Almanya: Filistin Kongresi'ne baskı ve direniş

Erdoğan’ın yeni kardeşi darbeci Sisi

3 Temmuz 2013’te bir askeri darbe ile iktidarı ele geçiren Mısır’ın mevcut Cumhurbaşkanı Abdülfettah es-Sisi’yi ziyaret eden Erdoğan görüşmenin ardından “değerli kardeşim Sisi’yi Ankara’ya davet ettim” diyerek Mısır’la stratejik ortaklığın yeniden tesis edileceğini duyurdu.  Daha önce darbeci Sisi’nin “insanlık suçu” işlediğini öne süren Erdoğan, verilen ve uygulanan idam suçlarına sessiz kalmaları nedeniyle Batılı siyasetçileri de eleştirmişti. Ancak Türkiye ve Mısır arasındaki ticari ilişkiler bu süreçte askıya alınmadı ve Türkiye’den şirketler Mısır’a yatırımlarını ve ihracatlarını sürdürdü. 2019 yerel seçimlerinde “Sisi mi diyeceğiz, Binali Yıldırım mı diyeceğiz? Mesele bu!” sözleriyle CHP’nin adayı Ekrem İmamoğlu’na karşı propaganda yapan Erdoğan için meselenin o olmadığı oldukça açık. Filistin, Libya, Doğu Akdeniz  Erdoğan’ın daha önce hakkında “aynı masaya oturup darbecileri meşrulaştırmam” dediği Sisi ile görüşmesi sırasında gündemde olan en önemli mesele ise Filistin ve Gazze’ye yönelik soykırım saldırılarıydı. İki isim de bu konuda laf kalabalığı yapmaktan öteye gitmedi. Erdoğan, “Gazze'de akan kanın durması için Mısırlı kardeşlerimizle iş birliği ve dayanışma halinde olmaya devam edeceğiz” dese de Refah’ın açılması, insani krizin çözümlenmesi ve İsrail’in saldırılarını durduracak güçte yaptırımlar uygulanması, inşaat şirketlerinin elini ovuşturduğu Gazze’nin yeniden inşası kadar konuşulmadı.  Libya’daki seçimlerin yapılması ve askeri güçlerin birliğinin sağlanmasının önemine vurgu yapan Sisi ise süreçte “Türkiye ile Mısır arasındaki istişarenin güçlendirilmesinin gerekliğini teyit ettik” ifadelerini kullandı. Libya Ekonomi ve Ticaret Bakanı Muhammed Ali el-Huveyc de görüşmenin Libya’nın hızla imar ve inşasına yol açacağını söyledi.  Doğu Akdeniz’deki nüfuzunu artırmak isteyen Türkiye’nin Mısır’la bu başlıkta da görüştüğü biliniyor. Bölgede keşfedilmekte olan enerji kaynaklarının paylaşımının yanı sıra yine bu kaynaklar üzerinde hak iddia eden Yunanistan, Kıbrıs Cumhuriyeti ve Avrupa Birliği ile ilişkilerin gerilmesi üzerine yeni müttefik arayışında olan Türkiye, Mısır ve İsrail’le olan diplomasiye oldukça önem veriyor.  İki ülke arasındaki belki de en önemli başlıklardan biri de ekonomi. Hem Mısır hem Türkiye son yıllarda çeşitli iktisadi problemlerle yüz yüze kaldı ve iki ülke de dış yatırımcılara sürekli çağrı yapar vaziyette. En son geçtiğimiz haftalarda Mısır’ın bir kasabasını 22 milyar dolara Birleşik Arap Emirlikleri’ne satan cunta yönetimi, Türkiye ile ticaret hacminin de 15 milyar dolara çıkarılmasını hedefliyor. Türkiye’de asgari ücretin ve vergilerin yüksekliğinden yakınan hazır giyim sektörü de üretim merkezlerini Mısır’a taşımaya başladı ve bu pazarın 2 milyar dolara ulaşması hedefleniyor. Yine Mısır’ın Türkiye’den İHA, SİHA gibi askeri araçlar satın almak istediği de taraflarca doğrulandı ve Erdoğan askeri sanayide iş birliği yapmayı da planladıklarını açıkladı. Umut Mahir Özen (Sosyalist İşçi) 

Filistin’den Tahrir Meydanı’na: Mısırlılar Filistinlilere ne borçlu?

İsrail’in Gazze’ye yönelik son saldırısının başlamasından bu yana, Mısır rejimi bir kez daha ilgi odağı haline geldi. Pek çok kişi Kahire’nin Refah sınır kapısını kapatarak neden fiilen İsrail’in soykırımcı savaşını desteklediğini merak ediyor. Kahire’deki iktidarların Filistinlileri nasıl algıladığı düşünüldüğünde rejimin konumu anlaşılır bir nitelik kazanır; onlara göre Filistinliler hem tehdit ve istikrarsızlık kaynağı hem de Mısırlıların isyan etmesine ilham veren bir unsurdur. Filistin davası her zaman Mısır kamuoyu için radikalleştirici bir faktör olmuştur. En kalabalık Arap ulusunun bulunduğu ülkedeki muhalefetin tarihindeki dönüm noktalarının -eğer hepsi değilse- çoğu doğrudan veya dolaylı olarak Filistin direnişinin ve halk seferberliğinin tetiklediği zincirleme reaksiyonların ürünüdür.  1968’den 1977 Ekmek Ayaklanmalarına Küresel isyanın yılı olan 1968’i ele alan literatürün çoğu, Fransız Mayıs olaylarına ve Avrupa ile ABD’deki toplumsal hareketlerin yükselişine odaklanmaya eğilimlidir. Oysa Arap dünyası da kendi 1968’ini yaşamıştır, ancak bu nadiren ele alınır. 1967’de İsrail karşısında yaşanan askeri yenilgiden sonra Cemal Abdülnasır’ın rejiminden hayal kırıklığına uğrayan Mısırlı lise öğrencileri ve işçiler -özellikle sanayi işçilerinin tarihsel olarak militanlığı ile bilinen Kahire’nin güneyindeki Helvan’da- üniversite öğrencileriyle birleşip Şubat 1968’de kitlesel eylemler ve yürüyüşlerle sokaklara çıktılar. Hem Nasır’ın hem de ordunun üst kademesinin hesap vermesini talep ediyorlardı. Bu eylemler, güç kullanılarak bastırıldı ama aynı zamanda Nasır’ın “30 Mart Manifestosu” açıklamasında dile getirdiği demokratik reform vaatlerinde bulunuldu. Aynı yılın Kasım ayında İskenderiye’de başka bir rejim karşıtı gösteri dalgası patlak verdi. Şubat ayındaki eylemlerden daha büyük olan bu eylemlerin bastırılması için sahil kenti güvenlik güçleri tarafından savaş alanına çevrildi. Ordu helikopterleri öğrencileri korkutmak için alçaktan uçuruldu. Gazeteler zaman kaybetmeden protestocuları “İsrail ajanı” olmakla suçladılar. Bu iki eylem dalgası Nasır’ın Sina’daki İsrail işgal kuvvetlerine karşı “Yıpratma Savaşı” ilan etmeye iten başlıca faktörlerdendi. Ama aynı zamanda “Mısır Komünizminin Üçüncü Dalgasının” da başlangıcıydı. Yeni muhalif örgütlenmeler birleşmeye başladılar ve 1971-1973 dönemindeki öğrenci isyanlarında merkezi bir rol oynadılar. Bu öğrenci isyanları Nasır’ın ardından gelen Enver Sedat’ı Sina Yarımadasını kısmen özgürleştirmek için sınırlı bir savaşa girmeye zorladı.  Savaş Sedat’a geçici bir süre milli bir kurtarıcı pozuna bürünmesini sağlayan bir prestij kazandırsa da kısa süre sonra toplumsal meseleler öne çıktı. 1974 yılında Sedat, “Açık Kapı Politikası” veya İnfitah olarak adlandırılan, rejimin neoliberal dönüşüm konusundaki ilk denemesine girişti. Ertesi yıl, işçi hareketi bu politikaya karşı mücadeleye girişti; Helvan, Şubra ve Mahalla’da kitlesel grevler gerçekleşti. Grev dalgası ve öğrenci eylemleri 1977 yılındaki “Ekmek İntifadası’nın” yolunu açtı. Kemer sıkma önlemlerinin tetiklediği bu harekette genel greve gidildi ve ülkenin pek çok yerinde iki gün boyunca polisle çatışmalar yaşandı. Sedat neoliberal kararnameleri ertelemek zorunda kaldı ve ayaklanmayı bastırmak için orduyu görevlendirdi. Filistin her zaman arka planda, devrimcileştirici bir faktör olarak varlığını koruyordu. Mart 1968’de Fedailerin Ürdün Nehri’nin doğu yakasındaki Karameh muharebesinde İsrail kuvvetlerini yenmesi, Mısır’da yeni ortaya çıkan toplumsal harekete ilham kaynağı oldu. Gösterici öğrenciler 1967’de konvansiyonel Mısır ve Arap ordularının zayıf performansıyla Filistinlilerin kahramanca direnişini karşılaştırdılar. Öğrenciler Sedat’ın Filistin’i özgürleştirmek için savaşmayı ertelemesini kınarken, böylesi karşılaştırmalar sonraki yıllarda da sürekli gündeme geldi. Mesaj şuydu; eğer Filistinliler yapabiliyorsa, neden biz de yapamayalım? Bu olaylardan doğan ve nihayetinde 1977 ayaklanmasına neden olan zincirleme reaksiyonu başlatan toplumsal harekete üniversitede “Filistin Devrimi Destekçileri Dernekleri” adındaki solcu öğrenci gruplarında yer alıp daha sonra mezun olanlar öncülük ediyordu. Rejimini devam ettirmek için ABD desteğine çaresizce ihtiyaç duyan Sedat, ayaklanmayı ezdikten sonra İsrail ile bir barış anlaşması imzalamaya koştu. Sedat 1981’de suikasta uğradı. Cenazesine neredeyse kimse katılmadı ve suikastçıları, eylemlerinin temel gerekçesinin Sedat’ın Filistinlilere ihanet etmesi ve onları satması olduğunu söylediler.  1987’deki Birinci Filistin İntifadasından 1992’deki Mısır’ın “Terörle Savaşına”   1977 ayaklanmasının yenilgisi Üçüncü Komünist Dalganın fiilen sonu oldu; yine de bu dalganın resmen 1991’de Sovyetler Birliği’nin ve Stalinist blokun çöküşüyle bittiği de söylenir. Mısır’da 1980’ler sadece ekonomik açıdan değil, toplumsal mücadeleler alanında da durağan yıllardı. Filistin davasının tetiklediği -çoğunlukla üniversite kampüslerinde gerçekleşen- kendiliğinden gelişen rejim karşıtı eylemler yapılıyordu. Ancak Birinci Filistin İntifadasının patlak vermesiyle siyasal muhalefet canlandı. Eylemler Mısır’daki üniversite kampüslerini ve Filistinlilerle dayanışma gösteren meslek birliklerini (Avukatların, gazetecilerin ve hekimlerin mesleki birlik kurumları gibi-çn) sardı, çok geçmeden bu kesimler rejimin güvenlik güçleriyle çatışmaya başladılar. Bu çatışmalar bir yandan öfke yaratırken diğer yandan demokrasinin sağlanması, güvenlik aygıtının dağıtılması, İsrail ile bağların kesilmesi gibi taleplerin öne sürülmesine yol açtı. İsrail, Kahire Üniversitesine yürüme mesafesinde olan Gize’de bir diplomatik misyon kurmuştu. Eylemler o kadar büyüktü ki, Hüsnü Mübarek’in Enformasyon Bakanı Safwat Al-Sharif devlet televizyonuna Filistin ile ilgili yayınların sınırlanması talimatını verdi. Rejim aynı zamanda Yaser Arafat’ın 1990’da Irak’ın Kuveyt’i işgaline verdiği desteği Filistinlileri karalamak ve şeytanlaştırmak için kullandı. ABD öncülüğünde güçlerin giriştiği 1991 Körfez Savaşı ve onun ardından gelen Pax Americana (Amerikan Barışı-çn) Filistinlilerin İntifadasına ezici bir darbe indirdi ve Mübarek de dahil bölgedeki ABD uydularına cesaret verdi. Birinci Filistin İntifadasının etrafının sarılıp çevrelenmesini Oslo Süreci’nin başlangıcından ve yerel Arap rejimlerinin güçlendirilmesinden ayrı düşünemeyiz. Mısır’ın ilk “Teröre Karşı Savaşının” 1992’de, rejimin Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası’nın sponsorluğundaki neoliberal dönüşüme giriştiği yılda başlatılması tesadüf değildi. Açıklanan hedef İslam Cemaati ve İslami Cihat’ın İslamcı ayaklanmasına karşı savaşmak olsa da rejim her görüşten muhalifi hedef aldı.       Benim üniversite öğrenciliğim 1995’te, ayaklanmanın bastırılma süreci zirvedeyken başladı. Kahire sürekli polis işgali altındaydı; kontrol noktaları, rastgele aramalar, suikastlar ve kitlesel tutuklamalar. Muhalefet partileri kuşatma altındaydı. Sanayi alanındaki grev ve eylemler hızla azaldı. Meslek birlikleri devlet kontrolü altında alındı. Muhalifler göstermelik mahkemelerde yargılandı. Kimse Mübarek’in ismini -ne protestolardaki sloganlarda ne gazete yazılarında ne de telefon konuşmalarında- fısıldayamıyordu bile. Böylesi bir durumdan nasıl oldu da on yıl sonra 2011’de bir ayaklanmanın Mübarek’i ve ailesini devirdiği bir noktaya gelebildik? Bir kez daha, bu Filistin’in sayesinde oldu.  2000’deki İkinci İntifadadan, 2011 Mısır Devrimi’ne  28 Eylül 2000’de İkinci İntifadanın patlak vermesi Mısır dahil tüm bölgede şok dalgaları yarattı. Araplar ya rejimlerinin İsrail’in saldırganlığını durdurmakta çaresiz olduğunu, ya da daha doğru bir şekilde Filistinlilerin boyun eğdirilmesinde suç ortalığı yaptığını gördüler. El-Cezire gibi uydu kanallarının artışıyla milyonlarca Mısırlı, İsrail’in vahşetini ve Filistinli çocukların tankların karşısına çıkmasını evlerinde izledi. Halk hemen İsrail Apartheid rejiminin elinde Filistinlilerin uğradığı zulümle, Mübarek yönetiminde Mısırlılara uygulanan baskı arasında paralellikler kurmaya başladı. Vardıkları sonuç eğer o çocuklar güçlü İsrail tanklarına karşısına dikilebiliyorsa, biz de Mübarek’in polisinin zırhlı araçlarına karşı dikilebiliriz düşüncesi oldu.  2000 yılının Ekim ayının ilk haftasında Mısır’ın pek çok üniversitesinde kitlesel dayanışma eylemleri yapıldı. İlkokul ve lise öğrencileri bile Filistin bayrakları sallayarak sokaklara çıktılar. Önceki yıllarda hareketsiz olan meslek birliklerinin eylemliliklerinde bir canlanma yaşandı. Ancak sokak siyasetindeki bu canlanma, şiddetli bir baskıyla karşılaştı. Polis eylemleri bitirmek için sert müdahalelere başladı ve öğrencileri örgütleyenlere karşı kitlesel tutuklamalar gerçekleştirdi. Benim ilk gözaltına alınma ve Devlet Güvenlik Polisi tarafından işkenceye uğrama deneyimim de o zaman gerçekleşti. Eylemler geçici gibi olarak azalarak sona erdi, ama Nisan 2002’de Ariel Şaron tanklarını Batı Şeria’ya gönderip Cenin’de ve diğer şehirlerde kandan ve yıkımdan bir iz bıraktığında eylemler yeniden alevlendi. İki gün boyunca Mısırlı öğrenciler sokaklarda polisle çatıştılar, bu çatışmalar daha sonra “Kahire Üniversitesi İntifadası” olarak anıldı. İlk kez binlerce kişinin Mübarek karşıtı sloganlar attığını duymuştum: “Hüsnü Mübarek Şaron’a benziyor; aynı silüet, aynı renk”  Gösteri dalgası bir kez daha polis tarafından güç kullanılarak bastırıldı ama kamuoyunda hâkim olan hava değişmeye başlamıştı bile. Mübarek’in önceki yirmi yılda inşa ettiği korku duvarı yavaşça parçalanıyordu. Üniversite kampüslerindeki ve başka yerlerdeki eylemci örgütler büyüyor, bölgesel olanı (Filistin ve Irak) yerele bağlıyorlardı. Irak işgaliyle birlikte başkentte ve diğer illerde on binlerce kişi sokaklara döküldü. Mısır’da 1977 ayaklanmasından beri görülen en kalabalık eylemler yapıldı. Yine Kahire şehir merkezinde iki gün boyunca polisle çatışmalar yaşandı, göstericiler Mübarek’in resimlerini yakıp, iktidardaki Ulusal Demokratik Parti’nin bayraklarını indirdiler ve aynı Filistinliler gibi tam teçhizatlı polislere karşı sadece taşlarla savaştılar. Tahrir Meydanı iki gün boyunca ele geçirildi; on yıl sonraki ayaklanmanın kostümlü provası yapılıyordu.  Üç yıl boyunca, Filistin ve Irak için yapılan bu eylemler, daha önce eylem yapmak kırmızı çizginin aşılması olarak görülüyorken, Mısırlı eylemciler için örgütlenebilecekleri ve sokak eylemleri düzenleyebilecekleri bir alan yarattı. Mübarek karşıtı Kefaya (Arapça “Yeter”) hareketinin bu eylemlerden hemen ardından 2004 yılının aralık ayında, Filistin yanlısı ve Irak savaşı karşıtı hareketleri örgütleyenlerle aynı insanlar tarafından başlatılması tesadüf değil. Bölgesel yerele dönüşüyordu. Kefaya sokak eylemleri örgütledi, öğrencileri, orta sınıftan profesyonelleri ve entelektüelleri kendine çekti ama Mısır işçi sınıfı içerisinde pek de kök salamadı. Ancak hareket, bir domino etkisini başlatmak için, ana akım medya ve internet yoluyla muhalif eylem görüntülerini en geniş izleyici grubuna yaymak yönünde bilinçli bir strateji izledi. Onlarca ve bazen yüzlerce kişinin Mübarek aleyhine slogan atıp posterlerini yakmasının görüntüleri ülkeyi elektriklendirdi. Bu görüntülerin yayılması Mübarek tabusunun kesin olarak yıkılmasını sağladı ve kamuoyuna iktidarda olanların -ister hükümette isterse işyerinde olsunlar- karşısına çıkılabileceği mesajını verdi. Aralık 2006’da Nil Deltasının merkezinde yer alan Mahalla’daki 3000 kadın tekstil işçisinin ekonomik taleplerle greve gitmesi böyle bir bağlamda gerçekleşti. Erkek iş arkadaşlarını da harekete geçirdiler ve kısa sürede bütün tekstil fabrikası greve gitti. Üç gün sonra elde ettikleri zafer Mısır’da 1946’dan beri görülmüş olan en büyük ve kesintisiz grev dalgasını tetikledi. Bu grevler 2008 yılında göstericilerin Mübarek’in posterlerini indirdiği Mahalla ve Borollos’taki iki bölgesel ayaklanmayı tetikledi. Grevciler hızla ekonomik alandan siyasal alana geçtiler. Sanayideki örgütçüler de Filistin dayanışma eylemlerinde düzenli olarak yer alıyorlardı. Sonunda Hüsnü Mübarek’i deviren Ocak 2011 ayaklanmasının yolunu açan bu toplumsal hareketti. Tahrir meydanında Filistin bayrakları neredeyse her eylemde vardı, İsrailli liderler ise Mübarek’in kaybına yas tutup Mısır Devriminin gelişimini korkuyla izlediler. Aynı yıl Kahire’deki İsrail büyükelçiliği Tel Aviv ile diplomatik ilişkilerin sona erdirilmesini talep eden devrimciler tarafından iki kez basıldı.   2013 Karşı devrimi Dönemin Savunma Bakanı Abdülfettah es-Sisi’nin liderliğini yaptığı askeri darbe devrime ve devrimcilerin sahiplendiği her davaya son vermeye çalıştı. Doğal olarak listenin başında Mısırlı gençliğin radikalleşmesindeki en önemli faktör olan Filistin vardı. Sisi 2013’ün ikinci yarısında karşıdevrimci katliamlarına giriştiğinde, ayrıca Gazze kuşatmasını da sıkılaştırdı, medyada Hamas’ı şeytanlaştırdı ve 2014’te İsrail’in Gazze’ye karşı yürüttüğü savaşta fiilen İsrail ile iş birliği yaptı. Tel Aviv Sisi’nin darbe yaptığı haberlerini coşkuyla karşıladı, yeni rejimle yakın siyasi ve ekonomik bir dostluk geliştirdi, ABD’ye ve Batı’ya Sisi’yi Mısır’ı “teröristlerden” kurtarmak için tek umut olarak pazarladı. Bunun karşılığında Sisi İsrail hava kuvvetlerinin Sina’da faaliyet göstermesine izin verdi; böylece İsrail hava kuvvetleri sözde terör hedeflerine yüzlerce saldırı düzenleyebildi.  Ancak Mısır-İsrail kuşatmasına rağmen Hamas dirençli çıktı. Sina yarımadasında IŞİD’e karşı yürüttüğü ayaklanmayı bastırma harekâtında ağır kayıplar veren Sisi 2017’ye gelindiğinde, Mısır-Gazze sınırının kontrol edilmesi ve Hamas’tan nefret eden Gazzeli Selefilerin Mısır ordusuna karşı ayaklanmada yer almak için Mısır’a gidişlerinin engellenmesi için Hamas’ın yardımını istemek zorunda kaldı. Bu yakınlaşmaya ve kuşatmanın görece hafifletilmesine rağmen, Gazze’deki insani durum iç karartıcı olmaya devam etti. Bu arada Sisi, Mısır’ın kaybettiği bölgesel nüfuzun bir kısmını geri kazanmak girişimi olarak, yeni seçilmiş ABD Başkanı Joe Biden’a kendisini, İsrail ve Filistinliler arasında ateşkes ve barış anlaşmalarına aracılık etme kapasitesine sahip, güvenilir bir arabulucu olarak göstermeye çalıştı. Geçtiğimiz yılın Ekim ayında savaşın patlak vermesinin ardından Sisi Refah sınır kapısını bir kez daha kapattı ve Gazze’de yaralananların sadece bir kısmının, İsrail’in onayının ardından tıbbi tedavi için Mısır’a girebilmesine izin verdi. Gazze’ye damla damla ulaşan asgari düzeydeki yardım da Gazze’ye girmeden önce İsrail askerleri tarafından arandı. Kahire fiilen İsrail’in askeri seferberliğinin bir parçası işlevi görüyor.  Ancak Mısırlılar arasında Filistinlilere hala çok büyük bir destek var. Arabalarda, mağazalarda ve dükkanlarda Filistin bayrakları görülüyor. İsrail’i destekleyen uluslararası markaları hedef alan boykot kampanyaları genişlemeye devam ediyor. El-Kassam Tugaylarının sözcüsü Ebu Ubeyde Mısır kamuoyunda bir heyecan yaratıyor. Gazze’ye yapılan İsrail saldırısının Sisi’nin geçtiğimiz on yılda öldürdüğü siyasi eylemciliği yavaşça canlandırması rejimi korkutuyor. Ekim ayındaki saldırının ilk haftasında Kahire’de ve diğer illerde, güvenlik güçlerini şaşırtan kendiliğinden sokak eylemleri patlak verdi. Rejim protesto dalgasını kendine mal etmeye çalıştı ve 20 Ekim’de devlet destekli eylemler yapılması çağrısında bulundu. Bu hamle geri tepti. Yaklaşık on yıldır ilk kez Mısırlılar kitlesel olarak Tahrir meydanına akın ettiler ve Ocak 2011 devriminin sloganlarını tekrarladılar. Polis tarafından dağıtıldıktan sonra göstericiler Kahire şehir merkezinde Sisi’nin posterlerini yırttılar ve güvenlik güçleriyle kısa süren sokak çatışmalarına girdiler. Gösteriler en azından şimdilik yatıştı. Ama en azından durgun sulara bir taş atılmış oldu. Mısır’da yeni bir eylemci kuşağı doğdu, devrimci hareketi tam anlamıyla canlandırmak için onların önünde uzun bir yol var. Bunu bir kez daha, Filistin’e borçluyuz. 

Bombalar altındaki Refah'tan bir yakarış

Filistinli sanatçı Leyla Salah Kassab Cuma günü Gazze Şeridi'nin güneyindeki Refah'ta bulunan evinden Socialist Worker'a* yaptığı açıklamada "Refah'a yönelik savaş başladı" dedi.  Kassab, Siyonist devletin kenti çevreleyen bölgenin güvenli olduğuna dair defalarca verdiği güvenceye rağmen İsrail güçlerinin kente yönelik saldırılarının başladığını söyledi:  "Refah'ın birçok bölgesinde bombalama var. Çocuklarım bombardımandan korkuyor. Her an öleceğimizi düşünüyorum.  Çocuklarım bana ölüm hakkında çok soru soruyor. 'Nedir' ve 'Bir insan nasıl ölür' diye. Bana bir insanın evine füze düştüğünde ne hissettiğini de soruyorlar. Hiçbir şey hissetmediklerini söylemek zorundayım. Her şey bir anda biter. Sonra uyandığımızda kendimizi cennette buluyoruz.  Bu savaşın bize dayattığı koşullar yüzünden. Her şeyden korkuyorum. Düşmanın her an bizi bombalayacağından korkuyorum. Ölüm fikrine teslim olmaya başladığım noktaya kadar depresyon dönemlerinden geçtim.  Diğer günlerde kendimi o kadar güçlü hissediyorum ki beni korkutan şeylere odaklanmıyorum. Çocuklarımı nasıl daha iyi hissettirebileceğime odaklanıyorum. Ama bazen başarısız oluyorum. Özellikle geceleri su içmek için uyandığımda korkuyorum. Endişeleniyorum, korkuyorum, çok titriyorum ve kalbim şiddetle çarpıyor. Aynı düşünceye geri dönüyorum - ölümün daha iyi olabileceği." İsrail bu hafta, Gazze'nin dört bir yanından yerinden edilmiş bir milyondan fazla insanın barındığı Refah şehrine saldırılarını arttırdı.  Gazze Sağlık Bakanlığı, İsrail'in Perşembe gecesi Refah'a düzenlediği hava saldırılarında 100'den fazla kişinin öldüğünü açıkladı.  Laila, Refah'ta hayatın neredeyse yaşanmaz olduğunu da sözlerine ekledi:  "Sınır kapısı yardımların girmesi için her zaman açık değil. Açık olduğunda sadece 50 ila 100 kamyon giriyor, ancak bin kamyon burada yerinden edilenlerin ihtiyaçlarını karşılamaya yetmez.  İnsanlar soğuktan ve açlıktan ölüyor. Yerlerinden edilenlere yemek, ekmek ve ilaç sağlamak için çalışıyorum. Ayrıca çocuklara içme suyu ve battaniye sağlıyoruz. Fırında kil ve samanda ekmek pişirmek zorundayız. Kullanabildiğimiz tek şey bu çünkü gaz ya da elektrik yok.  Çocuklar bize gelip üç gündür hiçbir şey yemediklerini söylüyorlar." Laila, "Davamız küresel hale geldi" diye ekledi: "Herkes Filistin'i ve burada işlenen suçları biliyor. İnsan olarak haklarımızı kaybettiğimizi herkes biliyor."  Bu gerçeklik, ABD'den gelen "itidal" çağrılarının boşluğunu gösteriyor. ABD Ulusal Güvenlik Konseyi Sözcüsü John Kirby, 8 Şybat'ta yaptığı açıklamada, siviller dikkate alınmadan Refah'a yapılacak herhangi bir saldırının felaket olacağını ve "bunu desteklemeyeceğimizi" söyledi. Ancak ABD tam da böyle bir saldırının gerçekleşmesine izin veriyor.

BM Özel Raportörü: 'İsrail, Uluslararası Adalet Divanı'nın emirlerini ihlal ediyor'

Güney Afrika'nın  açtığı soykırım davasında ara kararlarını açıklayan Lahey duruşmasından bu yana iki hafta geçti. İki haftada en az 1755 Filistinli öldürüldü. Özel raportör, Gazze'de tıbbi malzeme, gıda ve temiz su eksikliğine ve altyapı yıkımının devam ettiğine dikkat çekiyor BM'nin işgal altındaki topraklarla ilgili özel raportörü Francesca Albanese, İsrail'in iki hafta önce Uluslararası Adalet Divanı (UAD) tarafından verilen, Filistinlilerin haklarını korumak için acil adımlar atmasını ve soykırım teşkil edebilecek tüm faaliyetleri durdurmasını gerektiren emirleri ihlal ettiğini söyledi. İsrail hükümetine, mahkemenin soykırım kışkırtıcılığına son verilmesi ve insani yardım tedarikinin iyileştirilmesi için acil adımlar atılmasını da içeren altı emrine uymak için neler yaptığını bildirmesi için 23 Şubat'a kadar süre verildi. Üst düzey batılı yetkililer, İsrailli yetkililerle saatler süren görüşmelere rağmen 26 Ocak kararından bu yana en iyi ihtimalle marjinal bir iyileşme olduğunu söylüyor. Yetkililerden biri, "Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki durum vahim ve giderek daha da kötüye gidiyor," dedi. UAD, Güney Afrika'nın talep ettiği gibi İsrail'i ateşkes ilan etmeye yönlendirmedi, ancak yargıçlar çok büyük bir çoğunlukla pratik etkisi olması amaçlanan emirler verdi. İlk olarak, mahkemenin "İsrailli üst düzey hükümet yetkililerinden gelen soykırımcı ve insanlıktan çıkarıcı söylemleri" tespit etmesinin ardından İsrail'in Gazze'deki Filistinlilerle ilgili olarak "soykırım işlemeye yönelik doğrudan ve aleni kışkırtmayı önlemek ve cezalandırmak için gücü dahilindeki tüm önlemleri alması" gerekiyordu. İkinci olarak, UAD İsrail'den "acilen ihtiyaç duyulan temel hizmetlerin ve insani yardımın sağlanmasını mümkün kılacak acil ve etkili tedbirleri almasını" talep etmiştir. İsrail'in ayrıca, soykırım sözleşmesi kapsamında, Filistinlilerin öldürülmesini, ciddi bedensel veya zihinsel zarara uğratılmasını, tamamen veya kısmen fiziksel yıkımına yol açacak şekilde hesaplanan yaşam koşullarının uygulanmasını ve doğumları önlemeye yönelik tedbirlerin uygulanmasını önlemek için gücü dahilindeki tüm tedbirleri alması gerekiyordu. Pek çok hukukçu bunu, İsrail'in soykırım niyeti olmaksızın gerçekleştirdiği sürece söz konusu eylemlerin yasak olmadığı şeklinde yorumladı - ki İsrail durumun böyle olduğunu ve mahkemenin daha sonrasına kadar tam olarak test etmeyeceğini söylüyor. Ancak Albanese bu görüşe katılmadığını ve UAD'nin İsrail'e soykırım teşkil edebilecek tüm faaliyetlerini durdurma yetkisi verdiğini söyledi. Buna rağmen şiddetin ve sivil altyapının yıkımının devam ettiğini ve Gazze'deki zorlu yaşam koşullarını daha da ağırlaştırdığını söyledi. Guardian'a verdiği röportajda "Ölümler sadece bombalamalar ve keskin nişancı saldırılarından kaynaklanmıyor," dedi ve ekledi: "Aynı zamanda tıbbi malzeme ve tedavi yetersizliği ve en üzücü olanı da gıda ve içme suyuna erişimin yetersizliği nedeniyle kirlenmiş ya da kirletilmiş suların tüketilmek zorunda kalınmasıdır." Mahkeme kararından bu yana Gazze'de en az 1,755 Filistinli öldürüldü. İsrail başbakanı Benjamin Netanyahu, İsrail'in uluslararası hukuka ve "ülkemizi ve halkımızı savunmaya devam etme konusundaki kutsal taahhüdüne" "sarsılmaz" bir bağlılığı olduğunu söyledi. ICJ davasını "İsrail'in bu temel hakkını inkar etmeye yönelik aşağılık bir girişim" olarak nitelendirdi. Hamas'ın 7 Ekim saldırıları sonrasında İsrail'e destek veren ABD ise davayı "haksız" olarak tanımladı. Netanyahu, "Her ülke gibi İsrail'in de kendini savunma hakkı vardır" dedi: "İsrail'in bu temel hakkını inkar etmeye yönelik alçakça girişim, Yahudi devletine karşı bariz bir ayrımcılıktır ve haklı olarak reddedilmiştir." Avukatlar, İsrail'in emirlere ne ölçüde uyacağının sadece BM'nin en üst mahkemesinin değil, soykırım sözleşmesini imzalayan diğer ülkelerin de yetkilerinin sınanması anlamına geldiğini savundu. New York Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde misafir öğretim üyesi olan Yussef Al Tamimi, UAD içtihadının - özellikle 1996'daki Bosna-Sırbistan kararının - devletlerin "soykırımı mümkün olduğunca önlemek için ellerinde bulunan tüm makul araçları kullanma" sorumluluğuna sahip olduğunu belirttiğine dikkat çekti. Bu durumun, "soykırım yapma ihtimali olan veya halihazırda soykırım yapan kişilerin eylemlerini etkili bir şekilde etkileme kapasitesine" sahip devletler için de aynı şekilde geçerli olduğunu belirtti. Sırbistan kararında UAD, "bir devletin soykırım eylemlerinin işleneceğine dair ciddi bir tehlikenin farkında olması veya normalde farkında olması gerekmesi halinde sorumluluk taşıdığına" karar vermiştir. Bu kararlar, İsrail'in Gazze'deki kampanyasına mali, istihbari ve askeri destek sağlayan devletlere daha katı yükümlülükler getirmektedir. Güney Afrika'nın avukatları İsrail'in UAD'nin kararlarına uyması ve üçüncü tarafların yükümlülükleri konusunda daha fazla baskı yapmayı planlıyor. İsrail'i soykırımla suçlayan dava Güney Afrika tarafından açılmıştı ancak o zamandan beri başkaları da harekete geçti. Nikaragua, İsrail'in sözleşmeyi ihlal ettiği gerekçesiyle davaya katılma talebinde bulundu ve Cezayir - BM güvenlik konseyindeki mevcut lider Arap ülkesi - UAD'nin kararlarını onaylayan ve bunların uygulanması için insani bir ateşkesin ön koşul olduğunu ekleyen bir karar tasarısı sundu. ABD bu karara karşı çıkıyor. ABD'nin BM Büyükelçisi Linda Thomas-Greenfield bir hafta önce yaptığı açıklamada, "Bu karar tasarısı hassas müzakereleri tehlikeye atabilir, rehinelerin serbest bırakılmasını sağlamak , Filistinli sivillerin ve yardım görevlilerinin çaresizce ihtiyaç duyduğu uzatılmış bir duraklamayı güvence altına almak için devam eden kapsamlı diplomatik çabaları raydan çıkarabilir" dedi. Birlemiş Milletler ayrıca İsrail makamlarının Ocak ayında Gazze'nin kuzeyi için planlanan insani yardım misyonlarının yüzde 56'sına (61'den 34'ü) ve orta bölge için planlanan misyonların yüzde 25'ine (114'ten 28'i) erişimi engellediğine dikkat çekiyor. 26 Ocak'tan bu yana Gazze'ye girmesine izin verilen kamyon sayısı, yetersiz bir ölçüt olarak, hiçbir zaman 218'i geçmedi ve genellikle 150'nin altında kaldı. İsrailli sağcılar, 26 Ocak'tan bu yana yardımların girişini engellemek için Kerem Şalom sınır kapısını kapattı ve polis şu ana kadar çadırları kaldırmadı. BM ayrıca, verilen sözlere rağmen kontrol noktalarının, operasyonel koşulların yardım ulaştırmak için en uygun olduğu sabah 6'da bir kez bile açılmadığını kaydetti. Yardımları artırmak için aylardır sonuçsuz müzakereler yürüten pek çok Batılı hükümet, bürokratik engellerin biriktiğini ve Hamas'a yardımcı olabilecek herhangi bir şey yapma konusunda isteksiz olduğunu görüyor. Yardım konusunda BM ile irtibat halinde olan İsrail askeri kurumu Cogat, insani krizin ajanslar tarafından tarif edildiği gibi olmadığında ısrar ediyor. Perşembe günü Gazze'de 15 fırının faaliyette olduğunu ve yerel halk için günde 2 milyondan fazla somun, ekmek ve pide sağladığını belirtti. Faaliyette olan fırın sayısının son iki hafta içinde 10'dan 15'e yükseldiği belirtildi. İngiliz ve ABD'li yetkililer Gazze'ye giren yardım miktarını nispeten hızlı bir şekilde iki katına çıkarmanın mümkün olduğunu düşünüyor ve İsrail'in stratejik amacının "insani bir felaketten kaçınmak" olduğu konusunda güvence veriyorlar. Ancak İsrail'in her taktiksel ve operasyonel karara, malların Hamas'a yönlendirilebileceği temelinde yaklaştığı sürece, sonucun sadece yetersiz yardım olabileceğini de kabul ediyorlar. (The Guardian)

Gazze'de son durum: Katliam, açlık, salgın hastalıklar

İsrail devleti, 'soykırım yapma' diyen Uluslararası Adalet Divanı'nın (UAD) kararlarını uygulamayı reddediyor. Güney Afrika'nın açtığı davada UAD, İsrail'in Gazze'deki eylemlerinin soykırım suçuna girdiğini tespit etmiş ve Netanyahu yönetimini bu eylemleri durdurmaya çağırmıştı UAD, İsrail'e bunu yapması için 1 ay süre verdi. Bir aylık sürenin 10 günü geride kalırken Gazze'de katliam ve çok yönlü saldırılar devam ediyor. - UAD'nin kararını takip eden günlerde, İsrail kuvvetleri Gazze'deki saldırılarını sürdürdü ve 1000'den fazla Filistinliyi daha öldürdü. - Karara rağmen İsrail saldırılarında hastaneler hedef alınmaya devam edildi ve bu da Gazze'nin çökmekte olan sağlık sistemi üzerindeki baskıyı daha da artırdı.  Gazze'nin merkezindeki Nuseyrat mülteci kampı ateş altına alındı ​​ve görgü tanıkları, tankların Han Yunus'un bazı bölgelerini, özellikle de güney Gazze'de hâlâ faaliyette olan en büyük hastane olan Nasır Hastanesi'nin çevresini vurduğunu bildirdi. Filistin Kızılay'ına (PRCS) göre İsrail, Nasser Hastanesi'nin yanı sıra Han Yunus'taki El-Amal Hastanesi'ni  kuşatarak üçüncü kez saldırdı. İnsani yardımı boğdular Lahey kararlarına göre soykırım suçu topyekun bir halkın yok edilmesine girişmek demek. 7 Ekim'den bu yana en büyük sorun açlık ve salgın hastalıklar. İsrail mal akışını durdurdu ve Mısır'la arasındaki Refah sınır kapısından gıda, ilaç ve insani yardım geçişine - göstermelik az sayıda kamyon hariç - izin vermedi. UAD'ın bunu belirtmesine rağmen Netanyahu yönetimi, Birleşmiş Milletler insani yardım programını hedef aldı. Birleşmiş Milletler Yakın Doğu'daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansının (UNRWA) hesabı "terör gruplarına yardım" gerekçesiyle bir İsrail bankası tarafından donduruldu. Lahey'den bir kaç gün sonra Başbakan Netanyahu, UNWRA'nın bazı çalışanlarının 7 Ekim saldırısını katıldığını ileri sürdü. Buradaki hedef sadece Gazze'yi aç bırakmak ve Filistinlileri kovmak değil. Aynı zamanda UAD kararlarına konu olan Birleşmiş Milletler'in saptamaları ve sahadaki varlığı da bitirilmek isteniyor. Güney Afrika, davanın açılmasına neden olan başvurusunda İsrail'in BM yasalarına göre soykırım suçu işlediğini yine BM raporlarındaki bilgilerle delillendirmişti. Bu deliller öyle sağlamdı ki, mahkeme davayı kabul etti ve kısa sürede ara kararlarını açıkladı. Netanyahu, bu cüreti başta ABD ve İngiltere gibi emperyalist destekçilerinden alıyor. Aynı zamanda Orta Doğu'daki bölgesel güçlerle mal ve hizmet akışına devam etmesinden, hiçbirinin ilişkileri kesmemesinden de alıyor. Türkiye gibi. Peki bundan sonra dava açısından ne olabilir? Bir aylık süre dolduğunda İsrail'in gereken önlemleri alıp kendisinin de imzacısı olduğu BM Soykırımı Önleme yasasına aykırı davranışlardan vazgeçtiğini mahkemeye raporlaması gerekiyor. Bunu yapmadığı ya da yapıp da kanıtlayamadığı takdirde Lahey'deki dava bir üst noktaya evrilecek: İsrail devlet bile isteye soykırım suçu işlediğine... Lahey'de Gazze ve Filistin'in kazanması için şimdi yapılacak en iyi şey, her yerde dayanışma mücadelesini yükseltmek. Geçen hafta Londra'da sokağa çıkan, "Ateşkes hemen" ve "Filistin'e özgürlük" diyen 200 bin gösterici gibi.

Almanya: 'Faşizme karşı hep birlikte!'

Almanya’da yüz binlerce kişi geçen hafta sonu da ırkçılığa, faşizme ve AfD’ye karşı sokağa çıktı. İnatçı mücadele devam ediyor. Neonazi AfD’nin işadamları ve başka faşistlerle “yeterince Alman olmayan” herkesi sınır dışı etme konusunu görüştüğü gizli bir toplantı yapmasının açığa çıkmasının ardından, Almanya’da bir kez daha yüz binlerce antifaşist ırkçılığa, faşizme ve AfD’ye karşı sokağa çıktı. Cumartesi günü Berlin’de parlamento binasının etrafında toplanan antifaşistler, dev bir insan zinciri oluşturdu. Göstericilerin sayısının en az 150.000 olduğu tahmin ediliyor. Göstericiler "Faşizme karşı hep birlikte!" ve "Tüm Berlin AfD'yi durduruyor!" sloganları attı. Taşınan döviz ve pankartlarda "Irkçılığa geçit yok!" gibi sloganların yanı sıra, doğrudan AfD’yi ve yöneticilerini hedef alan sloganlar da göze çarpıyordu. Aynı gün Freiburg’da da en az 30.000 gösterici sokağa çıkarak “Biz daha fazlayız!” ve “Nazilere geçit yok!” sloganları attı.  Pazar günü yapılan antifaşist gösterilere ise Bremen’de en az 20.000 kişi katıldı. İzdiham yüzünden şehir merkezi geçici olarak ulaşıma kapatılırken, "Bir daha asla!", “Nazilere geçit yok!” sloganları pankart ve afişlerde yer aldı. Ayrıca Bonn, Magdeburg ve Wesel'de de antifaşist gösteriler düzenlendi. Wesel'de şehir merkezinde yaklaşık 5.000 kişi, Grevenbroich, Leichlingen ve Hürth'te ise 1.500'er kişi gösteri yaptı.  Doğu’daki Dresden şehrinde de 30.000 antifaşist sokağa çıktı. Şehir merkezindeki Tiyatro Meydanı'nda "Biz güvenlik duvarıyız!" temasıyla bir demokrasi mitingi düzenlendi ve şehrin tarihi merkezine çeşitli antifaşist sloganların atıldığı bir yürüyüş düzenlendi. Almanya’da Neonazilere karşı düzenlenen gösteriler dördüncü haftaya girerken, protestoların ülke genelinde sürmesi bekleniyor.

Bombacı Biden Irak ve Suriye'yi hedef aldı

Joe Biden bırakın Irak ve Suriye hükümetlerini uyarmayı, saldırı için ABD kongresinden bile onay alamadı. ABD Başkanı Joe Biden, B-1B bombardıman uçaklarını Irak ve Suriye'de yedi bölgede 85 hedefi patlatmak üzere gönderdi. 2 Şubat günü Irak ve Suriye hükümetlerini önceden uyarmadığı gibi onaylarını da almadı. ABD Kongresi bile saldırıya izin vermedi. Irak hükümet sözcüsü Bassem al-Awadi, ABD saldırılarının Irak'ın Akashat ve al-Qaim kasabalarındaki yerleri vurduğunu söyledi. Bunlar arasında "güvenlik güçlerimizin konuşlandığı bölgeler de vardı" dedi ve en az 16 kişi öldüğünü söyledi.. Sözlerine şöyle devam etti: "Amerikalılar saldırılarını Irak hükümetiyle koordine ettiklerini iddia ederken yalan söylüyor. Irak'ın bir hesaplaşma platformu olarak kullanılmasını reddediyoruz." Suriye İnsan Hakları Gözlemevi, AFP haber ajansına Suriye'nin doğusunda en az 18 kişinin öldürüldüğünü bildirdi. Bu bombardıman, Biden'ın geçtiğimiz ay Ürdün-Suriye sınırındaki bir üsse düzenlenen ve üç Amerikan askerinin ölümüne neden olan insansız hava aracı saldırısına misilleme olarak gerçekleştirileceğini söylediği saldırıların ilkiydi. Hedef olan üs ve askerler, İsrail'in Gazze'ye saldırısından sonra artan ABD emperyalist güçlerinin bölgedeki varlığının bir parçası olarak oradaydı. ABD'nin önemli bir müttefiki olan Ürdün'de yaklaşık 3 bin, Irak'ta ise 2 bin 500 ABD askeri bulunuyor. Suriye'de de yaklaşık 900 ABD askeri var. Resmi olarak yarı özerk kuzeydoğu bölgesindeki müttefiki Suriye Demokratik Güçleri'ni desteklemek için oradalara. ABD ayrıca Körfez'de üç büyük hava üssü, Bahreyn'de ABD Deniz Kuvvetleri Merkez Komutanlığı ve ABD Beşinci Filosu'nun karargahı olarak hizmet veren bir liman da dahil olmak üzere Orta Doğu'da daha birçok üsse sahiptir. Bunlardan biri de nükleer silahların bulunduğu Adana İncirlik'teki Amerikan üssü. İncirlik'te yaklaşık 1.465 askeri personel bulunuyor.  ABD, Ürdün'de askerlerinin öldürülmesinin arkasında İran destekli milislerin olduğunu söylüyor.  2 Şubat'taki saldırılar İran'ı vurmamış olsa da gelecekte bu ihtimal göz ardı edilemez. Gerçekleştiği taktirde büyük bir tırmanış olur. Pentagon sözcüsü General Douglas Sims, Irak ve Suriye'ye saldırdıkları gün gazetecilere verdiği demeçte "Amerikan bombardıman uçaklarının güzelliği, istediğimiz zaman dünyanın herhangi bir yerini vurabilmemizdir" dedi.  ABD'nin işgal ve saldırıları son yirmi yılda Orta Doğu'da toplumları parçaladı ve milyonlarca insanın ölümüne yol açtı. Biden, özellikle de "sert görünmek" istediği bir seçim yılında, ABD'nin gücünün altını çizmek için binlerce canı daha feda edecek.

Almanya'da büyük mücadele: AfD'yi durdur! Naziler defolun!

AfD'li politikacılar, neo-Nazi alt örgütü temsilcileri ve iş dünyası zenginlerinin gözden uzak bir yerde yaptıkları gizli toplantı ifşa olunca, Almanya'da milyonlarca insan sokaklara döküldü. Antifaşistler, güçlenen AfD'nin gerçek yüzünü teşhir ediyor. Araştırmacı gazetecilerin sitesi Corretiv'in muhabiri, neo-Nazilerin toplandığı gözlerden uzak yerdeki otele gizli kimlikle yerleşti. Aktardığına göre, "Tersine göç" denilen politika üzerine konuşuldu ve anlaşıldı, iş insanlarından bağış istendi. Ayrıca bağış verenlerin isimleri de duyuruldu.  Titiz ve delillendirilmiş bir gazetecilik çalışmasıyla ortaya çıkan hadise Almanya'yı ayağa kaldırdı.  Almanya'da başta Doğusu olmak üzere çeşitli eyaletlerinde ırkçı AfD ikinci büyük parti haline geldi. Bu parti, göçmenleri Almanya'dan kovmayı hedefliyor. Üstelik bu hedef Almanya'da doğmuş, dolayısıyla vatandaş olanlar arasında "asimile olmamış" diye tabir edilen kişilerin gönderilmesini de içeriyor.  Bu haberi duyan antifaşistler ise 1933'de Nazilerin iktidara gelişine atıf yapıp "Bir daha asla" diyerek, bir kez daha tekrarlanması için harekete geçti. Protestolar, örgütleyenlerin beklediğinin çok çok üstünde katılımcıyla gerçekleşti: İlk hafta ülke çapında yapılan protestolara katılanların sayısı 1 milyon 300 kişiydi. Üç hafta boyunca, her hafta sonu ülke çapında birçok şehirde protesto dalgası devam etti. Sadece Batı değil Doğu'da yüzbinlerce insan da neo-Nazizme ve AfD'ye hayır dedi. Sosyal demokratların liderliğindeki koalisyon hükümetinin ilk tepkisi, göstericileri anayasayı korudukları için tebrik etmek oldu. Oysa "Faşizme karşı birleş" sloganıyla mücadeleye atılanlar, anayasayı korumaktan çok daha fazlasını istiyor: AfD'yi püskürtmek, hatta ezmek.  Naziler 1933'de seçimle işbaşına gelmiş ve fakat yıllara uzanan faşist örgütlenme-kampanya-saldırılar döngüsünün karşısında birleşik bir kitle mücadelesini bulamamıştı.  Fakat kapitalizmin kriziyle birlikte, Avrupa ekonomisinin kalbinde yeniden taban buluyorlar. Nazi rejimini yaşamış olan ülkede bir soykırım yapıldığı kabul edilmişti. Anayasa'ya göre Hitler kitaplarını çoğaltmak ve dağıtmak yasak. Fakat aşırı sağın devlet için bir tehdit olarak kabul edilmesine rağmen neo-Naziler 1980'lerin başından itibaren açıkça var olabildi. NSU gibi yer altı grupları kurup sayısız cinayet ve saldırı örgütlediler, Türkiye göçmenlerinin bulunduğu binaları yaktılar. AfD ise yasal planda kalıp, kendisini saygın bir merkez partisi olarak sunmak istiyor: Sağ ve sol merkez hükümetlerinin yüksek enflasyon, artan geçim maliyeti, yoksullaşma sorununu çözemediğini söyleyen orta sınıfın reaksiyoner tepkisini toplayarak yelkenini dolduruyor. Marksist teorisyen Leon Troçki, Almanya'da faşizmin yükselişinin önlenebilir olduğunu vurgular. İşçilerin birleşik mücadelesi, bir kitle hareketi olan faşizmi püskürtebilir. Böylece alt orta sınıfları ve işsizleri saflarına kazanarak hegemonya kurabilirler.  Şimdiki bu kararlı mücadeleler –zaten güçlü bir antifaşist hareketin olduğu ülkede– tarihsel deneyimin anlaşıldığını ve buna karşı konulduğunu gösteriyor.

Oxfam küresel eşitsizlik raporunu yayınladı

İngiltere merkezli “uluslararası insani yardım kuruluşu” Oxfam’ın, İsviçre’nin Davos kentinde düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu öncesinde “Eşitsizlik A.Ş.” başlığıyla yayınladığı rapora göre, en zengin 5 milyarder servetini ikiye katlarken, 8 milyar nüfuslu dünyada 5 milyar kişi daha da yoksullaştı. Wealth X araştırma şirketinin verilerine göre, dünyanın en varlıklı beş adamı olan Elon Musk, Bernard Arnault, Jeff Bezos, Larry Ellison ve Mark Zuckerberg’in servetleri 2020’den bu yana kişi başı yüzde 114 ve toplamda 464 milyar dolar artarak 869 milyar doları buldu. Bu, servetlerinin saatte 14 milyon dolar arttığı anlamına geliyor! Bu sırada dünya nüfusunun yüzde 60'ını oluşturan kesimin maaşları reel olarak yüzde 0,2 oranında değer kaybetti. Dünya genelinde ise milyarderler, 2020'den bu yana 3,3 trilyon dolar daha zengin oldular ve servetleri enflasyon oranından üç kat daha hızlı arttı. Zengin ülkeler, dünya nüfusunun sadece yüzde 21'ini temsil etseler de küresel servetin yüzde 69'unu ellerinde bulunduruyorlar. Günümüzde en zengin yüzde 1, tüm dünya finansal varlıklarının yüzde 43'üne sahip durumda.  Türkiye'de ise durum şöyle: Bir minibüsü ancak dolduracak sayıdaki en zengin 16 milyarderin serveti, toplumun en alt gelir grubundaki yüzde 50'lik kesiminin servetinden daha büyük. Gelir ve vergi adaleti sağlanmak istenirse, dolar milyonerleri ve milyarderlerine uygulanacak bir servet vergisi ile yılda 12,5 milyar dolar ek vergi geliri yaratılabilir. Fakat bu da bir çözüm değil, adaletsizliğin yarattığı hasara sadece küçük bir pansuman. Zira örneğin sağlık veya sosyal hizmetler alanında çalışan bir kadının Fortune’un en büyük 100 şirketinden birinin CEO’sunun bir yıllık kazancını elde edebilmek için tam 1200 yıl çalışması gerekiyor. 

Geri 1 2 3 4 5 6 7 İleri

Bültene kayıt ol