ABD başkanlık adayı Donald Trump bir cinsel suçludur. New York jürisi Çarşamba günü üç saatten kısa bir sürede, 27 yıl önce bir mağazanın soyunma odasında E Jean Carroll'a cinsel saldırıda bulunduğuna dair tarihi bir karara vardı.
Carroll mahkemede, Bergdorf Goodman lüks mağazasındaki şiddetli saldırıyı anlattı. "Hemen kapıyı kapattı ve beni duvara doğru itti. Beni o kadar sert itti ki başım çarptı. Kafam son derece karışıktı" dedi.
"Geri ittim ve beni tekrar duvara yasladı, başımı tekrar vurdu. Eğildi ve taytımı aşağı çekti. Onu geri itiyordum. Başka bir şey olmasını istemediğim çok açıktı."
Tavsiye yazarı Carroll, yaşadıklarının kendisini "bir daha romantik bir hayata, ilişkiye sahip olamayacak" kadar yıktığını söyledi.
Jüri, Trump'ın Carroll'a yalancı demesi nedeniyle cinsel istismar suçundan yaklaşık 1,6 milyon sterlin ve hakaret suçundan da yaklaşık 2,4 milyon sterlin ceza verdi. Jüri Trump'ı tecavüzden suçlu bulmadı.
Trump, Ekim 2022'de internette Carroll'ın suçlamalarının "tam bir dolandırıcılık işi" ve "bir aldatmaca ve yalan" olduğunu paylaşmıştı. Mahkeme bu sözlerin Carroll’a hakaret anlamına geldiğini tespit etti. Sonuç olarak Carroll 26 yıldır sürdürdüğü işini kaybetti ve internette bir taciz yağmuruna maruz kaldı.
Carroll kararı çok önemli. Kadınların bir düzineden fazla cinsel taciz suçlamasına rağmen, Trump'a karşı ilk kez böyle bir dava jüriye sunuldu. Bu, dünyanın en ünlü cinsiyetçilerinden biri için lanetleyici bir karardır.
Trump'ın "kadınları kukusundan yakalamakla" övünmesi karşısında çileden çıkan herkes jürinin kararını memnuniyetle karşılayacaktır. Trump ifade vermek ya da savunma yapmak üzere mahkemeye gelmedi. Varlığının Manhattan'ın kalbindeki mahkemede trafik kaosuna neden olacağını iddia etti.
Yine de Carroll'a uzaktan ateş püskürüyor. Sosyal medyada sonucun "tüm zamanların en büyük cadı avının devamı" olduğunu yazdı. Avukatları da davayı şimdiden "düzmece" olarak nitelendirerek temyize gitmekle tehdit etti.
Dava cezai değil sivil bir dava olduğu için, Trump bu ağır karara rağmen hapis cezasıyla karşı karşıya değil.
Trump’ın yasalarla sorunu henüz bitmiş değil. Stormy Daniels'a sus payı ödemeleri nedeniyle 34 dolandırıcılık suçlamasıyla karşı karşıya ve 2020'de seçimlere müdahale soruşturması altında.
Salı günkü mahkeme kararı Trump'ı herhangi bir başkanlık adaylığını savunulamaz hale getirecek kadar toksik hale getirecektir. Ancak Demokratlar yoksulluk, savaş ve çevre tahribatından oluşan statükoya bir alternatif sunmazlarsa, bu toksik seks suçlusu yeniden aday olarak öne çıkabilir.
Şimdilik son sözü Carroll söyleyecek. Trump'la hesaplaşmasının tek nedeni, şiddet uygulayan ve olağanüstü bir güce sahip olan bir milyonere karşı durma cesaretini göstermiş olmasıdır. "Bu zafer sadece benim için değil, kendisine inanılmadığı için acı çeken her kadın içindir" dedi.
Pakistan, eski Başbakan İmran Khan'ın yolsuzluk suçlamasıyla paramiliter birlikler tarafından dramatik bir şekilde tutuklanması ve güçlü orduya karşı ülkeyi diken üstünde tutan büyük bir öfke patlamasına yol açmasının ardından sallanıyor. CNN International’deki haber şöyle.
Huzursuzluk birçok büyük şehre yayılarak, meydan okuyan kalabalıkların askeri mülklere girdiği ve ordu personelinin evlerini ateşe verdiği, Pakistan'da uzun süredir iktidarın zirvesinde oturan ve genellikle dokunulmaz olan bir güce doğrudan meydan okuyan benzeri görülmemiş sahnelerle sonuçlandı.
Pakistan 1947'de bağımsızlığını kazandığından bu yana siyasi istikrarsızlık, rejim değişiklikleri ve darbelerle mücadele etti ve ordu tarihsel olarak kimin iktidarda kalacağı konusunda belirleyici bir role sahip oldu.
Ordu sözcüleri, Khan ve destekçilerini kırmızı çizgiyi aşmakla suçlayarak, askeri mülk ve tesislere "sistematik olarak saldırıldığını" ve "ordu karşıtı sloganlar atıldığını" söyledi.
Khan'ın tutuklanmasından bu yana ilk kez çarşamba günü bir açıklama yapan ordu, "Tüm kolluk kuvvetleri, askeri ve devlet tesisleri ve mülkleri de dahil olmak üzere orduya yönelik herhangi bir saldırıya sert bir şekilde karşılık verilecektir" dedi.
"Bunun tüm sorumluluğu Pakistan'ı iç savaşa sürüklemek isteyen grubun üzerinde olacaktır."
Polis, Khan'ın partisinden altı üst düzey siyasetçiyi "kundaklama ve şiddet içeren protestoları kışkırtmak" suçlamasıyla tutukladıklarını ve yakında daha fazla tutuklamanın beklenebileceğini söyledi.
Bu politik kriz, 220 milyon nüfuslu ülkenin akut bir ekonomik krizle boğuştuğu, yükselen enflasyonun insanları gıda ve yakıt alamaz hale getirdiği ve Pakistan için seçim yılı olan bu dönemde ülkenin istikrarına ilişkin korkuları arttırdığı bir dönemde ortaya çıktı.
Khan verdiği röportajlarda sürekli olarak kendisini tutuklama girişimlerinin adaylıktan çekilmesini sağlamaya yönelik olduğunu ifade ederken hükümet bu iddiaları reddetti.
Khan neden tutuklandı?
Khan 9 Mayıs'ta paramiliter birlikler tarafından ani bir operasyonla tutuklanmış, polisler başkent İslamabad'daki bir adliye binasına girerek kendisini çok sayıda yolsuzluk suçlamasıyla gözaltına almışlardı.
Avukatı CNN'e yaptığı açıklamada, bir üniversite inşa etmek için yasadışı yollardan arazi edinmekle suçlandığını ve sekiz gün süreyle "fiziksel gözetim altında" tutulduğunu söyledi.
Khan ayrıca ayrı bir davada, görevdeyken yabancı liderler tarafından kendisine gönderilen hediyeleri yasadışı olarak satmakla suçlanıyor.
Tutuklanmasının ardından Khan'ın Pakistan Tehreek-e-Insaf (PTI) partisi tarafından YouTube'da yayınlanan önceden kaydedilmiş bir açıklamada, eski başbakan "yanlış suçlamalarla gözaltına alındığını" söyledi ve destekçilerine "hepinizin haklarınız için mücadele etme zamanı geldi" dedi.
Pakistan’da neler oluyor?
Khan'ın tutuklanması, ordu ile Khan'ın destekçileri arasında aylardır devam eden gergin hesaplaşmayı daha da alevlendirdi.
En büyük protestolar Khan'ın siyasi kaleleri olan Lahor ve Peşaver şehirlerinde gerçekleşti ve kalabalıklar güvenlik güçleriyle çatıştı.
Yüzlerce protestocu ulusal yayın kuruluşu Pakistan Radyosu'nun Peşaver'deki merkezini basarak binayı ateşe verdi.
Bir hastane sözcüsüne göre çatışmalarda en az üç kişi öldü ve yaklaşık 30 kişi de yaralandı. Reuters'a göre polis, 25 polis aracı ve 14'ten fazla hükümet binasının ateşe verilmesinin ardından ülkenin en kalabalık Pencap eyaletinde yaklaşık 1.000 Khan destekçisinin tutuklandığını söyledi.
Özel okulların ülke çapında kapatılması emredildi ve bazı ülkeler seyahat uyarıları yayınladı. Hükümet kaosu bastırmak amacıyla mobil internet hizmetlerini engelleyerek Twitter, Facebook ve YouTube'a erişimi kesti. Popüler uygulamalar ve dijital ödeme sistemleri de kesintiye uğradı.
Reuters'ın haberine göre, ülkenin dört vilayetinden üçünde yetkililer tüm toplantıları yasaklayan bir acil durum emri çıkardı. Ordu, güvenlik desteği sağlamak üzere İslamabad ve Hayber Pakhtunkhwa'ya çağrıldı.
Pakistan Başbakanı Shehbaz Sharif, Khan'ın destekçilerini "terörist" olarak nitelendirdi ve onlara "uslu durmalarını ya da cezalarını çekmelerini" söyledi.
Protestocular neden orduyu hedef aldı?
Khan'ın devrilmesinden bu yana on binlerce destekçisi Pakistan'ın önemli şehirlerinde sokaklara dökülerek protesto gösterilerinde bulundu ve Pakistan ordusu aleyhine sloganlar attı.
Ülkede müthiş bir güç olarak kabul edilen ordu, tarihte birçok kez Pakistan siyasetine müdahale etmiş ve zaman zaman ülkeyi doğrudan yönetmiştir.
Geçmişte siyasi liderler zaman zaman Khan'ın hakimiyetine meydan okumuş olsa da, analistler mevcut durumun Khan'ın destekçilerinin toplumsal temeli nedeniyle farklı olduğunu söylüyor.
Washington'daki Wilson Center'da Pakistan Araştırmacısı olan Syed Baqir Sajjad, Khan'ın "geleneksel olarak ordunun siyasetteki rolüne meydan okumaya dahil olmayan bir grup olan kentli orta sınıftan önemli bir halk desteği almasının" "benzersiz" olduğunu söyledi.
"Bu durum, bu kez gerilimi daha fazla hisseden askeri kurum üzerindeki baskıyı arttırdı" dedi.
Khan defalarca orduyu kendisini görevden uzaklaştırmak için Şerif'le birlikte komplo kurmakla suçlamış, hatta üst düzey bir yetkilinin ismini vererek kasım ayında kendisini yaralayan silahlı saldırının arkasında olmakla itham etmiştir.
Khan'ın iddialarına göre, destekçileri öfkelerini orduya yöneltti ve sosyal medyada hararetli bir şekilde müesses nizama karşı mesajlar yayınladı.
Sajjad, "İmran Khan'ın özellikle geçen yıl görevden alındıktan sonra orduya yönelik saldırılarının yoğunluğu ve tutarlılığı eşi benzeri görülmemiş bir durum" dedi.
"Bu çatışmanın uzun vadede nasıl sonuçlanacağı henüz belli değil, ancak Pakistan'da ordu ile sivil hükümet arasındaki ilişkinin her zaman kırılgan bir ilişki olduğu ve iktidar mücadelelerinin sık sık açık çatışmalara dönüştüğü açık."
Rusya'nın Ukrayna'ya saldırısı ve iklim felaketlerinin yarattığı "kusursuz fırtına" nedeniyle dünya genelinde evlerini terk etmek zorunda kalan insanların sayısı geçen yıl beşte bir oranında arttı. The Guardian’daki haber çatışma ve ikim felaketlerinin birleşmesinin yarattığı korkunç göç sorununu ele alıyor.
Norveç Mülteci Konseyi'nin Ülke İçinde Yerinden Edilme İzleme Merkezi (IDMC) tarafından yayınlanan rakamlara göre, 2021 yılında 59,1 milyon olan ülke içinde yerinden edilmiş kişi (IDP) sayısı, 2022 yılı sonu itibariyle 71 milyona ulaştı.
İnsanların güvenlik ve barınak arayışıyla gerçekleştirdikleri ve çoğu zaman tekrarlanan hareketlerin sayısı da daha önce görülmemişti. 60,9 milyonluk rakam bir önceki yıla göre %60'lık bir artışa işaret ediyordu.
Bu hareketlerin yaklaşık 17 milyonu, tahminen 5.9 milyon insanın evlerini terk ettiği, birçoğunun kaynak ya da kalacak bir yer bulmak veya sadece çatışmalardan kaçmak için defalarca yer değiştirmek zorunda kaldığı düşünülen Ukrayna'daki savaş tarafından tetiklendi. Rapor, askeri güçler tarafından işgal edilen bölgelerden güvenilir veri elde etmenin zorluğu nedeniyle, bu rakamların bile "ihtiyatlı kabul edilmesi gerektiği" uyarısında bulunuyor.
Geçtiğimiz yaz Pakistan'ı vuran "steroidli muson" da yerinden edilmelerin başlıca nedenlerinden biri olmuş, ülkenin büyük bölümünü harap eden sel felaketi 8 milyondan fazla kişinin yer değiştirmesine yol açmıştır.
Norveç Mülteci Konseyi Genel Sekreteri Jan Egeland, "Çatışma ve afetler geçen yıl bir araya gelerek insanların önceden var olan kırılganlıklarını ve eşitsizliklerini arttırdı ve daha önce hiç görülmemiş bir ölçekte yerinden edilmeyi tetikledi" dedi.
"Ukrayna'daki savaş, ülke içinde yerinden edilenleri en çok etkileyen küresel gıda güvenliği krizini de körükledi. Bu kusursuz fırtına, küresel açlık ve yetersiz beslenmenin azaltılması konusunda yıllardır kaydedilen ilerlemeyi baltalamıştır."
Perşembe günü açıklanan rapor, 2023'ün ilk aylarını kapsamıyor ancak Sudan'da patlak veren son çatışmaların ardından yerinden edilmelerde dramatik bir artış olduğunu gösteriyor. İki rakip Sudanlı generalin müttefiki olan güçler arasındaki iç savaşın, üç hafta içinde geçen yılın tamamında yaşanan iç göçlerin iki katından fazlasını tetiklediği belirtildi.
Suriye'deki kamplarda yaşayan her 10 kişiden dokuzu birden fazla kez yerinden edilmiş durumda
Birçok yerinden edilmiş kişi, çözüme kavuşturulmadan yıllarca süren çatışmalar nedeniyle uzun süreli yerinden edilme durumuyla karşı karşıya kalmaktadır. Küresel yerinden edilmiş kişi nüfusunun neredeyse dörtte üçü sadece 10 ülkede yaşamaktadır ve bu ülkelerin hepsi, ister Sudan veya Ukrayna'nın şiddetli savaş, ister Nijerya veya Somali'nin içinde geçtiği daha düzensiz şiddet olsun, belirli bir düzeyde çatışma yaşamaktadır.
Bu ülkelerin birçoğu aynı zamanda aşırı düzeyde gıda güvensizliği ile karşı karşıyadır; bu sorun, önde gelen tahıl ihracatçılarından Ukrayna'daki çatışmalar nedeniyle daha da kötüleşmiştir.
IDMC Direktörü Alexandra Bilak konuyla ilgili şunları söyledi: "Günümüzde yerinden edilme krizlerinin ölçeği, karmaşıklığı ve kapsamı giderek artmakta ve gıda güvensizliği, iklim değişikliği, artan ve uzayan çatışmalar gibi faktörler bu olguya yeni katmanlar eklemektedir. Yerinden edilmiş kişilerin ihtiyaçlarının anlaşılması ve bu ihtiyaçlara daha iyi cevap verilebilmesi için daha fazla kaynak ve daha fazla araştırma şart."
Roni Margulies’in Marksizm 2022 etkinliklerinde yaptığı konuşmadan alınmıştır.
Filistin konusunda tekrar tekrar aynı şeyleri yazmak ve söylemek zorunda bu kalıyoruz. Bunun çok temel bir nedeni var. Sorunun gerçek içeriğinin üzeri sürekli olarak örtülüyor. Bir arkadaşım İsrail’de seçim var, Netanyahu hükümet kuramadı, iç politika ihtiyacı nedeniyle gündem değiştirmek için savaş çıkarttılar. Bu bütünüyle yanlış bir yaklaşım ve sorunun özünü ıskalıyor. Şunu anlamamız gerek: İsrail Devleti'nin kurulduğu günden beri bir sorunu şu, İsmail halksız bir toprakta topraksız bir halk için yeni bir ülkeye olarak kuruldu. Bu kurucu Siyonistlerin kurucu ideolojisidir. Topraksız bir halk için yani Yahudiler için halksız bir toprak bulundu ve orada sadece Yahudiler için bir Yahudi devleti kuruldu. Ama burada iki büyük sorun vardı: Birincisi, o toprak halksız değildi, orası Filistinlilerin vatanıydı. İkincisi kurulan devletin bir Yahudi Devleti olarak kurulmasına rağmen, 1948'de yerel Filistinli halka karşı yürütülen bir savaş yoluyla kurulduğunda o savaşın bir anlamda başarısız olduğunun görülmesi gerekir. Şu anlamda bir başarısızlıktan söz ediyorum: Filistinlilerin bütününden kurtulamadılar, Filistinlilerin komşu Arap ülkelere kaçmasını sağlamak için (hepsini öldürmek mümkün olamayacağından) muazzam bir şiddet uyguladı siyonistler 1948'de. Gerçekten de Filistin halkının büyük çoğunluğu komşu ülkelere kaçmak zorunda kaldı. Elbette hepsi değil, sonuçta bir milyona yakın Filistinli yerli kaldı ve dolayısıyla İsrail Devleti kurucularının istediği gibi bir Yahudi Devleti olamadı. Üstelik çocuk yapma oranlarının nüfusun artma hızı Filistinliler arasında Yahudiler arasında olduğundan daha yüksek olduğu için yine kurucuların istemediği bir nüfus gelişmesi yaşandı, Filistinlilerin nüfus içinde oranı daha hızlı arttı.
Bunu İsrail Devleti biliyor ve tabii ki bunun sonucunda gününü birinde İsrail'in nüfusunun çoğunluğunun Filistinli Arap olacağını kavrıyorlar. Bu İsrail devletinin temel sorunu. Bu sorunu çözmek için zaman zaman gerçekten İsrail'de inanılmaz faşist tartışmalar yaşanabiliyor. Yani Filistinlilerin hepsini nasıl imha edebiliriz gibi, faşistlerin gündeme getirebildiği tartışmalar yaşanabiliyor.
Bu, bir Filistin devletinin kurulmasını, İsrail devleti her ne pahasına olursa olsun engellemek için özel bir örgütlenme şeklinde şekillenen bir devlettir. Siyonizm kendi halkına şunu anlatır: Bu topraklar 2 bin yıldır bizim topraklarımızdır. Biz buradan kovulduk, ama burası bizim topraklarımız ve burada Araplar oturamaz. İsrail devletinin resmi ideolojisi buna izin vermez. Bu aynı zamanda İsrail’in tekrar tekrar, beş on yılda bir Filistinlilere, Gazze'ye, Lübnan'a yani Filistinlilerin bulunduğu yerlere saldırmasını temel nedenidir.
Neden şu: Filistinliler çok örgütlü, çok mücadeleci. Mücadele insanları siyasileştirdi ve örgütlü olmaya zorladı. Tıpkı Kürtler gibi. Bir önceki Gazze saldırısı 2014. Bu 7 yıl içinde Filistinliler Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’de örgütlenmeye devam etti. Gazze özellikle yarı otonom ve Filistinlilerin kendi bölgesi olduğu için orada devlet olmaya benzer adımlar atıyorlar. Bu gelişme ve kurumlaşmayı İsrail devleti bir kaç yılda bir saldırarak imha etmek istiyor. Bu İsrail’de Siyonistlerin kullandığı bir ifadedir: “Gazze’de saatleri geri almak.” Gazze’yi taş devrine geri döndürmek gibi ifadeleri kullanmalarının nedeni de bu.
Her saldırının ayrıca o güne özel bir neden oluyor elbette. Genellikle bir İsrail provokasyonu oluyor, baronun El Aksa camisine girmesi gibi. Ama bunlar ayrıntı. Çünkü bu ayrıntılar İsrail’in saldırganlığının arkasındaki gerçek dinamiği gizliyor. Saldırının arkasında kim olduğunu tartışmaya açıyor. Acaba Hamasa çok roket attığı için mi israil yeniden saldırdı gibi tartışmalar devreye giriyor.
Önemli ola bu değil. Çünkü ortada o kadar büyük bir insanlık suçu var ki. Kocaman bir halk, 1948’den beri, 75 yıldır kamplarda yaşamaya mahkum edilmiş olması o kadar büyük bir insanlık suçudur ki bunlar, hamas hangi roketi attı, Filistinliler silah mı kullandı gibi sorular anlamsız ayrıntılardır.
Üstelik şunu unutmayalım, Tüm israil saldırılarında rakamlar, yapılanlar aşağı yukarı aynı oluyor. Örneğin, şu ana kadar bu toplantı başlamadan önce Gazze’den 1500 kadar roket atılmış Tel Aviv’e. İsrail’de 9 kişi ölmüş. Buna karşılık İsrail’in Gazze’ye yaptığı karşı saldırılarda 119 kişi, 27’si çocuk, ölmüş, 229 okul yıkılmış, elektrik ve su şebekeleri hemen hemen çökmüş.
Bu her seferinde böyle oluyor.
Şunu aklımıza kazımalıyız. 1948'de yapılıp kabul edilebilir bir şey değildir. Yani dünyanın bir yerinden gelip orada yaşayan insanlara, burası bizim, burada biz yaşayacağız demek ağır bir suçtur. Denilebilir ki koca ABD de böyle kurulmuş. Yani başka bir yerden birileri gelip oranın yere halkını katledip kendi devletini kuruyor. Evet ama fark şu: Filistinliler biz buradayız, burası bizim topraklarımız diyor. Diğer ülkelerde yerel halk bu türden bir mücadeleyi verebilecek bir ağırlığa sahip değil. Bu yüzden ABD’ye sen meşru değilsin demiyor. Ama İsrail, Birleşmiş Milletler hukuk kurumları bile İsrail’in üzerinde olduğu toprakların önemli bir kısmını işgal altında diye tanımlıyor.
Buna rağmen iki etken Filistinlilerin mücadelesini savunmayı zorlaştırıyor: Birisi Avrupa’da, özellikle Almanya’da Nazilerin ve faşistlerin yahudi düşmanı tarihi nedeniyle bir zorluk var. ABD’de ise İsrail bu ülkenin bölgesel çıkarlarının koruyucusu, hemen hemen uç karakolu olduğu için Filistinliler her zaman arka plana itiliyor. Ayrıca hem Avrupa’da hem de ABD’de son dönem yükselen İslam düşmanlığı Filistinlileri savunmayı zorlaştıran etkenler arasında.
Türkiye’de ise çok ilginçtir, Filistinlileri savunmanın modası geçti. Sol içinde bile durumun böyle olduğunu görmek lazım. Bunun nedeni bence Filistin direnişi içinde Hamas’ın FKÖ’den daha ön plana çıkmış bir örgüt olması, yani Müslüman bir örgütün öne çıkmış olmasıdır.
Oysa Hamas’ın öne çıkması ve kitleselleşmesinin nedeni Müslüman olması değil, radikal olmasıydı.
Filistin’le dayanışma mutlaka politik gündemin merkezine yeniden alınmalıdır. Filistin hareketinin geleceği için en önemli ivme ve destek çevre ülkelerdeki, Atar halklarının Arap Baharı’nda gösterdiği mücadelelere ve Türkiye gibi ülkelerdeki yükselen devrimci hareketler ve işçi sınıfı hareketinin yaygınlaşması gibi etkenler Filistin halkının özgürlüğü için belirleyici olacak.
Filistinli kadınlar işgal, yerinden edilme, askeri taciz ve neredeyse sürekli saldırıların Filistinlilerin topraklarından zorla sürülmelerinin mirası olduğunu söylüyor. Ama Sophie Square, direnişte umut olduğunu yazıyor.
"Ben bir mülteci kampında doğdum ve büyüdüm, her gün kontrol noktaları ve öldürülen insanlar görmek zorundayım. Bildiğim tek hayat türü bu." Bu sözler, Filistin'in işgal altındaki Batı Şeria bölgesinden Sosyalist İşçi’ye konuşan bir yardım kuruluşu çalışanı olan Mayan'a ait. O ve işgal altında yaşayan milyonlarca Filistinli için, Filistinlilerin topraklarından sürüldüğü Nakba uzak bir anı değil, sürekli bir gerçeklik. Mayan'ın çalıştığı şehir olan El Halil'de ise İsrail devletinin uyguladığı ırkçı apartheid yasaları Filistinlilerin hayatını neredeyse yaşanmaz hale getiriyor.
Nisreen Hashem Azzeh, El Halil'in bir yerleşim bölgesi olan Tel Rumeida'da yaşayan Filistinli bir sanatçı. Irkçı yasaların, sınır duvarlarının ve kontrol noktalarının Filistinlilerin hayatını cehenneme çevirmek için var olduğunu çok iyi biliyor. Apartheid yasalarıyla birleşen İsrail askerlerinin şiddeti, Nisreen'in kocası Haşim’in 2015 yılında ölümüne yol açtı. Haşim, İsrail askerlerinin Filistinli protestoculara attığı göz yaşartıcı gazın tetiklediği bir kalp krizi geçirdi. İsrail'in ırkçı yasaları nedeniyle ambulansların belirli Filistin mahallelerine ulaşması engelleniyor, bu da Haşim'in çaresizce ihtiyaç duyduğu tıbbi müdahaleyi alamaması anlamına geliyordu. Daha sonra El Halil'in merkezindeki en yakın hastaneye gidebilmesi için acilen bir kontrol noktasına götürüldü. Ancak İsrail askerleri tarafından girişine izin verilmedi ve alternatif bir yol bulmak zorunda kaldılar. Hastaneye vardıktan kısa bir süre sonra hayatını kaybetti. Nisreem, Sosyalist İşçi'ye kocasının ölümüne yol açan aynı ırkçı kuralların Filistinliler için hayatı çekilmez hale getirdiğini anlattı. "Benim bölgem Tel Rumeida'da çok sayıda bariyer ve askeri kontrol noktası var. Ayrım duvarının inşası nedeniyle akrabaların birbirlerini ziyaret etmeleri engelleniyor. Artık diğer Filistin şehirlerini ziyaret etmek için uzun ve engebeli yolları kullanmak zorundayız. Filistinlilerin arabalarıyla ana caddeyi kullanmaları yasak. Sadece yürüyerek seyahat etmelerine izin veriliyor. Ambulansların bile bu bölgeye ulaşması engelleniyor." "Hasat mevsiminde Filistinlilerin ürünlerini hasat etmeleri engelleniyor, özellikle de zeytin hasat mevsiminde. "İsrail askerleri yerleşimcilerin hasadı durdurmaya çalışmasına izin veriyor ve bazen bizi dövüyorlar" diye ekledi.
El Halil'de işe gitmek için Mayan'ın üç kontrol noktasından geçmesi gerekiyor. İsrailli muhafızlar onun gibi Filistinlilerin gözünü korkutmak için çantalarını arıyor. Mayan, Sosyalist İşçi’ye, Yahudi yerleşimcilerin özgürlüğüne kıyasla Filistinlilere yönelik ırkçı ayrımcılığın şehirde açıkça görüldüğünü söyledi. "İşe gittiğimde yerleşimcilerin özgürce hareket ettiğini görüyorum" dedi. "Durdurulmadan yanlarında silah taşıyorlar. Bazen saldırıya uğruyoruz ama onlardan birine dokunursak tutuklanabilir, hatta dövülebiliriz." Filistinlilerin, birbirlerinden uzak olmasalar bile işgal altındaki toprakların farklı bölgelerini ziyaret etmek için katlanmak zorunda kaldıkları çileyi anlattı. İsrail devletinin işgal altındaki Filistin'in dört bir yanına dağılmış Filistinliler arasındaki işbirliğini bu şekilde engellemeye çalıştığını da sözlerine ekledi. "Yabancı olan bazı arkadaşlarımla Kudüs'ü ziyaret etmek istedim. Bunu yapmak için izin başvurusunda bulunmam gerekiyordu. "İzin başvurunuz kolaylıkla reddedilebiliyor. Eğer soyadınız yanlışsa reddedilebilirsiniz. Belli bir siyasi partiye bağlıysanız ya da hapse girdiyseniz reddedilebilirsiniz." "Kudüs'e gittiğimde sürekli durduruldum ve kimliğimi göstermem istendi. Yanımda yabancıların ve yerleşimcilerin yürüdüğünü gördüm ve onlara sorulmadı. Sadece Araplar ve Müslümanlar durduruldu."
El Halil 1997 yılında iki sektöre ayrıldı; ilki Filistin Ulusal Yönetimi tarafından kontrol edilen H1 ve İsrail ordusu tarafından kontrol edilen H2 olarak biliniyor. Teorik olarak İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) tarafından imzalanan El Halil protokolü şehrin yüzde 20'sini Yahudi yerleşimcilere veriyordu.
Geri kalan yüzde 80'lik kısım Filistin otoritesi altında kalacaktır. Ancak gerçekte İsrail devleti El Halil'in kontrolünü hiçbir zaman bırakmadı. Yaklaşık 300,000 Arap'a ev sahipliği yapan şehirde, az sayıda İsrailli şehir merkezinde yaşıyor ve özel asker çeteleri tarafından korunuyor. El Halil'in dış mahallelerinde ise yerleşimciler, sürekli olarak sağa kayan İsrail hükümeti sayesinde Filistinlileri topraklarından kovma konusunda kendilerini daha da güvende hissediyor. Okul müdürü Dr. Reem Alshareef Sosyalist İşçi’ye “Gerçekte tüm şehir işgal altında" dedi. "H2 kuşatılmış durumda ve kontrol noktaları şehri çevreliyor" dedi. "Bir Filistinli olarak oraya gitmek isterseniz, bazı yerlerde sokağa bile adım atamazsınız. El Halil'in kalbinde yaşayan yaklaşık 500 İsrailli yerleşimciyi yaklaşık 2.000 İsrail askeri koruyor. Bu kadar az sayıda yerleşimci için çok fazla asker demek bu. Bu yüzden güvende hissetmek imkansız. Çocukların yerleşimciler ya da işgal askerleri tarafından saldırıya uğramayacaklarını hissetmeleri gerekiyor."
Hem Nisreen hem de Reem, El Halil'de ve başka yerlerde yaşayan Filistinlilerin maruz kaldığı şiddet ve baskının giderek kötüleştiği konusunda hemfikir. "Irk ayrımcılığı açısından işler daha da kötüye gidiyor. Gençler kasıtlı olarak öldürülüyor ve Filistinlilerin çalışma ve ibadet etme hakları engelleniyor. Yerleşimciler topraklarımızı çalmaya devam ediyor.” Reem de Nisreen’le aynı fikirde: "1948'de İsrail Filistin'in yarısından azını işgal etmişti. Şimdi tüm ülke işgal altında. Onların izni olmadan gidemiyoruz ve onların izni olmadan eve dönemiyoruz. Filistinliler dünyanın dört bir yanına dağıldılar ve yerlerinden edildiler ama geri dönemiyorlar. İşgal daha da kötüleşmeye devam ediyor."
Mayan, yüksek işsizlik nedeniyle daha da kötüleşen durumun, çoğunlukla gençleri direnmek için alternatif yollar aramaya ittiğini açıkladı. "Eski kuşaklardan bazıları Filistin Yönetimi'ne güvenmiş olabilir ama genç kuşak güvenmiyor. Hiçbir sonuç vermeyen barış görüşmelerinde yer aldıklarını gördüler. Şimdi Nablus ve Cenin gibi yerlerde bazı gençler silahlı direnişin ilerlemenin yolu olduğuna inanıyor. Ne yazık ki hem Filistin Yönetimi hem de işgal güçleri tarafından saldırıya uğruyorlar. Filistin Yönetimi, İsrail askerleri tarafından taciz edilen Filistinli çocukların kendilerini koruyacağını iddia ederek onları tutuklamaya bile çalışıyor. Facebook paylaşımları nedeniyle Filistin Yönetimi ya da işgal güçleri tarafından tutuklanan arkadaşlarım var. Gençler Filistin Yönetimi'nin bizi özgürlüğe götüreceğine dair umutlarını yitirdi."
Her üç kadın için de Filistin halkının çektiği acıların sona ermesi barış anlaşmalarıyla ya da İsrail devletine veya emperyalist güçlere boyun eğen partilerle mümkün olmayacak. Bunun yerine umut, hem Filistin içinde hem de dışında yaşayan sıradan insanlarda yatıyor. Nisreen, Filistin direnişinin, tıpkı 2021'de kitlesel protestolar ve grevlerin yaptığı gibi, İsrail devletini hala korkutabileceğini hatırlamanın önemli olduğunu savunuyor. "Benim için adaletsizlik sürmeyecek, bir gün gece aydınlanacak" diyor.
Şili'nin yeni anayasasını hazırlayacak organ için yapılan seçimlerde aşırı sağcı Cumhuriyetçi Parti birinci geldi. Cumhuriyetçi Parti 51 sandalyeden 22'sini alırken, sağ partiler 11 sandalye, sol partiler ise sadece 17 sandalye kazandı.
Cumhurbaşkanı Gabriel Boric, 1973 yılında ABD destekli bir darbeyle iktidarı ele geçiren General Augusto Pinochet tarafından getirilen anayasayı yeniden düzenleme sözü vermişti.
Sol kanat 2021'de Güney Amerika ülkesini sarsan kitlesel bir hareketin ardından göreve geldi. Anayasada herhangi bir değişikliğe karşı olduklarını söyleyen Cumhuriyetçilerin lideri Jose Antonio Kast'ı mağlup etti.
İşçiler iktidara geldiğinde Boric'ten büyük umutlar beslemişlerdi, ancak Boric bu umutları kısa sürede suya düşürdü.
"Suçla mücadele" kapsamında, iktidardaki koalisyonda yer alan tüm partiler bir ay önce 15 yasanın yürürlüğe girmesine yardımcı oldu. Bu yasalar, 2019 isyanını acımasızca bastırmaya çalışan polis gücüne büyük yetkiler verdi.
Polislere keyfi şiddet kullanımı için yasal güvence ve fazladan 1.25 milyar sterlin fon sağlandı. "Ek kaynaklar," diye övündü Boric, "acil durum fonlarıyla finanse edilecek". Bu fonlar "kamu hazinesinden, yeniden tahsislerden, başka bir şey için ayrılmış fonlardan ve 2023 yılı bütçesinde taahhüt edilmemiş diğer fonlardan değil" diye açıkladı polise destek fonunu.
Anayasa meclisi haziran ayında ülke çapında oylamaya sunulacak yeni bir taslak üzerinde çalışmaya başlayacak. Halk geçen yıl Boriç ve sol tarafından desteklenen anayasa taslağını reddetmişti.
Bu taslak büyük sermayenin ve sağın yürürlüğe girmesini engellemek için canla başla mücadele ettiği ilerici reformlar içeriyordu. Ancak sıradan insanların karşı karşıya olduğu sosyal krizleri ele almak yerine iktidar bu güçlerle uzlaşmaya çalışmıştı. Örneğin, taslak sıradan insanlara kamu ve özel sağlık hizmetleri arasında bir seçenek sunmaktan bahsediyordu, özel şirketlerin kayrılmasına ve sömürücülüğünün engellenmesinden söz etmiyordu.
Tüm bunlar olurken sıradan insanlar için hayat daha da zorlaştı. Şili'de enflasyon bir yılı aşkın süredir çift haneli rakamlarda seyrediyor ve Nisan ayında yüzde 9.9'a geriledi. Özellikle gıda fiyatları geçtiğimiz yıl içinde çok yükseldi.
Şubat ayında Şili'nin güneyini saran ve 20'den fazla kişinin ölümüne neden olan orman yangınlarının ardından da büyük bir toplumsal tepki gelişmişti. Sıradan insanlar hükümetin yangına yeterince hızlı müdahale etmediğini düşünüyordu.
Boric, Şili'deki büyük şirketlerin çıkarları ve gücüyle yüzleşmeye istekli değildi. Sokaklarda ve işyerlerinde sermayeye karşı koyma gücüne sahip kitlesel hareketlere değil, “güvenli" parlamenter ve anayasal kanallara bel bağladı
Ve patronlara ve sağa tavizler vererek kendi kitlesel desteğini etkisiz hale getirirken aşırı sağın içinden gireceği kapıyı açmış oldu.
1970'lerde sosyal demokrat Salvador Allende, değişimi sağlamak için "birliği" zorlayabileceğine inanıyor, taleplerini kabul ederek sağı pasifize etmeyi umuyordu. Sonuç olarak 1973 yılında Pinochet onu devirdi ve Allende öldürüldü.
Boric de sağ ile aynı uzlaşma yolunu izledi ve bu da yine felaketle sonuçlandı
Dünyanın birçok ülkesinde örgütlenen ve Türkiye'de DSİP'in bir parçası olduğu Uluslararası Sosyalist Akım (IST), Sudan'daki çatışmalara karşı bir açıklama yaparak, ülkede devrime imza atan emekçilerle dayanıştığını duyurdu.
Açıklama şöyle:
Savaş bir kez daha milyonlarca insanın hayatını paramparça ediyor. Bir başkent bombalanıyor, hastaneler ve pazarlar yanarken sokaklar cesetlerle dolu. Sıradan insanların payına, gündelik yaşamı devam ettirmek için tıbbi malzemeleri organize etmek, su ve yiyecek bulmak ve ateş altında hayatlarını riske atmak düştü.
Ukrayna'daki savaşın aksine, Sudan'da savaşan taraflar terörize ettikleri sivil nüfusla aynı ülkeden. Bunlardan biri, Hızlı Destek Kuvvetleri (RSF), Cancavid güçlerinden doğan acımasız bir milis grubu, diğeri ise Sudan Silahlı Kuvvetleri. Bu grupların liderleri, Darfur'dan Port Sudan'a ve Hartum sokaklarına kadar, Sudan halkına karşı işlenen suçlarda uzun süredir ortaktılar. Şimdi bu hırsızlar ve katiller, iktidar ganimetlerinden daha büyük bir pay almak için birbirleriyle savaşıyorlar.
Bununla birlikte, tıpkı Ukrayna'da olduğu gibi, bu savaşın dehşeti yalnızca yerel düzeyde üretilmiyor. Bunlar, kapitalist sistemin derinlerine kök salmış güçlerin neticesi. Sudan'ın altını Körfez pazarlarına akıyor, besi hayvanları ve verimli toprakları sınırlarının ötesindeki milyonları besliyor. Nüfusunun üçte birinin insani yardıma muhtaç olduğu bu topraklar, aynı zamanda küçük bir azınlık için inanılmaz bir zenginlik üretiyor. Bu azınlık kendi çıkarlarının yanı sıra, Sudanlı genç erkekleri Suudi Arabistan ve BAE'nin Yemen savaşında ateş hattına sürerek, Mısır ve Etiyopya'nın Nil nehrinin suları için verdikleri güç mücadelesinde Mısır diktatörlüğünü destekleyerek, (RSF'nin finanse edilmesine yardım eden) Avrupa Birliği ve İngiltere liderleri için vekil sınır muhafızı rolünü üstlenerek daha zengin ve daha güçlü devletlerin yönetici sınıflarının çıkarlarına da hizmet ediyor.
Bölgedeki rakip devletlerin ve küresel sistemin merkezindeki büyük güçlerin ellerinde Sudan halkının kanı var. Bu güçler, Sudanlı sivil partilere ve ülkenin devrimci hareketine, kendi katilleriyle oturup güç paylaşımı anlaşmalarını müzakere etmeleri gerektiğini öğütlerken, bu gangsterlerin cephanelerini artırdılar.
Ve şimdi AB devletleri ve İngiltere, Sudanlı mültecilere karşı savaşlarının şiddetini arttırıyor, onların güvenli geçişlerini engelliyor ve aşırı sağın yükselişini körükleyen zehirli kampanyaları güçlendiriyor. Ukraynalı mültecileri kucaklayan kollarla bu keskin tezat, emperyalist ülkelerin savaşlar ve göç konusundaki ikiyüzlülüğünü bir kez daha ortaya koyuyor.
Bu katliamın tek gerçek alternatifi, 2019'da diktatör Ömer el-Beşir'in devrilmesinden bu yana çok şey başaran devrimci harekette yatıyor. Ve işçi sınıfının uluslararası dayanışması bu hareketi desteklemek için çok önemli.
Sudan'daki sıradan insanlar, açlık ve yoksulluğun ortasında, onlarca yıllık iç savaşın küllerinden, yıllardır tanık olmadığımız bir ölçekte aşağıdan öz örgütlenme biçimleri yarattı. Direniş Komiteleri, bağımsız sendikalar, mülteci hakları ve çevre adaleti taleplerini yükselten kampanyalar, milyonları diktatörlüğe karşı seferber etti, geniş kapsamlı demokratik reformlar ve servetin yeniden dağıtılmasını öneren anayasa taslakları oluşturdu ve sıradan insanlara yiyecek, barınak, tıbbi yardım, elektrik ve su sağlamak için ortada bulunmayan, düşmanca davranan devletin bıraktığı boşlukları sık sık doldurdu.
Yalnızca savaş halindeki generallere değil, Sudan yönetici sınıfı ile onun bölgedeki ve uzaktaki müttefiklerine meydan okuyabilecek ve Sudan halkına savaş açan devleti yıkabilecek güçler burada bulunuyor.
Sudan devrimiyle dayanışma, dünyanın her yerindeki sosyalistler, işçiler ve sendikacılar için acil bir görev. Sudan'daki dehşet, kapitalizmin dünyadaki işçilere ve yoksullara hiçbir şey vermediğini gösteren başka bir örnek. Kapitalizm savaş, yoksulluk, ırkçılık ve çevresel yıkım demek.
Sudanlı mültecilerle dayanışıyoruz, sınırları açın!
Savaş makinesini durdurun, hiçbir generale ve müttefiklerine destek ya da silah yok!
Zafer Sudan Devrimi’nin olacak!
First Republic Bank'ın çöküşü, ABD'de sürmekte olan bankacılık krizinin son bölümü. Bu, ABD finans tarihindeki en büyük ikinci bankacılık çöküşüydü ve bankacılık sisteminin kamu mülkiyetinde olması gerektiğini iyice ortaya sermekte.
First Republic, Silicon Valley Bank (SVB) ve Signature'dan sonra iflas eden üçüncü banka oldu. Toplamda 47 milyar dolarlık banka varlığı kayıplara karıştı ve zararın bir kısmı bu bankalardaki tahvillerin sahipleri ve hissedarlar tarafından üstlenildi. Ancak bunun kamu fonlarına da bir maliyeti oldu. Federal Mevduat Sigorta Kurumu (FDIC), tüm bankaların katkılarıyla finanse edilen bir kamu kuruluşu. Bu iflasların ve devirlerin düzenlenme ve finansman maliyetinin 20 (SVB için), 13 (First Republic için) ve 2,5 milyar dolar (Signature için) olduğu tahmin edilmekte. Yani toplam kaybın yaklaşık dörtte üçü FDIC tarafından karşılanıyor. FDIC, bankalardan yeni vergiler isteyecek, böylece yük en nihayetinde paylaşılacak fakat bu halk ve işletmeler için banka kredilerinin azaltılması ve daha yüksek faiz maliyetleri pahasına gerçekleşecek.
Bir şey kaybetmeyecek bankalardan biri JP Morgan. First Republic'in devri, JPM için harika bir anlaşma gibi görünüyor. JPM, FDIC'ye 10,6 milyar dolar ödüyor ve karşılığında faiz getiren krediler ve menkul kıymetler halinde 185 milyar dolar elde ediyor. JPM, buna karşılık First Republic'in teminatlarını ve Fed'den alınmış, ödenmemiş borçlarını üstleniyor. Ancak FDIC, JPM'ye beş yıl boyunca 50 milyar dolarlık bir kredi limiti tanımakta; yani First Republic'in borçlarındaki temerrütler veya teminatlardan kaynaklanabilecek kayıplar karşılanıyor. Başka bir deyişle, JPM daha kolay şartlarda özel bir FDIC kredisine sahip olduğu için Fed'den pahalı borçlar almak zorunda kalmayacak. Küçük bankalar, ABD'deki en büyük bankaya neden özel ve ucuz bir kredi imkanı sağlandığını merak edebilir.
JPM şimdi First Republic varlıklarına 10,6 milyar dolar karşılığında sahip olacak. JPM başkanı Dimon, JPM'nin First Republic'in borçlarının riskini üstlendiği için hak ettiği bu varlıklardan yılda yaklaşık 500 milyon dolar kazanacağını söylüyor. Fakat bu açıkça düşük bir tahmin: İşletmelere yönelik mevcut kredi oranları ve özellikle de FDIC'nin JPM'nin borçlanması için ayarladığı düşük oranla, yılda 1 milyar dolar kâr elde edilmesi daha olası. First Republic'in son çeyreğinde kazandığı miktar buydu. Yani JPM'den elde edilen yıllık kâra %2 eklenecek. Ayrıca FDIC, kredi temerrütlerinden kaynaklanan kayıpların %80'ini üstlenmeyi kabul etti! JPM'in hisse fiyatı bu gelişmeler üzerine bir günde 11 milyar dolar arttı. Böylece JPM'nin FDIC'ye yaptığı ödeme bile derhal karşılanmış oldu.
Bu bankacılık çöküşleri, bankacılığın kamu mülkiyetinde olması için güçlü savlar sağlıyor. Üç banka kamulaştırılsaydı, FDIC tarafından bu bankaların varlıklarını daha büyük bankalara devretmek için harcanan 35 milyar dolar, bu bankaları zaman içinde JPM ve benzerlerinin değil de hükümetin (FDIC'nin) kâr elde edebilmesi için yeterli geliri sağlayacak kamu bankaları biçiminde yeniden yapılandırmakta kullanılabilirdi.
Bu krizden çıkarılacak diğer ders, kamu mülkiyetine alternatif olarak öne sürülen regülasyonun başarısız olduğudur. Fed tarafından SVB fiyaskosu üzerine hazırlanan özel bir raporda, suç, Trump iktidarı sırasında küçük bankalara uygulanan regülasyonun azaltılmasına yükleniyor. Demokrat Parti iktidarı varılan bu çıkarımdan hoşnut fakat rapor, Trump dönemindeki değişikliklerin bu bankalardan herhangi birinin çöküşünün önlenmesi konusunda herhangi bir fark yarattığına dair hiçbir kanıt göstermiyor. İster büyük ister küçük bankalara uygulansın, regülasyonların geçmişi, bütünüyle bir başarısızlık olduğunu göstermekte.
Böylece, şimdi ABD'deki tüm müşteri mevduatlarının %12'sine sahip olan JP Morgan'ı bankacılık sektöründe daha da baskın bir konuma getiren üç bankacılık iflası yaşadık. 2018 mali krizinde, iddia "batamayacak kadar büyük" birçok büyük banka olduğuydu. On beş yıl sonra, büyük bankalar daha da büyük ama geçen ay İsviçre bankası Credit Suisse'in iflası ve devralınmasının kanıtladığı üzere, batamayacak kadar büyük değiller. Şu anda devasa olan İsviçre merkezli UBS bankasının kamu mülkiyeti yerine devlet tarafından sübvanse edilen özel mülkiyete ait kalması gülünç.
ABD merkez bankası ve diğer merkez bankaları "politika" faiz oranlarını yükseltmeye devam ederek borçlanma maliyetini arttırdığı ve kredileri sıkılaştırdığı sürece, ileride daha fazla bankanın iflas etme tehlikesi de artmaya devam edecek.
Sadece First Republic gibi başı belaya giren orta ölçekli bankalar için değil, aynı zamanda JP Morgan gibi giderek daha güçlü tekeller haline gelen mega bankalar için de kamu mülkiyetinin gerekliliği büyük. Demokratik bir şekilde yönetilen kamu mülkiyeti, bankacılığın, (bizim mevduatlarımızla spekülasyon yapan) küçük ve süper zengin bir spekülatörler grubuna çılgın maaşlar, ikramiyeler ve sermaye kazançları ödeyen savurgan, yozlaşmış ve istikrarsız bir para kazanma makinesi olmasını engelleyip bunun yerine tüm kârın bir bütün olarak ülkeye gitmesini sağlayan, müşterilere, halka ve işletmelere yönelik bir kamu hizmetine dönüştürecektir.
Michael Roberts
Çeviri: Irmak Yavlal
Fransa’nın neoliberal başkanı Emmanuel Macron, sömürgesi Mayotte adasındaki göçmenlere karşı ırkçılığa başladı.
Kendi ülkesinde parlamentoyu görmezden gelerek geçirdiği emeklilik reformu nedeniyle çok zor duruma düşen Macron, binlerce km uzaktaki sömürgesinde yaşayan göçmenlere saldırıyor.
Adadaki Komorlular, Mayotte’taki yerel siyasetçiler tarafından “cahil” ve “terörist” ilan edildiler. Yoksul göçmenlerin gecekondularını yıkıp polis aracılığıyla saldırarak başlayan operasyonlar, yerel mahkemenin kararıyla durduruldu. Fransa İçişleri Bakanı Gerald Darmanin, Twitter'dan mahkemenin kararına tepki gösterdi. Mayotte'ta göçmenleri sınır dışı ve tahliye etme operasyonlarının “Fransa'daki barışın tesis edilmesi için gerekli olduğunu” savunan Darmanin, bu adımı zor olsa da uygulamakta kararlı olduklarını belirtti.
Sınırdışı edilmek istenen 10 bin göçmeni “korkutmak için” olduğu söylenen polis operasyonuna 10 bin kişi katılmıştı.
Fransız emperyalizmi Mayotte adasını 19. yüzyılda sömürgeleştirmişti. Fransız yönetimi altında bir yoksulluk adasına dönüştü. Komorlar 1975’te bağımsızlık ilan ederken Mayotte hileli bir referendum sonucu gerekçe gösterilerek ayrı tutuldu. Bunun sonucu olarak adadaki göçmenler, Fransa’ya grimeyi zorlama hakkına sahip. Geçtiğimiz ay bu yüzden 22 göçmen Mayotte’a ulaşmaya çalışırken hayatını kaybetti.
Irkçılık karşıtları sokakta
29 Nisan’da Fransız devletinin ırkçılığına karşı Paris, Marsilya, Rennes, Grenoble, Toulouse, Lille, Strasbourg gibi birçok yerde eylemler yapıldı. Binlerce kişi göçmenlerle dayanışmak için sokaklara çıktı.
Paris’teki eylemde antifaşistler “Darmanin yasasına hayır!” pankartları açıp baskıya, hapis cezalarına ve sınırdışı etmelere karşı göçmenlerle dayanışan sloganları öne çıkardılar.
Le Monde’un haberine göre, eylemlere katılan bir aktivist, “Sorun göç değil, sömürü ve üçkağıtçı patronlar” diye yorum yaptı. Rennes’deki göstericiler “Kahrolsun polis devleti” sloganları attılar.
Fransa aynı zamanda aylardır parlamento yok sayılarak geçirilen emeklilik yasasına karşı yüz binlerce kişiyi sokağa döken bir işçi hareketiyle sarsılıyor.
Sosyalist aktivist Denis Godard, “Mücadelenin yeni aşaması öncekilere göre çok daha belirsizlikler içeriyor. Yüz binlerce işçiye ve öğrenciye radikal bir alternatif önerebilecek devrimci bir liderlik gökten yere bir anda düşmüyor. İçinden geçtiğimiz aşamadaki zorlu pratik sınavlar, test edilecek görüşler ve inisiyatifler bunu inşa etmemizde kritik bir rol oynayacak” diyor.