Lübnan: İsrail tankları BM üssüne zorla girdi

Yunanistan seçimleri: Syriza güç kaybetti, muhafazakârlar kazandı

Syriza'nın kemer sıkma politikaları muhafazakârlara kapı araladı. Muhafazakâr Başbakan Kiriakos Miçotakis, "siyasi deprem" olarak nitelendirdiği Yunanistan genel seçimlerini, oyların yaklaşık yüzde 40.8'ini alarak kazandı. Alexis Çipras’ın bir zamanlar radikal olan Syriza partisi ise yüzde 20.1 ile onun gerisinde kaldı. Bu sonuç, köklü bir değişimi, var olan sistemin içinde ve parlamento yöntemleriyle sağlamaya çalışmanın temelinde yatan sorunları ortaya sermektedir. Sosyalist İşçi Partisi'nin Yunanistan'daki kardeş örgütü SEK'ten Petros Constantinou, Socialist Worker'a verdiği demeçte, Miçotakis liderliğindeki muhafazakâr Yeni Demokrasi Partisi'nin (YDP) kazandığı seçimleri yorumlarken, "Bunun Yeni Demokrasi'ye geçişle ilgisi yoktur" dedi; "Oyları açısından değerlendirirsek, bir öncekine nazaran yüzde 1 daha fazla almış oldular. Yaşadıkları kriz bu seçimle de sona eremeyecek – istikrarlı bir hükümet kuramayacaklar, çünkü söyledikleri yalanlar hızla açığa çıkıyor." Petros, bu seçime özgü tek farkın "Syriza'nın çöküşü" olduğunu ekliyor; "Neredeyse yüzde 12 civarında, yani yaklaşık 600,000 oy kaybetti."  "Syriza alenen sağa kaydı çünkü merkezdeki oyları da istiyordu. Böylece kendi içindeki sol seslere saldırarak kendini yeniden biçimlendirmeye girişti ki bu da fiilen tabanını susturmak anlamına gelir." Miçotakis’in Yeni Demokrasi Partisi (YDP) [300 sandalyelik] mecliste 146 sandalye kazandı, ancak meclis çoğunluğunu sağlayabilmesi için 151 sandalye gerekiyordu. Dolayısıyla şimdi bir koalisyon hükümeti kurmak yerine çoğunluğu elde edebilmenin peşinde ve 25 Haziran'da yeniden bir seçim yapılması çağrısında bulunuyor. Yunan parlamentosu, bu şekilde tekrar bir seçime gidildiğinde birinci sıradaki partiye fazladan 50 sandalye daha kazanma şansı tanır. Dolayısıyla eski bankacı Miçotakis’in parlamentoda elde etmek istediği güce erişmesi için aynı oy oranını tekrar kazanması yeterli olacak. YDP 2019'da iktidara geldiğinden bu yana halkına tek bir şey bile sunabilmiş değildi ki bu gerçek, 2023’ün Şubat ayında yaşanan ve özelleştirmenin neden olduğu bir tren kazasında 57 kişinin hayatını kaybetmesiyle yeni bir boyuta taşındı. YDP’nin bütçe kesintileri, personelin azaltılmasıyla sonuçlandı, güvenlik uyarıları göz ardı edildi ve demiryolu ulaşımı çok daha da tehlikeli bir hal aldı. Bunun üzerine bir de YDP’nin şirketlere sunduğu vergi kesintileri eklendi, toplumun değil büyük işletmelerin ihtiyaçlarına öncelik verildi ve hükümetin bu politikalarına tepki gösteren öfkeli bir kitle hareketi oluştu. Çipras, Syrizia'nın seçimde elde ettiği sonucun "son derece kötü" olduğunu söylüyordu. Geçmişte gücünü genel grevler, işgaller ve öğrenci mücadelelerinden almış olan Çipras, 2015 seçimlerini radikal sol vaatleri sayesinde kazanmıştı. Ancak göreve gelir gelmez finans dünyasının taleplerine boyun eğmeye başladı. Bankacıların şart koştuğu kurtarma paketlerini kabul etti ve beş yıl süren yıkıcı kemer sıkma politikalarının bedelini halkına ödetti. Petros, "Seçimlerden bir ay önce yaşanan tren kazası nedeniyle YDP'yi hedef alan kitlesel bir öfke patlaması gerçekleşti” diyor; “Yunanistan nüfusunun yüzde 30'u gösterilere katıldı ve bu da 8 Mart'taki genel greve uzanan yolu açtı. Ne var ki Syriza bu mücadeleyi büyütmek yerine durdurmaya çalışıyordu.” "Demiryolunun yeniden kamulaştırılması talep ediliyordu ki buna da karşı çıktı. Sokağa çıkan bu insanların öfkesi dinmiş değildir ama maalesef sandıkta bu partilerin karşısında yer alabilecek güçlü bir alternatif de mevcut değil. Ve bu gerçek pek çok kişinin oy kullanmamasına sebep oldu." Sağa karşı kitlesel mücadele Sol partiler içinde yer alan PASOK Partisi de oyların yüzde 11,46'sını alarak bir önceki seçimde yüzde 8,10 olan oranını artırmayı başardı. Partinin lideri Nikos Androulakis'in YDP ile bir koalisyona girmesi beklenmiyor, çünkü o da nihayetinde lider sol parti konumunu Syriza'dan almak isteyecektir. Syriza patronlara teslim oldu, meclisi muhafazakârlara bıraktı. Alexis Çipras’ın Syriza'daki geleceğinin de sorgulanacağı ortadadır.  Yunanistan'daki kardeş örgütümüz SEK (Sosyalist İşçi Partisi) yeni hükümete karşı kitlesel mücadele çağrısında bulundu.  SEK’in açıklamasında şöyle deniyor; "Haziran ayında hastanelerde, belediyelerde, su hizmetleri ve demiryollarında grevler düzenlenmelidir. İkinci bir seçim yapılacaksa, bu döneme işçi hareketiyle girelim, sokaklarda olalım ve ölüm saçan özelleştirmeleri nasıl durduracağımızı gösterelim."

Amerikalı ve Avrupalı 100’den fazla vekil COP28 zirvesi başkanının görevden alınmasını istiyor

Yüzden fazla Amerikalı ve Avrupalı vekil, bu yılsonu Birleşik Arap Emirliği’nde (BAE) gerçekleşecek Birleşmiş Milletler (BM) İklim Değişikliği Konferansı’na (COP28) başkan olarak atanan, BAE yönetimi bakanlar kurulu üyesi olan ve Abu Dabi Ulusal Petrol Şirketi’nin (ADNOC) başkanlığını yürüten, Sultan Ahmed Al Jaber’in görevden alınması çağrısı yaptı. Çağrıyla ilgili olarak ABD Başkanı Joe Biden, Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, BM Genel Sekreteri Antonio Guterres ve BM’nin iklim işlerinden sorumlu başkanı Simon Stiell’e iletilen mektup, 99 Avrupalı ve 34 Amerikalı vekil tarafından imzalandı.  Mektup imzacılarından Avrupa Parlamentosu (AP) vekili Manon Aubry mektubun amacı konusunda verdiği demeçte, “milyarlarca insan için COP28 ve sonrasındaki uluslararası iklim müzakerelerinin sonuçlarına ilişkin müzakereler yaşam ve ölüm, kaos ve dayanışma arasındaki farkı yaratacak nitelikte. Kurumsal açgözlülük ve lobicilerin yalanları bizi bu iklim krizine sürükledi. Özel sektörün çıkarları doğrultusunda siyasete müdahale etmelerini önleyecek ve geleceğimize yeniden sahip çıkacağız,” dedi. Bu, Al Jaber'in görevden alınması için gösterilen ilk çaba değil. Bu yılın ocak ayında 27 ABD'li vekil, ülkenin iklim elçisi John Kerry’ye diplomatik baskı uygulaması çağrısında bulunmuştu. Yine şubat ayında, AP’nin Yeşil milletvekilleri de BM temsilcisi Stiell’e gönderdikleri bir mektupla benzeri bir talebi dile getirmişti. Al Jaber yönetimindeki ADNOC, Uluslararası Enerji Ajansı ve iklim konusunda çalışan bilim insanlarının kabul ettiği, COP sürecinde belirlenen küresel ısınma sınırlarını aşmasına neden olabilecek petrol ve doğal gaz gibi, fosil yakıtların üretimini artırmaya hazırlanıyor. Al Jaber, aynı zamanda BAE’de bir kamu kuruluşu olan yenilenebilir enerji şirketi Masdar’ın da başkanı. Tüm bu baskı ve itirazlara rağmen, COP28 organizatörleri Al Jaber’in organizasyon başkanlığını desteklemeye devam ediyor. Organizatörler adına bir e-postayla açıklama yapan sözcü konuya ilişkin, “Dr. Sultan’ın bir mühendis olarak enerji alanındaki deneyimiyle sektördeki üst düzey küresel liderlik deneyiminin bileşiminin, BAE’nin COP28’e yönelik dönüştürücü yaklaşımını yönlendirmeye yardımcı olacak bir nitelikte olduğuna inanıyoruz” ifadelerini kullandı. İklim adaleti aktivistleri de BM’yi uyardı  Fosil yakıt şirketlerinin COP28 süreçlerini kendi çıkarları doğrultusunda etkilemeye çalışmalarına iklim adaleti aktivistleri de şiddetle karşı çıkıyor.  2023 yılı başında 450’den fazla iklim adaleti örgütünden oluşan küresel bir ağ, BM’ye çağrıda bulunarak, fosil yakıt endüstrisinin COP28 sürecini etkilemesi ve alınacak kararları dikte etmesine izin verilmemesi talebinde bulunmuştu. Yapılan çağrıda, buna izin verildiği takdirde, zirvenin bundan önceki zirvelerde olduğu gibi başarısızlıkla sonuçlanacağı uyarısında bulunulmuştu.  Çağrıda, “bir petrol şirketi yöneticisini COP28’in başkanı olarak atamanın, BM iklim süreci tarihinde bugüne kadar yapılan en büyük küstahlıktır,” denilerek, “bir fosil yakıt yöneticisi tarafından denetlenen hiçbir COP zirvesi meşru olamaz,” uyarısında bulunuldu. Fosil yakıt şirketlerinin COP zirvelerini kendi çıkarları doğrultusunda etkilemeye çalıştığı bilinen bir gerçeklik. 2022 yılının kasım ayında düzenlenen COP27 zirvesindeki görüşmelere katılmak üzere 630’dan fazla fosil yakıt lobicisi kayıt yaptırmış ve o dönemde BAE’nin ülke delegasyonunda, diğer tüm ülkelerden daha fazla fosil yakıt lobicisi yer almıştı.  F. Levent Şensever

İngiltere’de polisin yetkileri artırılıyor

Kral III. Charles’ın tahta çıkış gününde monarşi karşıtı göstericilerin gözaltına alınması, İngiltere’de polisin genişletilen yetkilerini tartışmaya açtı. Ülkede 2022 yılında polise geniş yetkiler tanıyan “Polis, Suç ve Ceza Yasası”, muhafazakâr Tory hükümetinin sağa doğru attığı otoriter bir adımı temsil ediyordu. Bu yasayla polislere protesto gösterilerine müdahale edebilmesinin olanakları açılıyor, sokaklarda insanları durdurup arama yapma hakları genişletiliyordu. Bu tasarının birçok daha sert maddesi, kamuoyunun baskısı sonucu Lordlar Kamarası’nda reddedilmiş ve yasa tasarısı törpülenmişti. Ancak sağcı hükümet benzer yasaları çıkarmaya devam ediyor. Bu sefer Lordlar Kamarası’nda törpülenemeyecek şekilde yürürlüğe konulan Kamu Düzeni Yasası’nda, daha önce kabul ettirilemeyen kimi maddeler, örneğin iklim hareketlerini hedef alan, polisin, yol kapatma ve yavaş yürüyüşlerle “insanları mağdur eden” taktiklere başvuran “bozguncu azınlıklara” ne zaman müdahale edileceği konusunda “daha fazla esneklik ve netlik" sağlanması planlanıyor. İklim hareketleri ve insan hakları örgütleri yeni yasayı, protesto hakkına doğrudan saldırı olarak tanımlıyor. Nitekim yasanın sonucunda kralın tahta çıkma törenini protesto eden 64 kişi gözaltına alındı. Polis teşkilatından yapılan yazılı açıklamada bu kişilerin, yanlarında kendilerini bir yere zincirlemeye yarayabileceği düşünülen bazı eşyalar bulunduğu ve bu yolla taç giyme törenini sekteye uğratabilecekleri kuşkusuyla gözaltına alındıkları kaydedildi. Ancak daha sonra bunun ispatlanamadığı da kabul edildi. Bir gösterici polislerin evinin kapısına kadar gelip kendisinden özür dilediğini aktardı. İngiltere Başbakanı Sunak, protesto hakkına saldırıları, “azınlığa karşı çoğunluğu koruma” gibi anlatıyor ve gösteri yapmanın “mutlak bir hak olmadığını” savunuyor. Küresel kapitalistler bugün dünyada yaşanan mücadelenin “liberal demokrasiler” ile “otoriter rejimler” arasında olduğunu iddia ededursun, Batılı kapitalist ülkeler de işçi sınıfının ve ezilenlerin direnişlerine karşı aynı taktikleri hayata geçiriyor. İngiltere’nin yanı sıra Fransa’da da mezarda emeklilik yasasına karşı mücadele edenler birçok yerde polis şiddetiyle karşılaşıyor.

Trump cinsel taciz suçlusu

Eski ABD Başkanı Donald Trump, yazar E. Jean Carroll’a cinsel istismarda bulunduğu gerekçesiyle 5 milyon dolar tazminat ödeyecek. Aşırı sağcı Trump, aynı zamanda kadın düşmanı görüşleriyle biliniyor. Milyarder kapitalist hakkında yaklaşık 30 yıl önce kendisine tecavüz ettiği ve iftira attığı iddiası ile 25 Nisan'da açılan davada görevli olan 3'ü kadın 9 kişilik jüri kararını verdi. Jüri, yaklaşık 3 saatlik tartışmasının ardından Trump’a tecavüz yerine cinsel tacizden ceza verdi. Trump, kararı “cadı avının devamı” olarak yorumladı. Irkçı kapitalist, daha önce yazar E. Jean Carroll için “tipim değil” demişti. Kadın düşmanı çok sayıda yorumu olan Trump iktidara geldiğinde ABD’de milyonlarca kadın sokaklara protesto için dökülmüştü. Trump hakkında halihazırda bir dizi başka soruşturma da devam ediyor. Senato baskınındaki rolü, Georgia eyaletinde seçim sonuçlarını değiştirmeye çalışması ve Beyaz Saray’da kalması gereken gizli belgelerin Florida’daki malikanesi Mar-a-Lago’ya götürülmesi gibi soruşturmalar öne çıkıyor. Ayrıca Stormy Daniels’a aralarındaki ilişkiyi gizli tutması karşılığında yaptığı “sus payı” ödemesiyle ilgili hakim karşısına çıkmıştı. Donald Trump, bütün bunları bir sonraki başkanlık kampanyasının başlangıcı için siyasi malzeme yapıyor ve kendisini mağdur göstermeye çalışıyor. Bu pislik kapitalistin işini elbette ABD mahkemeleri değil işçi sınıfının ve tüm ezilenlerin mücadelesi görecek.

Arap devletleri, katil Esad’la yakınlaşmak istiyor

Ülkesinde başlayan ayaklanmayı yüz binlerce kişinin öldüğü kanlı bir karşıdevrimle bastıran diktatör Beşar Esad, Arap Birliği ülkelerinin arasındaki yerini yeniden aldı. Suudi Arabistan’ın davetiyle toplantıya katılan Baas rejimi, böylelikle uluslararası arenadaki izolasyonunu yıkma yolunda bir adım attı. Arap Birliği ülkeleri 2011 yılının Kasım ayında Suriye’nin üyeliğini askıya almıştı. Bunun gerekçesi protesto gösterilerine vahşi bir şiddet uygulanmasıydı. Esad, diktatörlük yönetimine isyan eden yurttaşlarını yıllarca bombalarken, özellikle 2015 yılının ardından Rusya’nın ülkeye yerleşerek verdiği aktif askeri desteğin yanı sıra İranlı milislerin de çabalarıyla muhalefeti ezmeye başladı.  BAE ve Suudi Arabistan gibi ülkeler ayaklanmanın başında muhalefet içerisindeki mezhepçi silahlı gruplara destek vererek, Suriye’nin geleceğinde söz sahibi olmaya çalıştılar. Bu proje başarılı olmayınca katil Esad’la ilişkileri normalleştirmeye başladılar. Önce BAE 2018 yılında Baas diktasıyla ilişkiler kurmaya başladı. Bahreyn, Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün de bu konuda adımlar atıyorlar. Arap Birliği’ne dönüşe yalnızca Fas, Katar ve Kuveyt şerh koydu. Türkiye de yakın dönemde Moskova’da Baas rejimi ile dışişleri bakanları düzeyinde bir araya gelmişti. Esad rejimi uluslararası diplomaside meşruiyet kazandırılması gereken saygın bir devlet değil, tam aksine barışçıl protesto gösterilerine uyguladığı şiddet, gerçekleştirdiği katliamlar, şehirlere yağdırdığı varil bombaları ile eli kanlı bir diktatörlüktür. Ülkeyi yüz binlerce kişinin hayatını kaybettiği bir iç savaşa sürüklemiştir. Suriye’de demokratik bir sürecin başlamasının ilk yolu Esad rejiminin gitmesidir. Ayrıca bütün büyük emperyalistler ve bölgesel yayılmacı güçler Suriye topraklarından çekilmeli, ülkenin geleceğine halkın kendisi karar vermelidir.

Jüri, Trump'ın cinsel tacizde bulunduğuna ve hakaret ettiğine karar verdi

ABD başkanlık adayı Donald Trump bir cinsel suçludur. New York jürisi Çarşamba günü üç saatten kısa bir sürede, 27 yıl önce bir mağazanın soyunma odasında E Jean Carroll'a cinsel saldırıda bulunduğuna dair tarihi bir karara vardı. Carroll mahkemede, Bergdorf Goodman lüks mağazasındaki şiddetli saldırıyı anlattı. "Hemen kapıyı kapattı ve beni duvara doğru itti. Beni o kadar sert itti ki başım çarptı. Kafam son derece karışıktı" dedi. "Geri ittim ve beni tekrar duvara yasladı, başımı tekrar vurdu. Eğildi ve taytımı aşağı çekti. Onu geri itiyordum. Başka bir şey olmasını istemediğim çok açıktı." Tavsiye yazarı Carroll, yaşadıklarının kendisini "bir daha romantik bir hayata, ilişkiye sahip olamayacak" kadar yıktığını söyledi. Jüri, Trump'ın Carroll'a yalancı demesi nedeniyle cinsel istismar suçundan yaklaşık 1,6 milyon sterlin ve hakaret suçundan da yaklaşık 2,4 milyon sterlin ceza verdi. Jüri Trump'ı tecavüzden suçlu bulmadı. Trump, Ekim 2022'de internette Carroll'ın suçlamalarının "tam bir dolandırıcılık işi" ve "bir aldatmaca ve yalan" olduğunu paylaşmıştı. Mahkeme bu sözlerin Carroll’a hakaret anlamına  geldiğini tespit etti. Sonuç olarak Carroll 26 yıldır sürdürdüğü işini kaybetti ve internette bir taciz yağmuruna maruz kaldı. Carroll kararı çok önemli. Kadınların bir düzineden fazla cinsel taciz suçlamasına rağmen, Trump'a karşı ilk kez böyle bir dava jüriye sunuldu. Bu, dünyanın en ünlü cinsiyetçilerinden biri için lanetleyici bir karardır. Trump'ın "kadınları kukusundan yakalamakla" övünmesi karşısında çileden çıkan herkes jürinin kararını memnuniyetle karşılayacaktır. Trump ifade vermek ya da savunma yapmak üzere mahkemeye gelmedi. Varlığının Manhattan'ın kalbindeki mahkemede trafik kaosuna neden olacağını iddia etti. Yine de Carroll'a uzaktan ateş püskürüyor. Sosyal medyada sonucun "tüm zamanların en büyük cadı avının devamı" olduğunu yazdı. Avukatları da davayı şimdiden "düzmece" olarak nitelendirerek temyize gitmekle tehdit etti. Dava cezai değil sivil bir dava olduğu için, Trump bu ağır karara rağmen hapis cezasıyla karşı karşıya değil. Trump’ın yasalarla sorunu henüz bitmiş değil. Stormy Daniels'a sus payı ödemeleri nedeniyle 34 dolandırıcılık suçlamasıyla karşı karşıya ve 2020'de seçimlere müdahale soruşturması altında. Salı günkü mahkeme kararı Trump'ı herhangi bir başkanlık adaylığını savunulamaz hale getirecek kadar toksik hale getirecektir. Ancak Demokratlar yoksulluk, savaş ve çevre tahribatından oluşan statükoya bir alternatif sunmazlarsa, bu toksik seks suçlusu yeniden aday olarak öne çıkabilir. Şimdilik son sözü Carroll söyleyecek. Trump'la hesaplaşmasının tek nedeni, şiddet uygulayan ve olağanüstü bir güce sahip olan bir milyonere karşı durma cesaretini göstermiş olmasıdır.  "Bu zafer sadece benim için değil, kendisine inanılmadığı için acı çeken her kadın içindir" dedi.

Pakistan ordusu, İmran Khan'ın tutuklanmasının ardından öfkenin odağı haline geldi

Pakistan, eski Başbakan İmran Khan'ın yolsuzluk suçlamasıyla paramiliter birlikler tarafından dramatik bir şekilde tutuklanması ve güçlü orduya karşı ülkeyi diken üstünde tutan büyük bir öfke patlamasına yol açmasının ardından sallanıyor. CNN International’deki haber şöyle. Huzursuzluk birçok büyük şehre yayılarak, meydan okuyan kalabalıkların askeri mülklere girdiği ve ordu personelinin evlerini ateşe verdiği, Pakistan'da uzun süredir iktidarın zirvesinde oturan ve genellikle dokunulmaz olan bir güce doğrudan meydan okuyan benzeri görülmemiş sahnelerle sonuçlandı. Pakistan 1947'de bağımsızlığını kazandığından bu yana siyasi istikrarsızlık, rejim değişiklikleri ve darbelerle mücadele etti ve ordu tarihsel olarak kimin iktidarda kalacağı konusunda belirleyici bir role sahip oldu. Ordu sözcüleri, Khan ve destekçilerini kırmızı çizgiyi aşmakla suçlayarak, askeri mülk ve tesislere "sistematik olarak saldırıldığını" ve "ordu karşıtı sloganlar atıldığını" söyledi. Khan'ın tutuklanmasından bu yana ilk kez çarşamba günü bir açıklama yapan ordu, "Tüm kolluk kuvvetleri, askeri ve devlet tesisleri ve mülkleri de dahil olmak üzere orduya yönelik herhangi bir saldırıya sert bir şekilde karşılık verilecektir" dedi. "Bunun tüm sorumluluğu Pakistan'ı iç savaşa sürüklemek isteyen grubun üzerinde olacaktır." Polis, Khan'ın partisinden altı üst düzey siyasetçiyi "kundaklama ve şiddet içeren protestoları kışkırtmak" suçlamasıyla tutukladıklarını ve yakında daha fazla tutuklamanın beklenebileceğini söyledi. Bu politik kriz, 220 milyon nüfuslu ülkenin akut bir ekonomik krizle boğuştuğu, yükselen enflasyonun insanları gıda ve yakıt alamaz hale getirdiği ve Pakistan için seçim yılı olan bu dönemde ülkenin istikrarına ilişkin korkuları arttırdığı bir dönemde ortaya çıktı. Khan verdiği röportajlarda sürekli olarak kendisini tutuklama girişimlerinin adaylıktan çekilmesini sağlamaya yönelik olduğunu ifade ederken hükümet bu iddiaları reddetti. Khan neden tutuklandı? Khan 9 Mayıs'ta paramiliter birlikler tarafından ani bir operasyonla tutuklanmış, polisler başkent İslamabad'daki bir adliye binasına girerek kendisini çok sayıda yolsuzluk suçlamasıyla gözaltına almışlardı. Avukatı CNN'e yaptığı açıklamada, bir üniversite inşa etmek için yasadışı yollardan arazi edinmekle suçlandığını ve sekiz gün süreyle "fiziksel gözetim altında" tutulduğunu söyledi. Khan ayrıca ayrı bir davada, görevdeyken yabancı liderler tarafından kendisine gönderilen hediyeleri yasadışı olarak satmakla suçlanıyor. Tutuklanmasının ardından Khan'ın Pakistan Tehreek-e-Insaf (PTI) partisi tarafından YouTube'da yayınlanan önceden kaydedilmiş bir açıklamada, eski başbakan "yanlış suçlamalarla gözaltına alındığını" söyledi ve destekçilerine "hepinizin haklarınız için mücadele etme zamanı geldi" dedi. Pakistan’da neler oluyor? Khan'ın tutuklanması, ordu ile Khan'ın destekçileri arasında aylardır devam eden gergin hesaplaşmayı daha da alevlendirdi. En büyük protestolar Khan'ın siyasi kaleleri olan Lahor ve Peşaver şehirlerinde gerçekleşti ve kalabalıklar güvenlik güçleriyle çatıştı. Yüzlerce protestocu ulusal yayın kuruluşu Pakistan Radyosu'nun Peşaver'deki merkezini basarak binayı ateşe verdi. Bir hastane sözcüsüne göre çatışmalarda en az üç kişi öldü ve yaklaşık 30 kişi de yaralandı. Reuters'a göre polis, 25 polis aracı ve 14'ten fazla hükümet binasının ateşe verilmesinin ardından ülkenin en kalabalık Pencap eyaletinde yaklaşık 1.000 Khan destekçisinin tutuklandığını söyledi. Özel okulların ülke çapında kapatılması emredildi ve bazı ülkeler seyahat uyarıları yayınladı. Hükümet kaosu bastırmak amacıyla mobil internet hizmetlerini engelleyerek Twitter, Facebook ve YouTube'a erişimi kesti. Popüler uygulamalar ve dijital ödeme sistemleri de kesintiye uğradı. Reuters'ın haberine göre, ülkenin dört vilayetinden üçünde yetkililer tüm toplantıları yasaklayan bir acil durum emri çıkardı. Ordu, güvenlik desteği sağlamak üzere İslamabad ve Hayber Pakhtunkhwa'ya çağrıldı. Pakistan Başbakanı Shehbaz Sharif, Khan'ın destekçilerini "terörist" olarak nitelendirdi ve onlara "uslu durmalarını ya da cezalarını çekmelerini" söyledi. Protestocular neden orduyu hedef aldı? Khan'ın devrilmesinden bu yana on binlerce destekçisi Pakistan'ın önemli şehirlerinde sokaklara dökülerek protesto gösterilerinde bulundu ve Pakistan ordusu aleyhine sloganlar attı. Ülkede müthiş bir güç olarak kabul edilen ordu, tarihte birçok kez Pakistan siyasetine müdahale etmiş ve zaman zaman ülkeyi doğrudan yönetmiştir. Geçmişte siyasi liderler zaman zaman Khan'ın hakimiyetine meydan okumuş olsa da, analistler mevcut durumun Khan'ın destekçilerinin toplumsal temeli nedeniyle farklı olduğunu söylüyor. Washington'daki Wilson Center'da Pakistan Araştırmacısı olan Syed Baqir Sajjad, Khan'ın "geleneksel olarak ordunun siyasetteki rolüne meydan okumaya dahil olmayan bir grup olan kentli orta sınıftan önemli bir halk desteği almasının" "benzersiz" olduğunu söyledi. "Bu durum, bu kez gerilimi daha fazla hisseden askeri kurum üzerindeki baskıyı arttırdı" dedi. Khan defalarca orduyu kendisini görevden uzaklaştırmak için Şerif'le birlikte komplo kurmakla suçlamış, hatta üst düzey bir yetkilinin ismini vererek kasım ayında kendisini yaralayan silahlı saldırının arkasında olmakla itham etmiştir. Khan'ın iddialarına göre, destekçileri öfkelerini orduya yöneltti ve sosyal medyada hararetli bir şekilde müesses nizama karşı mesajlar yayınladı. Sajjad, "İmran Khan'ın özellikle geçen yıl görevden alındıktan sonra orduya yönelik saldırılarının yoğunluğu ve tutarlılığı eşi benzeri görülmemiş bir durum" dedi. "Bu çatışmanın uzun vadede nasıl sonuçlanacağı henüz belli değil, ancak Pakistan'da ordu ile sivil hükümet arasındaki ilişkinin her zaman kırılgan bir ilişki olduğu ve iktidar mücadelelerinin sık sık açık çatışmalara dönüştüğü açık."

Çatışma ve iklim felaketleri yerinden edilen insan sayısında rekor artışa neden oldu

Rusya'nın Ukrayna'ya saldırısı ve iklim felaketlerinin yarattığı "kusursuz fırtına" nedeniyle dünya genelinde evlerini terk etmek zorunda kalan insanların sayısı geçen yıl beşte bir oranında arttı. The Guardian’daki haber çatışma ve ikim felaketlerinin birleşmesinin yarattığı korkunç göç sorununu ele alıyor. Norveç Mülteci Konseyi'nin Ülke İçinde Yerinden Edilme İzleme Merkezi (IDMC) tarafından yayınlanan rakamlara göre, 2021 yılında 59,1 milyon olan ülke içinde yerinden edilmiş kişi (IDP) sayısı, 2022 yılı sonu itibariyle 71 milyona ulaştı. İnsanların güvenlik ve barınak arayışıyla gerçekleştirdikleri ve çoğu zaman tekrarlanan hareketlerin sayısı da daha önce görülmemişti. 60,9 milyonluk rakam bir önceki yıla göre %60'lık bir artışa işaret ediyordu. Bu hareketlerin yaklaşık 17 milyonu, tahminen 5.9 milyon insanın evlerini terk ettiği, birçoğunun kaynak ya da kalacak bir yer bulmak veya sadece çatışmalardan kaçmak için defalarca yer değiştirmek zorunda kaldığı düşünülen Ukrayna'daki savaş tarafından tetiklendi. Rapor, askeri güçler tarafından işgal edilen bölgelerden güvenilir veri elde etmenin zorluğu nedeniyle, bu rakamların bile "ihtiyatlı kabul edilmesi gerektiği" uyarısında bulunuyor. Geçtiğimiz yaz Pakistan'ı vuran "steroidli muson" da yerinden edilmelerin başlıca nedenlerinden biri olmuş, ülkenin büyük bölümünü harap eden sel felaketi 8 milyondan fazla kişinin yer değiştirmesine yol açmıştır. Norveç Mülteci Konseyi Genel Sekreteri Jan Egeland, "Çatışma ve afetler geçen yıl bir araya gelerek insanların önceden var olan kırılganlıklarını ve eşitsizliklerini arttırdı ve daha önce hiç görülmemiş bir ölçekte yerinden edilmeyi tetikledi" dedi. "Ukrayna'daki savaş, ülke içinde yerinden edilenleri en çok etkileyen küresel gıda güvenliği krizini de körükledi. Bu kusursuz fırtına, küresel açlık ve yetersiz beslenmenin azaltılması konusunda yıllardır kaydedilen ilerlemeyi baltalamıştır." Perşembe günü açıklanan rapor, 2023'ün ilk aylarını kapsamıyor ancak Sudan'da patlak veren son çatışmaların ardından yerinden edilmelerde dramatik bir artış olduğunu gösteriyor. İki rakip Sudanlı generalin müttefiki olan güçler arasındaki iç savaşın, üç hafta içinde geçen yılın tamamında yaşanan iç göçlerin iki katından fazlasını tetiklediği belirtildi. Suriye'deki kamplarda yaşayan her 10 kişiden dokuzu birden fazla kez yerinden edilmiş durumda Birçok yerinden edilmiş kişi, çözüme kavuşturulmadan yıllarca süren çatışmalar nedeniyle uzun süreli yerinden edilme durumuyla karşı karşıya kalmaktadır. Küresel yerinden edilmiş kişi nüfusunun neredeyse dörtte üçü sadece 10 ülkede yaşamaktadır ve bu ülkelerin hepsi, ister Sudan veya Ukrayna'nın şiddetli savaş, ister Nijerya veya Somali'nin içinde geçtiği daha düzensiz şiddet olsun, belirli bir düzeyde çatışma yaşamaktadır. Bu ülkelerin birçoğu aynı zamanda aşırı düzeyde gıda güvensizliği ile karşı karşıyadır; bu sorun, önde gelen tahıl ihracatçılarından Ukrayna'daki çatışmalar nedeniyle daha da kötüleşmiştir. IDMC Direktörü Alexandra Bilak konuyla ilgili şunları söyledi: "Günümüzde yerinden edilme krizlerinin ölçeği, karmaşıklığı ve kapsamı giderek artmakta ve gıda güvensizliği, iklim değişikliği, artan ve uzayan çatışmalar gibi faktörler bu olguya yeni katmanlar eklemektedir. Yerinden edilmiş kişilerin ihtiyaçlarının anlaşılması ve bu ihtiyaçlara daha iyi cevap verilebilmesi için daha fazla kaynak ve daha fazla araştırma şart."

İsrail'in insanlık suçları ve Filistin direnişi

Roni Margulies’in Marksizm 2022 etkinliklerinde yaptığı konuşmadan alınmıştır. Filistin konusunda tekrar tekrar aynı şeyleri yazmak ve söylemek zorunda bu kalıyoruz. Bunun çok temel bir nedeni var. Sorunun gerçek içeriğinin üzeri sürekli olarak örtülüyor. Bir arkadaşım İsrail’de seçim var, Netanyahu hükümet kuramadı, iç politika ihtiyacı nedeniyle gündem değiştirmek için savaş çıkarttılar. Bu bütünüyle yanlış bir yaklaşım ve sorunun özünü ıskalıyor. Şunu anlamamız gerek: İsrail Devleti'nin kurulduğu günden beri bir sorunu şu, İsmail halksız bir toprakta topraksız bir halk için yeni bir ülkeye olarak kuruldu. Bu kurucu Siyonistlerin kurucu ideolojisidir.  Topraksız bir halk için yani Yahudiler için halksız bir toprak bulundu ve orada sadece Yahudiler için bir Yahudi devleti kuruldu. Ama burada iki büyük sorun vardı: Birincisi, o toprak halksız değildi, orası Filistinlilerin vatanıydı. İkincisi kurulan devletin bir Yahudi Devleti olarak kurulmasına rağmen,  1948'de yerel Filistinli halka karşı yürütülen bir savaş yoluyla kurulduğunda o savaşın bir anlamda başarısız olduğunun görülmesi gerekir. Şu anlamda bir başarısızlıktan söz ediyorum: Filistinlilerin bütününden kurtulamadılar,  Filistinlilerin komşu Arap ülkelere kaçmasını sağlamak için (hepsini öldürmek mümkün olamayacağından) muazzam bir şiddet uyguladı siyonistler 1948'de. Gerçekten de Filistin halkının büyük çoğunluğu komşu ülkelere kaçmak zorunda kaldı. Elbette hepsi değil, sonuçta bir milyona yakın Filistinli yerli kaldı ve dolayısıyla İsrail Devleti kurucularının istediği gibi bir Yahudi Devleti olamadı. Üstelik çocuk yapma oranlarının nüfusun artma hızı Filistinliler arasında Yahudiler arasında olduğundan daha yüksek olduğu için yine kurucuların istemediği bir nüfus gelişmesi yaşandı, Filistinlilerin nüfus içinde oranı daha hızlı arttı.  Bunu İsrail Devleti biliyor ve tabii ki bunun sonucunda gününü birinde İsrail'in nüfusunun çoğunluğunun Filistinli Arap olacağını kavrıyorlar. Bu İsrail devletinin temel sorunu. Bu sorunu çözmek için zaman zaman gerçekten İsrail'de inanılmaz faşist tartışmalar yaşanabiliyor. Yani Filistinlilerin hepsini nasıl imha edebiliriz gibi, faşistlerin gündeme getirebildiği tartışmalar yaşanabiliyor. Bu, bir Filistin devletinin kurulmasını, İsrail devleti her ne pahasına olursa olsun engellemek için özel bir örgütlenme şeklinde şekillenen bir devlettir. Siyonizm kendi halkına şunu anlatır: Bu topraklar 2 bin yıldır bizim topraklarımızdır. Biz buradan kovulduk, ama burası bizim topraklarımız ve burada Araplar oturamaz. İsrail devletinin resmi ideolojisi buna izin vermez. Bu aynı zamanda İsrail’in tekrar tekrar, beş on yılda bir Filistinlilere, Gazze'ye, Lübnan'a yani Filistinlilerin bulunduğu yerlere saldırmasını temel nedenidir. Neden şu: Filistinliler çok örgütlü, çok mücadeleci. Mücadele insanları siyasileştirdi ve örgütlü olmaya zorladı. Tıpkı Kürtler gibi. Bir önceki Gazze saldırısı 2014. Bu 7 yıl içinde Filistinliler Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’de örgütlenmeye devam etti. Gazze özellikle yarı otonom ve Filistinlilerin kendi bölgesi olduğu için orada devlet olmaya benzer adımlar atıyorlar. Bu gelişme ve kurumlaşmayı İsrail devleti bir kaç yılda bir saldırarak imha etmek istiyor. Bu İsrail’de Siyonistlerin kullandığı bir ifadedir: “Gazze’de saatleri geri almak.” Gazze’yi taş devrine geri döndürmek gibi ifadeleri kullanmalarının nedeni de bu.  Her saldırının ayrıca o güne özel bir neden oluyor elbette. Genellikle bir İsrail provokasyonu oluyor, baronun El Aksa camisine girmesi gibi. Ama bunlar ayrıntı. Çünkü bu ayrıntılar İsrail’in saldırganlığının arkasındaki gerçek dinamiği gizliyor. Saldırının arkasında kim olduğunu tartışmaya açıyor. Acaba Hamasa çok roket attığı için mi israil yeniden saldırdı gibi tartışmalar devreye giriyor. Önemli ola bu değil. Çünkü ortada o kadar büyük bir insanlık suçu var ki. Kocaman bir halk, 1948’den beri, 75 yıldır kamplarda yaşamaya mahkum edilmiş olması o kadar büyük bir insanlık suçudur ki bunlar, hamas hangi roketi attı, Filistinliler silah mı kullandı gibi sorular anlamsız ayrıntılardır. Üstelik şunu unutmayalım, Tüm israil saldırılarında rakamlar, yapılanlar aşağı yukarı aynı oluyor. Örneğin, şu ana kadar bu toplantı başlamadan önce Gazze’den 1500 kadar roket atılmış Tel Aviv’e. İsrail’de 9 kişi ölmüş. Buna karşılık İsrail’in Gazze’ye yaptığı karşı saldırılarda 119 kişi, 27’si çocuk, ölmüş, 229 okul yıkılmış, elektrik ve su şebekeleri hemen hemen çökmüş. Bu her seferinde böyle oluyor.  Şunu aklımıza kazımalıyız. 1948'de yapılıp kabul edilebilir bir şey değildir. Yani dünyanın bir yerinden gelip orada yaşayan insanlara, burası bizim, burada biz yaşayacağız demek ağır bir suçtur. Denilebilir ki koca ABD de böyle kurulmuş. Yani başka bir yerden birileri gelip oranın yere halkını katledip kendi devletini kuruyor. Evet ama fark şu: Filistinliler biz buradayız, burası bizim topraklarımız diyor. Diğer ülkelerde yerel halk bu türden bir mücadeleyi verebilecek bir ağırlığa sahip değil. Bu yüzden ABD’ye sen meşru değilsin demiyor. Ama İsrail, Birleşmiş Milletler hukuk kurumları bile İsrail’in üzerinde olduğu toprakların önemli bir kısmını işgal altında diye tanımlıyor. Buna rağmen iki etken Filistinlilerin mücadelesini savunmayı zorlaştırıyor: Birisi Avrupa’da, özellikle Almanya’da Nazilerin ve faşistlerin yahudi düşmanı tarihi nedeniyle bir zorluk var. ABD’de ise İsrail bu ülkenin bölgesel çıkarlarının koruyucusu, hemen hemen uç karakolu olduğu için Filistinliler her zaman arka plana itiliyor. Ayrıca hem Avrupa’da hem de ABD’de son dönem yükselen İslam düşmanlığı Filistinlileri savunmayı zorlaştıran etkenler arasında.  Türkiye’de ise çok ilginçtir, Filistinlileri savunmanın modası geçti. Sol içinde bile durumun böyle olduğunu görmek lazım. Bunun nedeni bence Filistin direnişi içinde Hamas’ın FKÖ’den daha ön plana çıkmış bir örgüt olması, yani Müslüman bir örgütün öne çıkmış olmasıdır. Oysa Hamas’ın öne çıkması ve kitleselleşmesinin nedeni Müslüman olması değil, radikal olmasıydı. Filistin’le dayanışma mutlaka politik gündemin merkezine yeniden alınmalıdır. Filistin hareketinin geleceği için en önemli ivme ve destek çevre ülkelerdeki, Atar halklarının Arap Baharı’nda gösterdiği mücadelelere ve Türkiye gibi ülkelerdeki yükselen devrimci hareketler ve işçi sınıfı hareketinin yaygınlaşması gibi etkenler Filistin halkının özgürlüğü için belirleyici olacak.

Geri 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 İleri

Bültene kayıt ol