Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği, 1960'larda ve 70'lerde, ay yüzeyinde topladıkları numuneleri yeryüzüne getirdikleri uzay yarışında üstünlük sağlamak üzere sıkı bir rekabet içindeydi, ancak o dönem günümüzdeki duruma göre birçok açıdan farklı özellikler barındırıyordu. Günümüzde ABD ile Çin arasındaki uzayda üstünlük sağlamaya ilişkin rekabet, geçmişteki Amerikan-Sovyet rekabetini andırıyor olsa da bu kez meselenin ticari boyutu ve bu amaçla Dünya’nın uydusu Ay ve diğer gezegenleri sömürgeleştirme ögeleri de belirgin bir şekilde öne çıkıyor.
ABD, uzay konusundaki iddialı programlarında yalnız değil. Çin lideri Xi Jinping, uzayı daha büyük, daha güçlü bir Çin yaratma hayalinin merkezi bir parçası haline getirdi ve arada yaşanan bazı aksiliklere rağmen, ülkenin uzay programı son yıllarda muazzam bir ilerleme kaydetti. Xi’nin vizyonu doğrultusunda Çinliler, Güneş sistemindeki yeni keşifler ve ekonomik olanakları değerlendirmeye oldukça iddialı ve hırslı yaklaşıyor.
Bu gelişmeler doğrultusunda uzay, giderek daha kalabalık ve rekabetin hızla arttığı bir alan haline geliyor. Uluslararası medyaya yansıyan haberlerin çoğu ABD, Çin, Rusya ve Avrupa Birliği ülkelerinin uzay programlarıyla ilgili olurken, aslında dünyada 70’ten fazla uzay ajansı var ve bunlara yakında yaklaşık on tane daha katılacak.
Uzay ile ilgili ülkeler arasındaki rekabet, sadece kamu kurumları arasında yürümüyor. Son yıllarda uzay ajansı olarak faaliyet gösteren devlet kurumlarına SpaceX, Blue Origin ve Virgin Galactic gibi onlarca özel sermayeli yeni uzay şirketi eklendi. Özel bir sermaye şirketi olarak ilk kurulan SpaceX şirketinin sahibi Elon Musk da gelecekte Mars’ta insanların yaşayacağı bir koloni kurma planlarına sahip. SpaceX, Musk’ın bu planları doğrultusunda yürüttüğü çalışmalarda daha şimdiden Çin, Hindistan ve Rusya gibi uzay konusunda önde gelen ülkeleri geride bırakan başarılar elde etmiş durumda.
Uzaya yönelik giderek artan ilgi sayesinde, 2022 yılında dünyadan başarılı bir şekilde fırlatılan roketlerin toplam sayısı 180'e ulaşarak, bu konuda yeni bir rekor kırıldı. Bu sayı, bir önceki yıl fırlatılan toplam roket sayısından yüzde 24,4 oranında daha fazla. İşin ilginç yanı SpaceX, 2022 yılında uzaya fırlattığı 60 roketle Çin ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından fırlatılan toplam roket sayılarını geçerek, bu konuda liderliği ele geçirdi. Çin’in resmi uzay ajansı Çin Uzay Bilimleri ve Teknolojisi Kurumu, 2022 yılında fırlattığı toplam 50 roketle, SpaceX’in ardından ikinci sırada yer aldı.
NASA’nın yöneticisi Bill Nelson ocak ayı başında kendisiyle yapılan bir söyleşi sırasında, ABD’nin Çin ile uzay alanındaki rekabetinin boyutunu gösterecek nitelikte şu açıklamayı yaptı: “[Çin’i kastederek ] Bu bir gerçek: bir uzay yarışındayız. Bilimsel araştırma kisvesi altında Ay’da herhangi bir bölgeye gitmeleri konusunda dikkat etsek iyi olur. ‘Uzak durun, burada biz varız, burası bizim toprağımız,’ demeleri pek olasılık dışı değil.” Nelson, bu iddiasına kanıt olarak da Çin’in Güney Çin Denizi’ndeki egemenliği tartışmalı adalara el koymuş olmasıyla ilgili tutumunu örnek gösterdi.
Uzay, küresel hegemonya mücadelesinde birçok bakımdan önem arz ediyor. Uzayın öneminin askeri boyutunun yanı sıra, çok ciddi bir ekonomik boyutu da söz konusu. Dış uzay, endüstriyel ve ticari amaçlarla kullanılabilecek ender mineraller ve metaller gibi çeşitli kaynaklar içeriyor. Bu bağlamda uzay yarışında öne geçen ülkeler, uzaydaki kaynaklara erişim sayesinde potansiyel olarak stratejik ekonomik bir üstünlük elde edebilir. Bir ülkenin uzay tabanlı teknolojilere erişimi ve bu konudaki üstünlüğü ele geçirmesi, beraberinde ulaşım ve tarım gibi çeşitli sektörlerde verimlilik ve üretkenliğin artmasını, uzayla ilgili araştırma ve geliştirmeler ise ticarileştirilebilen ve çeşitli endüstrilerde kullanılabilen bilim ve teknolojilerde ilerlemeleri getirebilir.
Uzay yarışında üstünlük elde etmek, bir ülkenin bu alanlarda askeri gücünü ve ulusal güvenliğini artırabilecek gelişmiş yeteneklere sahip olmasını sağlayabilir. Uzay tabanlı teknolojiler, askeri hedefler ve ulusal güvenlik amaçları için de kullanılabilir. Bunlar istihbarat toplama, füze saldırı ve savunması ve erken uyarı sistemlerini içerebilir. Uydu teknolojileri iletişim, navigasyon ve uzaktan algılama gibi kritik amaçlar için kullanılırken, cep telefonu iletişimi, bankacılık, lojistik, ulusal gıda tedarik takibi, hava durumu tahminleri ve sivil-asker GPS gibi temel hizmetleri sağlıyor. Ordular seyrüsefer, istihbarat paylaşımı ve füze fırlatma tespitleri için uydulara güvenirken, bu durum, uzayı düşman karşı-uzay yetenekleri için kritik bir alan haline getiriyor.
Uzay yarışında öne geçmenin sağlayabileceği bu stratejik avantajlar, son yıllarda özellikle Çin, Rusya ve ABD’nin, rakiplerinin önüne geçmek üzere uzay yatırımlarına büyük kaynaklar ayırmalarına yol açıyor. Örneğin, NASA’nın 2023 yılı bütçesi, 2022 yılına göre yüzde 5,6 oranında artırılarak 25,4 milyar dolar düzeyine çıkarıldı. NASA’nın bütçesi, güncel kurlarla 25,01 milyar dolar düzeyinde (470 milyar TL) olan Türkiye’nin 2023 yılına yönelik savunma ve güvenlik için ayırdığı toplam bütçeden daha fazla ve bu bütçenin büyüklüğü, ABD’nin uzay yarışına verdiği önemin bir göstergesi niteliğinde.
Ekonomik rekabet uzaya sıçradı
NASA’nın yöneticisi Nelson’ın yukarıda değinilen endişeleri pek de haksız sayılmaz, zira ABD ve Çin’in uzay programlarının amacı her ne kadar askeri ögeler içerse de nihai amacın yeryüzünün uydusu Ay ve Mars gibi diğer gezegenlerdeki coğrafyaların sömürgeleştirilmesi olduğu açık. Kuşku yok ki iki ülke arasındaki konuyla ilgili rekabetin temel güdüsü, söz konusu uydu ve gezegenlerin sömürgeleştirilmesi sayesinde elde edilecek ticari faydalar. NASA’nın web sitesinde ABD’nin Ay programıyla ilgili bölümde, bu görüşü destekler nitelikte açıklamalar yer alıyor: “Bilimsel keşifler, ekonomik faydalar ve gelecek nesil kaşifler için ilham kaynağı olmak üzere Ay'a dönüyoruz. (…) Keşifte Amerika'nın liderliğini sürdürürken, küresel bir ittifak oluşturacağız ve herkesin yararına derin uzayı keşfedeceğiz. (…) Artemis misyonu, yeni endüstrileri besleyerek, istihdamı ve yetenekli iş gücüne olan talebi artırarak, giderek büyüyen bir ay ekonomisine olanak tanıyacak.”
Uzay yarışı olağanüstü yüksek maliyetli ve bu yarışta liderlik için ancak ileri düzeyde gelişmiş ülkelerin elde edebildiği üstün teknolojik kabiliyetler gerekiyor. Bu nedenle de bu yarışa katılabilen ülke sayısı oldukça sınırlı. Ancak, tüm bu maliyetlere karşın, bu yarışta elde edilecek üstünlüğün ekonomik açıdan getirisi de bir o kadar yüksek.
ABD’nin 1960’lı yıllarda Ay’a insanlı bir misyon gerçekleştirilmesi hedefiyle yürütmüş olduğu uzay programının maliyetinin günümüz değerleriyle enflasyondan arındırılmış miktarı 110 milyar dolar düzeyinde gerçekleşti. Aynı program dahilinde uzay mekiği için harcanan miktar 200 milyar ve uzay istasyonu için harcanan ise 50 milyar dolar düzeyindeydi. NASA’nın kuruluş yılı olan 1958 yılı ile 2018 yılları arasında uzay programlarına harcanan, enflasyondan arındırılmış toplam miktar yaklaşık bir trilyon dolar düzeyinde oldu.
Devletler tarafından harcanan bu muazzam miktarlardaki paraların getirisinden, emekçilere istihdam olanakları olarak dönen değerlerin kat be kat üstünde bir getiriyi, uzay programları sayesinde elde edilen teknolojik gelişmeler, icatlar ya da ortaya çıkan yeni sektörler gibi olanaklar sayesinde kapitalistlerin elde ettiği bir gerçek. Nitekim, geçtiğimiz yıl NASA’nın uzay programı çerçevesinde kullanılan roketler ve bu doğrultuda gerçekleştirilen misyonlar için kullanılan uzay araçlarının hepsi özel sermaye şirketleri tarafından sağlandı. Bu amaçla NASA'nın 2022 yılı bütçesinden yapılan ödemelerde, özel bir üniversitenin araştırma birimi olan Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü başı çekerken, ardından SpaceX ve Boeing firmaları geldi. NASA 2022 yılında bu üç firmaya yaklaşık 6,5 milyar dolar düzeyinde ödeme yaptı. NASA önümüzdeki yıllarda ıskartaya çıkacak olan Uluslararası Uzay İstasyonu’nun yerini alacak yeni bir istasyonun inşasını üstlenmek üzere de özel bir firma arıyor.
Çeşitli kaynaklar, uzay yarışı sayesinde elde edilebilecek yararları şöyle sıralıyor: Dış uzayda bulunan değerli kaynaklara erişim; uzay tabanlı teknolojiler sayesinde iletişim ve navigasyon alanlarında elde edilen gelişmeler; uzay yarışında üstünlüğü elde etmekle ülkenin yükselen itibarı ve küresel sahnedeki etkisi sayesinde artacak olan ticari çıkarları; uzay teknolojileri sayesinde sağlanan ulusal güvenlik faydaları ve uzay teknolojilerinin gelişmesi sayesinde olanaklı hale gelen uzay turizmi. Görüldüğü gibi, uzay yarışı sayesinde elde edilebilecek faydalara ilişkin sıralamada, doğrudan emekçilere sağlanacak pek bir getiri yer almıyor.
Çin’in son yıllardaki uzay programı ve girişimlerinin muazzam boyutlara ulaşmış olması kuşkusuz Amerikalı egemenleri endişelendiriyor. Çin’in uzay programının en önemli adımlarının başında ABD ve Rusya ortaklığında işletilen Uluslararası Uzay İstasyonu’na rakip niteliğinde olan, yeni bir uzay istasyonu kurulması geliyor. Çin, ‘Göksel Saray’ (Tiangong) olarak adlandırdığı ve dünyanın yörüngesine yerleştirdiği uzay istasyonuna geçen yıl 29 Kasım’da, ilk kez 3 astronot (Çinliler kendi astronotlarını ‘taykonot’ olarak adlandırıyor) yerleştirdi. Böylece, ABD ve Rusya’nın yaklaşık 25 yıldır ortaklaşa işlettiği Uluslararası Uzay İstasyonu'na yeni bir rakip katılırken, Çin uzayda iddialı yeni bir oyuncu olduğunu kanıtlamış oldu. İşin ilginç yanı ise Uluslararası Uzay İstasyonu’nun ömrünü doldurmak üzere olduğu ve yakın gelecekte Çin’in Tiangong Uzay İstasyonu’nun Dünya yörüngesinde tek başına kalabilecek olması.
Çin’in uzay programının başarıları bununla sınırlı değil. Çin, geçtiğimiz dönemde bir başka uzay başarısı daha gerçekleştirdi ve Mars’ın yörüngesine yeni uzay araçları yerleştirirken, gezegen yüzeyine de keşif araçları indirdi. Ancak bu adımlardan daha önemlisi, Çin’in önümüzdeki dönemde Ay’da bir uzay üssü kurmayı planlıyor olması. Çin, bu amaçla Ay’a ilk kez 2007 yılında bir uzay aracı göndermişti. Çin’in Ay ile ilgili uzay programı bugüne kadar, Ay’ın yörüngesine uzay araçlarının yerleştirilmesi, uydunun yüzeyine keşif araçlarının indirilmesi ve yüzeyde gerçekleştirilen keşifler ile toplanan numunelerin yeryüzüne geri getirilmesini içeren kapsamlı bir çerçevede gerçekleştirildi. Ay ile ilgili program kapsamında, son uzay aracı 2020 yılı sonunda yollanmış ve bu araç Ay yüzeyinde toplanan 2 kilo ağırlığındaki numuneyi dünyaya geri getirmeyi başarmıştı. Böylece Çin, 21. yüzyılda aya başarılı bir şekilde iniş yapan tek ülke oldu ve üstelik bunu bu yüzyılda üç kez gerçekleştirdi. Bunun yanı sıra Çin 2030 yılı itibariyle Ay yüzeyinde kalıcı bir üs kurmayı da planlıyor.
Çinli yetkililer, geçtiğimiz yıl Ay’dan gelen numuneler arasında yeryüzünde bulunmayan iki yeni mineralin keşfedildiğini açıkladı. Bu keşif, dikkatleri Ay’ın sömürgeleştirilmesinin sağlayacağı yeni ekonomik getirilerin önemine çekerken, aynı zamanda uzay programlarının olası ekonomik faydalarının somut bir kanıtı niteliğinde oldu.
Silahlanma yarışı
Uzay yarışı sadece ekonomik hedeflerle sınırlı değil. Uzayın askeri hedefler bakımından kullanılması ekonomik hedeflerle başa baş gidiyor, zira ülkelerin yeterli düzeyde bir askeri gücü olmadan, ekonomik olarak küresel düzeyde ve uzayda hegemonya kurması olanaklı değil. Nitekim Rusya, Çin ve ABD gibi önde gelen küresel güçler, son yıllarda aralarındaki askeri rekabeti uzaya da taşıyan bir yarış içine girdiler.
Uzay, ABD ekonomisi ve ülkedeki günlük yaşam için giderek daha önemli hale geldi. Örneğin küresel konumlandırma sistemi, sivillere olduğu kadar orduya da navigasyon hizmetleri sağlıyor. ABD ordusunun dünyanın yörüngesinde aktif 150’den fazla askeri uydusu bulunuyor. Bu tür konular çoğu kez güvenlik gerekçesiyle gizli tutulduğundan, gerçek sayının bunun üstünde olması büyük bir olasılık. Rusya’nın 70’ten fazla ve Çin’in ise 60’ın üstünde askeri uydusu olduğu biliniyor. Aralarında Fransa, Almanya, İtalya, Hindistan, İngiltere ve Türkiye’nin de bulunduğu ülkelerin her birinin ise 10’dan az askeri uydusu bulunuyor.
ABD, küresel hegemonyasının sürdürebilirliğini sağlayan en büyük kaldıracı olan askeri varlığını, 2019 yılından itibaren uzay boyutuyla da güçlendirmeye başladı. Dönemin Başkan Yardımcısı Mike Pence 2019 yılında, ABD'nin 2024 yılına kadar aya dönüşünü hızlandırma planlarını açıklayarak, Çin'in “Ay’da stratejik bir zemin elde etmeye çalıştığı ve uzayda dünyanın önde gelen ülkesi olmak” istediği konusunda uyarıda bulunmuştu.
Bu doğrultuda dönemin Başkanı Trump, 20 Aralık 2019 tarihinde savunma bütçesiyle ilgili imzaladığı yasayla, 1947 yılından bu yana değişmeden devam Amerikan ordusunun askeri güçlerine, ‘Uzay Askeri Gücü’ adıyla altıncı yeni bir gücün katılmasını da yasalaştırmış oldu. Trump, konuyla ilgili yaptığı konuşmasında, “Ulusal güvenliğimize yönelik ciddi tehditler arasında, Amerika'nın uzaydaki üstünlüğü kesinlikle hayati önem taşıyor. Öndeyiz ama yeterince önde değiliz," dedi ve sözlerine, “Uzay, dünyanın yeni bir savaş alanıdır,” diye ekledi. Dönemin Savunma Bakanı Mark Esper de konuyla ilgili olarak, “Uzaya dayalı yeteneklere olan güvenimiz önemli ölçüde arttı ve bugün uzay, kendi başına bir savaş alanı haline geldi. Uzayda hakimiyeti sürdürmenin artık uzay kuvvetlerinin görevi olacağını,” söyledi. Yeni kurulan Uzay Gücü’ne 2023 yılı için ayrılan bütçe ise 26 milyar dolar düzeyinde oldu.
ABD’nin uzaydaki askeri çabalarının yanı sıra, NATO da 2019 yılında yeni bir ‘Uzay Politikası’ belirledi. Ardından Ekim 2020'de yapılan bir toplantıda, NATO'nun Almanya'nın Ramstein kentindeki Müttefik Hava Komutanlığı’nda yeni bir uzay merkezi kurulmasına karar verildi. Böylece NATO, yeni politikasıyla birlikte uzayı, hava, kara, deniz ve siber uzay olarak daha önce belirlemiş olduğu dört operasyon alanına ek olarak, yeni “beşinci bir alan” olarak tanımladı. Bu adımla birlikte, “ittifakın iletişim, seyrüsefer ve istihbarat gibi alanlardaki operasyon ve misyonlarına uzay temelli destek,” sağlanması hedefleniyor. NATO’nun bakış açısından uzay programı, “uydular aracılığıyla toplanan ve iletilen bilgiler, üye ülkelerin savunmaları, krizlere müdahale ve terörle mücadele dahil olmak üzere, örgütün çeşitli sivil ve askeri faaliyetleri, operasyonları ve misyonları için kritik bir öneme sahip.” NATO’nun Uzay Merkezi’nin, müttefik ülkelerin uzay faaliyetlerinin koordinasyonunu sağlarken, üye ülkelerin ulusal uzay ajansları ve kuruluşları ve NATO komuta yapısı ile yakın iş birliği içinde çalışarak veriler, ürünler ve ulusal kurumlar tarafından sağlanan görüntü, navigasyon ve erken uyarı gibi hizmetleri birleştireceği belirtiliyor.
Günümüzde dünya yörüngesinde faal olan üç bin 300'den fazla uydunun yarısından fazlası, NATO üyesi ülkelerin uydularından oluşuyor. Yörüngedeki tüm uyduların yaklaşık beşte biri ise askeri güçlere ait ve bunların çoğu askeri iletişim veya casusluk amacıyla kullanılıyor. NATO, doğrudan herhangi bir uyduya veya ittifakın uzay tabanlı altyapısına ilişkin herhangi bir işletme kapasitesine sahip olmasa da NATO üyesi ülkelerin ordularının askeri operasyonlarda kullandığı yer istasyonlarına sahip.
Son dönemde özel sermayeli şirketlerle ordular arasındaki ilişkiler de artmaya başladı. SpaceX, uzay programına sadece ekonomik saiklerle katılmakla kalmıyor, ay zamanda ABD’nin ulusal uzay programı doğrultusundaki askeri projelerinde de yer alıyor. Şirketin iştiraki olan Starlink’in uzayda yerleştirdiği binin üzerindeki uydudan oluşan internet ağının askeri bir versiyonunu Amerikan ordusu için de kurmakta olduğu biliniyor. Uydular aracığıyla iletişim karadan, denizden ve havadan atılan füzelerin isabetini artırmak üzere kullanılan teknolojilerinin uygulanmasında önemli bir yer tutuyor. Uydular, antenler sayesinde iletilen verilerin limitlerini ve erişim alanlarının sınırlarını çok üst düzeylere çıkarabiliyor.
Söz konusu bu askeri iletişim olanaklarının özel sermayeyle ilişkisine, geçen yıl Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden bir örnek verilebilir. Ukrayna, Rusya’nın internet altyapısını imha etmesinin ardından, ordusunun askeri operasyonları için ihtiyaç duyduğu internet bağlantısı için Starlink alt yapısını kullanmaya başladı ve bu sayede savaşta Rusya’nın mutlak bir stratejik üstünlük sağlamasının önüne geçebildi.
Son yıllarda uyduların askerî açıdan sağladığı bu stratejik avantajlar, askeri rekabet içindeki gelişmiş ülkelerin uydu-savar teknolojilerine yatırım yapmalarını da beraberinde getirdi. Uydular geliştirilen bu ileri teknolojiler karşısında, devre dışı bırakılma girişimlerine karşı savunmasız.
Günümüzde lazer teknolojisinin bu tür uydu karşıtı bir savunma silahı haline getirilmesi yönünde çabaların arttığı bilinen bir gerçek. Nitekim Rusya’nın dünya yörüngesindeki uydulara müdahale etmek için yeryüzünde konuşlandırılmış yeni bir lazer tesisi inşa ettiği biliniyor. Bu çabaların temel fikri, diğer ulusların casus uydularının optik sensörlerini lazer ışınlarıyla kullanılmaz hale getirmek olarak özetlenebilir. Henüz söz konusu teknoloji yeterince gelişmiş olmasa da ileride uyduları tamamen imha edebilecek yeteneklere kavuşması güçlü bir olasılık. Rusya’nın lazer teknolojisini istediği düzeyde geliştirebilmesi durumunda, ülke coğrafyasının büyük bir bölümünü optik sensörlü uyduların casusluk amaçlı izleme faaliyetlerine karşı koruyabilme yeteneğine kavuşacak, ki bunun stratejik bir güç çarpanı olacağı kuşkusuz.
Öte yandan, yörüngedeki uyduları imha etme yeteneğine veya yörüngeden yeryüzündeki hedefleri vurma kapasitesine sahip uydular konuşlandırılması konusunda da çalışmalar yürütüldüğü biliniyor.
Bu tür çabalar konusunda Rusya kuşkusuz yalnız değil. ABD, Çin ve Hindistan da bu konuda ciddi çabalar içinde. Bu gelişmeler literatüre, Star Wars gibi bilim kurgu filmlerinde gördüğümüz tarz silahlardan esinlenerek, ‘uzay silahları’ teriminin girmesine yol açtı. Günümüzde uydu-karşıtı silahlara sahip ya da bu konuda teknolojileri belli bir düzeye getirebilmiş olan dört ülke var: Çin, Hindistan, Rusya ve ABD. Kuşkusuz söz konusu savunma silahlarının rolü sadece uyduları vurmakla sınırlı değil. Yeni teknolojiler aynı zamanda son yıllarda geliştirilmiş, ses hızının beş katı veya daha üstünde hızlarla hedefi vurabilen kıtalararası balistik hipersonik silahların engellenmesi veya bu tür silahların düşman hedeflerine yöneltilmesi gibi amaçlar için de kullanılıyor.
ABD’de uyduların askeri amaçlarla yok edilmesine ilişkin çalışmaların tarihi 1950’lerin sonuna kadar geri gidiyor. Bu program 1982 yılına kadar düşük öncelikli bir şekilde yürütülürken, aynı yıl Sovyetler Birliği’nin konuyla ilgili yeteneklerini önemli ölçüde geliştirdiği istihbaratının alınmasının ardından hızlandırıldı. 2008 yılında Amerikan deniz kuvvetlerine bağlı bir gemiden atılan füzeyle, arızalı bir Amerikan uydusu başarılı bir şekilde vuruldu. Öte yandan Çin, yürütmekte olduğu benzeri bir program çerçevesinde 2007 yılında kendisine ait arızalı bir uyduyu füzeyle vurarak parçaladı.
Uydulara yönelik bu tür imha yöntemlerinin önemli bir sakıncası söz konusu. İmha edilen uydular parçalanırken, etrafa yüzlerce hatta binlerce enkaz parçasının dağılmasına ve yörüngede muazzam hızlarla savrulmalarına yol açıyor. Bu durum, yörüngedeki son derece pahalı ve aynı zamanda faydalı diğer uydulara çarparak, ciddi hasara yol açmaları riskini de beraberinde getiriyor. Nitekim bu tür enkaz parçalarından biri geçtiğimiz yıl Uluslararası Uzay İstasyonu’na çarptı ve istasyondaki astronotların alarm durumuna geçmelerine yol açtı.
ABD’nin askeri uzay programı çerçevesinde geliştirdiği bir başka uzay aracı, geçtiğimiz yıl sonunda dünya çevresindeki toplam 908 günlük dönüşünü tamamlayarak, bu konuda bir rekorla yeryüzüne döndü. ABD’nin Uzay Gücü’nün yürüttüğü gizli bir program çerçevesinde Boeing şirketi tarafından üretilen ve “Yörüngesel Test Aracı” olarak tanımlanan X-37B adlı araç, ilk uçuşunu 2010 yılında gerçekleştirdi ve bugüne kadar toplam 6 uçuş yapıldı. Uzay Gücü’nün aynı tip iki uzay aracına sahip olduğu tahmin ediliyor. Uzay aracının gerçekleştirdiği uçuşlar hakkında bilgiler gizli tutulsa da bu uçuşlarda askeri testler yapıldığı varsayılıyor. Konuyla ilgili uzman kaynaklara göre program çerçevesinde test edilen teknolojiler arasında gelişmiş güdüm, navigasyon ve kontrol, termal koruma sistemleri, aviyonikler, yüksek sıcaklık yapıları ve contalar, uyumlu yeniden kullanılabilir yalıtım, hafif elektromekanik uçuş sistemleri, gelişmiş tahrik sistemleri, gelişmiş malzemeler ve otonom yörünge uçuşu, yeniden giriş ve iniş gibi ögeler yer alıyor. Uzay aracının önemli özelliklerinden biri de uçaklar gibi pistlerden kalkış ve iniş yaparak, yeniden kullanılabilir olması.
Amerikan medya kaynakları, Çin’in de Amerikan Uzay Gücü’nün aracına benzer yeniden kullanılabilir bir test aracına sahip olduğunu bildiriyor. Bu her iki aracın da uzayda gerçekleştirdiği askeri amaçlı testlerin yanı sıra, ileride uzaydan yürütülecek saldırılar için kullanılacak olması ise büyük bir olasılık.
Uzaya yönelik silahların geliştirilmesi giderek hızlanırken, söz konusu silahların kullanımının bugüne kadar testler düzeyinde kalması ve henüz pratikte gerçek bir ‘uzay savaşının’ gerçekleşmemiş olması içimizi bir miktar rahatlatıyor. Ancak tarihsel olarak küresel hegemonya mücadelelerine ilişkin deneyimlerimizden biliyoruz ki, küresel güçler hiçbir zaman hegemonik egemenliklerinden gönüllü olarak vaz geçmiyor. Bu nedenle de tarihin çöplüğü, milyonlarca insanın canı pahasına gerçekleştirilen savaşlar sonunda egemenliğini yitiren sömürgeci imparatorluklarla dolu.
Tarihten ders çıkarılması gerekiyor: Umarız bir avuç egemen kapitalistin çıkarları pahasına bir kez daha benzeri küresel bir felaket, bu kez uzay boyutuyla tekrarlanmaz.
İran’da yaklaşık üç aydır büyük bir mücadele dalgası yaşanıyor. Rejim kurşunla, gaz bombasıyla, hapis tehdidiyle, işkence tehdidiyle, göz altı dalgalarıyla ve en son idam kararlarıyla saldırmasına rağmen gösteriler cesurca sürüyor. Mahsa Amini’nin öldürülmesinin 40’ncı gününde olduğu gibi eylemler zaman zaman çok kararlı ve yığınsal hale geliyor.
İran İnsan Hakları kuruluşlarının verdiği bilgilere göre, 28 Aralık Çarşamba gününe kadar, 69’u çocuk 508 kişi öldürülmüş. 667 öğrenci olmakla 18666 kişi gözaltına alınmış. 161 kent ve 144 üniversite protestolara katılmış. Toplam 1218 protesto gösterisi düzenlenmiş. Bu sayılar hareketin boyutu hakkında fikir veriyor.
Aralık ayında üç aktivisti idam eden rejim, şimdi iki protestocu protestocuyu daha idam etti.
Büyük bir değişim
İranlı tarihçi ve sosyalist Peyman Jafari bir çok İranlı aktivist gibi hareketin şimdiden bir dizi kazanım elde ettiğini söylüyor. İran’da binlerce insanın zihniyetinde yaşanan değişim, kadın hakları konusunun en ön plana çıkmış olması, gerçekte ahlak polisinin sokaklardan çoktan çekilmiş olması bu kazanımlardan bazıları. Hareket ilk günlerde zorunlu başörtüsüne karşı bir patlama halinde ilerlerken, kısa sürede tüm İran siyasal sisteminin çürümüşlüğüne karşı bir isyan dalgası halini aldı.
Bu isyan dalgası, son 20 yıldır rejime karşı direnen çeşitli toplumsal güçlerin mücadelesinin devamlılığı içinde anlaşılmalı. İşçilerin 2000’li yıllardan beri sürdürdüğü grevler, sendikalaşma mücadelesi ve 1 Mayıs’ı kutlama mücadeleleri, Aralık 2017’de ve Ocak 2018’de artan enflasyona karşı eylemler, 2019’da rejimin akaryakıt sübvansiyonlarına desteğini kesme girişimine ve yükselen fiyatlara karşı eylem dalgasıydı. Bu hareket, işçi sınıfının en yoksul, işsiz kesimlerinin ileri fırladığı mücadelelerdi.
Grevlerin önemi
Bugünkü eylemlerde ise işçi sınıfı talepleriyle çeşitli toplumsal kesimlerin siyasal talepleri ve demokrasi arzusu birleşiyor. Peyman Jafari’nin dediği gibi artık mahalle düzeyinde bir araya gelen işçi sınıfı ve orta sınıf gençliği arasında doğmakta olan bir koalisyon var ve bu nedenle toplumsal ve siyasi talepler kaynaşıyor. Dolayısıyla, başörtüsü yasaklarının kaldırılmasını ve daha fazla siyasi özgürlüğün yanı sıra daha iyi sosyal ve ekonomik koşullar, daha yüksek ücretler ortak talepler olarak öne sürülüyor.
Hareketin grevlerle desteklenmesi çok önemli: Eylemlere daha fazla insanı dahil etmesi bu hareketin başarısı için önemli. Şu anda sokaklarda binlerce insan görüyoruz ama henüz yüzbinlerce, milyonlarca değil. Diğer can alıcı nokta ise işçilerin harekete katılması, bu da sokaklardaki sayıları artıracak ve protestoları grevlerle kaynaştıracak.
Grevler önemlidir. İran Devrimi eski monarşiyi devirmeyi başardı çünkü işçiler 1978 sonbaharında harekete katıldı ve petrol endüstrisinde ve diğer sektörlerde greve gitti. Aralık 1978'de, Şah’ı felç eden ve deviren bir genel grev oldu. Aynı şekilde, bir genel grev mevcut harekette oyunun kurallarını değiştirebilir. Sadece devlete gerçekten ekonomik olarak zarar vermekle kalmaz, aynı zamanda baskının bazı risklerinin de üstesinden gelir çünkü milyonlarca işçinin harekete katılmasına izin verir. Sonuçta devlet askerini, polisini binlerce işyerine gönderemiyor. Bir genel grev aynı zamanda harekete kendi sürekliliğini ve gücünü de gösterecektir. Kitleleri yüzbinler halinde ileri çekebilecek ve böylece kazanabilecek bir hareket bu nedenle çok önemli.
İsyancılarla dayanışma
İran’da esasen baskıdan kaynaklanan işçiler arasındaki örgütlenme eksikliği hareketin işçi sınıfı kitleleriyle buluşmasının önünde bir engel olarak öne çıkıyor. Bununla birlikte, grevler devam ederken, daha fazla işçi kamyon şoförleri, öğretmenler ve Tahran otobüs şoförleri arasındaki mevcut ağları birbirine bağlayan bir rol oynuyor. Diğer bir engel ise, işgücünün yeni liberalleşmesinin çok sayıda güvencesiz işçi yaratmış olmasıdır. Yani petrol sektöründe yaklaşık 200.000 kişi istihdam ediliyor ama bu işçilerin yarısı ya taşeron firmalarda ya da geçici sözleşmelerle istihdam ediliyor. Bu işçiler greve gitme konusunda kendilerini çok savunmasız hissediyorlar. Ancak protestolar devam ettikçe bu işçiler daha fazla güven kazanabilir.
İran’da özgürlük mücadelesi kritik bir öneme sahip. Bu önem, tüm dünyanın ezilenleri için İran’daki direnişe odaklanmayı bir zorunluluk haline getiriyor.
Hepimiz, tüm dünyadaki işçi ve emekçiler, içinde yaşadığımız rejimlere, iktidarlara, hükümetlere direnişçilere yönelik devlet şiddetini derinleştiren İran rejimini basınç uygulamak için mücadele etmeliyiz. Kendi iktidarlarımıza karşı mücadele İran halkıyla dayanışmanın en iyi yoludur.
Atılması gereken ilk adımlardan birisi ise rejimin idamları ve cezaevlerinde işkenceleri acilen durdurması yönünde hareketler inşa etmektir.
(Sosyalist İşçi)