüyor
Bir kaç gün süren sert çatışmaların ardından geçen hafta sonu Halep'i ele geçiren HTŞ M4 karayolu üzerinden Hama'ya doğru ilerliyor. Burası ülkenin dördüncü büyük şehri. Suriye ordusu şehrin girişine konumlanmış durumda. Karşılık vermeye hazırlanıyor.
4 yıllık çatışmasızlık ve geçici statükonun ardından yeniden patlak veren Suriye savaşı ile güç dengeleri ve iç sınırlar hızla değişiyor.
ABD ve Batılı müttefiklerinin, Rusya'nın, İran, Türkiye'nin, Kuveyt ve Suudi Arabistan dahil olduğu, her birinin kendilerine bağlı hareket edenleri eğitip donatması sonucu tepeden tırnağa farklı askeri gruplar karşı karşıya geliyor.
Suriye ordusu dış desteğe rağmen beklenmedik bir hızla geri çekilde. Ağır silahlar ve çok sayıda mühimmat ile Halep başta olmak üzere dört havalimanı muhaliflerin eline geçti.
İdlib'de işgal ettiği köyleri kısa sürede kaybeden ve Halep'ten hızla çekilmek zorunda kalan Suriye rejimi, sert açıklamalar yayınlayıp karşılık vereceklerini duyuruyor.
Savaşın ilk kaybedeni çatışmalarından meydana geldiği yaşayan ya da zorla yerinden edilen binlerce insan oldu.
Ayrıca yüzlerce kişi bir haftadır süren çatışmalarda hayatını kaybetti.
2011 yılında Suriye Devrimi'nin gerçekleşmesi, Esad rejiminin barışçıl protestolara katliamlarla yanıt vermesi, bunun üzerine Suriye ordusunun bölünmesi ve bir iç savaşın başlamasının ardından geçen 13 yılda ülkedeki köklü sorunların bitmediği ortaya çıktı.
Esad rejiminin akıbetini müttefikleri İran ve Rusya'nın tutumu belirleyecek.
Esad rejimi varolduğu, Suriye'nin geleceğine Suriyelilerin demokratik şekilde karar vermedikleri, emperyalist devletler ve bölgesel güçler ülkeden çekilmedikçe vahşet ve yoksulluk hüküm sürebilir.
Suriye El-Kaidesi HTŞ farklı muhalif gruplarla birlikte Halep ve İdlib kırsalında Suriye ordusu ve Şii milislerle çatışıyor.
Üç gün önce İdlib'i kontrol eden Suriye El-Kaidesi HTŞ (Heyet Tahrir Eş-Şam) silahlı güçleri taaruza başlatıp, Esad rejiminin kontrolünde olan Halep'in kuzeyinde kırsal alandaki bir dizi yerleşim yerini ve askeri üssü ele geçirdi.
İki cephe kurulmuş durumda.
Çatışmaların meydana geldiği yerlerde yaşayan binlerce insan zorla göç etmek zorunda kaldı ve İdlib'in içlerine geçti.
Şu ana dek çatışmalar sonucu 200 kişinin öldüğü belirtiliyor.
Türkiye'deki ırkçı çevreler, bir zamandır Suriye'de savaşın bittiğini ve yıllardır burada yaşayan göçmenlerini evlerine dönebileceğini iddia ediyordu. Fakat son çatışmalar, soğumuş gibi gözüken iç savaşın, bölgesel güçler ve emperyalist kamplar arasında aslında devam ettiğini ortaya koydu.
2011 yılında Suriye'deki barışçıl demokratik protestolara Esad rejiminin şiddetle saldırmasından sonra Suriye ordusu ikiye bölünmüş, Kuzey ve Doğu Suriye'de geniş topraklar IŞİD saldırısına uğramış, kanlı çarpışmalar sonucu bugünkü geçici statüko oluşmuştu.
Suriye'nin büyük bölümünü geri alan ve askeri kontrolünde tutan Esad rejimi ise sadece İran değil Rusya tarafından da destekleniyor. Bu destek, Rus savaş uçaklarının bombardımanıyla yani hava üstünlüğüyle hayata geçiriliyor.
Mepa. news'un yayınladığı gücel haritaya bakıldığında HTŞ'nin savaştığı yerlerde İran ordusuna bağlı komutan ve eğitmenlerin varlığı dikkat çekiyor.
Suriye'yi güvensiz kılan bir başka çatışma dinamiğini ortaya çıkaransa Türkiye'nin Rojava yönetimini tanımama ve sınır komşusu bir Kürt yönetimini engellemek için buraya müdahale etme isteği. Bu sadece YPG'nin 40-50 km derinlikte geri çekilmesi planı olarak ifade ediliyor. Halep'teki çatışmalar sürerken Türkiye'nin eğitip donattığı Suriye Milli Ordusu'na bağlı güçlerin Suriye Demokratik Güçleri'nin kontrolündeki Tel Rifat bölgesine yönelik bir saldırıya hazırlandığı bildiriliyor.
YPG'yi ise ABD ordusu destekliyor. Türkiye'nin boşaltılmasını istediği topraklarda askeri gerilimin yükselmesi çatışma ortamını ülkenin geri kalanına taşıyabilir.
Kısacası, Suriye Suriyeliler için güvenli bir yer değildir.
21. yüzyılda bir sömürge savaşına, küresel kapitalizmin Orta Doğu'da yarattığı vahşete tanık oluyoruz.
ABD ve Batılı müttefikleri, siyonist İsrail devletinin Gazze'de yaptığı soykırımı hem askeri ve mali hem de siyasi olarak destekliyor.
Filistin direnişine askeri destek veren Yemen'deki Husiler, Lübnan'daki Hizbullah İsrail ve Batı emperyalizmi ortaklığıyla vuruluyor.
Filistin'de yaşanan tam olarak bir savaş da değil. Karşı karşıya gelen düzenli ordular yok. 1948'de başlayan işgalin yeni bir aşamasında sömürge halkının direniş örgütleri mücadeleye başladı. O günden beri sömürgeci devletin her türlü yöntemle bir soykırıma girişerek Filistin'den kalan toprakları da ele geçirme hamlesine tanık oluyoruz.
Zayıflıklar
Emperyalizmin desteğiyle meydana gelen kanlı saldırıların tek sonucu vahşet ve dünyaya korku salarak hükmetmek değildir.
Filistin'de soykırım ve direniş ise emperyalist devletler için bir "zayıf halka" özelliği taşıyor. Emperyalizmi dünyaya saran bir zincire benzetirsek, bu zincir en zayıf halkasından kırılacaktır.
1917 yılı Rusya'sı uluslararası hiyerarşik sistem sarsıldığı bir dönemde "zayıf halkanın" işçi devrimleriyle kırılmasına tanık oldu. Birinci Dünya Savaşı böyle bitirebildi.
İsrail devleti Filistin'de yenilirse bu ABD ve müttefiklerinin de yenilgisi olacaktır.
Filistin direnişi ile küresel intifada hareketinin gücü, emperyalist devletleri yöneten hükümetleri sarsmaktadır. En açık örnek soykırımın başlıca destekçisi Joe Biden'ın ABD başkanlığından istifa etmesi, yerine aday olan yardımcısı Kamala Harris'in yenilmesidir. Birçok faktörle Filistin hareketinin ABD çapında kitlelerce desteklenmesi bu siyasi sonuçları yarattı.
Bugün tüm dünyada emperyalizm ve sömürgeciliğin kanlı yüzü teşhir olmuş durumda. İsrail destekçisi hükümetler, büyük protesto hareketleriyle boğuşmakta.
Emperyalizmin zincirlerinin kırılması için bulunduğumuz her ülkede İsrail devleti ve suç ortaklarına karşı mücadeleyi büyütmeliyiz.
Volkan Akyıldırım
---
Gazze'de soykırım var
7 Ekim’den bu yana İsrail, resmi rakamlara göre, 40 bin Filistinliyi öldürdü.
Fakat resmi rakamlar artık geçerli değil.
Birçok güvenilir kurumun, araştırma organının ve Filistinli yetkililerin açıklamalarından biliyoruz ki Gazze’deki yıkımın boyutu bu verilerle kıyaslanamayacak kadar büyük.
Filistin’deki doğrudan ve dolaylı ölümlerin sayısının 200 binlere ulaştığı tahmin ediliyor.
Ve bunun yarısını da çocuklar oluşturuyor.
Gazze’nin çocukları, hepimizin çaresizlik içinde izlediği bir dehşete maruz bırakıldılar.
İsrail 5 Ekim’den bu yana, yani bir yıldır Gazze şeridine, bombalar yağdırıyor.
İsrail Filistin’de okulların %90’ını ve üniversitelerin tamamını bombaladı.
Hedefleri, çocuklar ve çocukların geleceğiydi.
İşgal daha bir yılını doldurmamışken, yoğun hava saldırıları sonucunda, Filistin’de 16,500 çocuk ölmüştü!
Bu sayıya, açlıktan veya tıbbî bakım yetersizliğinden ölenler dahil değil. Yiyecek ve tıbbî bakım yoksunluğundan ölenlerin sayısı çok daha fazla.
Ölmeyip sakatlanan çocuklar için hayat, ölümden de beter.
Gazze’de günde 10 çocuk uzuvlarını kaybediyor.
Gazze’de en az 35,000 çocuğun ya bir kolu ya bir bacağı eksik.
2024 yılında, İsrail enfeksiyon önleyici ilaçların Filistin topraklarına girmesine izin vermediği için, Gazze’deki çocukların kolları ve bacakları, anestezi olmaksızın kesilmek durumunda kalınıyor.
Birleşmiş Milletler Konseyi 8 Kasım’da Gazze’nin kuzeyindeki kıtlık tehdidiyle ilgili bir basın toplantısı düzenledi.
“Yıkıcı gıda güvensizliği” ile karşı karşıya olan Filistinlilerin sayısının önümüzdeki aylarda, şu anki 133.000 seviyesinden üç katına çıkacağı söyleniyor.
Bir kıtlık ilanı, uyarısı yapıldığında, o bölgedeki halk çoktan açlıktan ölmeye başlamış oluyor ve bunun geri dönüşü olmayan sonuçları nesiller boyu sürüyor.
Nitekim Gazze’de ekili alanların yaklaşık yüzde 70’i yok edildi. Hayatta kalabilmiş Filistinliler açlıktan ölüyor ve insani yardım kuruluşlarının ihtiyaç sahiplerine yardım ulaştırması engelleniyor.
Bu tam çaplı bir soykırım değilse nedir?
Dila Ak
*Ankara Sosyalist Tartışma'da yapılan sunuştan alınmıştır.
---
Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin (UCM) İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu hakkında çıkardığı tutuklama emri dünyada sevinçle karşılandı. Bu tarihte bir ilk ve İsrail'in dokulnulmazlık halesini de parçaladı. Bir dizi devlet kararı uygulayacaklarını duyurdu.
Netanyahu ile İsrail İçişleri Bakanı eski İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant, savaş suçları ve insanlık karşıtı suçlar işlemekle itham edildi.
UCM tarihinde ilk kez Batı emperyalizmi ittifakında yer alan bir lider hakkında tutuklama karar çıkardı.
Fransa, İtalya, İspanya, İngiltere, Kanada, Belçika, Hollanda, İsveç, Norveç ve Ürdün kararı uygulayacaklarını ilan etti. Mahkemenin yetkisi tanıyan 124 ülke var.
Karara uymayacağını söyleyenlerin başında ABD geliyor. Ülkesinden "Soykırım Joe" olarak adlandırılan Biden, "İsrail'in yanında duracağız" dedi.
İtalya'da yönetimde olan faşist partinin savunma bakanı gibi Macaristan diktatörü Orban'da soykımcıların yanında tutum aldı.
ABD'nin Doğu Avrupa'daki sadık müttefiklerinde Çekya'da Biden ile aynı tavırda.
Gazze'de soykırım sürerken Netanyahu, önce ABD kongresinde konuşup ayakta alkışlanmış, ardından Birleşmiş Milletler zirvesine katılıp konuşmasına da göz yumulmuştu.
UCM'nin yakalama kararı sonra Netahyahu' birçok Avrupa ülkesi başta olmak üzere uluslararası ziyaretleri sınırlanmış durumda.
Aşırı sağcı Başbakanı, UCM'yi "Yahudi karşıtlığıyla" suçluyor. Ülkesinde ise özellikle İsrailli rehinelerin hayatını kurtarmadığı ve Gazze'de etnik temizlik yaptığı eleştirileriyle suçlanır durumda.
Alman ekonomisi durgunluk içindeyken, iktidardaki koalisyon çöktü ve aşırı sağ yükselişe geçti.
6 Kasım günü Alman hükümetinin çöküşü, merkez siyasetin çürümesinin bir başka işaretidir. Sağ ve aşırı sağ için harika bir haberdir.
Sosyal demokratlar (SPD), Yeşiller ve serbest piyasa liberallerinden oluşan koalisyonun sona erdiği, Donald Trump'ın yeniden ABD başkanı seçilmesinden saatler teyit edildi.
Almanya'da ekonomik durgunluk devam ederken iktidardaki üç partinin popülaritesi aylardır düşüşteydi.
Geçtiğimiz hafta ülkenin önde gelen otomobil üreticisi Volkswagen, kârının yüzde 60 düştüğünü ve üç büyük fabrikasını kapatarak binlerce kalifiye elemanını kaybettiğini duyurdu.
Diğer büyük şirketler de benzer açıklamalar yaptı.
Sadece üç yıl önce her şey çok farklı görünüyordu. 2021'de seçilen koalisyon, yıllardır süren katı kemer sıkma politikalarından bir kopuş öneriyor gibi görünüyordu. SPD ve Yeşiller yüksek ücretli, ekolojik ve yüksek teknolojili bir ekonomi vaat ediyordu.
Büyümenin yeni evler inşa etmek ve yaşam standartlarını iyileştirmek için gerekli parayı sağlayacağını söylediler.
Ancak planlarında iki sorun vardı. Birincisi, aldıkları toplam oy hükümeti kurmak için yeterli değildi. Liberal FDP'nin iktidarın küçük ortağı kılmak zorunda kaldılar.
Küçük ortak FDP, daha sonra büyük koalisyon ortakları karşısında anahtar rol oynadı. Maliye Bakanlığı gibi kilit bir pozisyonu ele geçirdi ve hükümetin belirli sınırların ötesinde borçlanmasına izin vermeyi reddetti.
Bu da “ortakların” en başından beri kavgalı olduğu anlamına geliyordu. Hükümet ne bankacıları ne de işçileri memnun eden bütçeler hazırladı.
Harcamaları kısmak ve devleti küçültmek isteyen muhafazakârlar için bu rakamlar çok yüksekti. Yaşam standartlarını iyileştirme konusundaki en küçük vaatlerini bile yerine getiremeyecek kadar da düşüktü.
İkinci olarak, Alman ekonomisi büyümek bir yana, resesyona geçti. Son açıklanan rakamlar GSYİH büyümesinin sadece yüzde 0,2 olduğunu gösteriyor.
Pandemi sonrası enerji ve gıda fiyatlarındaki dramatik artış en çok çalışanları, emeklileri ve sosyal yardım alan kesimleri vurdu. SPD'nin oy oranının düşmesine şaşmamalı.
Eylül ayındaki bölgesel seçimlerde SPD Brandenburg'daki “kalesini” neredeyse AfD partisinin Nazilerine kaptırıyordu. Ana akım sağ CDU/CSU partileri de muhtemelen siyasi krizden ilk yararlananlar olacak.
Muhafazakarkar, koalisyonun çökmesinin ertesi günü, Ocak ayı gibi erken bir seçime gidilmesini talep etti. Zenginler de bu çağrıyı yineledi. Deutsche Bank'ın CEO'su Christian Sewing, eylemsizlikle geçen her ayın “bir yıllık büyüme kaybına” yol açma riski taşıdığı uyarısında bulundu.
Sosyal medyada “Almanya büyük ekonomik zorluklarla karşı karşıya” diye yazdı ve ekledi: “Bu yüzden artık hareketsiz kalmayı göze alamayız.”
CDU/CSU anketlerde yüzde 32'de.
Ancak Naziler de erken seçim ihtimaline karşı ellerini ovuşturuyor. Partileri AfD şu anda ülke genelinde yüzde 18 civarında bir oy oranına sahip ve yüzde 16'lık SPD'nin önünde duruyor.
Naziler, sonbaharda yapılan bölgesel seçimlerde elde ettikleri başarıların ardından büyük bir sevinç yaşıyor. Almanya'da siyasi riskler son derece yüksek. Radikal bir sol tepkiye duyulan ihtiyaç bundan daha acil olamazdı.
Demokratların soykırım ve şirket yanlısı, göçmen karşıtı politikaları Trump'ın dönüşüne zemin hazırladı.
Irkçı, cinsiyetçi aşırı sağcı bir figür Beyaz Saray'a doğru ilerliyor. Donald Trump ve Cumhuriyetçi Parti başkanlığın yanısıra Temsilciler Meclisi ve Kongre'de çoğunluğu kazandı.
Oyların yüzde 50,9'unu aldı ve başkanlık için gereken sayı 270'in üzerine çıkıp 294'ünü kazandı.
Seçmenlerin yaklaşık üçte ikisi ABD'deki ekonomik koşulların kötü olduğunu söylerken, sadece yüzde 35'i iyi olduğunu belirtmiştir.
AP'nin ayptığı bir ankete göre her on seçmenden sekizi ülkenin yönetim biçiminde en azından “önemli bir değişiklik” yapılmasını istiyordu. Bunların dörtte biri ise “tam bir altüst oluş” demişti.
Kamala Harris'in İsrail'in Filistinlilere yönelik soykırımına verdiği destek, bazı kilit bölgelerde kaybetmesine yardımcı oldu.
Trump'ın yükselişinin temelinde “Amerikan Rüyası ”nın ölümü yatıyor. O, işçi sınıfının ücretlerini düşüren, insana yakışır işleri yok eden ve eşitsizlikleri körükleyen 30 yıllık neoliberalizme karşı biriken öfkeden beslendi.
Oyların çoğunu ırkçılığı körükleyerek, göçmenleri günah keçisi ilan ederek ve öfkeyi “liberal elitlere” yöneltip kendisinin de bir parçası olduğu gerçek elitlerden -milyarderler, patronlar ve bankacılar- uzaklaştırarak topladı.
Trump'ın New York'taki meşhur Madison Square Garden konuşması ırkçılık ve cinsiyetçilikle doluydu. Aşırı sağın oyun planını ortaya koydu.
Milyonlarca insanın karşı karşıya olduğu sosyal krizden faydalanarak Harris'i “dört yıldan kısa bir süre içinde orta sınıfımızı paramparça ettiği” için eleştirdi.
Bu derin acıya yapıştı ve onu göçmenlere karşı yöneltti: “İşçilerimizi koruyacağım. İşlerimizi koruyacağım. Sınırlarımızı koruyacağım. Büyük ailelerimizi koruyacağım” dedi.
Trump ve aşırı sağ, İkinci Dünya Savaşı'nı takip eden on yıllardaki "Amerikan rüyası" nostaljisine oynuyor. Bu, tam istihdam, yükselen yaşam standartları, ekonomik patlama ve ABD'nin dünyadaki gücünün zirve yaptığı bir dönemdi.
Ancak bu "Amerikan Rüyası" geri gelmediği gibi siyahlar, kadınlar ve LGBT+ bireyler için her zaman bir kabus oldu.
Büyük şirketlerin önemli bir bölümü tarafından desteklenen bir milyarder olan Trump, beyaz, siyah ya da Latin olsun, işçi sınıfı için hiçbir şey sunmuyor.
Ancak "Amerikan Rüyası" nostaljisini ırkçılık ve bağnazlık enjekte ediyor. ABD'nin üstünlüğünün geri geleceğini vaat ediyor.
Demokratların alacağı ders, Trump kampanyasının siyasetine uymak ve seçmenleri kazanmak için daha da sağa kaymanın nasıl kaybettirdiği olacaktır.
Harris'in izlediği strateji de tam olarak buydu ve başarısız oldu. Seçimden önceki haftalarda anketler başa baş giderken Harris daha da sağa kaydı.
Kamala Harris kendini kürtaj haklarının savunucusu olarak tanıttı. Ardından, kürtaj karşıtı bağnazlığıyla tanınan “ılımlı” Cumhuriyetçi Liz Cheney ile birlikte kampanya yürüttü.
Harris, Demokratların “Trump görevi bıraktığında daha az belgesiz göçmene ve yasadışı göçe” başkanlık etmesini kutladı. Trump'ı ABD-Meksika sınır duvarının yalnızca “yaklaşık yüzde 2'sini” inşa etmekle eleştirdi.
Bu durum, ana akım “merkezin” arkasında sıralanmanın aşırı sağcıları ve ırkçıları durdurmadığını göstermektedir. Şirket yanlısı ve ırkçı politikalarıyla ana akım politikacılar aşırı sağı beslemektedir.
Alternatif, aşırı sağa ve ırkçılığa karşı, 30 yıllık neoliberal saldırılara gerçek bir alternatif için sokaklarda mücadele etmekten geçiyor.
Minnesota Üniversitesi'nde Siyaset Bilimi ve Afrikan-Amerikan ve Afrika Çalışmaları Profesörü olan August Nimtz, ABD başkanlık seçimleri üzerine konuştu.
Socialist Worker gazetesinde yayınlanan röportajı Ali Baydaş çevirdi.
İlk oy kullanma deneyiminiz nasıldı?
1964 başkanlık seçimi Cumhuriyetçi Barry Goldwater ile Demokrat Lyndon B Johnson arasındaydı. Oy kullanmam için ilk fırsatımdı. O zamanlar oy kullanma yaşı olan 21'ime yeni girmiştim. Washington DC'de yüksek lisans okulundaydım ama ailemin olduğu New Orleans'a geri döndüm.
Oy kullanmak için kaydolmaya çalıştım. Çok önemli görülüyordu çünkü herkes Goldwater başkan olursa nükleer bir savaş başlatacağını söylüyordu. Sivil Haklar hareketi protestolarını askıya aldı.
Lisedeyken 1955-56'da öğretmenlerimin siyahi insanları seçmen listesine kaydetmelerine yardımcı oldum. Bana benzeyen insanların oy kullanmasını engellemek için denedikleri tüm yolları biliyordum. Bu yüzden atölyelere katıldım, kaydoldum, uzun ve zorlu formu doldurdum ve "beyaz erkek kültüründen görevliye" teslim ettim.
Eh, beni baştan aşağı süzdü ve formuma baktı. Ve "Bu kısmı doldurmadın." dedi. "Benim için önemli değil." dedim ve "Ama bunun üzerine bir çizgi çekmelisin. Bunu al, çizgiyi çek ve iki hafta sonra geri gel." dedi.
Üniversiteye geri dönmek zorunda kaldım, bu yüzden oy kullanamadım. Ama hatırladığım ilk "Daha Az Kötüye Oy Ver" seçimiydi. Dört yıl sonra, 1968'de oy kullanabildim. 1964 ile 1968 arasındaki fark neydi? İnsanlar sokaklardaydı. Oy kullanabildim çünkü sokaklarda kitlesel bir seferberlik bunu mümkün kıldı.
Önümüzdeki hafta bir seçim var. Donald Trump veya Kamala Harris seçimi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Önümüzdeki birkaç gün içinde gerçekleşecek en önemli oylama, Boeing grevcilerinin yeni bir teklifi kabul edip etmeme konusundaki oyu olacak. Bu oylamanın işçi hareketi için muazzam sonuçları olabilir.
Böyle önemli bir sendikanın grev kazanması domino etkisi yaratabilir. İşçi hareketi son birkaç yıldır hareket halinde ve daha fazla insan sendika kurmaya ve örgütlenmeye çalışıyor.
Başkanlık seçimleri konusunda öğrencilerimin pek çoğu çok fazla kaygı duyuyor. İki kötüden daha az kötü olanına oy vermenin ayartıcılığı, sürekli bir cazibesi var. Bunu anlıyorum. Onlara iyi bir toplulukta olduklarını söylüyorum. 1849'da Karl Marx ve Frederick Engels iki kötüden daha az kötü olanına oy verilmesi gerektiğini savundular. İşçi hareketinin kendi adaylarını çıkaracak kadar güçlü olmadığını düşünüyorlardı. Liberallere oy vermeleri gerektiğini savundular.
Bir yıl sonra pozisyonlarını yeniden düşündüler . Bu deneyimi yaşamalıydılar. Liberallerin bir cumhuriyet getireceğini düşünüyorlardı, ancak liberaller çok korkaktılar. Mart 1850'de Marx ve Engels, önceki pozisyonlarını eleştirdikleri bir bildiri yayınladılar.
Komünist Birliği askıya alıp liberallerle birleşmenin bir hata olduğunu söylediler. Seçimlerde, kazanma şansınız olmasa bile kendi adaylarınızı öne sürmelisiniz. Aday olmanın avantajları, fikirlerinizi ortaya koyabilmeniz, insanları eğitebilmeniz ve onları üye yapabilmenizdir. Ayrıca desteğinizin gücünü test edebilirsiniz. Dezavantajları ise oyları bölebilmenizdir. Ancak avantajlar daha önemlidir.
Liberal arkadaşlarıma söylediğim şey, sorunu ertelemeye devam edemeyeceğimizdir. Bu bizim mirasımız olamaz. Çok geç değil. Göç gibi temel konularda tavır alan bir işçi sınıfı partisi inşa edebilir miyiz?
Harris'e oy vermesi gerektiğini hissedenlere ne diyorsunuz?
Barack Obama'nın seçilmesi, tüm ten renklerinden işçi sınıfının çıkarlarını niteliksel olarak ilerletti mi?
Demokratların cazibesi azalıyor, bu yüzden Trump'ın ne kadar korkunç olduğuna dair korkutucu hikayelere başvuruyorlar. Ancak kötünün iyisi anlayışı istediklerimizle değil, tamamen, istemediklerimizle ilgilidir.
Hayatımın dersi, kitle hareketlerinin değişim getirdiğidir ve bu tarihin dersidir. Gerçek değişim sandıkta gelmez; sokaklarda, grev hatlarında, barikatlarda ve bazen de savaş meydanlarında gelir.
1857'de kölelik sorununu bir mahkeme kararıyla çözmeye çalıştılar. 1860'ta seçimi kaybeden taraf ABD'nin kendisinden vazgeçti. 1861'de göreve başlama töreninde, başkan Abraham Lincoln anayasal bir anlaşma denedi. Ancak köle sahipleri Fort Sumter'a ateş açtı. Lincoln köle sahiplerine tazminat bile teklif etti. Ancak köleliği çözmenin tek yolu savaş meydanıydı.
Şimdi köleliğin diğer biçimi olan ücretli köleliği sona erdirmek hakkında konuşmamız gerekiyor. Ve bunu yalnızca sokaklarda, grev hatlarında, barikatlarda sona erdireceğiz. Bu sorunu çözmek için işçi sınıfının siyasi iktidarı ele geçirmesi gerekecek.
Şimdi her zamankinden daha fazla fırsatımız var. Şimdi, bizden öncekilerin ancak hayal edebileceği şekilde, çok daha birleşmiş durumdayız. Kapitalizmde derin bir kriz geliyor. Federal Rezerv sadece bu krizi geciktiriyor. Ve kriz işçi sınıfında radikalleşmeye yol açar.
Ama işçiler hem sağa hem de sola doğru radikalleşebilirler. Ben iyimserim ama toparlanmamız gerekiyor.