Lübnan: İsrail tankları BM üssüne zorla girdi

Nakba’nın 75. yılında adaletsizliğe karşı çıkmak

Filistinli kadınlar işgal, yerinden edilme, askeri taciz ve neredeyse sürekli saldırıların Filistinlilerin topraklarından zorla sürülmelerinin mirası olduğunu söylüyor. Ama Sophie Square, direnişte umut olduğunu yazıyor.  "Ben bir mülteci kampında doğdum ve büyüdüm, her gün kontrol noktaları ve öldürülen insanlar görmek zorundayım. Bildiğim tek hayat türü bu." Bu sözler, Filistin'in işgal altındaki Batı Şeria bölgesinden Sosyalist İşçi’ye konuşan bir yardım kuruluşu çalışanı olan Mayan'a ait. O ve işgal altında yaşayan milyonlarca Filistinli için, Filistinlilerin topraklarından sürüldüğü Nakba uzak bir anı değil, sürekli bir gerçeklik. Mayan'ın çalıştığı şehir olan El Halil'de ise İsrail devletinin uyguladığı ırkçı apartheid yasaları Filistinlilerin hayatını neredeyse yaşanmaz hale getiriyor.  Nisreen Hashem Azzeh, El Halil'in bir yerleşim bölgesi olan Tel Rumeida'da yaşayan Filistinli bir sanatçı. Irkçı yasaların, sınır duvarlarının ve kontrol noktalarının Filistinlilerin hayatını cehenneme çevirmek için var olduğunu çok iyi biliyor. Apartheid yasalarıyla birleşen İsrail askerlerinin şiddeti, Nisreen'in kocası Haşim’in 2015 yılında ölümüne yol açtı. Haşim, İsrail askerlerinin Filistinli protestoculara attığı göz yaşartıcı gazın tetiklediği bir kalp krizi geçirdi. İsrail'in ırkçı yasaları nedeniyle ambulansların belirli Filistin mahallelerine ulaşması engelleniyor, bu da Haşim'in çaresizce ihtiyaç duyduğu tıbbi müdahaleyi alamaması anlamına geliyordu. Daha sonra El Halil'in merkezindeki en yakın hastaneye gidebilmesi için acilen bir kontrol noktasına götürüldü. Ancak İsrail askerleri tarafından girişine izin verilmedi ve alternatif bir yol bulmak zorunda kaldılar. Hastaneye vardıktan kısa bir süre sonra hayatını kaybetti. Nisreem, Sosyalist İşçi'ye kocasının ölümüne yol açan aynı ırkçı kuralların Filistinliler için hayatı çekilmez hale getirdiğini anlattı. "Benim bölgem Tel Rumeida'da çok sayıda bariyer ve askeri kontrol noktası var. Ayrım duvarının inşası nedeniyle akrabaların birbirlerini ziyaret etmeleri engelleniyor. Artık diğer Filistin şehirlerini ziyaret etmek için uzun ve engebeli yolları kullanmak zorundayız. Filistinlilerin arabalarıyla ana caddeyi kullanmaları yasak. Sadece yürüyerek seyahat etmelerine izin veriliyor. Ambulansların bile bu bölgeye ulaşması engelleniyor." "Hasat mevsiminde Filistinlilerin ürünlerini hasat etmeleri engelleniyor, özellikle de zeytin hasat mevsiminde. "İsrail askerleri yerleşimcilerin hasadı durdurmaya çalışmasına izin veriyor ve bazen bizi dövüyorlar" diye ekledi.  El Halil'de işe gitmek için Mayan'ın üç kontrol noktasından geçmesi gerekiyor. İsrailli muhafızlar onun gibi Filistinlilerin gözünü korkutmak için çantalarını arıyor. Mayan, Sosyalist İşçi’ye, Yahudi yerleşimcilerin özgürlüğüne kıyasla Filistinlilere yönelik ırkçı ayrımcılığın şehirde açıkça görüldüğünü söyledi. "İşe gittiğimde yerleşimcilerin özgürce hareket ettiğini görüyorum" dedi. "Durdurulmadan yanlarında silah taşıyorlar. Bazen saldırıya uğruyoruz ama onlardan birine dokunursak tutuklanabilir, hatta dövülebiliriz." Filistinlilerin, birbirlerinden uzak olmasalar bile işgal altındaki toprakların farklı bölgelerini ziyaret etmek için katlanmak zorunda kaldıkları çileyi anlattı. İsrail devletinin işgal altındaki Filistin'in dört bir yanına dağılmış Filistinliler arasındaki işbirliğini bu şekilde engellemeye çalıştığını da sözlerine ekledi. "Yabancı olan bazı arkadaşlarımla Kudüs'ü ziyaret etmek istedim. Bunu yapmak için izin başvurusunda bulunmam gerekiyordu. "İzin başvurunuz kolaylıkla reddedilebiliyor. Eğer soyadınız yanlışsa reddedilebilirsiniz. Belli bir siyasi partiye bağlıysanız ya da hapse girdiyseniz reddedilebilirsiniz." "Kudüs'e gittiğimde sürekli durduruldum ve kimliğimi göstermem istendi. Yanımda yabancıların ve yerleşimcilerin yürüdüğünü gördüm ve onlara sorulmadı. Sadece Araplar ve Müslümanlar durduruldu."   El Halil 1997 yılında iki sektöre ayrıldı; ilki Filistin Ulusal Yönetimi tarafından kontrol edilen H1 ve İsrail ordusu tarafından kontrol edilen H2 olarak biliniyor. Teorik olarak İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) tarafından imzalanan El Halil protokolü şehrin yüzde 20'sini Yahudi yerleşimcilere veriyordu.  Geri kalan yüzde 80'lik kısım Filistin otoritesi altında kalacaktır. Ancak gerçekte İsrail devleti El Halil'in kontrolünü hiçbir zaman bırakmadı. Yaklaşık 300,000 Arap'a ev sahipliği yapan şehirde, az sayıda İsrailli şehir merkezinde yaşıyor ve özel asker çeteleri tarafından korunuyor. El Halil'in dış mahallelerinde ise yerleşimciler, sürekli olarak sağa kayan İsrail hükümeti sayesinde Filistinlileri topraklarından kovma konusunda kendilerini daha da güvende hissediyor. Okul müdürü Dr. Reem Alshareef Sosyalist İşçi’ye “Gerçekte tüm şehir işgal altında" dedi. "H2 kuşatılmış durumda ve kontrol noktaları şehri çevreliyor" dedi. "Bir Filistinli olarak oraya gitmek isterseniz, bazı yerlerde sokağa bile adım atamazsınız. El Halil'in kalbinde yaşayan yaklaşık 500 İsrailli yerleşimciyi yaklaşık 2.000 İsrail askeri koruyor. Bu kadar az sayıda yerleşimci için çok fazla asker demek bu. Bu yüzden güvende hissetmek imkansız. Çocukların yerleşimciler ya da işgal askerleri tarafından saldırıya uğramayacaklarını hissetmeleri gerekiyor."  Hem Nisreen hem de Reem, El Halil'de ve başka yerlerde yaşayan Filistinlilerin maruz kaldığı şiddet ve baskının giderek kötüleştiği konusunda hemfikir. "Irk ayrımcılığı açısından işler daha da kötüye gidiyor. Gençler kasıtlı olarak öldürülüyor ve Filistinlilerin çalışma ve ibadet etme hakları engelleniyor. Yerleşimciler topraklarımızı çalmaya devam ediyor.” Reem de Nisreen’le aynı fikirde: "1948'de İsrail Filistin'in yarısından azını işgal etmişti. Şimdi tüm ülke işgal altında. Onların izni olmadan gidemiyoruz ve onların izni olmadan eve dönemiyoruz. Filistinliler dünyanın dört bir yanına dağıldılar ve yerlerinden edildiler ama geri dönemiyorlar. İşgal daha da kötüleşmeye devam ediyor."  Mayan, yüksek işsizlik nedeniyle daha da kötüleşen durumun, çoğunlukla gençleri direnmek için alternatif yollar aramaya ittiğini açıkladı. "Eski kuşaklardan bazıları Filistin Yönetimi'ne güvenmiş olabilir ama genç kuşak güvenmiyor. Hiçbir sonuç vermeyen barış görüşmelerinde yer aldıklarını gördüler. Şimdi Nablus ve Cenin gibi yerlerde bazı gençler silahlı direnişin ilerlemenin yolu olduğuna inanıyor. Ne yazık ki hem Filistin Yönetimi hem de işgal güçleri tarafından saldırıya uğruyorlar. Filistin Yönetimi, İsrail askerleri tarafından taciz edilen Filistinli çocukların kendilerini koruyacağını iddia ederek onları tutuklamaya bile çalışıyor. Facebook paylaşımları nedeniyle Filistin Yönetimi ya da işgal güçleri tarafından tutuklanan arkadaşlarım var. Gençler Filistin Yönetimi'nin bizi özgürlüğe götüreceğine dair umutlarını yitirdi."  Her üç kadın için de Filistin halkının çektiği acıların sona ermesi barış anlaşmalarıyla ya da İsrail devletine veya emperyalist güçlere boyun eğen partilerle mümkün olmayacak. Bunun yerine umut, hem Filistin içinde hem de dışında yaşayan sıradan insanlarda yatıyor. Nisreen, Filistin direnişinin, tıpkı 2021'de kitlesel protestolar ve grevlerin yaptığı gibi, İsrail devletini hala korkutabileceğini hatırlamanın önemli olduğunu savunuyor. "Benim için adaletsizlik sürmeyecek, bir gün gece aydınlanacak" diyor.

Şili'deki yeni meclis seçimlerinde aşırı sağ parti en büyük parti oldu

Şili'nin yeni anayasasını hazırlayacak organ için yapılan seçimlerde aşırı sağcı Cumhuriyetçi Parti birinci geldi. Cumhuriyetçi Parti 51 sandalyeden 22'sini alırken, sağ partiler 11 sandalye, sol partiler ise sadece 17 sandalye kazandı. Cumhurbaşkanı Gabriel Boric, 1973 yılında ABD destekli bir darbeyle iktidarı ele geçiren General Augusto Pinochet tarafından getirilen anayasayı yeniden düzenleme sözü vermişti. Sol kanat 2021'de Güney Amerika ülkesini sarsan kitlesel bir hareketin ardından göreve geldi. Anayasada herhangi bir değişikliğe karşı olduklarını söyleyen Cumhuriyetçilerin lideri Jose Antonio Kast'ı mağlup etti. İşçiler iktidara geldiğinde Boric'ten büyük umutlar beslemişlerdi, ancak Boric bu umutları kısa sürede suya düşürdü. "Suçla mücadele" kapsamında, iktidardaki koalisyonda yer alan tüm partiler bir ay önce 15 yasanın yürürlüğe girmesine yardımcı oldu. Bu yasalar, 2019 isyanını acımasızca bastırmaya çalışan polis gücüne büyük yetkiler verdi. Polislere keyfi şiddet kullanımı için yasal güvence ve fazladan 1.25 milyar sterlin fon sağlandı. "Ek kaynaklar," diye övündü Boric, "acil durum fonlarıyla finanse edilecek". Bu fonlar "kamu hazinesinden, yeniden tahsislerden, başka bir şey için ayrılmış fonlardan ve 2023 yılı bütçesinde taahhüt edilmemiş diğer fonlardan değil" diye açıkladı polise destek fonunu. Anayasa meclisi haziran ayında ülke çapında oylamaya sunulacak yeni bir taslak üzerinde çalışmaya başlayacak. Halk geçen yıl Boriç ve sol tarafından desteklenen anayasa taslağını reddetmişti. Bu taslak büyük sermayenin ve sağın yürürlüğe girmesini engellemek için canla başla mücadele ettiği ilerici reformlar içeriyordu. Ancak sıradan insanların karşı karşıya olduğu sosyal krizleri ele almak yerine iktidar bu güçlerle uzlaşmaya çalışmıştı. Örneğin, taslak sıradan insanlara kamu ve özel sağlık hizmetleri arasında bir seçenek sunmaktan bahsediyordu, özel şirketlerin kayrılmasına ve sömürücülüğünün engellenmesinden söz etmiyordu. Tüm bunlar olurken sıradan insanlar için hayat daha da zorlaştı. Şili'de enflasyon bir yılı aşkın süredir çift haneli rakamlarda seyrediyor ve Nisan ayında yüzde 9.9'a geriledi. Özellikle gıda fiyatları geçtiğimiz yıl içinde çok yükseldi. Şubat ayında Şili'nin güneyini saran ve 20'den fazla kişinin ölümüne neden olan orman yangınlarının ardından da büyük bir toplumsal tepki gelişmişti. Sıradan insanlar hükümetin yangına yeterince hızlı müdahale etmediğini düşünüyordu. Boric, Şili'deki büyük şirketlerin çıkarları ve gücüyle yüzleşmeye istekli değildi. Sokaklarda ve işyerlerinde sermayeye karşı koyma gücüne sahip kitlesel hareketlere değil, “güvenli" parlamenter ve anayasal kanallara bel bağladı Ve patronlara ve sağa tavizler vererek kendi kitlesel desteğini etkisiz hale getirirken aşırı sağın içinden gireceği kapıyı açmış oldu.   1970'lerde sosyal demokrat Salvador Allende, değişimi sağlamak için "birliği" zorlayabileceğine inanıyor, taleplerini kabul ederek sağı pasifize etmeyi umuyordu. Sonuç olarak 1973 yılında Pinochet onu devirdi ve Allende öldürüldü. Boric de sağ ile aynı uzlaşma yolunu izledi ve bu da yine felaketle sonuçlandı

Uluslararası Sosyalist Akım: Sudan'da savaşı durdurun, hiçbir generale ve müttefiklerine destek ya da silah yok!

Dünyanın birçok ülkesinde örgütlenen ve Türkiye'de DSİP'in bir parçası olduğu Uluslararası Sosyalist Akım (IST), Sudan'daki çatışmalara karşı bir açıklama yaparak, ülkede devrime imza atan emekçilerle dayanıştığını duyurdu. Açıklama şöyle: Savaş bir kez daha milyonlarca insanın hayatını paramparça ediyor. Bir başkent bombalanıyor, hastaneler ve pazarlar yanarken sokaklar cesetlerle dolu. Sıradan insanların payına, gündelik yaşamı devam ettirmek için tıbbi malzemeleri organize etmek, su ve yiyecek bulmak ve ateş altında hayatlarını riske atmak düştü.  Ukrayna'daki savaşın aksine, Sudan'da savaşan taraflar terörize ettikleri sivil nüfusla aynı ülkeden. Bunlardan biri, Hızlı Destek Kuvvetleri (RSF), Cancavid güçlerinden doğan acımasız bir milis grubu, diğeri ise Sudan Silahlı Kuvvetleri. Bu grupların liderleri, Darfur'dan Port Sudan'a ve Hartum sokaklarına kadar, Sudan halkına karşı işlenen suçlarda uzun süredir ortaktılar. Şimdi bu hırsızlar ve katiller, iktidar ganimetlerinden daha büyük bir pay almak için birbirleriyle savaşıyorlar. Bununla birlikte, tıpkı Ukrayna'da olduğu gibi, bu savaşın dehşeti yalnızca yerel düzeyde üretilmiyor. Bunlar, kapitalist sistemin derinlerine kök salmış güçlerin neticesi. Sudan'ın altını Körfez pazarlarına akıyor, besi hayvanları ve verimli toprakları sınırlarının ötesindeki milyonları besliyor. Nüfusunun üçte birinin insani yardıma muhtaç olduğu bu topraklar, aynı zamanda küçük bir azınlık için inanılmaz bir zenginlik üretiyor. Bu azınlık kendi çıkarlarının yanı sıra, Sudanlı genç erkekleri Suudi Arabistan ve BAE'nin Yemen savaşında ateş hattına sürerek, Mısır ve Etiyopya'nın Nil nehrinin suları için verdikleri güç mücadelesinde Mısır diktatörlüğünü destekleyerek, (RSF'nin finanse edilmesine yardım eden) Avrupa Birliği ve İngiltere liderleri için vekil sınır muhafızı rolünü üstlenerek daha zengin ve daha güçlü devletlerin yönetici sınıflarının çıkarlarına da hizmet ediyor.  Bölgedeki rakip devletlerin ve küresel sistemin merkezindeki büyük güçlerin ellerinde Sudan halkının kanı var. Bu güçler, Sudanlı sivil partilere ve ülkenin devrimci hareketine, kendi katilleriyle oturup güç paylaşımı anlaşmalarını müzakere etmeleri gerektiğini öğütlerken, bu gangsterlerin cephanelerini artırdılar.  Ve şimdi AB devletleri ve İngiltere, Sudanlı mültecilere karşı savaşlarının şiddetini arttırıyor, onların güvenli geçişlerini engelliyor ve aşırı sağın yükselişini körükleyen zehirli kampanyaları güçlendiriyor. Ukraynalı mültecileri kucaklayan kollarla bu keskin tezat, emperyalist ülkelerin savaşlar ve göç konusundaki ikiyüzlülüğünü bir kez daha ortaya koyuyor. Bu katliamın tek gerçek alternatifi, 2019'da diktatör Ömer el-Beşir'in devrilmesinden bu yana çok şey başaran devrimci harekette yatıyor. Ve işçi sınıfının uluslararası dayanışması bu hareketi desteklemek için çok önemli. Sudan'daki sıradan insanlar, açlık ve yoksulluğun ortasında, onlarca yıllık iç savaşın küllerinden, yıllardır tanık olmadığımız bir ölçekte aşağıdan öz örgütlenme biçimleri yarattı. Direniş Komiteleri, bağımsız sendikalar, mülteci hakları ve çevre adaleti taleplerini yükselten kampanyalar, milyonları diktatörlüğe karşı seferber etti, geniş kapsamlı demokratik reformlar ve servetin yeniden dağıtılmasını öneren anayasa taslakları oluşturdu ve sıradan insanlara yiyecek, barınak, tıbbi yardım, elektrik ve su sağlamak için ortada bulunmayan, düşmanca davranan devletin bıraktığı boşlukları sık sık doldurdu. Yalnızca savaş halindeki generallere değil, Sudan yönetici sınıfı ile onun bölgedeki ve uzaktaki müttefiklerine meydan okuyabilecek ve Sudan halkına savaş açan devleti yıkabilecek güçler burada bulunuyor.  Sudan devrimiyle dayanışma, dünyanın her yerindeki sosyalistler, işçiler ve sendikacılar için acil bir görev. Sudan'daki dehşet, kapitalizmin dünyadaki işçilere ve yoksullara hiçbir şey vermediğini gösteren başka bir örnek. Kapitalizm savaş, yoksulluk, ırkçılık ve çevresel yıkım demek. Sudanlı mültecilerle dayanışıyoruz, sınırları açın! Savaş makinesini durdurun, hiçbir generale ve müttefiklerine destek ya da silah yok! Zafer Sudan Devrimi’nin olacak!

First Republic - Kamu mülkiyetinin gerekliliğini gösteren bir örnek

First Republic Bank'ın çöküşü, ABD'de sürmekte olan bankacılık krizinin son bölümü. Bu, ABD finans tarihindeki en büyük ikinci bankacılık çöküşüydü ve bankacılık sisteminin kamu mülkiyetinde olması gerektiğini iyice ortaya sermekte. First Republic, Silicon Valley Bank (SVB) ve Signature'dan sonra iflas eden üçüncü banka oldu. Toplamda 47 milyar dolarlık banka varlığı kayıplara karıştı ve zararın bir kısmı bu bankalardaki tahvillerin sahipleri ve hissedarlar tarafından üstlenildi. Ancak bunun kamu fonlarına da bir maliyeti oldu. Federal Mevduat Sigorta Kurumu (FDIC), tüm bankaların katkılarıyla finanse edilen bir kamu kuruluşu. Bu iflasların ve devirlerin düzenlenme ve finansman maliyetinin 20 (SVB için), 13 (First Republic için) ve 2,5 milyar dolar (Signature için) olduğu tahmin edilmekte. Yani toplam kaybın yaklaşık dörtte üçü FDIC tarafından karşılanıyor. FDIC, bankalardan yeni vergiler isteyecek, böylece yük en nihayetinde paylaşılacak fakat bu halk ve işletmeler için banka kredilerinin azaltılması ve daha yüksek faiz maliyetleri pahasına gerçekleşecek.  Bir şey kaybetmeyecek bankalardan biri JP Morgan. First Republic'in devri, JPM için harika bir anlaşma gibi görünüyor. JPM, FDIC'ye 10,6 milyar dolar ödüyor ve karşılığında faiz getiren krediler ve menkul kıymetler halinde 185 milyar dolar elde ediyor. JPM, buna karşılık First Republic'in teminatlarını ve Fed'den alınmış, ödenmemiş borçlarını üstleniyor. Ancak FDIC, JPM'ye beş yıl boyunca 50 milyar dolarlık bir kredi limiti tanımakta; yani First Republic'in borçlarındaki temerrütler veya teminatlardan kaynaklanabilecek kayıplar karşılanıyor. Başka bir deyişle, JPM daha kolay şartlarda özel bir FDIC kredisine sahip olduğu için Fed'den pahalı borçlar almak zorunda kalmayacak. Küçük bankalar, ABD'deki en büyük bankaya neden özel ve ucuz bir kredi imkanı sağlandığını merak edebilir. JPM şimdi First Republic varlıklarına 10,6 milyar dolar karşılığında sahip olacak. JPM başkanı Dimon, JPM'nin First Republic'in borçlarının riskini üstlendiği için hak ettiği bu varlıklardan yılda yaklaşık 500 milyon dolar kazanacağını söylüyor. Fakat bu açıkça düşük bir tahmin: İşletmelere yönelik mevcut kredi oranları ve özellikle de FDIC'nin JPM'nin borçlanması için ayarladığı düşük oranla, yılda 1 milyar dolar kâr elde edilmesi daha olası. First Republic'in son çeyreğinde kazandığı miktar buydu. Yani JPM'den elde edilen yıllık kâra %2 eklenecek. Ayrıca FDIC, kredi temerrütlerinden kaynaklanan kayıpların %80'ini üstlenmeyi kabul etti! JPM'in hisse fiyatı bu gelişmeler üzerine bir günde 11 milyar dolar arttı. Böylece JPM'nin FDIC'ye yaptığı ödeme bile derhal karşılanmış oldu. Bu bankacılık çöküşleri, bankacılığın kamu mülkiyetinde olması için güçlü savlar sağlıyor. Üç banka kamulaştırılsaydı, FDIC tarafından bu bankaların varlıklarını daha büyük bankalara devretmek için harcanan 35 milyar dolar, bu bankaları zaman içinde JPM ve benzerlerinin değil de hükümetin (FDIC'nin) kâr elde edebilmesi için yeterli geliri sağlayacak kamu bankaları biçiminde yeniden yapılandırmakta kullanılabilirdi. Bu krizden çıkarılacak diğer ders, kamu mülkiyetine alternatif olarak öne sürülen regülasyonun başarısız olduğudur. Fed tarafından SVB fiyaskosu üzerine hazırlanan özel bir raporda, suç, Trump iktidarı sırasında küçük bankalara uygulanan regülasyonun azaltılmasına yükleniyor. Demokrat Parti iktidarı varılan bu çıkarımdan hoşnut fakat rapor, Trump dönemindeki değişikliklerin bu bankalardan herhangi birinin çöküşünün önlenmesi konusunda herhangi bir fark yarattığına dair hiçbir kanıt göstermiyor. İster büyük ister küçük bankalara uygulansın, regülasyonların geçmişi, bütünüyle bir başarısızlık olduğunu göstermekte. Böylece, şimdi ABD'deki tüm müşteri mevduatlarının %12'sine sahip olan JP Morgan'ı bankacılık sektöründe daha da baskın bir konuma getiren üç bankacılık iflası yaşadık. 2018 mali krizinde, iddia "batamayacak kadar büyük" birçok büyük banka olduğuydu. On beş yıl sonra, büyük bankalar daha da büyük ama geçen ay İsviçre bankası Credit Suisse'in iflası ve devralınmasının kanıtladığı üzere, batamayacak kadar büyük değiller. Şu anda devasa olan İsviçre merkezli UBS bankasının kamu mülkiyeti yerine devlet tarafından sübvanse edilen özel mülkiyete ait kalması gülünç. ABD merkez bankası ve diğer merkez bankaları "politika" faiz oranlarını yükseltmeye devam ederek borçlanma maliyetini arttırdığı ve kredileri sıkılaştırdığı sürece, ileride daha fazla bankanın iflas etme tehlikesi de artmaya devam edecek. Sadece First Republic gibi başı belaya giren orta ölçekli bankalar için değil, aynı zamanda JP Morgan gibi giderek daha güçlü tekeller haline gelen mega bankalar için de kamu mülkiyetinin gerekliliği büyük. Demokratik bir şekilde yönetilen kamu mülkiyeti, bankacılığın, (bizim mevduatlarımızla spekülasyon yapan) küçük ve süper zengin bir spekülatörler grubuna çılgın maaşlar, ikramiyeler ve sermaye kazançları ödeyen savurgan, yozlaşmış ve istikrarsız bir para kazanma makinesi olmasını engelleyip bunun yerine tüm kârın bir bütün olarak ülkeye gitmesini sağlayan, müşterilere, halka ve işletmelere yönelik bir kamu hizmetine dönüştürecektir. Michael Roberts Çeviri: Irmak Yavlal

Macron sıkışınca göçmenlere saldırdı

Fransa’nın neoliberal başkanı Emmanuel Macron, sömürgesi Mayotte adasındaki göçmenlere karşı ırkçılığa başladı. Kendi ülkesinde parlamentoyu görmezden gelerek geçirdiği emeklilik reformu nedeniyle çok zor duruma düşen Macron, binlerce km uzaktaki sömürgesinde yaşayan göçmenlere saldırıyor. Adadaki Komorlular, Mayotte’taki yerel siyasetçiler tarafından “cahil” ve “terörist” ilan edildiler. Yoksul göçmenlerin gecekondularını yıkıp polis aracılığıyla saldırarak başlayan operasyonlar, yerel mahkemenin kararıyla durduruldu. Fransa İçişleri Bakanı Gerald Darmanin, Twitter'dan mahkemenin kararına tepki gösterdi. Mayotte'ta göçmenleri sınır dışı ve tahliye etme operasyonlarının “Fransa'daki barışın tesis edilmesi için gerekli olduğunu” savunan Darmanin, bu adımı zor olsa da uygulamakta kararlı olduklarını belirtti. Sınırdışı edilmek istenen 10 bin göçmeni “korkutmak için” olduğu söylenen polis operasyonuna 10 bin kişi katılmıştı. Fransız emperyalizmi Mayotte adasını 19. yüzyılda sömürgeleştirmişti. Fransız yönetimi altında bir yoksulluk adasına dönüştü. Komorlar 1975’te bağımsızlık ilan ederken Mayotte hileli bir referendum sonucu gerekçe gösterilerek ayrı tutuldu. Bunun sonucu olarak adadaki göçmenler, Fransa’ya grimeyi zorlama hakkına sahip. Geçtiğimiz ay bu yüzden 22 göçmen Mayotte’a ulaşmaya çalışırken hayatını kaybetti. Irkçılık karşıtları sokakta 29 Nisan’da Fransız devletinin ırkçılığına karşı Paris, Marsilya, Rennes, Grenoble, Toulouse, Lille, Strasbourg gibi birçok yerde eylemler yapıldı. Binlerce kişi göçmenlerle dayanışmak için sokaklara çıktı. Paris’teki eylemde antifaşistler “Darmanin yasasına hayır!” pankartları açıp baskıya, hapis cezalarına ve sınırdışı etmelere karşı göçmenlerle dayanışan sloganları öne çıkardılar. Le Monde’un haberine göre, eylemlere katılan bir aktivist, “Sorun göç değil, sömürü ve üçkağıtçı patronlar” diye yorum yaptı. Rennes’deki göstericiler “Kahrolsun polis devleti” sloganları attılar. Fransa aynı zamanda aylardır parlamento yok sayılarak geçirilen emeklilik yasasına karşı yüz binlerce kişiyi sokağa döken bir işçi hareketiyle sarsılıyor. Sosyalist aktivist Denis Godard, “Mücadelenin yeni aşaması öncekilere göre çok daha belirsizlikler içeriyor. Yüz binlerce işçiye ve öğrenciye radikal bir alternatif önerebilecek devrimci bir liderlik gökten yere bir anda düşmüyor. İçinden geçtiğimiz aşamadaki zorlu pratik sınavlar, test edilecek görüşler ve inisiyatifler bunu inşa etmemizde kritik bir rol oynayacak” diyor.

Afganistan yoksulluk içinde

20 yıla yakın süre ABD işgaliyle boğuşan Afgan halkı, yardımların kesilmesiyle yoksulluğa mahkûm edilmiş durumda. BM bünyesinde faaliyet gösteren Kalkınma Programı (UNDP), son yaptığı açıklamada, ABD ve müttefiklerinin geri çekilmesinin ardından insani yardımların hızla düştüğü uyarısında bulundu. UNDP, Afganistan’ın nüfusu 40 milyon olduğu hesaplandığında, açlık sınırında yaşayanların sayısının ülke nüfusunun yüzde 85’ine denk geldiğine dikkati çekti. ABD emperyalizmi ülkeyi yıllar boyu savaşla mahvettikten sonra, utanç verici duruma düşüp Afganistan’ı terk etmişti. Bunun ardından ekonomik yardımların kesilmesiyle yoksulların sayısı iki kattan fazla arttı. ABD ayrıca Afgan bankalarını yağmalarken, offshore hesaplarda tutulan Merkez Bankası rezervlerini de dondurdu. ABD’nin yarattığı yıkımın ardından iktidara gelen Taliban da baskıcı bir rejim kurdu. Yolsuzluk düşmüş olsa da Taliban kadınlara kan kusturuyor ve onların çalışma hayatına katılmasına izin vermiyor. BM’nin raporu bu olmadan Afganistan ekonomisinin toparlanamayacağını söylüyor. 

Direniş Macron'un saldırısını püskürtebilir

Geçtiğimiz hafta Paris, Marsilya, Nice, Lyon, Toulouse, Montpelier, Chambery ve Nantes dahil olmak üzere Fransa'nın çeşitli şehirlerinde kendiliğinden protestolar patlak verdi. Fransa anayasa mahkemesinin Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un emeklilik saldırılarının yasal olarak kabul edildiğini açıklaması halkın öfkesini patlamasına neden oldu. Protestolar, Macron ve hükümetinin bu önlemi demokratik olmayan bir şekilde geçirmesine karşı şiddetlendi.  Mahkeme yeni emeklilik yasasının altı bölümünü iptal etti ancak emeklilik yaşının iki yıl daha uzatılmasını onayladı. Mahkeme ayrıca solun bir kısmı tarafından mevcut emeklilik yaşını koruyacak alternatif bir yasanın referanduma sunulması talebini de reddetti. Mahkeme kararının ardından Macron'un yasayı uygulamak için resmi olarak 15 günü vardı ama Macron erkenden yasayı uygulamaya başladı. Bu mücadelenin sona erdiği sadece sendika liderlerinin stratejisinin başarısız olduğu anlamına geliyor. Sendika liderlerinin koordinasyonu şimdi "tüm işçileri, gençleri ve emeklileri 1 Mayıs'ı emeklilik reformuna karşı ve sosyal adalet için olağanüstü ve popüler bir seferberlik günü haline getirmeye" çağırdı. Bu mücadelei erteleyen bir yaklaşım. O kadar yavaş ki dört ana demiryolu sendikası bu hafta perşembe günü için "demiryolu öfkesini ifade etme günü" çağrısında bulundu. Sendikaların basın açıklamasında "Bu yasa iptal edilene kadar yolumuza devam etmeyeceğiz" denildi. Bazı sendika liderleri 1 Mayıs'ı direnişin son perdesi olarak görüyor. CFDT genel sekreteri Laurent Berger, yasa geçtikten sonra hükümetle görüşmelere geri dönmek istediğini söylemişti.   Ancak genişletilmiş bir genel grevi temel alan yeni bir strateji hala kazanabilir. Şubat 2006'da hükümet İlk İstihdam Teması (Fransızca CPE) olarak bilinen bir tedbiri kabul etti. Bu önlem, gençlerin istihdamını arttırmanın yolunun onların haklarını ellerinden almak olduğunu savunuyordu. İşçiler ve gençler grev yaptı ve milletvekilleri destekledikten sonra bile buna karşı protestolarını sürdürdüler. Sonunda, nisan ayında - yasanın resmi olarak kabul edilmesinden iki ay sonra - Başbakan Dominique de Villepin CPE'nin uygulanması için "koşulların yerine getirilmediğini" açıkladı. Parlamentonun çıkarttığı yasayı sokaklar ve işyerlerindeki direniş püskürtebilir.

DSİP: İsrail'e dur de! Gazze ve Lübnan saldırılarına son!

Devrimci Sosyalist İşçi Partisi'nin (DSİP) açıklaması: İsrail dün akşam bir kez daha dünyanın en büyük ve kalabalık açık hava cezaevi durumundaki Gazze’yi vurdu. Saldırılarına gerekçe olarak Filistinli direniş örgütlerinin Lübnan’dan ve Gazze’den attıkları roketleri gösteren İsrail, kendini savunma hakkını kullandığını iddia ediyor. Oysa içerisinde faşistlerin ve türlü aşırı sağcı partilerin bulunduğu yeni koalisyon hükümeti başa geldiğinden beri Filistinliler sürekli bir saldırı altındaydı. İsrail ordusu, şubat ayında Nablus’u “terörle mücadele” adı altında basarak 11 kişiyi öldürmüş çok sayıda kişiyi de yaralamıştı. Filistinliler grevlerle katliamı protesto etmişti. Mart’ta Ramallah kentinde İsrailli yerleşimciler, Filistinli bir ailenin evini ateşe verdi. Nablus çevresinde de benzer saldırılar yaşandı. Mescid-i Aksa'ya saldırılar düzenlendi. Ramazan başladıktan bu yana da El Aksa camisinde sürekli çatışmalar yaşanıyor. Sadece iki gün önce İsrail polisi camide namaz kılanlara cop ve silah dipçikleriyle saldırmıştı.  Geçen ay İsrail güvenlik kuvvetleri destekli faşist paramiliterler Batı Şeria’daki Huvvara’da pogrom gerçekleştirmiş, Filistinlilere ait yüzlerce ev ve işyerini ateşe vermiş, bir kişiyi öldürmüştü. Haftalardır Müslüman ve Hıristiyan sivillerin işyerlerine, arabalarına ve kendilerine sokaklarda saldırılıyor. Sadece birkaç hafta önce İsrail Maliye Bakanı Bezalel Smotrich, "Filistinliler diye bir şey yok çünkü Filistin halkı diye bir şey yok” dedikten sonra Huvvara'nın “yeryüzünden silinmesi” gerektiğini söylemişti. Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir ise İsrail’de Filistin bayrağı taşınmasını yasakladığını duyurmuştu. İsrail’de terör örgütü üyeliği ve propagandasından davaları ve cezası da bulunan Ben-Gvir bir süredir doğrudan kendisine bağlı bir paramiliter polis gücü kurmak istiyor. İsrail güvenlik güçleri tarafından yılın başından bu yana geçen dört ayda, çoğu sivil olmak üzere yaklaşık 100 Filistinli öldürüldü. 2022 yılı için uzun bir aradan sonra en kanlı çatışmaların olduğu yıl denmişti ve yıl boyunca öldürülen Filistinlilerin sayısı yaklaşık 220’ydi.  Diğer yandan İsrail’de 13 haftadır yüzbinlerce kişi Netanyahu liderliğindeki aşırı sağcı hükümeti protesto etmek için sokaklarda. Eylemlerde ilk kez yüzlerce istihbarat gönüllüsü, bürokrat, yedek asker ve hava kuvvetlerindeki elit pilotlar hükümetin verdiği görevleri yapmayı reddetmişti. Netanyahu bu durumu son derece tehlikeli bularak İsrail için “varoluşsal bir tehdit” demişti. Gösterilerin büyüklüğü sonucu hükümet tartışmalı “yargı reformu” yasa tasarısını geri çekmişti. Eylemciler arasında Filistin bayrakları da taşıyanlar oldu ancak polis her seferinde bayrak taşıyanlara sert şekilde müdahale etti. İsrail kamuoyu aşırı sağcı hükümetin açık ırkçı ve şiddet yanlısı uygulamaları ile faşist paramiliter grupların saldırılarının üçüncü bir intifadaya neden olabileceğini düşünüyor. Ancak intifada İsrail için güvenlik meselesi olsa da Filistinliler için varlık yokluk mücadelesi. İsrail saldırılarını derhal sonlandırmalıdır. Filistinlilere yönelik tüm ambargolar kaldırılmalıdır. İsrail Filistinli otoritelerle müzakereye yanaşmalıdır.  İsrail’de demokrasi için sokaklara inen yüzbinlerin sesini ırkçılığa ve savaşa karşı da yükseltmesi İsrail’in saldırganlığını durdurabilir. Her yer Filistin, her yer intifada! Filistin’e özgürlük! DSİP 07.04.2023

Finlandiya NATO'ya katıldı: Savaşı tırmandıracaklar

Finlandiya'nın NATO ittifakına katılmasıyla Avrupa daha tehlikeli bir yer haline geldi. Bu, NATO ile rakibi Rusya arasında doğrudan silahlı çatışmaya ve savaşa doğru gidişin daha da hızlandığına işaret eden bir gelişme olarak görülmeli. Finlandiya onlarca yıldır Avrupa'daki NATO üyeleri ile Rusya arasındaki huzursuz rekabet arasında sözde tarafsız bir devletti. Ancak Rusya'nın geçen yıl Ukrayna'yı işgal etmesinden bu yana, Avrupa'daki ülkeler giderek askerileşen ve saldırganlaşan iki kamp arasında savruluyor. Şimdi NATO'nun Rusya sınırında bir askeri gücü daha oldu. Finlandiya NATO'ya katılmak daha yeni, sadece yıl başvurdu. Üyelik süreci normalde yıllar sürer ve NATO'nun her üyesinin onay vermesi gerekir. Bu kez süreç çok hızlı bir şekilde işletildi. Komşu İsveç de yakında Finlandiya’yı takip edecek gibi görünüyor. Finlandiya, Kürtlerle çatışan NATO üyesi Türkiye'yi memnun etmek için orada yaşayan Kürt aktivistlere  baskı uygulayacağına söz vermek zorunda kaldı. Ayrıca sürekli savaşa hazır olmak için her yıl milyarlarca dolar harcamayı taahhüt etmek zorunda. Dolayısıyla, tam da üyelik başvurusu onaylandığı sırada seçilen yeni sağcı hükümet NATO'ya çok uygun. NATO liderleri için bu, Batı'nın Avrupa'ya daha fazla yayılma hırsının ete kemğie bürünmesi için bir çok olumlu bir gelişme. İttifakın genel sekreteri Jens Stoltenberg'in geçen ayın başlarında söylediği gibi, "Başkan Putin, Avrupa'da daha az NATO alanına sahip olmak amacıyla Ukrayna'yı işgal etti. Tam tersini elde ediyor. Avrupa'da daha fazla NATO olacak". NATO uzun zamandır Batı'nın askeri ve ekonomik rakibi Rusya'yı çevrelemek amacıyla genişleme ve büyüme arayışında. NATO'ya 1990'dan bu yana 13 ülke katıldı ve sınırı 800 mil doğuya taşındı. NATO aynı zamanda diğerleriyle "birlikte çalışabilirliğini"-birlikte savaşabilme yeteneğini- arttırmaya çalışıyor. Bu da orduların silahlandırılması, eğitilmesi ve Avrupa'nın dört bir yanında savaşa hazır askerlerin konuşlandırılmasını gerektirdi. Birkaç yıl süren bu evre geçen yıl Ukrayna'da savaşın başlamasına yol açtı. Rusya'nın Ukrayna'yı işgali bu süreci sadece hızlandırdı. Rusya ise NATO ülkelerine daha yakın olan müttefiki Belarus'a taktik nükleer füzeler yerleştirme tehdidinde bulundu. Finlandiya'nın NATO'ya girmesine Finlandiya'ya yakın bölgelerde kendi askeri gücünü arttıracağını söyleyerek karşılık verdi. Bu da sınırın ötesinde Fin ve Rus askerleri arasında silahlı bir çatışma ihtimalini korkutucu bir şekilde gündeme getiriyor. Bunun her iki taraf için de "savunmacı" bir yanı yok. Bu, Avrupa'da askeri ve ekonomik hakimiyet için dünyayı parçalamaya hazırlanan iki rakip gücün gerilimi tırmandırmasıdır. Savaş güdüsünü sona erdirmenin yolu bu döngüyü kırmaktır. Bu da NATO'nun genişlemesini alkışlamak değil, sona ermesini talep etmek anlamına geliyor.

Geri 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 İleri

Bültene kayıt ol