İsrail Yahya Sinvar'ı katletti, ancak Filistin direnişi yenilmedi

Henry Kissinger (1923-2023): Emperyalizmin sevdiği savaş suçlusu öldü

Vietnam ve Güney Doğu Asya'daki savaştan Latin Amerika ve ötesine kadar, Henry Kissinger dizlerine kadar kana batmıştı. İğrenç savaş suçlusu Henry Kissinger nihayet öldü. 100 yaşında olan Kissinger'ın uzun yaşamı kurbanlarınınkiyle tezat oluşturuyor. Kurbanlarının çoğu yetişkinliğe ulaşamadan öldü. ABD'nin eski dışişleri bakanı ve başkan Richard Nixon'ın ulusal güvenlik danışmanının darbelerde, cinayetlerde, bombalamalarda, adam kaçırmalarda ve soykırımlarda parmağı vardı. O ve Nixon 1969'da Beyaz Saray'a girdiklerinde ABD siyasi çöküşün eşiğindeydi. "Dünyanın en büyük süper gücü" Vietnam'daki savaşını kaybediyordu ve kendi ülkesindeki mücadeleden gittikçe korkuyordu. Çünkü zorunlu askerliğe ve sonu gelmeyen bombalama kampanyalarına karşı isyan, radikal değişim için artan taleplerle birleşmişti. Kissinger'ın görevi, Amerika sokaklarına yeniden düzen getireceğine inandığı ABD emperyalizmini restore etmekti. Ancak dünyaya saldığı cehenneme rağmen, Amerika girdiği savaşların çoğunu kaybetti. Ve bu sadece çöküşte olan bir imparatorluk hissini hızlandırdı. Vietnam, Laos, Kamboçya 1960'ların başından beri ABD, "komünizmin yayılmasını durdurma" ve kendi kontrolünü sağlamlaştırma misyonunun bir parçası olarak Vietnam'ı işgal etmiş, bombalamış ve yağmalamıştı. Fakat ABD'nin desteklediği kukla hükümetin, kendisine karşı savaşan direnişin aksine, çok az halk desteğine sahip olduğu kısa sürede anlaşıldı. Vietnam'ın bir yara haline gelmesine rağmen Kissinger ve Nixon askerlerini çekmenin ABD'yi "zayıf" göstereceğinden korktu. Bunun yerine, direnişi izole etmek amacıyla savaşı Vietnam'a komşu ülkelere -Laos ve Kamboçya'ya- tırmandırdılar. "Menü Operasyonu" olarak adlandırılan Kamboçya harekâtı sırasında ABD, altı bölgenin her birine 25.000'den fazla bomba attı ve tahminen 500 bin sivili öldürdü. Gerçek rakam muhtemelen daha yüksektir. ABD Ulusal Güvenlik Konseyi, 1969 ve 1970 yılları arasındaki 3.875 bombalama saldırısının her birini onayladı. Kissinger bombalama kampanyasını ABD Kongresi'nden gizli tuttu. Çünkü Kongre'nin hareketi engelleyeceğinden korkuyordu. Planların New York Times gazetesine sızdırılmasının ardından FBI ajanlarına, sorumluların bulunması için Ulusal Güvenlik Konseyi'nin telefonlarının dinlenmesi emrini verdi. Kamboçya'daki savaş zaten son derece yoksul olan ülkeyi yerle bir etti. ABD'li generaller ülkeyi "taş devrine kadar" bombaladıklarını söyleyerek övündüler. ABD destekli rejim 1975 yılında nihayet devrilmeden önce en az 600 bin Kamboçyalı öldü. Bu küllerden Kızıl Kmerler iktidara yükseldi. Bunu takip eden soykırımda yeni rejim, "sınıf düşmanı" olarak tanımladığı 2.2 milyon kadar insanı öldürdü. Kissinger 1972'de Kuzey Vietnam'ın halı bombardımanına tutulmasının da arkasındaydı. Toplamda 17 yıl süren savaş, iki milyon Vietnamlı sivilin hayatına mal oldu, 58,000'den fazla ABD askeri öldü ve 843.63 milyar dolara mal oldu. 1973'teki görüşmeler Vietnam'da ateşkese yol açtı. Kissinger kana bulanmış olmasına rağmen Nobel Barış Ödülünü kazandı. Güney Amerika Latin Amerika, insanların onun bıraktığı kanlı izleri hatırladığı bir başka kıta. 1973'teki Şili askeri darbesi, ABD'nin diğer ülkelerin seçimlerine yaptığı 81 "müdahaleden" biriydi. Şilili sosyalist başkan adayı Salvador Allende 1970 seçimlerini yüzde 36,2 oyla kazanmıştı. ABD, Allende'nin sol kanat ve Küba yanlısı politikaları nedeniyle paniğe kapıldı. Kissinger, "Bir ülkenin kendi halkının sorumsuzluğu yüzünden komünistleşmesine neden seyirci kalmak zorunda olduğumuzu anlamıyorum" dedi. Haziran 1973'teki başarısız darbenin ardından ordunun başkomutanı General Augusto Pinochet, Eylül ayında bir kez daha denedi. Başkanlık sarayını tanklar, helikopterler, piyadelerle kuşattı ve ateş açtı. Allende çatışmada öldü ama vurulduğu mu yoksa kendini mi vurduğu tartışmalı. ABD destekli yeni cunta bir terör saltanatı başlattı. Ordu, topladıkları 12 bin solcuyu hapsetmek için ülkenin ana futbol stadyumunu ele geçirdi. Rejim toplamda 30 bin kadar insanı öldürdü, çok daha fazlası işkence gördü ya da sürgüne gönderildi. Allende'nin devrildiği haberini duyduktan sonra Kissinger ABD'nin yeterince tanınmadığından yakındı. Nixon ise şu yanıtı verdi: "Bildiğiniz gibi bu olayda elimiz görünmüyor." Şili'de darbe, 1968'den 1989'a kadar Güney Amerika'da suikastlar, darbeler ve istihbarat operasyonlarını içeren ABD destekli bir siyasi baskı rejimi olan Condor Operasyonu'nun bir parçasıydı. Arjantin'de 1974-1983 yılları arasında ABD, solcu bir hükümeti devirmek ve halk muhalefetini bastırmak için "Kirli Savaş" veren askeri cuntayı destekledi. ABD, radikalleri temizlemesine yardımcı olmak için cuntaya 50 milyon dolar askeri yardımda bulundu. Haziran 1976'da Kissinger, cuntaya geniş çaplı baskılara başlaması için "yeşil ışık" yaktı. Arjantin Dışişleri Bakanı Cesar Augusto Guzzetti'ye ABD'nin kendilerini desteklediğini, ancak ABD Kongresi yeniden toplanmadan önce "normal prosedürlere geri dönmelerini" söyledi. Devlet terörü döneminde tahminen 30 bin kişi öldürüldü ya da hiçbir açıklama yapılmadan ortadan kayboldu, kaybedildi. Suikastlar, toplu katliamlar yoluyla gerçekleştirildi ya da insanlar ilaç verilerek uyuşturuldu, toplandı, çıplak ve yarı baygın halde Atlantik Okyanusu'na atıldı. Devlet yaklaşık 12 bin mahpusu yargılamadan hapsetti ve 400'den fazla gizli toplama kampı kurdu. Bugün ölen insanlar "Kaybolanlar" olarak bilinmektedir. Asya Kissinger ve Nixon, Asya'da da iz bırakacaktı. ABD, Pakistan'da askeri diktatörlüğü ve 1971'de o zamanlar Doğu Pakistan olarak bilinen ancak bugün Bangladeş olan bölgedeki kanlı harekatını destekledi. Çatışmalar sırasında Pakistan doğu ve batı kanatları arasında bölünmüş bir ülkeydi. Batı Pakistan'da, İslamabad'daki askeri rejim her iki bölge üzerinde de siyasi kontrole sahipti. Ancak Doğu'da isyancı bir direniş vardı. Bengalli milliyetçiler kendi ülkelerini yönetmek ve Batı Pakistan'dan ayrılmak istiyorlardı. İslamabad'daki askeri cunta onları ezmeye çalıştı ve bu da Doğu'da iç savaşa yol açtı. ABD, Batı Pakistan'daki rejimi destekledi çünkü bağımsız bir Bangladeş'in Hindistan ile ittifak kuracağından korkuyordu. Hindistan da en azından kısmen Sovyetler Birliği ile ittifak halindeydi. Pakistan ordusu Doğu'yu bombaladı, öldürdü ve tecavüz etti. Sadece Bengalli bağımsızlık savaşçılarını değil, aynı zamanda onlara sempati duyan herkesi yok etmeye niyetliydiler. Pakistanlı askerlerin elinde ABD yapımı silahlar vardı. Kissinger, Doğu Pakistan'daki ABD konsolosu Archer Blood'dan gelen ve kendisini "seçici bir soykırımdan" haberdar eden ilk telgrafı görmezden geldi. İkinci bir telgraf daha bunu bir "soykırım" olarak tanımlayınca, Kissinger onu görevden aldırdı. Savaşı sona erdirmek için yapılan müzakereler sırasında Kissinger, Hindistan Başbakanı Indira Gandhi'ye "kaltak" demiş ve "Hintliler piçtir" diye hakaret etmişti. Bu sözler 2005 yılında kamuoyuna açıklandığında, "Bu Nixon'ın diliydi" diyerek artık hayatta olmayan eski başkanı suçladı. Watergate skandalı Nixon ve Kissinger'ın terör saltanatı 1972'deki Watergate skandalıyla son buldu. Beş hırsız Washington'daki Watergate ofis-apartman otelindeki Demokrat Parti Ulusal Komitesi'ne girerken yakalandı. Nixon'ın seçim kampanyasının üyeleri, telefonları dinlemek için ofisteydi ama böcekler başarısız oldu. Daha sonra yeni mikrofonlarla ikinci bir girişimde bulundular. Ancak telefonları dinlerken ve belgeleri çalarken yakalandılar. Nixon skandalla hiçbir ilgisi olmadığına dair söz verdi ve Kasım 1972'de yeniden başkan seçildi. Hırsızlara sus payı ödedi ve CIA'e olayla ilgili soruşturmaları kısma talimatı verdi. Hırsızlar mahkemeye çıktı ve suçlarını kabul etti. Ancak James McCord adındaki bir hırsız, hakime yazdığı mektupta soygunun arkasında Beyaz Saray'ın olduğunu söyledi. Bir Senato Komitesi soruşturma başlattı ve Nixon'ın Oval Ofis'indeki tüm konuşmaların kaydedildiğini ortaya çıkardı. Başkan kasetleri teslim etmemekte direndi. Fakat sonunda bir kısmını teslim etti, ama birçoğu kayıp ya da hasarlıydı. 1974 yazında hepsini teslim etmek zorunda kaldı. O zamana kadar Başkan'ın Watergate operasyonu hakkında tam bilgi sahibi olduğu ve telefonların onun emriyle yasadışı olarak dinlendiği açıktı. Nixon skandalla dikkatini dağıtırken, Kissinger dış politikada serbestçe at koşturdu. Kissinger, Cumhuriyetçiler 1976 başkanlık seçimlerini kaybedene kadar dışişleri bakanı olarak kaldı. O zamandan ölene kadar ABD hükümetlerine Irak, İran ve Ukrayna'daki fetih girişimlerinde danışmanlık yaptı. Kissinger büyük bir diplomat ya da görevli olarak hatırlanmamalıdır. O katil ABD emperyalizminin vücut bulmuş halidir. Isabel Ringrose (Socialist Worker)

Batı Şeria'da İsrail devleti ve yerleşimcilerin şiddeti artıyor

İsrail devleti ve siyonist yerleşimciler 7 Ekim'den bu yana Batı Şeria'da yaklaşık 250 Filistinliyi öldürdü. 3 binden fazlasını tutuklandı. Kudüs yakınlarında yaşayan bir Filistinli artan baskıyı örneklerle anlattı. İşgal altındaki Batı Şeria'da yaşayan Filistinlilere yönelik dehşette hiçbir zaman ateşkes ya da duraklama olmadı. İsrail ordusu geçtiğimiz Pazar günü Cenin kentinde düzenlediği bir baskın sırasında en az sekiz Filistinliyi öldürdü. Aynı gün Batı Şeria'nın başka bir yerinde üç kişiyi daha öldürdüler. Bu cinayetlerle  birlikte 7 Ekim'den bu yana Batı Şeria'da öldürülen Filistinlilerin sayısı 250'ye yaklaştı. İsrailli yerleşimciler de Filistinlileri öldürme ve onlara saldırma konusunda kendilerini giderek daha güvende hissediyor. İsrail ordusu, Salfit kenti yakınlarındaki Harris Köyü'nün girişinde Filistin araçlarına taş atan yerleşimcileri korudu. Pazartesi günü Birin köyünde ordu sırayla evleri yıktı, arazileri ve çitleri buldozerlerle yıktı, zeytin ağaçlarını söktü ve bir su kaynağını tahrip etti. Bu saldırılar Batı Şeria genelinde yaşanan vahşetin örnekleridir. Yine de direniş karşılık veriyor. İsrail ordusu, Cenin kentinde Filistinlilerin şiddetli karşı koyuşuyla karşılaştı. Direnişçiler, kenti işgal etmek için kullanılan İsrail askeri araçlarına ev yapımı bombalar yerleştirdi. Kudüs yakınlarında yaşayan bir Filistinli, artan baskı ve saldırganlık altında yaşamanın nasıl bir şey olduğunu şöyle anlattı: "7 Ekim'den bu yana İsrail ordusu 3,000'den fazla kişiyi tutukladı. Nerede olduklarını bilmiyoruz. Hayatta olup olmadıklarını ya da işkenceyle öldürülüp öldürülmediklerini bilmiyoruz."  "Ordu her gece kasabaları ve şehirleri işgal ediyor. Hiçbir şey bunu durduramıyor. Tamamen İsrail ordusunun kontrolü altındayız. Daha fazla insan tutuklanıyor ve her gün insanlar öldürülüyor." "Ev yıkımları da var. Geçen hafta Doğu Kudüs'te ordu bütün bir binayı yıktı. Bedevi bölgelerinde daha fazla etnik temizlik var. Sessiz bir saldırı gibi hissediliyor. Bir köyden diğerine gidiyor ve onları zorla çıkarmaya çalışıyorlar. Onları Ürdün Vadisi'nden tamamen çıkarmak istiyorlar." "İsrail ordusu Filistin Yönetimi'ni tanımıyor. Yolları istediği gibi kapatıyor. Ne isterse onu yapıyor."  Filistinli, İsrail hükümetinin genellikle Filistin Yönetimi'ne verdiği "milyonları esirgediğini" de sözlerine ekledi:  "Filistin Yönetimi, Batı Şeria'daki Filistinlilerin en büyük işverenlerinden biri ve İsrail'den para gelmediği için insanlar maaşlarını alamıyor. "Okul yok," diye devam ediyor: "Filistin Yönetimi okulu Zoom üzerinden çevrimiçi yapmaya karar verdi, ki bu pek pratik değil. Birçok öğretmen ders vermeyi reddediyor ve maaşlarını istedikleri için grev yapıyorlar." Batı Şeria'daki Filistinlilerin, İsrail devletiyle işbirliği yapan ve direnişi bastıran Filistin Yönetimi'ne karşı memnuniyetsizliği giderek artıyor. İsrail tarafından alıkonulan Filistinlilerin serbest bırakılmasının ardından Batı Şeria'da düzenlenen gösterilerde birçok Filistinli, Hamas ya da diğer direniş gruplarının bayraklarını taşıdı. Filistin Yönetimi'nin ihanetlerle dolu uzun tarihi, Batı Şeria'da yaşayan Filistinlilerin kurtuluş mücadelelerinde yeni bir liderlik arayışında oldukları anlamına geliyor. (Socialist Worker)

Wilders'in aşırı sağcı partisi Hollanda seçimlerini nasıl kazandı?

Hollanda'daki Enternasyonal Sosyalistlerin gazetesi De Socialist'in baş editörü Ewout van den Berg yazdı. Geçen hafta Hollanda'da yapılan seçimleri Geert Wilders ve Özgürlük Partisi kazandı. 150 sandalyeli parlamentoda 37 sandalye kazandılar. İttifak partisi GroenLinks/PvdA (Yeşil-İş) 25 sandalye ile ikinci olurken, iktidardaki muhafazakar VVD partisi sadece 24 sandalye aldı. Wilders'in partisi birkaç yıl önce önemsiz görünüyordu. PVV'nin kaderi muhalefette yer almaktı ve yeni bir neo-faşist parti olan Forum for Democracy (FvD) 2017'den itibaren onun yerini alacak gibi görünüyordu. Hatta FvD, 2019'daki senato seçimlerini bile kazanmıştı. Tüm bunlar şimdi değişti. Neden değişti? PVV her zaman partinin tek üyesi olan lideri Wilders'in etrafında dönmüştür. FvD ise bir parti hareketi kurmaya çalıştı. FvD'nin liderliği açıkça faşist bir geleneğe dayanıyor. Fakat daha geniş üye tabanı henüz açıkça antisemitik ve Naziler tarzı bir partiye hazır değildi. Seçim zaferinin ardından parti bir dizi iç kriz yaşadı. Geçtiğimiz yaz, eski VVD lideri Mark Rutte liderliğindeki dördüncü hükümet çöktü. VVD, koalisyon ortaklarına mülteciler konusunda giderek daha fazla taviz vermeleri, hatta savaştan kaçan çocukların Hollanda'ya sığınma hakkını sınırlamaları için baskı yaptı. Hükümetin bu noktada çökmesini sağlayarak VVD, göçü seçimlerin ana konusu haline getirmeyi baaşardı ve bir sonraki hükümeti aşırı sağ ile kurmayı amaçladı. Bir ay sonra VVD, Wilders ile hükümet kurmama taahhüdünü bozdu. Böylece 2017 yılında Fas kökenli Hollandalılara yönelik etnik temizlik çağrısı nedeniyle nefret söyleminden mahkum edilen ırkçı siyasetçiyi meşrulaştırmış oldular. Wilders aniden hükümet etme fırsatına sahip oldu ve destekçileri kendilerini cesaretlenmiş hissetti. Wilders, kendisini ılımlı olarak gösteren medya tarafından daha da ana akımlaştırıldı. "İslamsızlaştırma" yönündeki açık talebinden vazgeçtiği iddiası bunun bir örneğiydi. Ancak Wilders, "Hollanda halkı ilk sıraya geri dönüyor" adlı seçim programında hala "İslami okulların, camilerin ve Kuran'ın" kaldırılması çağrısında bulunuyordu. Aynı zamanda Wilders'in müslümanlara ve mültecilere yönelik ırkçılığı da giderek daha yaygın hale geldi. Sağcı partilerin çoğu aynı gündemi benimsedi. Şimdi NATO'nun savaş kışkırtıcılarının lideri olmayı hedefleyen Başbakan Rutte, İtalya Başbakanı faşist Giorgia Meloni ile birlikte Tunus'la bir anlaşmaya aracılık etti. Anlaşma, Avrupa devletlerinin bazı mültecileri Kuzey Afrika'ya sınır dışı etmesini mümkün kılacak. Bu arada Yeşiller ve (PvdA GroenLinks/PvdA, Yeşil-İş) seçimlere ortak bir listeyle katıldı. Güçlerini birleştirerek seçimlerdeki düşüşlerini telafi etmeyi umuyorlardı. Bu işe yaradı ama sadece daha da sağa kayma temelinde. Örneğin ittifak lideri Frans Timmermans, Hamas'ın İsrail işgaline karşı direnişini bir "ölüm kültü" ile karşılaştırarak Batı'nın "yaşam kültürü" ile tezat olarak ortaya koydu. Diğer sol kanat girişimlerin hepsi ciddi kayıplara uğradı. Önümüzdeki haftalarda ve muhtemelen aylarda PVV'nin bir hükümet kurup kuramayacağını görmesi gerekiyor. PVV'nin öne çıkması, dikkatleri Wilders'in yanı sıra diğer ırkçı adayların üzerine de çekecektir. Hükümetin kurulması çok zaman alacak. Çünkü tüm partilerin Wilders ile hükümete karşı çıkıyormuş gibi görünmeleri gerekiyor. Ancak Wilders liderliğinde bir hükümet kurulmasıyla sonuçlanabilir. Hollanda egemen sınıfı için faşist Meloni hükümeti güven verici bir örnek teşkil ediyor. Sol zor bir durumda, ancak şimdi farklı toplumsal hareketleri aşırı sağa karşı birleştirmek için fırsatlar var. Seçimlerden sonraki günlerde farklı şehirlerde binlerce insan sokaklara döküldü. Sendikaların taban ağları nispeten zayıf olsa da iklim adaleti ve Filistin etrafındaki hareketler, solun çok sayıda insanı harekete geçirebileceğine dair güven veriyor.

Dahiya Doktrini: İsrail her zaman toplu cezalandırmayı kullandı

Tarihçi John Newsinger, Siyonist güçlerin sömürgeci şiddetin nasıl kullanılacağını Britanya İmparatorluğu'ndan öğrendiğini söylüyor. Rishi Sunak ve Keir Starmer, İsrail'in “meşru müdafaasını” desteklediklerini ilan ettiklerinde ve bunun uluslararası hukuku ihlal etmemesi gerektiğini fısıldadıklarında, en derin ikiyüzlülüğün suçlusu oluyorlar. İsrail ordusu her zaman kolektif cezalandırma doktrinini benimsedi; bu doktrin, direnişi kırmanın en iyi yolunun tüm halklara ölüm ve yıkım getirmek olduğuydu. Aslında Siyonistler bunu 1936-39 arasındaki büyük Filistin isyanının acımasızca bastırılması sırasında İngilizlerden öğrendiler . Filistinliler İngiliz birliklerine saldırırsa, sömürge güçleri genellikle yakındaki köyleri yok ederdi. İngiliz askerleri misillemenin bir parçası olarak Filistinlileri herkesin önünde dövdü ve bazen de onlara ateş etti. Sadece evleri ararken bile askerler, "yerlilere" bir ders vermek için onları tamamen mahvetmeye teşvik edildi. Bir keresinde bir subay, birliklerinin bir köye verdiği zarardan memnun değildi. Onlara birinin evinin gerçekten nasıl yıkılacağını gösterirken onları izletti ve ardından ikinci kez köyü yıkmalarını sağladı. En kötü bilinen olay Eylül 1938'de El Bassa köyünde meydana geldi. İngiliz askerleri yaklaşık 50 Filistinli erkeği bir otobüse bindirdi ve ardından sürücüyü mayının üzerinden uçurdu. Siyonist yerleşimciler İngilizler tarafından Filistin direnişinin ezilmesi için seferber edildi ve onların yöntemlerini ilk elden gördüler. Sömürge savaşının bu acımasız yöntemini benimsediler. Ağustos 2006'da Lübnan'a düzenlenen saldırının ardından hava kuvvetlerinin Beyrut'un Dahiya bölgesini yok etmesiyle İsrail'in askeri doktrininin bir parçası haline geldi. General Gadi Eizenkot , İsrail'in Dahiya'ya yaptığını, direnmeye cesaret eden her köy ve kasabaya da yapacağını açıkça belirtti. Kendi deyimiyle Dahiya'nın başına gelenler, "İsrail'e ateş açılan her köyde yaşanacaktır". Orantısız güç uygulayacağız ve büyük hasara ve yıkıma neden olacağız” diye tehdit etti. Ona göre, direniş grubu Hizbullah'ı dizginlemenin tek yolu halka zarar vermekti. Eizenkot bugün Netanyahu hükümetinde bakan olarak görev yapıyor. İsrail, 2009'daki saldırısından bu yana Gazze'ye yönelik her saldırısında sürekli olarak bu "Dahiya doktrini"ni kullandı. Birleşmiş Milletler (BM) tarafından görevlendirilen Goldstone raporu şu sonuca vardı: "İsrail hükümeti, operasyonlarını esasen roket saldırılarına bir yanıt olarak  meşru müdafaa hakkını kullanmak olarak  göstermeye çalıştı." Ancak raporların yazarları “planın en azından kısmen farklı bir hedefe, yani bir bütün olarak Gazze halkına yönelik olduğunu düşünüyor”. Operasyonlar, "Gazze halkını direnişi ve Hamas'a açık desteği nedeniyle cezalandırmayı amaçlayan genel politikanın" bir parçasıydı. Bu itham bugün daha da doğrudur. İsrail'in 2009'daki saldırısında yaklaşık 1.400 Filistinli erkek, kadın ve çocuk öldürüldü. Bugünkü İsrail saldırısı, daha önceki tüm saldırıların toplamından daha fazla acı ve eziyete neden oldu. İsrailliler, kanlı saldırılarında yüzün üzerinde BM çalışanını bile öldürdü; bu, Starmer'ı ve gölge dışişleri bakanı David Lammy'yi etkilememiş gibi görünüyor. Gördüğümüz şey, hem Tory hükümetinin hem de İşçi Partisi muhalefetinin desteğiyle gerçekleştirilen en acımasız, öldürücü  toplu cezalandırmadır. İsrail'e ve onun parlamentodaki destekçilerine karşı harekete geçmeyi sürdürmeyi daha da önemli kılan da bu. Uluslararası hukuk profesörü Richard Falk, Dahiya doktrininin "sadece savaş hukukunun ve evrensel ahlakın en temel normlarının açık bir ihlali olmadığını" söylüyor. Bu, “gerçek adıyla anılması gereken bir şiddet doktrininin beyanıdır: devlet terörü”. “Bizim adımıza olmaz!” demeliyiz.

Chris Hedges yazdı: İsrail'in hastanelerle savaşı

İsrail, Gazze'yi yaşanmaz hale getirmeye yönelik bir kampanya yürütüyor. Bu kampanyanın bir parçası da Gazze'deki tüm hastanelerin yıkılması. İsrail'in verdiği mesaj açık: Hiçbir yer güvenli değil. Kalırsan ölürsün. İsrail, Gazze'deki hastanelere “Hamas'ın komuta merkezleri” oldukları için saldırmıyor. İsrail, Gazze'yi yaşanmaz hale getirmek ve insani krizi tırmandırmak için yakıp yıkma kampanyasının bir parçası olarak sistematik ve kasıtlı olarak Gazze'nin tıbbi altyapısını yok ediyor. 2,3 milyon Filistinliyi sınırdan geçerek bir daha geri dönmeyecekleri Mısır'a göndermeyi planlıyor. İsrail, Gazze'deki El Şifa Hastanesi'ni yıktı ve neredeyse boşalttı. Sırada Beit Lahia'daki Endonezya Hastanesi var. İsrail hastanenin çevresine tanklar ve zırhlı personel taşıyıcılar yerleştirdi ve binaya ateş açarak on iki kişiyi öldürdü. Bu bilinen bir taktik. İsrail tarafından bir hastanenin üzerine, hastanenin "Hamas'ın terörist faaliyetleri" için bir üs olduğu gerekçesiyle insanlara oradan ayrılmalarını söyleyen broşürler atılıyor. Tanklar ve top mermileri hastane duvarlarının bazı kısımlarını yerle bir ediyor. Ambulanslar İsrail füzeleriyle havaya uçuruluyor. Elektrik ve su kesiliyor. Tıbbi malzemeler engelleniyor. Ağrı kesici, antibiyotik ve oksijen yok. Kuvözlerdeki en savunmasız, prematüre bebekler ve ağır hastalar ölüyor. İsrail askerleri hastaneye baskın düzenledi ve herkesi silah zoruyla dışarı çıkmaya zorladı. Al Shifa hastanesinde olan da buydu. Al Rantisi Çocuk Hastanesinde olan da buydu. Gazze'nin ana psikiyatri hastanesinde olan da buydu. Nasser Hastanesi'nde olan da buydu. İsrail'in yıktığı diğer hastanelerde de aynı durum yaşandı. Geriye kalan birkaç hastanede de bu olacak. İsrail, Gazze'deki tek kanser hastanesi de dahil olmak üzere Gazze'deki 35 hastaneden 21'ini kapattı. Halen faaliyet gösteren hastanelerde ciddi temel ilaç ve malzeme sıkıntısı yaşanıyor. Hastaneler birer birer boşaltılıyor. Yakında hiçbir sağlık tesisi kalmayacak. Bu tasarım gereğidir. İsrail tarafından tahliye edilmeye zorlanan, evleri enkaz altında kalan onbinlerce dehşete düşmüş Filistinli, Gazze'deki hastanelerin içinde ve çevresinde kamp kurarak aralıksız bombalamalardan korunmak için sığınıyor. Tıp merkezlerinin İsrail tarafından hedef alınmayacağını umuyorlar. İsrail Cenevre Sözleşmelerine uysaydı, bu doğru olurdu. Ama İsrail bir savaş yürütmüyor, bir soykırım yürütüyor. Ve bir soykırımda bir nüfus ve o nüfusu ayakta tutan her şey yok edilir. İsrail'in Gazze'yi yerle bir etmesi bittiğinde Batı Şeria'daki Filistinlilere saldıracağına dair kaygı verici bir işaret olarak, zırhlı araçlar Batı Şeria'daki en az dört hastaneyi kuşattı. İsrail askerleri, Doğu Kudüs Hastanesi'nin yanı sıra İbn Sina Hastanesi'ne de baskın düzenledi. İsrail'in yerleşimci sömürge devleti yalanlar üzerine kurulmuştu. Yalanlarla sürdürülüyor. Ve şimdi, 750.000 Filistinlinin etnik temizliğe tabi tutulduğu ve Yahudi milislerin yaklaşık 50 katliamına yol açan 1948 Nakba'dan veya “felaket”ten bu yana Filistinlilere yönelik en kötü katliamı ve etnik temizliği gerçekleştirmeye kararlıyken,   birbiri ardına tuhaf saçmalıklar yumurtluyor. Filistinlilerden insanlık dışı bir kitle olarak söz ediliyor. Anne, baba, çocuk, öğretmen, doktor, avukat, aşçı, şair, taksici, esnaf yok. İsrail sözlüğünde Filistinliler, yok edilmesi gereken tek bulaşıcı hastalıktır. İsrailli okul çocuklarının Gazze'de "Herkesi Yok Edeceğiz" şarkısını söylediği  videoyu izleyin. Hitler Gençliği Yahudiler hakkında buna benzer şarkılar söylerdi. Kitlesel katliam projelerine girişenler, kendi halklarının moralini bozmamak için yalan söyler, kurbanları hepsinin yok edilmeyeceğine inandırır ve dış güçlerin müdahalesini engeller. Naziler, trenlere yüklenen ve imha kamplarına gönderilen Yahudilerin çalışmaya gittiklerini, iyi tıbbi bakıma ve yeterli yiyeceğe sahip olduklarını iddia etti. Hasta ve yaşlılar ise dinlenme merkezlerinde bakıma alındı. Naziler, Yahudilerin "Doğu'ya" "yeniden yerleştirilmesi" için - Theresienstadt - sahte bir kamp bile kurdu; milyonlarca insan yok edilirken, burada Kızıl Haç gibi uluslararası kuruluşlar, Yahudilere ne kadar insanca davranıldığını görebiliyordu. Osmanlı İmparatorluğu'nun 1915 baharından 1916 sonbaharına kadar sürdürdüğü soykırım sırasında en az 664.000, muhtemelen 1.2 milyon Ermeni katledildi ya da maruziyetten, hastalıktan ve açlıktan öldü. Ermeni soykırımı da Gazze'deki soykırım kadar aleniydi. Avrupa ve ABD konsolosluk misyonları, günümüz Türkiye'sini Ermenilerden temizlemeye yönelik kampanyanın ayrıntılı açıklamalarını sundu. Osmanlı hükümeti soykırımı gizlemek amacıyla yabancıların Ermeni mültecilerin veya yollara dizilmiş cesetlerin fotoğraflarını çekmesini yasakladı. İsrail de yabancı basının Gazze'ye gelmesini engelledi ve İsrail ordusunun ayarladığı yalnızca birkaç kısa ve dikkatle hazırlanmış ziyareti gerçekleştirdi. İsrail periyodik olarak internet ve telefon hizmetlerini kesiyor. Hamas'ın 7 Ekim'de İsrail'e düzenlediği saldırıdan bu yana en az 43 Filistinli gazeteci ve medya çalışanı İsrail tarafından öldürüldü ve bunların birçoğu şüphesiz İsrail güçlerinin hedefi oldu. Filistinliler gibi Ermeniler de evlerinden zorla çıkarıldılar, vuruldular ve yiyecek ve sudan mahrum bırakıldılar. Sürgün edilen Ermeniler, on binlerce kişinin vurulduğu veya açlık, kolera, sıtma, dizanteri ve gripten öldüğü Suriye Çölü'ne ölüm yürüyüşlerine gönderildi. İsrail, 1,1 milyon Filistinliyi Gazze'nin güney ucuna gitmeye zorluyor ve kaçarken onları bombalıyor. Bu mülteciler de Ermeniler gibi yiyecek, su, yakıt ve temizlikten yoksunlar. Onlar da yakında bulaşıcı hastalık salgınlarına yenik düşecekler. Osmanlı İmparatorluğu'nun fiili lideri Talat Paşa, 2 Ağustos 1915'te ABD büyükelçisi Henry Morgenthau Sr.'ye İsrail'in tutumunu tekrarlayan sözlerle şöyle demişti: "Bizim Ermeni politikamız kesinlikle sabittir ve bunu hiçbir şey değiştiremez. Anadolu'nun hiçbir yerinde Ermenileri barındırmayacağız. Çölde yaşayabilirler ama başka hiçbir yerde yaşayamazlar." Soykırım uzadıkça yalanlar daha da saçma hale geliyor. Büyük İsrail yalanları var. İsrail, Gazze'nin yok edilmesi ve binlerce Filistinlinin sebepsiz yere öldürülmesinin, Gazze'yi bir moloz yığınına çevirme, toplu katliam yapma ve Filistinlileri etnik olarak temizleme kampanyası değil, Hamas'tan kurtulmayı hedefleyen bir çaba olduğu konusunda ısrar ediyor. Küçük İsrail yalanları var. Başı kesilen kırk bebek. El Şifa Hastanesi bir “Hamas komuta merkezidir”. IDF Sözcüsü Tuğamiral Daniel Hagari'ye göre bir hastanenin duvarına asılan Arapça takvim, “her teröristin adını yazdığı ve her teröristin burada bulunan insanları koruyan kendi vardiyasının olduğu bir nöbetçi [nöbet] listesidir.” Hemşire kılığına giren ve ağır aksanlı Arapça konuşan İsrailli bir aktör, Filistinli doktor olduğunu ve Hamas'ın sivilleri canlı kalkan olarak kullandığını gördüğünü iddia etti. Hamas üyelerinin "Al Şifa Hastanesine saldırdığını" ve "yakıt ve ilacı" çaldığını söyledi. İsrail, El Şifa Hastanesi'nin bombalanmasından İsrail tanklarının değil, Filistinli militanların sorumlu olduğunu söylüyor. İsrail, Güney Lübnan'da "teröristlerle" dolu bir arabayı vurdu; bu "teröristlerin" üç kız çocuğu, anneleri ve büyükanneleri olduğu ortaya çıktı. Al Ahli Hastanesindeki patlama, Filistinliler tarafından atılan hatalı bir roketin sonucuydu; bu iddia, zaman damgasının analizine dayanarak videonun güvenilirliğini çürüten New York Times tarafından sorgulandı. İsrail, "Şifa Hastanesi müdürünün, hastanede barınan ve Şifa Hastanesi'nden güvenli bir eksen üzerinden Gazze Şeridi'ndeki insani geçiş noktasına doğru tahliye olmak isteyen Gazze vatandaşlarına izin verilmesi yönündeki talebine yanıt verdiğini" söyledi. Gazze'deki hastanelerin genel müdürü bunun "yalan" olduğunu söyledi ve "silah zoruyla ayrılmaya zorlandık" dedi. İsrailli Yarbay Jonathan Conricus, BBC tarafından eleştirilen bir videoda izleyicilere az miktarda otomatik silahın olduğu bir  zula gösterdi. Yabancı muhabirler rehberli bir tur için geldiğinde, videodaki silahlar sihirli bir şekilde arttı. IDF daha sonra bunu sildi. Yalanlar İsrail okul kitaplarına yazılacak. Yalanlar İsrailli politikacılar, tarihçiler ve gazeteciler tarafından tekrarlanacak. Yalanlar İsrail televizyonlarında, İsrail filmlerinde ve kitaplarında anlatılacak. İsrailliler ebedi kurbanlardır. Filistinliler mutlak şeytandır. Soykırım yoktu. Türkiye, bir asır sonra hâlâ Ermenilerin başına gelenleri inkar ediyor. Savaş zamanında insanlar inanmak istediklerine inanırlar. Yalanlar, çatışmayı "ışığın çocukları ile karanlığın çocukları" arasındaki ikili bir mücadele olarak gören İsrail kamuoyunun açlığını doyuruyor. Yalanlar hesap verebilirliğe karşı bir savunmadır çünkü İsrail gerçeği kabul etmeyi reddederse, gerçekliğe yanıt vermek zorunda kalmaz. Yalanlar, gerçeğin kurguya ve kurgunun gerçeğe dönüştüğü bilişsel bir  uyumsuzluk yaratır. Yalanlar, soykırım veya uzlaşma tartışmasını imkansız hale getiriyor. İsrail, Biden yönetiminin desteğiyle Gazze'de yaşamı sağlayan tüm sistemleri yok etmeye devam edecek. Hastaneler. Okullar. Enerji santralleri. Su arıtma tesisleri. Fabrikalar. Çiftlikler. Apartman blokları. Evler. Sonra da İsrail, geçmiş soykırımlardaki katiller gibi, bu olay hiç yaşanmamış gibi davranacak. İsrail'in kendisini sorumluluktan kurtarmak için kullandığı yalanlar İsrail toplumunu kemirecektir. Ahlaki, dinsel, sivil, entelektüel ve politik yaşamını yozlaştıracak.  Yalan, savaş suçlularını kahramanlık konumuna yükseltecek ve vicdan sahibi olanları şeytanlaştıracak. İsrail'in soykırımı, tıpkı 1965'te Endonezya'daki toplu katliamlarda olduğu gibi, kötülüğün ve barbarlığın güçlerine karşı destansı bir savaş olarak  mitolojileştirilecek; tıpkı bizim Yerli Amerikalılara yönelik soykırımı mitolojileştirdiğimiz ve yerleşimcilerimizi ve cani süvari birliklerimizi kahramanlara dönüştürdüğümüz gibi. Endonezya'nın komünizme karşı savaşındaki katiller mitinglerde kurtarıcılar olarak alkışlanıyor. Onlarla yaklaşık altmış yıl önce verdikleri “kahramanca” savaşlar hakkında röportaj yapılıyor. İsrail de aynısını yapacak. Kendi kendini deforme edecek. Suçlarını kutlayacak. Kötülüğü iyiliğe çevirecek. Kendi kendine inşa edilmiş bir mit içinde var olacak. Tüm despotizmlerde olduğu gibi, gerçek sürgün edilecek. Filistinliler için canavar olan İsrail, kendisi için de canavar olacak. Chris Hedges Çeviri: Ali Baydaş

Hizbullah nedir? Hasan Nasrallah kimdir?

Hizbullah nedir? Lübnan dertli bir ülke. Yıllardır, belki de 1946’da Fransız sömürgeciliğinden kurtulduğundan beri çözemediği yapısal sorunları var. Ülkede devletin resmen tanıdığı on sekiz (18) ayrı etnik ve dini gurup mevcut. Bu çok renklilik aslında çok olumlu bir vasıf, ancak Lübnan tarihinde değişik etnik ve dini gurupların (Sünni-Şii, Maruni Hristiyan-Dürzi ) birbiriyle uzlaşmayan gündemleri devletin zayıf kalmasına neden olmuş. Zaten bir devletin olup olmadığı tartışılır.  Bir devletin en temel görevlerinden biri vatandaşlarını dış saldırılara karşı korumaktır. Lübnan’da bu görevi devlet değil Hizbullah adında, dünyada bazı devletlerin “terör örgütü” ilan ettiği bir örgüt üstlenmiş durumda.  Hizbullah’ı “örgüt” olarak tanımlamak aslında çok yetersiz. İran devriminden sonra militan bir Şii parti olarak kurulan Hizbullah o zamandan beri Lübnan’da en etkin siyasi ve askeri güç durumunda. Lübnan meclisinde (çalıştığı zaman 128 milletvekili olan) 15 milletvekilleri var. İsrail’den gelen sürekli saldırı tehdidlerine karşı ülkeyi koruyan da Lübnan ordusu değil Hizbullah’ın silahlı gücü. Lübnan ordusu hâlâ Vietnam savaşından kalan helikopterleri kullanıyor. Ordusunun resmi rakam olarak tüm mevcudu 60,000. Ancak askerin kontratlı çalıştığı ve son ekonomik krizden sonra birçoğunun “istifa ettiğini” hatırlamak gerek.     Hizbullah’ın İran’dan çok yoğun destek aldığı ve silah, mühimmat ve teknik donanım olarak İran’dan beslendiği  de bir gerçek. Devlet dışı silahlı güç olarak dünyanın en büyüklerinden biri.  Uzun menzilli güdümlü füzeleri İsrail’de hedeflere ulaşabilecek menzile sahip. Birçoğu Suriye’de savaş deneyimi edinmiş 20,000 savaşcısı var (sayı tabii kesin değil, kendileri 100 bin savaşçıları olduğu iddiasındalar).  Hizbullah’ın  İsrail için Hamas’dan  çok daha büyük bir tehdit oluşturduğu açık, zaten İsrail’in bölgede çekindiği tek güç onlar.  İsrail’e karşı “Direniş Cephesi” (Mukawama) hareketinin simgesi haline gelmiş, hareketin zirvesindeki isim ise Hasan Nasrallah. Irak ve Yemen’de Amerika’ya karşı savaşan kadroların birçoğunu Hizbullah eğitmiş. Arap Baharı’ından sonra Sünni Müslüman Kardeş’lere yakın Hamas ile Şii Hizbullah’ın, zaman zaman soğuk olan ilişkileri ısınmış ve Hamas’ın silahlı kadrolarını Hizbullah eğitmeye başlamıştır.  Hasan Nasrallah kimdir? 31 Ağustos 1960 doğumlu Hasan Nasrallah, Beyrut’un güneyinde sakinlerinin çoğunluğu Şii olan fakir bir mahallede doğar. 1976 yılında Irak’ta ünlü bir Şii alim olan Ayatollah Al Sadr’ın Qom medresesinde eğitim gördükten sonra 1979’da Lübnan’a döner. Lübnan on beş yıl (1975-1990) sürecek olan iç savaşla çalkalanmaktadır. Hasan Nasrallah 1982’de Hizbullah partisine katılır ve adeta başdöndürücü bir siyasi yükselişle 1993 yılında partinin Genel Sekreteri olur. Bu yükselişin nedeni kendi siyasi becerisi kadar İran’ın desteğini almasıdır. Din adamından daha çok siyasi ve özellikle askeri stratejist olarak nam yapan Nasrallah, Hizbullah’ın silahlı kadrolarını İran Devrim Muhafızları eğitimcilerinin denetiminde profesyonelleştirir, uzman kadrolar haline getirir. Gerilla savaş taktiklerinde Vietnam’ı örnek  alır. 13 Eylül 1997’de oğlu şehid olur ve Nasrallah kendi çocuğunu feda etmeye hazır bir lider olarak imajını pekiştirir.  İsrail’in  Temmuz 2006’da  Lübnan’ı işgali, Hasan Nasrallah’ın Lübnan’da  en güçlü önder olarak öne çıkmasına neden olmuştur. Otuz altı gün süren savaşta İsrail Lübnan’a 7000 bomba atar, buna karşın Hizbullah İsrail’e 4000 roket ateşler. Her iki taraf da zafer ilan eder, ancak Hasan Nasrallah Lübnan kamuoyunun gözünde kahraman olur.  İsrail, güney Lübnan’da 855 kilometrekarelik bir bölgeyi 2020 yılına kadar işgal etti. Bölgeden çekildiklerinde Hizbullah bu gelişmeyi kendi zaferi olarak ilan etti.  Savaşın Lübnan’a maliyeti çok yüksektir: 1225 ölü (sivil ve asker), 4000 yaralı ve Lübnan altyapısının tarumar oluşu.  Bugün Lübnan’ın ve bölgenin kaderi Hasan Nasrallah’ın iki dudağı arasında. “El Seyyid” her an İsrail’in  kuzeyinde bir ikinci cephe açabilir. Ancak 2006 savaşındaki yıkımının anıları halen çok taze. Ayrıca zaten ekonomisi perişan bir halde ve altyapısı hemen hemen yok mertebesinde olan Lübnan savaşı kaldırabilecek durumda değil. 218 kişinin ölümüne neden olan 4 Ağustos 2020 patlamasının enkazı halen kaldırılmadı. Hasan Nasrallah bunun bilincinde. Hamas saldırısından sonra ilk konuşmasında (3 Kasım) Nasrallah, 7 Ekim “Aksa Tufanı” harekatının “tümüyle Filistin halkının kahramanca direnişi” olduğunu vurguladı, “Bizim haberimiz yoktu” dedi ve Amerika’ya yönelik, “bu harekatın arkasında bizim ve İran’ın parmağını aramayın” uyarısını yaptı. “Bize ‘savaşa neden girmiyorsunuz’ diye soranlara cevabım şudur” dedi, “Biz zaten 8 Ekim’den beri savaşın içindeyiz, 56 ölümüz var. ”  Her an savaş haberi alma tedirginliğini yaşayan Lübnan, konuşmadan sonra bir nebze nefes aldı. Ancak Nasrallah konuşmasını “Her türlü ihtimalin her zaman açık olduğunu” belirterek bitirdi.  Hasan Nasrallah’ı sevmeyen çoktur. Lübnan’ın en geniş halk hareketi olan 2019 direnişine saldıran Şii milisler unutulmadı.  “El Seyyid”i eleştirmeye cüret eden Şii yayıncı, yazar, aktivist Lokman Slim öldürüldü. Hizbullah’ın silahlı gücünü kendi devletine karşı bir şantaj unsuru olarak kullandığı da bir gerçek. Ancak İsrail ve Amerika’ya karşı sağlam  duruşuna da saygı duymamak olanaksız. Kara cüppeye ve kara sarığa bakarak kolaycı önyargılara kapılmamak gerek. Din adamı kimliğinin yanısıra (belki daha da fazla), Hasan Nasrallah müthiş bir politikacı ve olağanüstü yetenekli bir taktik adamı. 

Arjantin'de sert sağcı Javier Milei dönemi

Arjantin'deki başkanlık seçimlerini Javier Milei'nin kazanması, düzen karşıtı kurtarıcılar olarak ortaya çıkan aşırı sağcı figürlerin devrinin henüz kapanmadığını gösteriyor.  Mevcut maliye bakanı Sergio Massa'nın yüzde 44 oyuna karşılık oyların yüzde 56'sını alan Milei devlet harcamalarını kısmak ve kullanılmış insan organları için bir serbest pazar yaratmak istiyor. Kampanyası, harcamaları gayri safi yurtiçi hasılanın yüzde 15'ine kadar kesmeye ve bu yolla devlete "elektrikli testere" kullanma vaadine odaklanmıştı. Bu, milyonlarca kişinin bel bağladığı sağlık ve yoksullukla mücadele programlarının büyük bölümünün kaldırılması anlamına geliyor. Milei ayrıca yükselen enflasyonla başa çıkmanın bir yolu olarak ekonomiyi "dolarize" etmek de istiyor. Ülkede yıllık fiyat artışları Ekim ayında yüzde 143'e ulaştı. Eğer bu gerçekleşirse, ülke Arjantin pesosundan vazgeçecek ve para birimi olarak ABD dolarını kullanacak. Bu da Washington'un ekonomiyi etkin bir şekilde yöneteceği anlamına gelir. Seçim kampanyası sırasında Milei kürtajın yasaklanmasını da destekledi ve insan organlarının satışının yasallaştırılması çağrısında bulundu. Bir noktada Arjantin'in sorunlarının, tüm erkeklerin oy hakkı kazandığı 1916 yılına kadar geri götürülebileceğini bile söyledi – Milei, 1976-1983 yılları arasında 30 bine yakın insanı öldüren ya da "kaybeden" askeri diktatörlüğü savunuyor. Seçilmiş başkan olarak ilk gününde ulusal petrol şirketi YPF'nin yanı sıra devlet televizyonu ve radyosunu da özelleştirme sözü verirken "Özel sektörün eline geçebilecek her şey özel sektörün eline geçecek" dedi.  Bu iğrenç figürün kazanmasının tek nedeni, rakibinin işçilerin ve yoksulların yanında duracağına dair verdiği sözlere ihanet etmiş olmasıdır. Massa, 1946'dan 1955'e kadar başkanlık yapan Juan Peron'un popülizmine dayanan Peronist partiden geliyor. Peronizm sınıf farklılıklarını ortadan kaldırmak istediğini söylüyor ve "ulusal çıkar" yani milliyetçilik kamuflajını kullanıyor. Ancak sınıf çıkarları bastırılamaz ve Massa zenginlere hizmet ederken bedelini yoksullara ödetmiş oldu. Bankacılar ve ABD emperyalizmi onu destekledi, ancak birçok sıradan insan onu düşmanları olan bir devletin temsilcisi olarak gördü. 2018'den bu yana yoksulluk nüfusun yüzde 27'sinden yüzde 40'ına yükseldi. İşçi ücretleri çöktü. İş sözleşmesi olmayanların ücretleri 2016'dan bu yana neredeyse yarı yarıya düştü.  Asıl mücadele şimdi sokaklarda ve işyerlerinde yaşanacak. Enflasyonun bu yılın sonuna kadar yüzde 210'a ulaşacağı tahmin ediliyor. Ülkenin, Arjantinlilerin "el hiper" dediği, 1980'lerin sonunda ülkeyi kasıp kavuran hiperenflasyona sürüklenmesi de mümkün. Bu süreçte işçilerin ve yoksulların mücadelesi çok önemli olacak. Nitekim, Milei’nin şu anda iddia ettiği kadar güçlü olmadığını gösterecek olan da onlardır.

Greta Thunberg: İşgal altındaki topraklarda iklim adaleti yok!

İklim aktivisti Greta Thunberg’in geçtiğimiz pazar günü Amsterdam’da düzenlenen bir iklim mitinginde Filistin yanlısı açıklamalarda bulunmasının yankıları sürüyor. Alman basını tarafından “istenmeyen kişi” ilan edilen Thunberg’e destek büyüyor İklim aktivisti Greta Thunberg'in, Amsterdam’da düzenlenen bir iklim protestosunda İsrail'in Gazze’ye yönelik saldırılarının ardından Filistin'e destek vermesi, yoğun tepkilere neden oldu. Thunberg, İsrail'in devam eden bombardımanlarının en az yarısı çocuk olmak üzere 10 binden fazla ölüme neden olduğu Gazze'de ateşkes çağrısında bulunmuştu. Eyleme Filistin puşisi takarak katılan ve  “İklim Adaleti” yazan bir pankart ve “Sömürgeciliğe son, özgür Filistin” yazılı bir Filistin bayrağının altında yürüyen Thunberg, "İklim adaleti hareketi olarak ezilenlerin, özgürlük ve adalet için mücadele edenlerin sesine kulak vermek zorundayız" demişti.  “Antikapitalist” sloganının atıldığı protestoda katılımcılar ateşkes çağrısında bulunurken, Thunberg’le birlikte kürsüye Hollandalı Barış Örgütü PAX’ın 2023 Barış Güvercini ödülünün sahibi Sahar Şirzad da çağrılmıştı. Bu esnada podyuma çıkan bir erkek Thunberg'in sözünü keserek mikrofonunu almaya çalışmış ve iklim protestosu için geldiğini, diğer görüşleri için gelmediğini söylemişti. Thunberg’in Filistin’e destek vererek İsrail’in katliam politikalarına karşı çıkması, Alman medyası tarafından yoğun bir şekilde eleştirildi. Aralarında Tageszeitung’un (taz) da bulunduğu bazı gazeteler Thunberg'in fotoğrafını "İstenmeyen kişi mi?" başlığı altında yayımlayarak, Thunberg'in tutumunun iklim hareketine zarar verdiğini öne sürdü. Başka birçok gazete de Thunberg’in antisemitizmden malûl olduğunu ve bu durumun uluslararası iklim hareketi adına güvenilirliğini sorgulattığını yazdı. Yine birçok gazetede iklim hareketinin yeni bir ikona ihtiyaç duyduğu belirtildi. Der Spiegel ise “Greta Thunberg bir antisemit mi, yoksa sadece aptalın teki mi?” başlığını attı.  Yeşiller Partisi Eş Başkanı Ricarda Lang, Thunberg'in sözlerini "kesinlikle uygunsuz" olarak nitelendirirken, Alman-İsrail Derneği (DIG) Başkanı Volker Beck, Amsterdam'daki iklim gösterisinde sarf ettiği sözlerini Thunberg'in "iklim aktivisti olarak sonu" diyerek değerlendirdi. Almanya Yahudiler Merkez Konseyi Başkanı Josef Schuster, Thunberg'in açıklamalarını antisemitizme yakın olmakla eleştirdi. Welt-TV'ye konuşan Schuster, Fridays for Future (Gelecek İçin Cumalar) hareketine İsrail karşıtı tutumlarla arasına daha net bir mesafe koyması çağrısında bulundu. Federal Hükümet Anti-Semitizm Komiseri Felix Klein ise Thunberg'in açıklamalarını İsrail ve Yahudi karşıtı olarak nitelendirdi. Klein, Greta Thunberg'in yaptığı açıklamalarla kendisini tasfiye ettiğini ve bunun Fridays for Future'ın Almanya temsilciliği için de bazı sonuçlar doğuracağını belirtti. Klein’ın aba altından sopa göstermesinden sonra Fridays for Future Almanya temsilciliği, Thunberg ile aralarına mesafe koyduklarını duyurdu. Yapılan açıklamada “Fridays for Future Almanya olarak net bir kararımız var: Hareket olarak antisemitizmin her türüne net bir şekilde karşıyız. Bu konuda taviz vermeyeceğiz. Burada ve her yerde Yahudi yaşamının korunmasını savunuyoruz. Uluslararası ağ ile olan süreçleri askıya almamızın bir diğer nedeni de budur. Greta Thunberg duruşuyla pek çok insanı rencide ediyor. Bizim için belirleyici olan, onun Fridays for Future Germany'yi temsil etmemesi, bizim kendimizi temsil etmemizdir.” denildi. Geçtiğimiz Çarşamba günü (15.11) Londra’da daha önce hakkında kamu düzenini bozmak nedeniyle açılan bir davada ifade veren Thunberg, boynunda Filistin puşisiyle geldiği mahkemede suçsuz olduğunu söyledi. Bu arada Die Linke'nin (Sol Parti) önde gelen üyeleri Thunberg’e desteğini ilan etti. Partinin eski başkanlarından Bernd Riexinger Der Spiegel'e verdiği demeçte Thunberg’e yapılan eleştirilerin çok sert olduğunu, İsrail'i Gazze'deki sivil halka yönelik muamelesi nedeniyle eleştirmekte haklı olduğunu, Gazze Şeridi'nde insani bir felakete tanık olunduğunu söyledi.  Bu esnada İsrail’in Gazze’de yaptığı katliam hız kesmeden devam ediyor. 7 Ekim’den bu yana İsrail saldırılarında Gazze Şeridi’nde 4 bin 710’u çocuk ve 3 bin 160’ı kadın olmak üzere 11 bin 500 kişi öldürüldü. İsrail ordusu, Gazze'de on binlerce yaralı ile sivilin sığındığı onlarca hastaneyi zorla tahliye ettirmek için yerleşkelerini ya da ana binalarını vurdu. İşgal sırasında bazı hastaneleri bastı. Saldırılarda yüzlerce kişi öldü ve yaralandı. Son olarak binlerce insanın sığındığı bir okulu vurdu.

Anne Boyer: Artık savaş çığırtkanı yalanlar yok

Pulitzer ödüllü şair Anne Boyer, NYT Magazine Şiir Editörlüğü'nden istifa etti: "İsrail'in Gazze halkına yönelik ABD destekli savaşı kimsenin yararına değil." Anne Boyer'in istifa mektubu şöyle: "New York Times Magazine'in şiir editörlüğünden istifa ettim.  İsrail devletinin Gazze halkına karşı yürüttüğü ABD destekli savaş herkes için bir savaş değildir. Ne İsrail'in ne ABD'nin ne de Avrupa'nın ve özellikle de onlar adına savaştıklarını iddia edenler tarafından iftiraya uğrayan pek çok Yahudi'nin güvenliği söz konusu değildir. Tek kârı petrol çıkarları ve silah üreticilerinin ölümcül kârıdır. Dünya, gelecek, kalplerimiz, her şey bu savaş yüzünden küçülüyor ve zorlaşıyor. Bu savaş sadece füzeler ve toprak işgallerinden ibaret değil. On yıllardır süren işgal, zorla yerinden edilme, mahrum bırakılma, gözetim, kuşatma, hapis ve işkenceye direnen Filistin halkına karşı devam eden bir savaş. Mevcut durumumuz kendini ifade etmek olduğu için, bazen sanatçılar için en etkili protesto biçimi bunu reddetmektir. Bizi bu mantıksız acıya alıştırmak isteyenlerin 'makul' tonları arasında şiir hakkında yazamıyorum. Artık korkunç örtmeceler yok. Artık sözlü olarak sterilize edilmiş cehennem manzaraları yok. Artık savaş kışkırtıcısı yalanlar yok. Eğer bu istifa haberlerde şiir büyüklüğünde bir boşluk bırakıyorsa, o zaman şimdiki zamanın gerçek şekli budur."

Geri 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 İleri

Bültene kayıt ol