Devrimci Sosyalist İşçi Partisi'nin (DSİP) bir parçası olduğu Uluslararası Sosyalistlerin İsrail devleti ve Filistin direniş örgütleri arasındaki savaşa dair değerlendirmesi:
1. Hamas ve diğer direniş örgütlerinin 7 Ekim'de başlattığı saldırılar, Filistin sorunu çözülmeden Ortadoğu'da barışın olamayacağına dair bir uyarıydı. Ancak İsrail Devleti'nin ve ABD'nin başını çektiği Batılı müttefiklerinin tepkisi, yeni bir emperyalist savaş başlatma yönündedir. İsrail Savunma Kuvvetleri'nin (IDF) Gazze'ye yönelik saldırısı şimdiden, binlerce sivilin ölümüne, büyük bir yıkıma ve sıradan insanların hayatlarının parçalanmasına neden oldu.
2. Liberal ve reformist soldaki pek çok kişi, Hamas'ı kınama ve İsrail'in meşru müdafaa hakkını teyit etme konusunda hızla kendi hükümetlerinin peşinden gitti. Medyadaki vahşet hikayeleri seli, 7 Ekim'de gerçekte ne olduğunu gölgeledi. Ama zalim ile mazlum çatıştığında tarafsızlık ve eşdeğerlik olamaz. Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkını ve İsrail yerleşimci sömürge devletine karşı silahlı mücadele hakkını destekliyoruz.
3. Binyamin Netanyahu'nun yozlaşmış aşırı sağ hükümeti, Biden yönetiminin desteğiyle, 2020'de Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn ile imzalanan 'İbrahimi anlaşmaları'nın ardından Suudi Arabistan ile ilişkileri 'normalleştirmeye' çalışıyordu. Siyonist yerleşimciler ve IDF, Batı Şeria ve Doğu Kudüs'teki Filistinlileri mülksüzleştirmeye ve sınır dışı etmeye devam ederken, Netanyahu Hamas'ı Filistin Yönetimi'ne karşı kışkırtarak Filistinlileri ayırmaya çalıştı.
4. 7 Ekim saldırıları Filistinlilerin göz ardı edilemeyeceğini veya ötekileştirilemeyeceğini acımasızca gösterdi. Ayrıca saldırıları öngöremeyen ve saldırıları engellemekte yavaş kalan İsrail askeri ve güvenlik yapısını da küçük düşürdüler. İsrail'in ırkçı yöneticileri açısından bu yenilginin muhteşem bir intikamla cezalandırılması gerekiyor.
5. Netanyahu döneminde etkisi büyük ölçüde artan İsrailli aşırı sağ, yeni savaşı, Filistinlilerin İşgal Altındaki Topraklardan kitlesel olarak sınır dışı edilmesi anlamına gelen 'transfer' hayallerini gerçekleştirmek için bir fırsat olarak görüyor. IDF'nin Gazze'deki Filistinlilerin güneye, Mısır sınırına doğru ilerlemesi yönündeki emirleri, ABD'nin Mısır hükümetine sınırı açması için baskı yapmasıyla birlikte, bu hedefi gerçekleştirmeye yönelik ilk adım olarak görülüyor. Bu arada yerleşimciler, Bedevi çobanların Batı Şeria'dan sürülmesi yönünde adım attı. Ortadoğu hükümetleri, ikinci bir Nakba'nın bölgede genel bir savaş anlamına geleceği konusunda hem İsrail'i hem de Batılı güçleri uyarmalı.
6. ABD, Avrupa Birliği ve önde gelen Batı Avrupa devletleri İsrail'i sadece sözle değil aynı zamanda askeri destekle de desteklemek için koştular; ABD örneğinde iki uçak gemisi grubu, 2000 Deniz Piyadesi ve hava savunma sistemleri. Biden yönetimi, Hamas ile Putin'i zorlama bir yorumla, 'demokrasinin' düşmanları olarak ilişkilendirmeye çalıştı. Dünyanın geri kalanı için bu adeta, ABD ve NATO'nun ikiyüzlülüğünün altını çizdi. Rusya ile bir vekalet savaşı yürütürlerken, Ukraynalıların meşru müdafaa hakkını destekleyerek ve Moskova'nın işgalini ve sivillere ve altyapıya yönelik saldırılarını kınarken, Filistinliler için aynı hakkı yok sayıyor ve İsrail'in zulmünü görmezden geliyorlar.
7. Aslında İsrail ve onun Batılı emperyalist destekçileri savunmasız bir konumdalar. İran ve Lübnan'daki Hizbullah savaşa katılırsa, IDF kendisini baskı altında hissedecektir. ABD, bölgedeki kendi birliklerini ve üslerini korumanın telaşında; ancak, örneğin Suriye ve Yemen'deki hedeflere yaptığı saldırılar, kaçınmaya çalıştığı daha geniş bir savaşın gerçekleşmesini hızlandırabilir. Washington aynı zamanda Orta Doğu'da ekonomik ve siyasi etkisi hızla büyüyen Çin ile ilişkileri de yönetmeye çalışıyor. Bölgedeki askeri gerilimin tırmanması, dünya ölçeğinde büyüyen emperyalistler arası rekabeti daha da şiddetlendirebilir. Gazze'deki sivillerin acılarını hafifletmek için ABD ve diğer birçok hükümetin İsrail üzerinde "insani" önlemler alması yönünde artan baskının nedeni budur.
8. Gazze kuşatması, Filistin'le dünya çapında büyük bir dayanışma hareketini tetikledi. Bu durum, son yıllarda yoğunlaşan, anti-Siyonizm'i antisemitizm olarak damgalayan resmi kampanyalara ve özellikle Avrupa'da Filistin'le dayanışmayı suç sayma çabalarına rağmen gelişti. Bazı ülkelerde Filistin'le dayanışma hareketinin tırmanmasına ve giderek büyümesine yeni bir baskı ve Müslüman karşıtı ırkçılık dalgası eşlik ediyor. Avrupa'nın birçok ülkesinde gösteri yapma hakkından mahrum bırakılan ve antisemitizmle suçlanan Filistinli ve Arap nüfusa yönelik gösteri yasaklarına ve ırkçı saldırılara karşı çıkıyoruz. Protestoculara, İsrail'in kendi adlarına konuşmasına izin vermeyi reddeden dünya çapında sayıları giderek artan Yahudiler de dahildir. Biz, Uluslararası Sosyalizm Akımı olarak kitlesel gösterilerin inşasında aktif olarak yer aldık ve buna devam edeceğimize söz veriyoruz. Sosyalistlerin hareketin merkezinde olması gerekiyor çünkü hareket farklı ülkelerde niteliksel olarak devrimci solu güçlendirecek gerçek bir potansiyel barındırıyor.
9. Mevcut Filistin dayanışma hareketi, yüzsüzce Siyonizm'in yanında yer alan egemen sınıflarımıza karşı derin öfkeyi dile getiren popüler enternasyonalizmin etkileyici bir yükselişini temsil ediyor. Hükümetlerimize baskı yapmak çok önemli. Odak noktası ülkeden ülkeye değişecek, ancak İsrail büyükelçisinin sınır dışı edilmesi gibi talepler Batılı hükümetleri değişime zorlamanın somut bir yöntemini sağlayabilir.
10. Dayanışmanın sadece sokaklarda ifade edilmesi gerekmiyor. Kitlesel gösteriler, doğrudan ve toplumsal eylemle ve örgütlü işçi sınıfı gücünün savunulmasıyla güçlendirilmelidir. Boykot, Tecrit ve Yaptırımlar hareketi (BDS) son yıllarda artan bir ölçüde devletin saldırısına maruz kaldı. Bunu inşa etme çabalarının yoğunlaştırılması gerekiyor. Filistin ile sendikalar nezdinde dayanışma özellikle önemli. 2021'deki Birlik İntifadası sırasında İtalya'dan Güney Afrika'ya ve ABD'ye kadar dünyanın dört bir yanındaki liman işçileri İsrail'e silah tedarikini engelledi. Bu örneği temel almamız gerekiyor. Filistin'in özgürlüğüne yönelik destek üniversitelerde yeniden ortaya çıktı ve BDS'yi destekleyen militan eylemler, güçlü bir radikal öğrenci hareketinin yeniden inşasına yardımcı olabilir. Aktivistler ayrıca kendi yerel bölgelerinde, örneğin İsrail mallarının süpermarketlerden kaldırılması çağrısında bulunarak BDS'yi büyütebilirler.
11. Siyonist yerleşimci sömürge devleti İsrail var olduğu sürece Filistin sorununun çözümü olamaz. Yapısal olarak Filistinlilerin mülksüzleştirilmesine ve baskı altına alınmasına dayanıyor. Onlarla barış içinde bir arada yaşayamaz; ya Filistinlilere karşı sürekli savaşmalı ya da aşırı sağın talep ettiği gibi onları yok etmeli ya da sınır dışı etmelidir. 7 Ekim saldırıları, Siyonizmin tarihi hedefi olan bu devletin, kendi Yahudi vatandaşlarının güvenliğini bile garanti edemediğini gösterdi. İsrail topraklarında ve İşgal Altındaki Topraklarda, Arapların ve Yahudilerin, Müslümanların ve Hıristiyanların eşit haklarla barış içinde bir arada yaşayabileceği laik demokratik bir devlet şeklindeki, Filistin ulusal hareketinin orijinal vizyonunu destekliyoruz. Filistin'de, başarısız iki devletçiliği ve Filistin Yönetimi'nin yozlaşmış ihanetini reddeden ve önceki intifadaların kitlesel direnişini yeniden inşa etmeye çalışan yeni nesil radikal militanların ortaya çıkmasını çok önemli olarak görüyoruz.
12. Filistin direnişi bu devletin başarıya ulaşmasının vazgeçilmez şartıdır. Ancak Batı emperyalizminin bekçi köpeği İsrail'i yenmek için tüm Arap dünyasının gücünün seferber edilmesi gerekiyor. Yozlaşmış, baskıcı ve emperyalizme sıkı sıkıya bağlı olan mevcut Arap rejimleri, bu mücadeleyi yürütmekten aciz olduklarını uzun zamandır kanıtladılar. İşçilerin ve köylülerin bu rejimleri devirdiği Arap coğrafyasındaki sosyalist devrim, İsrail'e karşı zaferin koşullarını tamamlayacaktı. 2011'de ve daha yakın zamanda Cezayir ve Sudan'da yaşanan ayaklanmalar bize Orta Doğu ve Kuzey Afrika bölgesindeki devrim potansiyeline dair bir fikir verdi. İsrail'in Filistinlilere karşı yürüttüğü vahşi intikam savaşının Batı emperyalizmi için yarattığı tehlikelerden önemli biri de, Arap kitlelerini yeniden sokaklara çekmesidir. Akımımızın kurucusu Tony Cliff'in de söylediği gibi, Kudüs'e giden yol Kahire'den geçiyor.
Uluslararası Sosyalist Akım Koordinasyonu
İsrail devleti ve Filistin direnişine ilişkin temel argümanlar...
1. İsrail emperyalizmden oluşmuştur
Britanya, İmparatorluğunun çıkarları doğrultusunda İsrail'in yaratılmasında çok önemli bir rol oynadı. 1917'de Muhafazakar Parti dışişleri bakanı Arthur Balfour , Filistin'de "Yahudi halkı için bir ulusal yurt" tanıma sözü verdi. Güçlü Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünden ve Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Filistin'i sömürgeleştirmek Britanya'nın, nüfuzunu yeniden şekillendirme projesinin bir parçasıydı.
Kudüs'ün ilk İngiliz askeri valisi Sir Ronald Storrs, Siyonist devletin "potansiyel olarak düşman bir Arap denizinde küçük bir sadık Yahudi Ulster (Kuzey İrlanda'ya atıfla, sömürgecinin uç karakolu)" olacağını söyledi.
Bu siyasi amaçlar aynı zamanda 19. yüzyılın sonlarında ortaya çıkmaya başlayan Siyonist hareketin planlarının da gerçekleşmesine hizmet ediyordu.
Siyonistler, Yahudi halkının Avrupalı egemen sınıfların şiddetinden kurtulup, güvende olmasının ancak, Yahudilere özel bir devlette mümkün olacağını savundu. Tarihi ve dini kökleriyle Filistin sadece önerilerden biriydi.
Yeni bir devlet için diğer olası yerler arasında Arjantin, Uganda ya da Azerbaycan'daki bölgeler ve ABD'deki "boş" araziler yer alıyordu.
Pek çok Yahudinin reddettiği Siyonizm hiçbir zaman Yahudilere sığınma arayışı içinde olmadı. Yahudilerin çoğunlukta olduğu bir devlet yaratmak her zaman bir sömürge projesi olmuştur ve bu da ancak diğer halkların topraklarından sürülmesiyle mümkün olabilir.
Balfour Anlaşması İngiliz Siyonist yöneticilere bu sömürge planlarını uygulama olanağı tanıdı. Bu sömürgeleştirmenin mimarlarından biri de Filistin'deki ilk İngiliz yüksek komiseri Herbert Samuel'di.
1920'den itibaren Filistin'in komiseri olarak Siyonist yerleşimcilerin Filistinlilerin topraklarına el koymasına izin veren bir dizi yasayı kabul etti.
1919'dan 1923'e kadar Yahudi yerleşimcilerin sayısı iki katına çıktı. İngiliz sömürgeciler, Yahudi işadamlarına ve çiftçilere uzun vadeli cömert krediler sunmak için Ticaret ve Sanayi Bakanlığı'nı kurdular.
2. Siyonizm etnik temizlik anlamına geliyordu
Yeni Siyonist devlet, Filistin topraklarını ele geçirmek ve Yahudi çoğunluğunu sağlamak için sistematik bir plan geliştirdi.
Felaket anlamına gelen Nakba sırasında en az 850.000 Filistinli evlerinden zorla çıkarıldı . Köy ve kasabalarının yarısı “sadece moloz ve taş bırakarak yok edildi”.
İsrail yanlıları hâlâ böyle bir planın olmadığını söylüyor. Filistinlilerin komşu Arap ülkeleriyle olan savaş nedeniyle kaçtıklarını iddia ediyorlar.
Ancak Dalet Planı, Filistinlileri temizlemeye yönelik onaylanmış bir askeri operasyondu. Kullandığı teknikler açıktı: “Köyleri yok ederek (ateşe vererek, havaya uçurarak ve molozlarına mayın yerleştirerek).
"Direniş halinde silahlı kuvvetler yok edilmeli ve halk devlet sınırları dışına sürülmeli."
Yerleşimciler, insanlara canlarını kurtarmak için kaçmalarını söyleyen hoparlörlü kamyonetleri sürerken, köylere petrol varil bombaları attılar. Bu teknikler İsrail'in resmi kuruluşuna giden aylarda ve sonrasında geliştirildi.
Siyonist ordu Haganah vahşet ve katliamlar gerçekleştirdi. Hem Yahudilerin hem de Arapların yaşadığı Hayfa şehrinde Haganah, Arap bölgelerini yoğun bombardıman ve keskin nişancı ateşiyle kuşattı.
Daha sonra İsrail ordusunun genelkurmay başkanı olacak olan tugay komutanı Mordechai Maklef basit emirler verdi. “Karşılaştığınız Arapları öldürün. Tüm yanıcı nesneleri ateşe verin ve kapıları patlayıcılarla zorla açın.
İsrail'in o zamanki başbakanı David Ben-Gurion, 14 Mayıs 1948'de İsrail'in kuruluş bildirgesini imzaladı. BM, Filistin'in yüzde 55'inin Siyonist yerleşimcilere verileceğini belirterek bildirgeyi onayladı.
1948'den önce Filistin'de yalnızca 600.000 Yahudi yerleşimci yaşıyordu. Bu sayı Nakba'yı takip eden üç yılda neredeyse iki katına çıktı. İsrail'i 1948'de devlet olarak tanıyan ilk ülke, İsrail'in en büyük emperyalist müttefiki ABD'ydi.
3. Filistin direnişi nasıl oluştu?
1950'lerde, ulusal kurtuluş hareketinin yavaş yavaş inşa edilme süreci, bölgeye dağılmış mülteci kamplarında hız kazandı.
Filistinli mülteciler BM kuruluşlarından yetersiz destek aldılar ancak ev sahibi ülkeler tarafından siyasi haklardan mahrum bırakıldılar. Zengin veya orta sınıf Filistinliler, kamu hizmetlerinde ve medyada kilit rol oynadıkları Körfez'e yöneldiler.
Yeni bir Filistin hareketi işte bu çevrelerin arasında doğdu. El Fetih 1959'da kuruldu. Kurucuları arasında Yaser Arafat ve Mahmud Abbas da vardı. Abbas, Filistin devletinin şu anki başkanıdır.
El Fetih'in temel ilkelerinden biri “müdahale etmeme” idi; Filistinliler, yaşadıkları Arap ülkelerindeki mücadelelerde taraf olmamalıydı. Bu, son derece sorunlu da olsa, Filistinlilerin diğer anti-emperyalist grupların gerilla taktiklerinden esinlenerek İsrail devletine karşı silahlı direnişe odaklandığı anlamına geliyordu.
1967'deki Altı Gün Savaşı İsrail'in, aralarında Mısır, Suriye ve Ürdün'ün de bulunduğu Arap devletlerinden oluşan bir koalisyonu yok etmesine tanık oldu. Savaşın sonunda İsrail Gazze, Batı Şeria, Golan Tepeleri ve Sina Yarımadası'nın kontrolünü ele geçirdi. İsrail birlikleri, çoğu sürgün olan direniş savaşçılarını yendi ve esir aldı.
Ancak 1968'de Ürdün'ün Karameh şehrinde El Fetih savaşçıları karşısında utanç verici bir yenilgiye uğradı. El Fetih, 1964'te Arap rejimleri tarafından Filistin halkının resmi temsilcisi olarak kurulan Filistin Kurtuluş Örgütü'ne (FKÖ) hakim olmaya başladı.
El Fetih kontrolündeki FKÖ, Filistin'in tamamının özgürleştirilmesinin mümkün olduğu fikrinden uzaklaştı. İsrail'in yanında mini bir Filistin devletinin yeterli olacağı düşüncesine taviz vererek sahte barış görüşmelerine sürüklendi.
FKÖ'nün liderleri, kendi sınıf konumları nedeniyle, Arap liderlerin yakından desteklediği Filistin egemen sınıfının bir parçası olabileceklerini hayal ettiler.
4. İlk İntifada her şeyi değiştirdi
1950'lerden 1980'lere kadar siyasi ve askeri yönetim İşgal Altındaki Topraklar'da değil, sürgündeki Filistin liderliğindeydi.
1987'de işgal altındaki yaşamın sefaletinden duyulan hayal kırıklığı bir ayaklanmayla ya da İntifada'yla patladı. Bu durum hem İsraillileri, hem ABD'yi, hem de FKÖ liderliğini şaşırttı.
Birinci İntifada İsrail işgalinin vahşetini dünyaya gösterdi. İsrail güçlerinin Aralık ayında Jabalia mülteci kampında kamyonlarını bir dizi arabaya çarparak dört Filistinliyi öldürmesinin ardından protestolar alevlenmişti.
10.000 kişinin katıldığı cenazelerinden yalnızca bir gün sonra İsrail askerleri protestoculardan oluşan kalabalığa ateş açtı. 17 yaşındaki Hatem Ebu Sisi'yi öldürdüler.
İşgal altındaki topraklarda Filistinliler ayaklandı ve protestoları, ayaklanmaları, grevleri harekete geçirdi ve sağlık ve eğitim sağlamak için yerel komite ağları oluşturdu.
21 Aralık'tan itibaren Filistinli işçiler esas olarak meyve ve konaklama endüstrilerinde greve çıktı. Birinci İntifada sırasında ortaya çıkan Filistinlilerin hiddetini İsrail devletinin kontrol altına alması beş yıldan uzun bir süre imkansız oldu.
Birinci İntifada, 1990'ların başında İsrail devleti ile barış görüşmeleri sözü verilmesiyle sona erdi. FKÖ, özgürlüğe giden yolu hiçbir zaman sıradan insanların isyanlarından geçtiğini görmemişti ve bu görüşmelerin bir parçası olmaktan mutluluk duyuyordu.
5. Barış süreci Filistin için emperyalist bir tuzaktı
Batı'nın aracılık ettiği sözde "barış anlaşmaları" her zaman bir yalandan ibaret olmuştur. Bunlardan biri 1993 yılında imzalanan Oslo Anlaşmalarıydı .
Bunun asıl amacı, Filistin'e İsrail'in yanında var olabilecek bir devlet verilmesi bahanesiyle İsrail'in toprak üzerindeki hakimiyetini güvenceye almaktı.
Anlaşma, İntifada aracılığıyla halk mücadelesinin kazandığı fırsatları israf eden FKÖ liderleri tarafından kabul edildi. Ancak Filistinli akademisyen Edward Said, Anlaşmaları "Filistinlilerin teslimiyetinin bir aracı" olarak nitelendirdi.
FKÖ yetkilileri Batı Şeria ve Gazze Şeridi'nde Filistinlilerin küçük bir alandaki özyönetimine ilişkin zayıf vaatlerden memnundu. Bunlar beş yıl boyunca uygulanacaktı.
Bu arada Filistin'in geri kalanı İsrail egemenliği altında tutulacaktı. El Fetih'in hakimiyetindeki yeni kurulan Filistin Yönetimi'ne (PA), işgal altındaki Batı Şeria'nın yüzde 18'i verildi. Yaklaşık yüzde 22'sinin İsrailliler ve Filistinliler tarafından birlikte yönetileceği iddia ediliyordu.
İthalat ve ihracatın kontrolü de dahil olmak üzere geri kalan kısım (yüzde 66) İsraillilere bırakılacaktı. Oslo Anlaşmaları Filistin'in İsrail olmadan ayakta kalmasını daha da imkansız hale getirdi.
Sınırların kapatılması Filistin ekonomisini boğdu. Anlaşmalardan önce Batı Şeria ve Gazze Şeridi'ndeki Filistinlilerin üçte biri İsrail'de çalışıyordu. 1996'da bu oran yüzde 15'e düşerken, İsrail'de çalışmadaktan elde edilen kazanç Filistin'in GSYİH'sının yüzde 25'inden yüzde 6'sına düştü.
Bugün Filistin Yönetimi bir miktar güç sahibi görünebilir. 132 temsilciden oluşan seçilmiş bir organı vardır. Hatta Oslo Anlaşması'nın bir şartı olarak kendi polis teşkilatına da sahip.
Ama İsrail hala Filistin'e tahsis edilen bölgelerde istediğini yapıyor. Bir zamanlar İsrail'e karşı silahlı direniş göstermeyi hayal edenlerin kontrolündeki Filistin Yönetimi, sömürgeciliği sürdürmeye yönelik bir mekanizmadır.
Hamas çok geçmeden Filistin halkının hayal kırıklığını temsil eden ve Filistin Yönetimi'nden daha radikal ve askeri bir alternatif sunan parti haline geldi. Hamas, İkinci İntifada'nın merkezindeydi.
Bu durum, 2000 yılında İsrail Başbakanı Ehud Barak ile Filistin Yönetimi Başkanı Yaser Arafat arasında yapılan Camp David Zirvesi'nin hiçbir şey başaramamasının ardından alevlendi.
6. Yalnızca, Araplar ve Yahudiler için tek devlet bir çözüm sunuyor
Filistinliler 100 yılı aşkın süredir Siyonist yerleşimciler ve onların destekçileri tarafından uygulanan şiddete, vahşete ve ırkçı yasalara maruz kalıyor. İsrail daha fazla Filistin topraklarını ele geçirmeye devam ederken, verilen söz üstüne sözler tutulmadı.
Filistinliler hiçten daha kötü bir durumda bırakılmışken, İsrailli yerleşimciler cesaretlendi. Sözde iki devletli çözüm başarısız oldu. Başarısız olmaya devam edecek çünkü İsrail devleti hâlâ Yahudi çoğunluğu oluşturmaya ve tüm Filistinlileri yok etmeye kararlı.
İsrail hiçbir zaman Filistinlilere çaldığı topraklardan bir devleti isteyerek teslim etmeyecek veya milyonlarca Filistinli mültecinin geri dönmesine izin vermeyecektir.
Bugün İsrail devleti kendi tek devlet çözümünü güçlendirmeye devam ediyor. İsrail hükümetinin desteklediği İsrailli yerleşimciler, Filistinlilerin evlerine ve topraklarına el koyuyor.
Sosyalistler, Müslümanların, Yahudilerin, Hıristiyanların ve diğerlerinin bir arada yaşadığı laik ve demokratik bir devletin mümkün olduğunu savunmalıdır . Bu tür bir devlet Balfour'un anlaşmasından önce vardı, dolayısıyla yeniden olması mümkün.
Oslo Anlaşmaları yaşayabilir bir Filistin devleti yaratmış ve Batı Şeria ile Gazze'deki İsrail yerleşimlerini ortadan kaldırmış olsaydı bile, adalet hâlâ sağlanmayacaktı.
Böyle bir çözüm, İsrail'in varlığının dayandığı tarihi suçu görmezden gelecektir. Aynı zamanda ABD emperyalizmi tarafından silahlandırılan ve bölgedeki bekçisi olan ırkçı, sömürgeci bir devleti de yerinde bırakacaktır.
Ancak bunu kazanmak, Filistin ve Orta Doğu bölgesinde İsrail devletini ve onun emperyalist destekçilerini altüst edebilecek devrimci ayaklanmaları gerektiriyor.
Sophie Squire
(Socialist Worker'dan Ali Baydaş çevirdi)
Simon Assaf 2006 yılında Socialist Worker'ın Beyrut'taki muhabiriydi. İsrail saldırısını geri püskürtmek için kullanılan taktikleri hatırlatıyor ve zaferin anahtarının yine halk direnişi olduğunu söylüyor.
General Gadi Eizenkot, İsrail'in 2006'da Lübnan'a açtığı savaşın stratejisini ortaya koymuştu. General, "halka zarar vermeyi" İsrail'in savaşlarının ana ilkesi haline getirdi.
Planına, Beyrut'un Şii Müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu yoksul güney mahallelerine atfen "Dahiya Doktrini" adını verdi. Lübnanlı direniş örgütü Hizbullah burada kurulmuştu.
Doktrin basittir: İsrail askerleri çok az ya da hiç can kaybı yaşamadan mümkün olduğunca çok insanı öldürmek ve sakat bırakmak.
Eisenkot'a göre halk bir kez terörize edildiğinde, direnişi dizginleyici bir rol oynayacaktır. Dahiya mahallelerinin toplu bombardımanının benzer şekilde "İsrail yönünde ateş açılan her köyde gerçekleşeceğini" söyledi.
"Onlara karşı orantısız güç kullanacağız. Büyük hasar ve yıkıma neden olacağız. Bizim bakış açımıza göre bunlar [mahalleler ve köyler] askeri üslerdir. Bu bir öneri değil. Bu zaten onaylanmış bir plan."
İsrail'in 2006'da Lübnan'a açtığı savaş, generale doktrinini uygulama fırsatı verdi ve yıkım vahşice oldu.
İsrail askerleri sadece evleri vurmakla kalmadı, savaş alanından uzak bir tarım bölgesi olan Bekka Vadisi'ndeki bir süt işleme tesisini de hedef aldı. Köprüleri, Beyrut havaalanını ve diğer hayati altyapıları da.
İsrail helikopterleri, Beyrut açıklarındaki tarihi deniz fenerini ve ülkenin kuzeyindeki Hıristiyanların çoğunlukta olduğu Byblos kentindeki eski radyo antenini de vurdu.
Dahiya Doktrini kötü niyetli ve acımasızdı. Ancak tüm vahşetine rağmen başarısız oldu. Halkın gözünü korkutmak yerine, eşi benzeri görülmemiş bir kitle hareketi yardımına koştu.
İsrailliler Beyrut'un güneyini acımasızca bombaladı ama direnişte hiçbir azalma olmadı. Aksine, direnişin gücü ve popülaritesi arttı.
Şii mahalleleri boşaldı, sakinlerinin çoğu Hıristiyan mahallelerine ve köylerine sığındı. Direniş savaşçıları, derin tünellerde ve sığınaklarda saklanıyor, sonra İsrail kara birliklerini pusuya düşürmek için ortaya çıkıyordu.
Savaş ve Dahiya Doktrini İsrail'in önemli bir zayıflığını ortaya çıkardı: Kara savaşına girme konusundaki isteksizliği.
İsrail askerleri direnişle karşı karşıya geldiklerinde aşağılandılar. Örneğin, güney sınırındaki küçük bir köy olan Aita al-Shabb'ın dışındaki bir çatışmada, Hizbullah ve Komünist Parti partizanları da dahil olmak üzere direniş savaşçıları İsrail askerlerine ağır kayıplar verdirdi.
İsrailliler 2006'daki savaşın 1982'deki Lübnan işgalinin bir tekrarı olacağını umuyordu. Ardından, kitlesel bir bombardımanı İsrail birliklerini Beyrut'un sınırlarına getiren bir kara işgali izledi. Aylarca kuşatma altında kalan Filistinliler ve müttefikleri sonunda teslim oldu. Bu işgalin doruk noktası Sabra ve Şatilla mülteci kamplarındaki katliamlardı.
Bu katliamlar, silah bıraktıktan sonra bile asla merhamet görmeyecek olan bir halkın tamamen aşağılanmasına işaret ediyordu.
İsrailliler sonunda Beyrut'tan geri çekildi ve Güney Lübnan'da 20 yıl sürecek bir işgal düzeni kurdu.
Ancak bu işgal İsrail'in aşağılanmasıyla sona erdi. Hizbullah etrafında birleşen direniş, İsrail işgaline karşı düşük yoğunluklu ama etkili gerilla saldırıları düzenledi.
Ancak en sonunda kitlesel bir hareketle bunun bedeli ödetildi. İsrail'in kendi kontrol alanının hemen dışındaki bir köye saldırısı, Lübnanlı öğrencilerin hareketini tetikledi. Küçük protestolar daha sonra büyük gösterilere dönüştü.
İsrail ordusu kaçarken öğrenciler köyleri geri aldı. Bu geri çekilme, İsrail'in 1982 zaferini toza çevirdi.
Ve 2006'da İsrail Lübnan direnişini tekrar ezmeye çalıştığında, silahlı direniş ve halk isyanının benzer bir kombinasyonuyla karşılaştı. Silahlı direniş ile kitlesel hareketin bir araya gelmesi onlar için çok fazla olduğunu kanıtlandı.
---
'Tüm Orta Doğu'da yeni bir kitle hareketine ihtiyacımız var'
İsrail'in Lübnan'a açtığı savaş ile bugün Gazze'ye açtığı savaş arasında paralellikler olduğu kadar önemli bir fark da var.
Gazze'deki Filistinlilerin evlerinden kaçma seçeneği yok. Gazze'de sığınak yok. Okullar, camiler, hastaneler ve kiliseler İsrail için "meşru hedefler" olarak nitelendiriliyor.
Gazze'de Eisenkot'un "halka zarar verme" stratejisi tam olarak uygulanabilir. Filistinliler güneyde Mısır rejiminin Refah sınırı üzerindeki kontrolü ve kuzeyde İsrail'in ateş gücünün yoğunluğu nedeniyle kapana kısılmış durumda.
Buna rağmen İsrail devletinin sorunları devam ediyor. Gazze'ye yönelik planlanan kara harekâtı, Filistin'e yönelik etnik temizliğin bir başka aşamasını tamamlamayı amaçlıyor.
Ancak bu büyük bir kumar. Filistinli militanlar İsrail'in elindeki silahlardan yoksun, ancak mevzilenmiş durumdalar ve varoluşları için savaşıyor.
Bir başka sorun da Arap kitlelerinin tepkisi. 2006 yılında bölge genelinde kitlesel bir devrimci dalga fikri ütopik bulunarak reddedilmişti.
Ancak 2011 Arap Baharı bunu değiştirdi. Geçtiğimiz haftalarda Arap rejimlerinin bastırmak için çok uğraştığı Filistin yanlısı hareketler yeniden canlandı. Batı'nın önemli bir müttefiki olan Ürdün tarihindeki en büyük gösteriler yaşandı.
Mısır'da 2013'te Abdülfettah el Sisi'yi iktidara getiren darbeden bu yana ilk kez ciddi sokak hareketlerinin yaşandığı kitlesel protestolar patlak veriyor.
Bir diğer temel fark ise bu savaşın ABD emperyalizmi için bir dizi yenilginin arka planında gerçekleşiyor olması. Irak'ın gösterişli işgali ve Afganistan'da Talibanı tarafından aşağılanması, Batı'nın "Terörle Savaşı" ile alay edilmesine neden oldu.
Çin'in ABD'nin nüfuz alanlarına girmesi de bir başka zayıflık işaretidir. Örneğin, Joe Biden yönetimi kısa bir süre önce Suudi Arabistan ve İran arasında Çin'in aracılık ettiği bir barış anlaşması karşısında gafil avlandı.
Batı emperyalizmin etkisinin azaldığına dair başka işaretler de var. Gazze'ye bombalar yağarken Mısır ve Ürdün, ABD Başkanı'nın davetlerini geri çekerek Arap rejimleri arasındaki Batılı müttefik turunu kısa kesti.
Bu durum diktatörlerin ABD'nin gazabından çok sokaktan korktuklarını gösterdi. Lübnan'ın İsrail'in askeri gücünü köreltecek bir harekete ihtiyacı varsa, Filistinlilerin de tüm bölgede kitlesel bir harekete ihtiyacı var. Bu hareket ortaya çıkmaya başlıyor, ancak bu kez 2011 devrimlerinin derslerini de beraberinde taşıyor.
ABD, İsrail'e Irak'ta katliamlara öncülük eden askeri danışmanlar gönderiyor. Amaçları, Batı emperyalizminin şehir savaşı deneyimini ve muhaliflerin nasıl yok edileceğini aktarmak.
"Yardıma" öncülük eden subaylardan biri de Deniz Piyade Teğmen James Glynn. Kendisi Felluce kentindeki çatışmalarda üst düzey bir rol oynamıştı.
Kasım 2004'te ABD şehre büyük miktarlarda beyaz fosfor atarak Iraklı savaşçıları ve sivilleri korkunç yanıklarla öldürdü.
ABD hükümeti ilk başta savaş suçu işlediğine dair haberleri resmen reddetti. Ancak bir yıl sonra tartışmasız kanıtlar ortaya çıktı.
Felluce'de savaşmış eski ABD askeri bir belgeselde şöyle diyor: "Dikkatli olun emrini duydum çünkü Felluce'de beyaz fosfor kullanacaklardı. Fosfor cesetleri yakar, eti kemiğe kadar eritir. Kadınların ve çocukların yanmış bedenlerini gördüm. Yarıçapı 150 metre olan bir alan içindeki herkesin işi bitti."
Düzinelerce fotoğrafta, bazıları hala yataklarında olan Felluce sakinlerinin cesetleri görülüyordu. Kıyafetleri büyük ölçüde bozulmamıştı ama derileri beyaz fosfor mermileri tarafından eritilmiş ya da yakılmıştı.
Saldırı sırasında deniz piyadeleriyle birlikte görev yapan Kaliforniya'nın North County Times gazetesinin muhabiri de askerlerin binalara "shake'n'bake" olarak bilinen beyaz fosfor ve yüksek patlayıcı karışımıyla ateş açtığını bildirdi.
Ancak tüm öldürme ve acımasızlığına rağmen ABD güçleri büyük kayıplarla karşılaştı. İsrail, Gazze'ye tamamen girdiğinde benzer bir kaderle karşılaşmaktan korkuyor.
İkinci Felluce Savaşı, Vietnam Savaşı'ndan (1968) bu yana ABD'nin dahil olduğu en ağır şehir çatışmasıydı. ABD, ironi yapmadan, Glynn'i "Gazze'deki sivil kayıpların nasıl azaltılacağı konusunda İsrail'e danışmanlık yapması için" gönderdiğini söyledi.
Mısır'da mücadele eden Devrimci Sosyalistler, Sisi rejiminin 20 Ekim'de birçok şehirde yapılan Filistin'le dayanışma gösterilerine saldırısı ve tutuklamalar üzerine bir çağrı yaptı.
"Filistin dışında hiçbir tarafı desteklemiyoruz ve direniş dışında hiç kimseyi desteklemiyoruz. Filistin halkıyla dayanışma için komiteler ve dernekler kurulması çağrısında bulunuyoruz.
Binlerce Mısırlı bugün (20 Ekim) Gazze'ye ve Filistin halkına destek vermek için sokaklara döküldü. Sokaklarda yürüyerek Tahrir Meydanı'na doğru ilerlediler. Meydana ulaşmalarından kısa bir süre sonra El Sisi'nin güvenlik güçleri, kiraladıkları haydutlarla birlikte kalabalığı dağıtmaya başladı. Çatışmalar patlak verdi ve onlarca protestocu tutuklandı. Aynı senaryo ülkenin çeşitli vilayetlerindeki diğer gösterilerde de tekrarlandı.
Binlerce protestocu Filistin'e desteklerini göstermek ve direnişi desteklemek için sokaklara döküldü. Bu durum, baskı ve yoksullaştırma politikaları sayesinde popülaritesinin giderek azaldığının farkına varan El Sisi'nin istediği yetkiyle tam bir tezat oluşturuyor. Bugün ortaya çıkanlar sadece Gazze halkının Sina'ya değil, aynı zamanda El Sisi'nin Siyonist müttefiklerine, rejim ile Siyonist devlet arasındaki "sıcak barışı" bozmamaya hevesli bir danışman pozisyonundan seslenerek önerdiği gibi Negev'e taşınmasını da reddediyor.
Bugünkü sloganlarımız otoriter rejim için bir tokat niteliğindeydi ve direniş için daha fazla destek talep ediyordu. Protestocuların karşı karşıya kaldığı baskı, rejimin Filistin'le kendi kontrolüne boyun eğmeyen her türlü dayanışma biçimine karşı düşmanlığını kanıtlamaktan başka bir şey değildir. Rejim bu tür bir dayanışmayı reddetmekte ve Filistin Davası'ndan kendi çıkarları dışında bir şey istememektedir.
Bugünkü protestolar, El Sisi'nin engel olarak durduğu yolun sadece başlangıcıdır. Filistin'le dayanışmayı sürdürmek için Devrimci Sosyalistler, bugün sokağa çıkanlara, hükümetin baskıcı uygulamalarının ardından 20 Ekim'de başlattıklarımızın boşa gitmemesi için faaliyetler düzenlemeli ve koordine etmeliyiz. Filistin'le dayanışmak için üniversitelerde, okullarda ve mahallelerde komite ve dernek olarak hareket edebilecek gruplar oluşturma çağrısında bulunuyoruz."
Na'amod*'lu aktivistler, Hamas'ın İsrailli sivillere yönelik saldırısının sonrasında, acılarının daha fazla kan dökülmesini meşrulaştırmak için silah haline getirilmesini istemiyor.
Birleşik Krallık'taki Yahudiler olarak dehşet, korku ve öfke içinde yazıyoruz. Hamas'ın korkunç katliamında hayatlarını kaybeden İsrail'in Yahudi, Filistinli, Bedevi vatandaşlarının yanı sıra, göçmen işçiler ve İsrail'in misilleme, refleksif şiddetiyle katledilen Gazzelilerin yasını tutmak için bir anma töreni düzenlememizin üzerinden yalnızca bir hafta geçti.
Toplumumuzun tarihsel travmasının hayaletini gündeme getiren 7 Ekim olaylarının korkunç sembolizmine karşı kör değiliz. Ancak bu acının daha fazla kan dökülmesini meşrulaştırmak için silah haline getirilmesine izin vermeyi reddediyoruz. Gazze'de giderek kötüleşen durum bizim susmamızı engelliyor. Bu Perşembe gecesi, İsrail devletinin kitlesel imha, yıkım ve masum sivillerin ölümüyle sonuçlanan saldırısına ve hükümetimizin mutlak desteğine karşı Na'amod'un Yahudi liderliğindeki protestosuna katıldık. Okullar enkaz altında kaldığında ya da çaresizce temiz su kaynaklarına erişmeye çalışan çocuklar, İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF)'nin hava saldırılarında öldürüldüğünde, uluslararası hukukun desteklenmesine yönelik muğlak çağrılar boşa çıkıyor.
İsrail'in Gazze'ye yönelik 16 yıllık ablukasını yoğunlaştırarak "tam kuşatma"ya dönüştürmesi, sivillerin yaşamsal kaynaklara erişimini engellemesi toplu cezalandırma ve savaş suçu anlamına geliyor.
Aktif bir savaş bölgesinde 1 milyondan fazla insanı zorla yerinden etme girişimi, “hasta ve yaralılar için ölüm cezasıdır”. Bu insanlığa karşı suçtur. Geri dönüş garantisi olmayan Filistinliler haklı olarak bunu, 1948'den bu yana maruz kaldıkları etnik temizlik felaketi olan Nakba'nın bir parçası olarak görüyorlar. Bugünkü şiddeti, İsrail'in apartheid rejimi ve yasadışı işgali altında yıllarca süren sistematik baskı bağlamının dışında görmüyoruz. Medyanın gözleri Gazze'deyken, silahlı yerleşimciler işgal altındaki Batı Şeria'daki Filistinlilere yönelik yok edici şiddetlerini cezasız bir şekilde artırmaya devam ediyor.
Derin acılarına rağmen hükümetlerinin şiddeti acımasızca artırmasına karşı çıkma cesaretini ve empatisini bulan İsraillilerden ilham alıyoruz. Devlet, öncelikle İsrail'in Filistinli vatandaşlarını hedef alıyor ve kamu kurumlarında McCarthyci bir atmosfer yaratarak, savaşa yönelik her türlü eleştiriyi sert bir şekilde bastırıyor. İsrail'deki sağcı yasa koyucular, "İsrail askerlerinin ve sakinlerinin moralini zayıflatan" her türlü bilginin yayılmasına karşı baskıcı düzenlemeler hazırlamak için bu anı değerlendiriyor. Savaş karşıtı protestolar dağılırken, polis "kendisini Gazze ile özdeşleştiren" herkese, "Gazze otobüslerinde eşlik edilebileceği" tehdidinde bulundu. Muhalifler aynı zamanda, Yahudi üstünlüğü yanlısı siyasi liderlerin yükselişiyle cesaretlenen kanunsuz bir aşırı sağla da karşı karşıya. Bu hafta, sol görüşlü, ultra-ortodoks Yahudi gazeteci Israel Frey, sağcı eylemcilerin işaret fişeği atması, dairesine zorla girerek kendisinin ve ailesinin hayatını tehdit etmesi üzerine saklanmak zorunda kaldı.
İsrail, baskıcı bir siyasi projeyi hızlandırmak için olağanüstü hali kullanan ilk ülke değil. Şu anda çarpıcı olan şey, Batılı hükümetlerin kendi vatandaşlarının dayanışma ifadelerini bastırmak için gösterdiği çabadır.
Fransa'da mahkemelerde Filistin yanlısı gösterilere genel bir yasak getirilmesi için mücadele ediliyor; Almanya'da Filistin davasına verilen desteğin bastırılması mevcut krizin bile öncesine dayanıyor. Birleşik Krallık'ta, kamu kurumlarının İsrail'i, hatta İşgal Altındaki Toprakları boykot etmesinin yasaklanması, Filistinlilere yönelik muamelesi konusunda İsrail'e baskı uygulayacak demokratik süreçlerin alanını daha da daralttı.
Bu yurttaşlar, savaşın belirsizliği ve uluslararası liderlerin kaçamak sözleri arasında, işgalci bir gücün başındaki aşırı sağcı bir hükümetin, işgal altındaki bir nüfusu "bir defada ve sonsuza dek" boyun eğdirme projesini hızlandırdığını açıkça görebiliyorlar. İsrailli siyasetçilerin acımasız, öldürücü söylemleri, belirsizliğe yer bırakmamalıdır. Bu durum dünya çapında 800 akademisyenin İsrailli tarihçi Raz Segal'in tanık olduğumuz şeyin "bir soykırım vakası" olduğu yönündeki uyarısını tekrarlamasına yol açtı. Bu, rahatça kullandığımız bir söylem değil.
7 Ekim dehşetinin bize hatırlattığı gibi, kör ve misillemeci güç, İsraillilerin ve Filistinlilerin kolektif güvenliğini sağlamak için çok az şey yaptı. Pek çok İsrailli, cezalandırıcı askeri harekât hezeyanında Hamas tarafından rehin tutulanların ailelerini neredeyse tamamen terk eden bir hükümete olan güvenini kaybetti. Bunlar, İsrail'in güneyindeki aileleri akıl almaz şiddete maruz bırakan utanç verici öncelikleri olan yozlaşmış bir politikacı tarafından yönetiliyor.
Geçmişteki suçların talihsiz bir şekilde tekrarlanması yerine, derhal ateşkes, acil insani yardım ve Gazze ablukasının kaldırılmasına yönelik siyasi çözüm, Hamas tarafından rehin tutulan sivillerin serbest bırakılması için müzakereler ve yakalanan askerlerle, Filistinli mahkumlar için takas anlaşması yapılması yönünde çağrıda bulunuyoruz. Bu yalnızca ilk adım olabilir. Yalnızca İsrail-Filistin'deki herkes için tam hak ve eşitliğin sağlanması, bölge halkının şu anda yaşamakta olduğu yıkıcı yıkıma, korkuya ve acıya gerçek anlamda son verebilir.
20.10.2023
Lia Na’ama ten Brink, Jessica Clark / huckmag.com
* Na’amod ”İsrail işgaline ve apartheid'a verilen desteği sona erdirmeyi; topluluğumuzu tüm Filistinliler ve İsrailliler için özgürlük, eşitlik ve adalet mücadelesinde harekete geçirmeyi amaçlayan, Birleşik Krallık'ta bir Yahudi hareketi”
Hamas saldırısında hayatta kalan, sevdiklerini kaybeden İsrailliler savaşa karşı konuşuyor.
"Öldürülen bebekleri, daha fazla ölü bebekle iyileştiremezsiniz" - Gazze'de rehin tutulan bir barış aktivistinin oğlu.
Hamas'ın 7 Ekim'de güney İsrail'e sürpriz bir saldırı başlatmasının ardından Başbakan B. Netanyahu, Gazze'ye misilleme bombaları atarak "benzeri görülmemiş bir bedel" ödeyeceklerine söz verdi.
Ancak bunu takip eden yaklaşık iki hafta süren şiddet olaylarında, barışa yönelik en sesli çağrılardan bazıları ilk saldırıdan sağ kurtulanlardan, kurbanların ve rehinelerin aile üyelerinden geldi.
İsrail'de Hamas saldırısında öldürülenlerin sayısı 1.400'ün üzerine çıktı.
Bu arada İsrail'in hava saldırılarında Gazze'de en az 3 bin 785 kişi öldüğünü bölgenin sağlık bakanlığı Perşembe günü Reuters'e söyledi.
Kayıp barış aktivisti Vivian Silver'ın oğlu Yonatan Zeigen, 13 Ekim'de Channel 4 News'e "Öldürülen bebekleri, daha fazla ölü bebekle iyileştiremezsiniz" dedi. "Barışa ihtiyacımız var."
Time'ın haberine göre, İsrail-Filistinli Kadınlar Barış İstiyor grubunun kurucu üyelerinden biri olan Silver, Hamas savaşçıları topluluğa girdiğinde Kibbutz Be'eri'de evinde yalnızdı. Zeigen, dolapta saklanırken, mesajları durana kadar onunla mesajlaştı. Arkadaşları ve ailesi artık onun Gazze'de rehine olarak yaşadığına dair "korkunç bir umutla" yaşıyor.
Zeigen, Channel 4'e Silver'ın İsrail'in saldırıya vereceği tepkiden "utanacağını" söyledi. Bazı İsraillileri misillemeyi desteklemeye iten acıyı anladığını söyledi, "ancak güvenliğe sahip olmanın ve iyi hayatlar yaşamanın tek yolu barıştır" dedi. "İntikam, bir strateji değildir."
The Guardian'ın açıklamasına göre, birçok sol görüşlü İsrailli Gazze'ye yakın bölgelerde yaşadığı için Silver, 7 Ekim saldırısına yakalanan tek barış savunucusu değildi. Bunlardan biri, CNN'in haberine göre Kibbutz Holit'te bir dolaba sığınırken vurularak öldürülen barış aktivisti Hayim Katsman'dı. The Guardian'a göre Katsman, ‘Sessizliği Boz’ projesi kapsamında İsrail Savunma Kuvvetleri'ndeki (IDF) deneyimi hakkında ifade vermiş ve İsrail tarafından işgal edilen güney Hebron Tepeleri'nde Filistinli çiftçileri korumak için uğraşmıştı.
Kardeşi Noy Katsman, kardeşinin ölüm şeklinin, hayatını nasıl yaşadığını gölgelememesi için açık sözlü davrandı.
The Guardian'ın haberine göre Noy Katsman, kardeşinin cenazesinde "Ölümümüzü ve acımızı başka insanların, ailelerin ölümüne, acısına neden olmak için kullanmayın" dedi. "Kendisini katleden Hamaslıların karşısında bile masum insanların öldürülmesine ve şiddete karşı sesini yükselteceğinden hiç şüphem yok."
İsrail'in Filistin topraklarındaki işgaline katılmayı reddeden insanlara destek sunan bir dayanışma ağı (The Refuser Solidarity Network), İsrailli insan hakları gruplarının rehinelerin serbest bırakılması ve Gazze'de bombalamaya son verilmesi çağrısında bulunan bir kampanyasına sponsor oldu.
Bunun bir parçası olarak grup, eski adı Twitter olan sosyal medya sitesinde, "Savaşa Karşı Sesler" başlığı altında Noy Katsman ve Zeigen'in tanıklıklarını paylaşan bir hesap açtı.
Yayınlarında öne çıkan seslerden biri de ebeveynleri Hamas saldırısında öldürülen Maoz İnon.
BBC News'e verdiği bir röportajda "Annem ve babam için ağlamıyorum" dedi. "Bu savaşta hayatını kaybedecek olanlar için ağlıyorum."
İnon, izleyicileri, çatışmayı durdurmaları için iktidar konumundaki liderlere baskı yapmaya çağırdı.
"İşte bu yüzden bu çok zor dönemde bu röportaja katılıp dünyaya 'Savaşı durdurun. Lütfen savaşı durdurun' diye bağırmak benim için çok önemliydi."
Kibbutz Be'eri'ye yapılan saldırıdan sağ kurtulan akrabaları bulunan ve kızı 26 yıl önce Hamas'ın bombalı saldırısında öldürülen Rami Elhanan, bir videoda İsrail işgalinin "bu sonsuz şiddet döngüsünü yarattığını" söyledi.
"Bu toprakları bir eyalet olarak, iki eyalet olarak ya da 10 bin eyalet olarak paylaşmanın bir yolunu bulmalıyız. Aksi takdirde burayı çocuklarımız ve gelecek nesiller için iki büyük mezarlık olarak paylaşmak zorunda kalacağız."
Hamas saldırılarından sağ kurtulanlar da artan şiddete karşı seslerini yükseltiyor. Kibbutz Be'eri'den tahliye edilen 19 yaşındaki biri, Ölü Deniz kıyısındaki bir otelden bir video konuşması yaptı.
"Gazze'de Kibbutz Be'eri'den 4,5 kilometre uzakta bu olayın devam ettiği insanların olduğunu bilerek sabah nasıl kalkacağım?" diye sordu. "Benim için 12 saat sonra bitti çünkü tahliye edilecek bir yer vardı."
İntikam isteyenlerin utanması gerektiğini sözlerine ekledi.
"Benim açımdan, yaşadığım onca şeyden sonra, 'intikam' kelimesini her duyduğumda çok fazla enerji kaybediyorum" dedi. "İnsanların benim yaşadıklarımı yaşaması ve bu sonuçları çıkaracak kimsenin olmaması mümkün değil."
İsrail'in Demir Kubbe füze savunma sistemini veya IDF askerlerine yönelik artan korumayı "yara bandı" olarak nitelendirdi, siyasi bir çözüm çağrısında bulundu.
"Gazze ile Be'eri arasında sadece 4,5 kilometre uzaklıktan fırlatılan her füze, her iki yerde de zeminin aynı şekilde sarsılmasına neden oluyor" dedi.
Kudüs Postası’na (The Jerusalem Post) göre, ankete katılanların yüzde 86'sı Netanyahu'yu sorumlu tutarken, onun sözleri İsrail'de Hamas saldırısından nihai olarak sorumlu olanın Netanyahu olduğu yönünde yaygın olarak paylaşılan düşünceyi de yansıtıyordu.
"Netanyahu’nun egosu ve kişisel çıkarları uğruna kaç kişinin ölmesi gerekiyor?" diye sordu. Ancak Netanyahu'nun "çok daha derin bir sorunun" parçası olduğunu da belirtti.
İzleyicilere, "Kendinize kime oy verdiğinizi sorun" dedi. "Onlardan ne talep ettiğinizi kendinize sorun. Ne talep ettiğimi biliyorum. Adil bir barış talep ediyorum."
Olivia Rosane
19 Ekim 2023
(commondreams.org)
Yaptığı zulümlerden her zaman Filistinlileri sorumlu tutmaya çalışan İsrail, Gazze'deki hastanenin bombalanması konusunda en az güvenilir kaynaktır.
İsrail yalanlar üzerine kurulmuştur. Filistin topraklarının büyük ölçüde işgal edilmemiş olduğu yalanı. 1948'de Siyonist milisler tarafından gerçekleştirilen etnik temizlik sırasında 750,000 Filistinlinin evlerini ve köylerini Arap liderler tarafından kendilerine söylendiği için terk ettiği yalanı. İsrail'in tarihî Filistin topraklarının yüzde 78'ini ele geçirmesine neden olan 1948 savaşını başlatanların Arap orduları olduğu yalanı. İsrail'in 1967'de yok edilmekle karşı karşıya kaldığı ve Filistin'in geri kalan yüzde 22'sinin yanı sıra Mısır ve Suriye'ye ait toprakları da işgal etmek zorunda kaldığı yalanı.
İsrail yalanlarla ayakta durmaktadır. İsrail'in adil ve hakkaniyetli bir barış istediği ve bir Filistin devletini destekleyeceği yalanı. İsrail'in Orta Doğu'daki tek demokrasi olduğu yalanı. İsrail'in "barbarlık denizinde Batı medeniyetinin bir ileri karakolu" olduğu yalanı. İsrail'in hukukun üstünlüğüne ve insan haklarına saygı duyduğu yalanı.
İsrail'in Filistinlilere karşı giriştiği zulüm hareketleri her zaman yalanlarla konuk edilir. Onları duydum. Onları kaydettim. Gazetenin Orta Doğu Büro Şefi olduğum dönemde New York Times için yazdığım haberlerde bunları yayınladım.
Yedi yılı Orta Doğu'da olmak üzere yirmi yıl boyunca savaş haberleri yaptım. Patlayıcı cihazların boyutu ve ölümcüllüğü hakkında epeyce şey öğrendim. Hamas ya da Filistin İslami Cihad'ın (FİJ) cephaneliğinde, Gazze'deki El Ahli Arap Hıristiyan hastanesinde tahminen 500 sivili öldüren füzenin muazzam patlayıcı gücünü taklit edebilecek hiçbir şey yok. Hiçbir şey. Hamas’ın ya da Filistin İslami Cihad'ın elinde bu tür füzeler olsaydı, İsrail'deki devasa binalar, içlerinde yüzlerce ölü ile enkaza dönerdi. Ama yok.
Patlamadan birkaç saniye önce videoda duyulan ıslık sesi, füzenin yüksek hızından kaynaklanıyor gibi görünüyor. Bu ses onu ele veriyor. Hiçbir Filistin roketi bu sesi çıkarmaz. Bir de füzenin hızı meselesi var. Filistin roketleri yavaş ve hantaldır, gökyüzünde kavis çizerken ve sonrasında hedeflerine doğru serbest düşüşte yuvarlanırken açıkça görülebilirler. Bu roketler hassas bir şekilde vurmazlar ya da süpersonik hıza yakın bir hızla hareket etmezler. Yüzlerce insanı öldürme kapasitesine sahip değildirler.
El Ahli hastanesi yetkililerine göre, İsrail ordusu 17 Ekim saldırısından önceki günlerde hastaneye savaş başlığı olmayan "çatı vuran" roketler attı ve bu İsrail tarafından binaların boşaltılması için verilen bilindik bir uyarıydı. Hastane yetkilileri ayrıca İsrail'den "tahliye etmeniz için sizi iki kez uyardık" şeklinde telefonlar aldıklarını söylediler. İsrail Gazze'nin kuzeyindeki tüm hastanelerin boşaltılmasını talep etti.
Hastanenin vurulmasının ardından İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun "dijital hizmetler yardımcılarından" Hananya Naftali, eski adı Twitter olan X'te şöyle bir paylaşımda bulundu: "İsrail Hava Kuvvetleri Gazze'de bir hastanenin içindeki Hamas terör üssünü vurdu." Paylaşım kısa sürede silindi.
Dünya Sağlık Örgütü'ne (WHO) göre, Filistinli direniş savaşçılarının 7 Ekim'de İsrail'e düzenlediği ve çoğu sivil 1.300 İsraillinin ölümüne, 200 kadarının da rehin alınarak Gazze'ye götürülmesine neden olan saldırıdan bu yana İsrail Gazze'deki sağlık tesislerine 51 saldırı düzenledi ve bu saldırılarda 15 sağlık çalışanı öldü, 27'si de yaralandı. Gazze'deki 35 hastaneden dördü ağır hasar alma ve doğrudan hedef alınma nedeniyle çalışmıyor. WHO, 22 UNRWA birinci seviye sağlık merkezinden sadece sekizinin "kısmen işlevsel" olduğunu söylüyor.
İsrail'in yalanlarındaki pişkinlik Gazze'den haber yapan bizleri hayrete düşürürdü. Silahsız Filistinlilerin vurulması da dahil olmak üzere İsrail saldırısını görüp görmediğimiz önemli değildi. Kaç tanıkla görüştüğümüzün bir önemi yoktu. Elde ettiğimiz fotografik ve adli kanıtların hiçbir önemi yoktu. İsrail yalan söylerdi. Küçük yalanlar. Büyük yalanlar. Muazzam yalanlar. Bu yalanlar İsrail ordusundan, İsrailli siyasetçilerden ve İsrail medyasından refleks olarak ve ânında gelirlerdi. İsrail'in iyi yağlanmış propaganda makinesi tarafından pekiştirilirler ve sonra da uluslararası haber kanallarında iğrenç bir samimiyet gösterisiyle tekrarlanırlardı.
İsrail, despotik rejimlerin karakteristik özelliği olan dudak uçuklatıcı türden yalanlara başvuruyordu. O, gerçeği deforme etmiyor, tersyüz ediyordu. Hakikate taban tabana zıt düşen bir tablo çiziyordu. İşgal altındaki topraklarda haber yapan bizler, İsrail'in Alice Harikalar Diyarında geçen anlatılarıyla karşılaşırdık ve bunların doğru olmadığını pekala bilmemize rağmen - Amerikan gazetecilik kuralları gereği - anlatılarımıza özenle eklemeyi görev bilirdik.
İsrail Orwellvari bir sözlük icat etti. Bu anlatıya göre, İsrailliler tarafından öldürülen çocuklar, çapraz ateş altında kalan çocuklar haline geliyor. Yerleşim bölgelerinde düzinelerce ölü ve yaralıya sebep olan bombardıman, bir bomba yapım fabrikasına yapılan cerrahi müdahaleye dönüşüyor. Filistinlilerin evlerinin yıkılması, teröristlerin evlerinin onların başına yıkılması haline geliyor.
Büyük Yalan - Große Lüge - İsrail'in ortaya çıkmasını istediği iki tepkiyi, destekçileri arasında ırkçılığı ve kurbanları arasında da terörü besler. Büyük Yalan, medeniyetler çatışması efsanesini, yani bir tarafta demokrasi, ahlak ve onur, diğer tarafta ise İslami terörizm, barbarlık ve ortaçağcılık arasındaki savaşı besler.
George Orwell "1984" adlı romanında Büyük Yalan'ı "çiftdüşün" olarak adlandırmıştır. Çiftdüşün "mantığa karşı mantık" kullanır ve "bir yanda ahlaka sahip çıktığını iddia ederken, aynı anda onu reddeder." Büyük Yalan, vicdanı rahatsız edebilecek nüansları, belirsizlikleri ve çelişkileri ortadan kaldırır. Bilişsel uyumsuzluk yaratmak üzere tasarlanmıştır. Arada hiçbir gri bölgeye izin vermez. Dünya siyahla beyazdan, iyilerle kötülerden, haklılarla haksızlardan ibarettir. Büyük Yalan, inananların tüm ahlak kurallarını iptal etseler bile gene de kendi ahlaki üstünlüklerine iman ederek rahatlamalarını sağlar -ve bu, onara umutsuzca aradıkları bir rahatlık sağlar. Büyük Yalan, Edward Bernays'in deyişiyle "dogmatik bağlılığın mantık geçirmez kompartımanını" besler. Bernays'a göre tüm etkili propagandalar bu irrasyonel "psikolojik alışkanlıkları" hedef alır ve bunlar üzerine inşa edilir.
İsrail destekçileri bu yalanlara susamış durumdadırlar. Hakikati bilmek istemezler. Hakikat onları kendi ırkçılıklarını, kendi kendilerini kandırmalarını ve baskı, cinayet ve soykırımdaki suç ortaklıklarını gözden geçirmeye zorlayacaktır.
En önemlisi de şu: Büyük Yalan Filistinlilere uğursuz bir mesaj göndermektedir. Büyük Yalan, İsrail'in kitlesel bir terör ve soykırım kampanyası yürüteceğini ve işlediği suçların sorumluluğunu asla üstlenmeyeceğini ifade etmektedir. Büyük Yalan gerçekliği yok eder. İnsan düşüncesinin ve insan eyleminin haysiyetini yok eder. Gerçekleri yok eder. Tarihi yok eder. Anlayışı yok eder. Umudu yok eder. Tüm iletişimi şiddet diline indirger. Zalimler ezilenlerle yalnızca ayrım gözetmeyen şiddet yoluyla konuştuklarında, ezilenler de ayrım gözetmeyen şiddet yoluyla cevap verirler.
Karikatürist Joe Sacco ve ben, İsrail askerlerinin Gazze'deki Han Yunus mülteci kampında küçük çocuklarla alay etmesini ve onları vurmasını izledik. Daha sonra hastanede çocuklarla ve aileleriyle görüştük. Birkaç vakada cenazelerine katıldık. İsimleri elimizdeydi. Vurulma tarihleri ve yerleri elimizdeydi.
İsrail'in yanıtı ise bizim o sırada Gazze'de olmadığımızı söylemek oldu. Bunu biz uydurmuştuk yani.
İsrail Başbakanı, Dışişleri Bakanı, Savunma Bakanı ve İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) sözcüsü, El Cezire muhabiri Shireen Abu Akleh'in 2022 yılında öldürülmesinden derhal Filistinli silahlı kişileri sorumlu tuttu. İsrail, üzerinde büyük harflerle "PRESS" yazan çelik yelek ve kask giyen gazeteciyi vurarak öldürdüğünü söylediği Filistinli bir savaşçının görüntülerini yayınladı.
O dönemde Savunma Bakanı olan Benny Gantz, "[İsrail] tarafından gazeteciye ateş açılmadığını" ve İsrail ordusunun "Filistinli teröristler tarafından gelişigüzel ateş edildiğine dair görüntüler gördüğünü" belirtti.
Bu yalan, İsrail'in İşgal Altındaki Topraklardaki İnsan Hakları Merkezi B'Tselem tarafından incelenen video görüntüleri, videoda gösterilen Filistinli silahlı kişinin yerini belirleyene kadar sürdürüldü. İnsan hakları örgütü, videonun Shireen'in öldürüldüğü yerden farklı bir yerde çekildiğini tespit etmişti.
İsrail, Shireen cinayetinde olduğu gibi yalan söylerken yakalandığında, bir soruşturma yapacağı sözü veriyor. Ama, bu soruşturmalar sahte. Filistinlilerin askerler ve Yahudi yerleşimciler tarafından öldürüldüğü yüzlerce cinayetle ilgili tarafsız soruşturmalar nadiren yürütülüyor. Failler neredeyse hiçbir zaman mahkemeye çıkarılmıyor ya da sorumlu tutulmuyor. İsrail'in olguları örtbas etme biçimi öngörülebilir bir şey. ABD’de Cumhuriyetçi ve Demokrat politikacılarla birlikte neredeyse tüm kurumsal medyanın gizli anlaşması da öyle. ABD'li politikacılar Shireen'in öldürülmesini kınadılar ve suçu işleyen ordu tarafından "kapsamlı bir soruşturma" yapılması çağrısında bulunarak eski mantrayı itaatkâr bir şekilde tekrarladılar.
Birkaç ay sonra İsrail, bir İsrail askerinin gazeteciyi kazara öldürmüş olma ihtimalinin "yüksek" olduğunu kabul etti; ancak, o zamana kadar, gazetecinin öldürülmesine ilişkin sokak protestoları ve öfke patlaması sona ermiş ve cinayet büyük ölçüde unutulmuştu.
El Ahli hastanesinin bombalanmasıyla ilgili kesin kanıtlar ortaya çıktığında, bu da uzak bir anı olacak.
Eylül 2000'de Gazze Şeridi'ndeki Netzarim kavşağında - on dokuz yaşında bir çocuğun İsrailli bir keskin nişancı tarafından vurularak öldürüldüğünü gördüğüm yerde France 2 televizyonu tarafından çekilen, bir babanın travma geçiren 12 yaşındaki oğlu Muhammed al-Durrah'ı İsrail ateşinden korumaya çalıştığı ve İsrail askerlerinin sonunda onu öldürdüğünü ortaya koyan dramatik görüntüler var.
Çocuğun öldürülmesi İsrail'in tipik propaganda kampanyasıyla sonuçlandı. İsrailli yetkililer bu cinayetle ilgili yıllarca yalan söylediler; önce Filistinlileri suçladılar, sonra olay yerinin sahte olduğunu öne sürdüler ve son olarak da çocuğun hâlâ hayatta olduğu konusunda ısrar ettiler.
2003'te bir İsrail askeri, Filistinli bir doktorun evinin yasadışı yıkımını engellemeye çalışan 23 yaşındaki öğrenci ve Amerikalı aktivist Rachel Corrie'yi bir buldozerle ezerek öldürdüğünde, İsrail ordusu bunun bir kaza olduğunu, kazanın sorumlusunun da bizzat Corrie olduğu söyledi.
New York merkezli Gazetecileri Koruma Komitesi'nin (CPJ) 2023 raporuna göre İsrail ordusu 2001'den bu yana "en az" 20 gazeteciyi herhangi bir hesap vermeksizin öldürdü. CPJ, "Bir gazetecinin güvenlik güçleri tarafından öldürülmesinin hemen ardından İsrailli yetkililer genellikle medyanın verdiği haberlere bir karşı anlatı ile cevap veriyor" sonucuna vardı. Ölümlerin Filistinlilerin "gelişigüzel ateşi"ne yüklenmesi veya öldürülenlerin "terörist" olarak itibarsızlaştırılmaya çalışılması da bu karşı anlatıya dahil.
İsrail, Gazze ve Batı Şeria'da işlediği zulüm ve savaş suçlarıyla ilgili olarak bağımsız insan hakları örgütlerinin araştırma yapma çalışmalarını da engelliyor. İşgal altındaki topraklarda işlenen olası savaş suçlarının araştırılması konusunda Uluslararası Ceza Mahkemesi ile işbirliği yapmayı reddediyor. BM İnsan Hakları Konseyi ile işbirliği yapmıyor. 1967'den beri işgal altında tuttuğu Filistin topraklarında insan haklarının durumuna ilişkin olarak BM Özel Raportörünün ülkeye girişini yasaklamakta. İsrail, 2018 yılında İnsan Hakları İzleme Örgütü (İsrail ve Filistin) Direktörü Omar Şakir'in çalışma iznini iptal etti ve kendisini sınır dışı etti. Mayıs 2018'de İsrail Stratejik İşler ve Kamu Diplomasisi Bakanlığı, Avrupa Birliği ve Avrupa devletlerine "terörle bağlantısı olan ve İsrail'e karşı boykotları teşvik eden" Filistinli ve uluslararası insan hakları örgütlerine doğrudan ve dolaylı mali desteklerini ve fonlarını durdurma çağrısında bulunan bir rapor yayınladı.
Al Ahli hastanesinin bombalanmasının hemen ardından İsrail ilk olarak Filistin İslami Cihad örgütünün hastaneyi vuran roketlerini gösterdiği iddia edilen bir video yayınladı. Gazeteciler, görüntülerin hastaneye yapılan saldırıdan 40 dakika sonra çekildiğini gösteren tarih ve zaman mühürlerini fark edince İsrailliler videoyu alelacele kaldırıverdi.
Filistin roketlerinin patlayıcı gücünün çok az olduğunun farkında olan İsrailli propagandacılar daha sonra Hamas'ın hastanenin altına mühimmat depoladığını iddia ettiler. Büyük patlamaya bunun neden olduğunu söylediler. Ancak bu doğru olsaydı, ikincil bir patlama olması gerekirdi. Ama öyle bir şey olmadı. Ve şimdi de İsrail, iki Hamas militanının hastaneye yapılan füze saldırısını tartıştığını iddia ettiği bir ses kaydı yayınladı. Militanlar birbirlerine, inanılmayacak kadar saçma ve kendilerini suçlayıcı nitelikte bir konuşmayla, saldırıyı Hamas'ın mı yoksa Filistin İslami Cihat Örgütü’nün (PIJ) mü gerçekleştirdiğini soruyor. Ne olursunuz. İsrail 7 Ekim'de binlerce silahlı Filistinli militanın Gazze'den İsrail'e girdiğinden nasıl tamamen habersizdi ama iki sözde militanın bu kendilerini suçlayıcı konuşmasını nasıl yakalayabildi?
"Gazeteci Jonathan Cook şöyle yazıyor: "İsrail'in Filistinli gibi davranmak ve Filistinliler arasında gizlice faaliyet göstermek üzere eğitilmiş İsrailli Yahudi gizli ajanlardan oluşan bir 'mistaravim' birimi var. "İsrail, Gazze'deki bu tür insanlar hakkında Fauda adında hayli popüler bir TV dizisi üretti. İsrail'in Gazze'deki Filistinlileri düzenli olarak kandırdığı gibi bizi de kandırmak için böyle bir telefon görüşmesi yapamayacağını ve yapmayacağını düşünmek için çok saf olmak gerekir."
Orta Doğu uzmanı Norman Finkelstein'in belirttiği gibi İsrail uzun zamandır tıbbi tesisleri, ambulansları ve sağlık görevlilerini de hedef alıyor. Lübnan'daki 1982 savaşı sırasında Filistinli bir çocuk hastanesini bombalayarak 60 kişinin ölümüne neden oldu. Ayrıca 2006 yılında İsrail ve Lübnan arasındaki savaş sırasında kimlikleri açıkça işaretlenmiş Lübnan ambulanslarına füze saldırıları düzenledi. Dökme Kurşun Operasyonu olarak bilinen 2008-2009 Gazze saldırısı sırasında 29 ambulansa ve aralarında 15 hastane de dahil olmak üzere Gazze'deki sağlık tesislerinin neredeyse yarısına zarar verdi ya da bunları tahrip etti. Bu operasyon sırasında yaralı Filistinlilerin ambulanslara alınmasını rutin olarak yasakladı ve çoğu zaman onları ölüme terk etti. 2014'te Gazze'ye yönelik 51 gün süren Koruyucu Hat Operasyonu sırasında İsrail 17 hastane ve 56 birinci basamak sağlık merkezini tahrip etti ya da bunlara hasar verdi ve ayrıca 45 ambulansı ya tahrip etti ya da bunları imha etti.
İsrail'in 2014 yılında bu hastanelerden üçüne yönelik saldırılarını araştıran Uluslararası Af Örgütü, İsrail tarafından saldırıların sebebi olarak sunulan "kanıtları" sahte olarak nitelendirdi. Raporda, "İsrail ordusu tarafından tweetlenen görüntü, El Vefa hastanesinin uydu görüntüleriyle uyuşmuyor ve farklı bir yeri tasvir ediyor gibi görünüyor" denildi.
İsrail'in yalanlarını ifşa ettiğinizde İsrail ve destekçileri tarafından anti-Semit (Yahudi düşmanı) ve teröristlerin savunucusu olarak saldırıya uğrarsınız. Ana akım medyadan sürgün edilirsiniz. Konu hakkında konuşmak için gideceğiniz forumlara alınmazsınız ve benim başıma geldiği gibi, konuşmak üzere çağrıldığınız üniversite etkinlikleri için size gönderilen davetiye iptal edilir.
Bu eski bir oyun, bir muhabir olarak pek çok kez oynadığım bir oyun. İsrail ve onun lobisi tarafından üstüme kusulan yalanların yara izlerini üzerimde taşıyorum. Bu arada İsrail, bir Wagner operası korosu gibi İsrail'den gelen yalan seline eşlik eden Joe Biden da dahil olmak üzere Batılı siyasi liderler tarafından desteklenen ve hatta övülen kasaplığına devam ediyor.
Genel seçimler, yangınlar, seller ve göçmen karşıtı politikalar…Son aylarda Yunanistan ile Türkiye’nin eş zamanlı gündemi olan birçok mesele var. Göçmenlere karşı sert önlemleri ve işçi sınıfına karşı ekonomik saldırıları savunmasıyla tanınan muhafazakâr Yeni Demokrasi partisinin kazandığı genel seçimlerin ardından, ülkenin ana muhalefet partisi SYRIZA liderlik seçimine gitti. İktidara gelmeden önceki görece radikal olan programını rafa kaldıran SYRIZA’nın, yeni lideri Stefanos Kasselakis’le politik olarak rotasını sağa kırmaya devam etmesi bekleniyor. Yunanistan’da mücadele yürüten Sosyalist İşçi Partisi (SEK) üyesi ve İşçi Dayanışması (Ergatiki Allilegi) gazetesi editörü Panos Garganas’la, Yunanistan’ın iklim ve göçmen politikalarından hükümetin yeni ekonomik saldırılarına, yeni faşist örgütlenmelerden ana muhalefetin vaziyetine birçok konuyu ve ülkedeki işçi sınıfı mücadelesi ile partisinin çalışmalarını konuştuk.
Yangınlar ve seller son yıllarda özellikle yaz aylarında Yunanistan ve Türkiye’nin ortak gündemi haline geldi. Akdeniz bölgesinde iklim krizinden kaynaklı kuraklık, yangın riski ve ani sel baskınlarının olacağı bilimsel raporlarla sürekli olarak ortaya konuyor. Buna rağmen doğa ve tüm canlı yaşamı ciddi bir tahribata uğruyor. Bu afetlerin felakete dönüşmesi hakkında neler söylemek istersiniz? Yaşanan felaketler karşısında Yeni Demokrasi hükümeti nasıl bir politika izliyor? İktidarın bir iklim politikası var mı?
Panos Garganas: Yunanistan’da yaşananlar, afetlerin ne kadar yıkıcı olabildiğini gösteren iyi örneklerden. Geçtiğimiz yaz devasa ormanlık alanları yok eden yangınların ardından seller bu faciayı tamamlamış durumda. Bu yüzden Yeni Demokrasi hükümeti iki kat suçlu.
Yeni Demokrasi uyarılara rağmen, yangınlara ve sellere karşı önlem alabilecek tüm devlet kurumlarına kesinti politikası izledi. Orman koruma kuruluşları hem personelden hem de ellerindeki ekipmandan mahrum kaldı. Sokaklara dökülen binlerce mevsimlik orman itfaiyecisi boş pozisyonları doldurmak için kadrolu olarak işe alınmaları talebiyle protesto düzenledi, ancak hükümet taleplerini reddediyor. İtfaiye uçakları o kadar eskimiş ki yangını söndürmek amacıyla giden iki pilot uçakları düştüğü için hayatını kaybetti. ‘Taşkın kontrolü’ denilen önlemler ise devasa bir yolsuzluk hikâyesi. İnşaat şirketleri bir yandan devlet sübvansiyonlarını toplarken karşılığında etkili barajlar teslim etmiyorlar. Daha da kötüsü nehir yataklarını daraltan kriterlere göre proje tasarlayarak kıyıların yanındaki arazi üzerinden spekülasyon yapıyorlar. Bunların sonucunda şiddetli bir yağış yaşanınca her seferinde geniş araziler sular altında kalıyor.
Hükümet, bu yetersizliklere iklim değişikliğini gerekçe olarak gösteriyor. Fakat iklim değişikliğiyle mücadele etmek için gereken tedbirleri almak yerine, krizi kötüleştiren politikalar izliyor. Doğalgaz teketen enerji şirketlerine sübvansiyon sağlıyor. Yunan armatörler sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG) taşımacılığının baş aktörleri ve kârları Yunan hükümeti tarafından vergiden muaf tutuluyor. Daha da kötüsü hükümet fosil yakıt çıkarmak için Akdeniz bölgesinde yeni sondajlar yapmak için agresif bir politika izliyor. Yunan hava kuvvetleri ve donanması Kıbrıs ve İsrail’e kadar uzanarak devriye gezebilmeleri için savaş uçaklarının, fırkateynlerin satın alınmasına büyük meblağlar harcıyor ve MEB’in (Münhasır Ekonomik Bölge) genişletilmesinde hak iddiasında bulunuyor.
İklim felaketlerinin bedelini işçiler ödüyor
Yunanistan’ın tarım ve hayvancılık üretiminin yüzde 25’inin yer aldığı bölgede yaşanan sel felaketinin ardından yüzbinlerce hayvanın öldüğü ve tarım arazilerinin kullanılamayacak hale geldiği söyleniyor. Bununla beraber köylülerin bir kısmı evini kaybetmiş durumda. Bu durum çiftçiler için ne anlama geliyor ve iktidar bu konuya dair ne yapmayı planlıyor?
Yunanistan tarihsel olarak, tarıma elverişli arazilerin küçük ölçekli çiftçinin eline geçtiği bir ülkedir. Ancak senelerdir bu küçük çiftçilerin sayısı azalıyor. Yoksulluk, bankaların, büyük tüccarların hatta gıda şirketlerinin baskısı, ekim maliyetin yükselmesi (traktör, gübre fiyatının yükselmesi vs.) ve üreticilerin tarım ürünlerinin ücretini düşürmesi, çiftçileri tarlalarını terk etmeye mecbur bırakıyor. Bu eğilim artık Teselya faciasının ardından daha da büyük boyut kazandı. Yoksul çiftçiler tarla onarımının giderlerine katlanamıyor. Büyük endüstriyel tarım şirketleri çıkarları hükümetten aldıkları destekle devasa karlar elde edebildiği için zil takıp oynuyor. Elbette gıda ürünlerinin pahalanmasının ve enflasyonun, ücretler ile emekli maaşlarını hatta yevmiyeleri kemiriyor olması bedeli işçi sınıfının ödediği anlamına geliyor.
Son görüştüğümüzde Pilos açıklarında yaşanan gemi faciasından bahsetmiştiniz. Hayatta kalan 40 mülteci sorumluların yargılanması için birkaç gün önce Deniz Hukuku Mahkemesi’ne dava açtı. Diğer yandan AB çok gurur duyduğu Libya Anlaşması’nı imzaladı ancak Lampedusa bölgesine sığınmaya çalışan mültecilerin sayısı 8 bin kişiye ulaşmış durumda. Fransa bu insanların ülkeye girmesine izin vermezken, Miçotakis ve Meloni hükümetleri Avrupa’nın daha katı kolluk kuvveti önlemleri alması gerektiğini vurguluyorlar. Pilos’a gitmeye çalışan geminin batmasının ardından yaşanan gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Avrupa Birliği’nin sınırlarını mültecilere ve göçmenlere kapatmaya yönelik bu ırkçı politikası tam anlamıyla bir cinayettir. Pilos cinayeti bu gerçeğin altını trajik bir şekilde çizdi. Muhafazakâr Yeni Demokrasi hükümeti AB’nin ‘kale politikası’ konusunda ısrar ediyor. Kısa bir süre önce Miçotakis Selanik’te, Meriç’te Türk-Yunan sınırındaki çitin uzatılacağını duyurdu.
Hükümet o kadar ırkçı ki, Meriç’teki yangınların sorumluluğunu mültecilerin üzerine yıkmaya çalıştı. Neyse ki bu kampanya başarısız oldu ve bölgede mülteci avına çıkan bir grup aşırı sağcı haydut mahkemeye çıkarıldı ve hapse girme ihtimalleri var. KEERFA Aleksandroupoli’de [Dedeağaç], faşistleri pompalayan ırkçı politikaya karşı direnişi güçlendirmek amacıyla çok başarılı bir etkinlik düzenledi.
Karşımızda çok sert mücadeleler var. Miçotakis ve Erdoğan, Vilnius’ta NATO zirvesi çerçevesinde başlattıkları Türk-Yunan diyaloğu sanki barışçıl bir inisiyatifmiş gibi reklamını yapıyor. Ancak BM Zirvesi için New York’ta tekrar biraraya geldikleri zaman üzerinde tek anlaştıkları somut nokta; mülteciler ve göçmenler için sınırların daha da sıkı kapatılması konusunda işbirliği yapacakları. Meloni- Miçotakis- Erdoğan üçlüsü Pilos gibi cinayetleri çoğaltacak tehdit edici bir eksen oluşturuyorlar.
Güçlü gibi görünen Yeni Demokrasi aslında korkuyor
Hükümetin özel sektörde mesailerin haftada 6 güne çıkarılması ve greve çıkanlara savcılık soruşturması açılması gibi işçi sınıfının haklarına saldıran yeni iş yasası girişiminden bahseder misiniz? Yasanın kapsamı nedir? Yunanistan işçi sınıfı bu yasaya karşı nasıl bir mücadele örüyor?
Miçotakis hükümeti yaz başında yeniden seçilmesinin ardından, parlamenter muhalefetin parçalanmış vaziyette olması nedeniyle kendini çok güçlü takdim ediyor. Oysa işçi direnişinden korktuğunu söyleyebiliriz. Yaz aylarındaki gelişmeler, hükümetin endişelenmek için bir sürü nedeni olduğunu teyit ediyor. Yangınlar ve seller nedeniyle devasa bir halk öfkesi var. Bir de yetmezmiş gibi ekonomik durum kötüleşiyor. Yunanistan’ın devasa kamu borcunun sahibi olan ve geçtiğimiz yıllarda Troyka’nın (AB, AMB, IMF) acımasız kemer sıkma politikasını dayatan bankacılar, faizlerin ödenmesi için bütçe fazlası garanti eden kemer sıkma politikasına geri dönülmesini talep ediyor.
Dolayısıyla hükümet, Troyka politikasına dönüşün Yunanistan’daki grev dalgasının da geri dönüşü anlamına gelmesinden korkuyor ve bunu önlemeye çalışıyor. İş yerlerine giden grev kırıcıların önünü kesmek için oluşturulan grev gözcülerinin cezalandırılması tehdidini içeren bir yasayı parlamentoya getirdi ve oyladı. İşçi hareketi ilk cevabı hemen verdi. Sendikal bürokrasinin tavizlerine rağmen ülke çapında binlerce kişi, 21 Eylül’de işçi karşıtı yasanın onaylandığı gün, greve katıldı.
Egemen sınıf Yunanistan’da 50 sene önce, Politeknik isyanından sonra elde edilen sendikal özgürlüklerin sürekli olarak sınırlamasına çalışıyor. Benzer çabalar 30 sene önce şu anki Miçotakis’in babası başbakanken vardı ama başarısız olmuştu. Şu anki hükümet iki sene önce yine denemişti, o da başarısız olmuştu. Kısa bir süre önce, deniz işçilerinin grevinde de gemi makinaları durdu çünkü grev kırıcı yoktu. Böylece grev gözcülerinin durduracağı herhangi bir işçi de yoktu.
Bu geleneği işçilerin aşağıdan örgütlü gücünü, iş yerinden iş yerine, sendikadan sendikaya, sektörden sektöre inşa ederek sürdürüyoruz. SEK, tüm işçilerin katıldığı 21 Eylül grevinin başarısının ön saflarında yer alan İşçi Direnişi Koordinasyonu ve Hastane Koordinasyonu gibi inisiyatiflere öncülük ediyor.
Irkçılığa ve faşizme karşı ikili mücadele
Altın Şafak suç örgütü olarak ilan edildikten sonra binlerce insan sokaklara dökülüp faşistlerin yargılanmasını kutladı. Son seçimler sırasında Elliniki Lisi [Yunan Çözümü] dışında aşırı sağın parçası sayılan iki parti daha ortaya çıktı: Spartiates bir de Niki partileri. Bu oluşumların ideolojik çıkışları nedir ve işçi sınıfı açısından ne anlama geliyor?
Üç partiyle ortaya çıkan aşırı sağın en büyük besleyicisi Yeni Demokrasi hükümetinin ırkçı politikasıdır. Spartiates, neonazi Altın Şafak’ın devamı niteliğinde. Partinin gerçek lideri neonazilerin saldırı taburlarında eğitmenlik görevi yapmış, Altın Şafaklı hükümlü Kasidiaris. Yeni Demokrasi hükümeti onun hapisten Spartalıları yönetmesine alan açıyor. Hükümet polis teşkilatı ile faşistler arasındaki bağlantılara dokunmadı. Kısa bir süre önce polis, nazi holiganların Hırvatistan'dan Atina’ya seyahat etmelerine engel olmayıp, bir kişinin ölümüne yol açan saldırıyı düzenlemerine izin verdi. Organize çeteler göçmenleri döverken polis sürekli olarak bu faşist suçları örtbas etmeye çalışıyor.
Diğer iki aşırı sağcı parti Altın Şafak’la mesafeli duruyor. Birincisi Niki, kiliseyle olan bağlarına güveniyor. Öbürü Elliniki Lisi, Yeni Demokrasi’nin Kuzey Makedonya Cumhuriyeti’ne karşı yürüttüğü savaş kışkırtıcısı kampanyasından yararlandı. Her ikisi de neonazi Altın Şafak’ın yeniden inşasını güçlendirebilecek depolardır.
KEERFA’nın öncülüğündeki, ırkçılığa ve faşizme karşı hareket ikili bir mücadele veriyor. Temyiz mahkemesinde yeniden yargılanan Altın Şafak liderlerinin hapishanede kalmaları için bir kampanya sürdürüyoruz. 18 Eylül’de Pavlos Fissas’ın Altın Şafak’ın saldırı taburları tarafından öldürülmesinin 10. yıldönümü vesilesiyle binlerce kişilik protesto düzenlendi. Aynı zamanda mültecileri hedef alan ve sınırları kapatan ırkçı politikalara karşı mücadele etmeye devam ediyoruz.
SYRIZA’nın ağır bir seçim yenilgisine uğraması bir takım gelişmeleri tetikledi. Çipras’ın istifasından sonra parti, yeni lider seçimine gitti. Bu gelişmelerin ne tür sonuçlara yol açacağını düşünüyorsunuz? Farklı bir politika izlenmesi mümkün mü? Sol ve parlamento içindeki siyasi güçler bu durumu nasıl karşılıyor?
SYRIZA’nın seçimlerdeki çöküşü sistematik olarak sağa doğru kaymasından kaynaklanıyor. İktidardayken liderliği, ülkenin borcu yüzünden ve AB, AMB ve IMF baskısı nedeniyle politik tavizler vermeye mecbur olduğunu dile getiriyordu. Muhalefette olduğu 2019’dan sonra ise liderliği, yüzde 3-5’lik bir parti olduğu dönemdeki küçük kitlesine karşılık geldiği gerekçesiyle eski radikal programına geri dönemeyeceğini iddia etmeye başladı. Aleksis Çipras SYRIZA içindeki her sol sese karşı çıktı ve liderlik seçiminin partinin kongresinde değil, üyelerin ve hatta 2 avro ödeyen herkesin katılabileceği seçimler üzerinden gerçekleştirilmesini dayattı.
Böylece SYRIZA’da, Çipras’ın çok da gizli olmayan desteğine sahip olan Stefanos Kasselakis başkanlığında yeni bir liderlik oluştu. Bu durum SYRIZA’nın sağa doğru yönelmesinin devam edeceğini ve bu sebepten partiden kitlesel ayrılmaların yoğunlaşacağını gösteriyor. Fakat bu süreçten anlaşılması gereken temel unsur, mevzunun kişiler değil strateji meselesi olduğu. Parlamenter reformist yolun beklentileri yalanlanmış durumda. Kapitalizmin en büyük çoklu krizi esnasında, hükümetin yönetimi yoluyla işçi sınıfı için olumlu gelişmeler getireceğini vadeden reformist sol, tam tersi sonuçlara yol açtı. Rosa Luxemburg’un sol için büyük seçimin reform ya da devrim olduğunu söylerken ne kadar haklı olduğunu bir kez daha gördük. Özellikle cuntayı deviren Politeknik isyanının ellinci yıldönümü kutlamak üzere olduğumuz Yunanistan’da devrimci stratejinin güncelliği ön plana çıkıyor. İşçi sınıfının güçlü bir devrimci partisine ihtiyacımız var ve SEK bunun için mücadele ediyor.