Lübnan: İsrail tankları BM üssüne zorla girdi

ABD’de ırkçılık karşıtı eylemler

ABD Memphis’te polisler Tyre Nicholson’u öldüresiye dövdü. Aralıksız süren şiddet eyleminin ardından hayatını kaybeden Nicholson’un dövüldüğü anın görüntülerinin yayınlanmasıyla ABD genelinde şiddetli protestolara patlak verdi. Beş polis Nicholson’u arabasını durdurduktan sonra sürükleyerek çıkartıyor ve tekmeleyerek, biber gazıyla ve şok vererek dövüyorlar. Tyre Nicholson polisin bu şiddet gösterisinden üç gün sonra hayatını kaybetti. Videoda ayrıca bir polisin Nichols'u diğer polis yüzüne rahatça yüzüne vurabilsin diye tutarken görülüyor. Nichol'un ailesi, saldırının Nichol'un birçok organının iflas etmesine neden olduğunu söylüyor.  Memurların beşi de işlerinden kovuldu ve ikinci derece cinayet, saldırı, adam kaçırma, görevi kötüye kullanma ve resmi baskıyla suçlandı. Cinayete karışan polislerin çoğu Memphis polisinin, “Mahallelerimizde Barışı Yeniden Kurmak İçin Sokak Suçları Operasyonu” anlamına gelen Scorpion biriminin bir parçasıydı. Kentte suç merkezi sayılan polis bölgelerine “seçkin birlik” kuruldu. Ancak sivil haklar avukatı Ben Crump, bu birimlerin hızla "bir kurt sürüsüne" dönüştüğünü söyledi. Cinayetten sonra üzerindeki baskı artan, Memphis polis departmanı geçen Cumartesi Scorpion ekibini dağıtacağını duyurdu. Ertesi gün protestocular hala "Adalet yoksa barış da yok" sloganları atarak şehrin içinde yürüdüler. Bir gösterici, şehir yönetimini elinde bulunduran Demokrat Parti’ye atıfta bulunan “Mavi oy yeterli değildir” yazan bir pankart taşıdı. New York'ta yüzlerce protestocu Time Meydanı'na yürüdü. Portland, Atlanta ve Boston'da da gösteriler düzenlendi. Los Angeles'ta protestocular, Nichols ve Manuel Teran için mum ışığında nöbet tuttu. Polis, Teran'ı Weelaunee Ormanı'nı dev bir polis eğitim merkezi inşa eden müteahhitlere karşı korurken öldürdü. Geçen ay Los Angeles polisleri tarafından öldürülen siyahi Keenan Anderson'ı da protestolar ve anmalar sırasında hatırlandı. Polis Los Angeles’ta anma için buluşanları abuka altına aldı ve gaz bombalarını atmaya hazır halde bekledi. Tyre Nichols cinayeti, ırkçılığın ve sınıfsal nefretin polisin her kademesine nüfuz ettiğini gösteriyor.  Nichol'un öldürülmesiyle ilgili olarak beş polis suçlansa da sadece bu polisleri sorumlu tutmak yeterli görülmemeli. Polisler eğitimlerine başlar başlamaz, onlara işçi sınıfından insanları hor görmeleri öğretilir. Ve bu yaygın ırkçılıkla elele ilerleyen bir öğrenme süreci. Polisler, siyahları suçlu olarak görüyor. Şiddet uygulamayı haklı buluyorlar. Acımasız polis şiddetini haklı çıkarmak için tasarlanana bu eğitim süreçleri polisleri insanlıktan çıkartıyor. Bu ırkçılık ister beyaz ister siyah olsun tüm polis memurlarına sirayet ediyor. İşleci ve toplumsal ve siyasal alanda oynadığı rolün doğası gereği her polis, patronların ırkçı ve şiddet içeren sistemini savunmak ve durdurmak için birleşmiştir. Bu, sokaklara daha fazla siyahi polisin çıkması, ırkçı polis vahşetini durdurmayacağı anlamına geliyor. Bunu durdurmanın tek yolu polislik mekanizmasını ortadan kaldırmaktır.

Fransa'daki grev ve protestoların ikinci gününde büyük katılım

Aktivistler, cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un emekli maaşlarına yönelik saldırısını püskürtmek için mücadeleye kararlı. Salı günü Fransa'daki gösteriler, 19 Ocak'taki grev ve protestoların bir önceki günündeki kitlesel katılımdan bile daha büyüktü. Hükümetin emekli maaşlarına yönelik saldırılarına karşı öfke artıyor.    CGT sendika federasyonu, Paris'te geçen seferki 100.000 kişilik katılımdan daha fazla, 500.000 kişinin katıldığı bir yürüyüş olduğunu açıkladı. Ve ülke çapında 750.000 artışla “yaklaşık 2,8 milyon” kişinin harekete katıldığını dile getirdi. Öğretmen Marcel, Paris protestosunda Sosyalist İşçi gazetesine (Socialist Worker) "Bu gerçekten şaşırtıcı" dedi. “Neredeyse 19 Ocak'tan iki kat daha fazla grevci okulumdan geldi ve burada da öğrenciler var. Böyle devam edersek kazanabiliriz gibi geliyor.” Marsilya kentinde sendikalar, eylemin ilk günündeki 140.000 kişilik katılıma kıyasla 200.000 kişinin sokaklarda olduğunu söyledi.  CGT eğitim birliği, "Katılım tavan yaptı." tweeti attı. Toulouse, Marsilya, Laval, Rennes’de daha çok insan sokağa çıkacak ve bu hükümeti devireceğiz.” Tarbes'te geçen seferin iki katı, yaklaşık 16.000 kişi yürüdü. Nantes'te bu sefer katılım 19 Ocak'taki 50.000'e kıyasla 65000’di. Eylemler sadece büyük şehirlerde etkili değildi. Birçok küçük kasabada rekor katılımın yaşandığı gördü. Yerel bir muhabir, ”Çok basit, Abbeville tarihindeki en büyük gösteri, 22.000 nüfuslu bir yerde 3.500 kişi sokakta" dedi. "Morlaix'te 10.000 kişi gösteri yapıyor. On günden fazla bir süre önce 4.000 kişinin katıldığı  şehirde duyulmamış bir olay ”dedi. 220'nin üzerinde gösteriye ek olarak, grevlere çok sayıda kişi katıldı. Okullar ve yerel ulaşım ağları gibi demiryolu hizmetleri de grevden çok etkilendi. Petrol rafinerilerinde işçilerin yüzde 90'ından fazlası la Mède sahasında, yüzde 90'ı Donges ve Esso / Exxon Fos sur Mer'de ve yüzde 70'i Feyzin'de yürüdü. Özel sektörde büyük bir grev tepkisi olduğuna dair haberler vardı. CFDT sendika federasyonu lideri Laurent Berger, "Metalurji, inşaat ve bayındırlık gibi birçok sektörde kişisel hizmet meslekleri, sağlık ve sosyal hizmet alanlarında büyük seferberlikler yaşanıyor. Bu işçiler iki yıl daha çalışmanın çok zor olduğunu biliyorlar.” İşçileri ve öğrencileri birleştiren isyancı bir ruh hali vardı. Paris toplu taşıma sisteminin Lagny deposundan grevciler, Helene Boucher lisesi'nin ablukasını güçlendirmeye gitti. Polisler daha sonra hem öğrencilere hem de işçilere saldırdı. Lise öğrenci birliği La Voix Lycéenne, öğrencilerin 300 liseyi ablukaya aldığını ve bunun “19 Ocak'tan daha önemli bir gün" olduğunu söyledi. Basın açıklamasında ”Gençler hareketin merkezinde yer alıyor" diye yazdı. Paris'te öğrenciler “İşverenlerin kasasında para var" diye bağırdılar. Paris yürüyüşünün bir bölümü, son birkaç hafta içinde gerçekleşen “Genel Kurullardan” grevci gruplardan oluşuyordu. Bunlar, belirli bir birliğin veya belirli bir sektörün ötesine uzanan hareketlerdir. Paris'teki gösteri, parlamento komisyonlarının yasa tasarısını görüşmeye başladığı Ulusal Meclis dışında sona erdi. Muhalefet partileri 7.000 'den fazla değişiklik sunarak parlamentodaki süreci yavaşlatmaya çalıştı. Parlamentoda salt çoğunluğa sahip olmayan Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un partisinin, emeklilik saldırılarını geçirmek için muhafazakarların oylarına ihtiyacı olacak. Hükümet, tasarıyı özel anayasal yetkiler altında oy kullanmadan zorlama seçeneğine sahip. Ancak bu, güven oylamasını ve muhtemelen yeni parlamento seçimlerini tetikleme riskini taşıyor. Tıpkı İngiltere'de olduğu gibi, hareketin nereye gittiği konusunda büyük bir tartışma var. Bazı sendika liderleri, daha fazla insanın yürüyebilmesi için ertesi eylem gününün Cumartesi günü olması gerektiğini söylüyor. Ancak birçok aktivist bunun işçilerin eylemlerinin gücünü azaltacağını düşünüyor.  "Gösteriler harika ve hükümet üzerinde baskı oluşturuyor. Ancak grevler gerçekten güce sahip olan şeydir "diyor hareket içinden Marcel. Bazı rafineri işçileri de dahil olmak üzere işçi kesimleri, süresiz grev çağrısında bulunuyor ve bazı okul öğrencileri de onlara katılma sözü verdi. --- İşçiler neden harekete geçiyor? Hükümet emeklilik yaşını 64'e çıkarmak istiyor. Ve işçiler sonunda ancak 43 yıl boyunca sisteme ödeme yaptılarsa tam emekli maaşı talep edebilecekler. Mevcut kurallar, çoğu insanın tam emekli maaşına hak kazanabilmesi için 64 yaşından sonra çalışmasını gerektirmektedir. İki yıl daha eklemek, işçi sınıfına yönelik kilit bir saldırıdır. Sendikaların patron yanlısı değişiklikleri durduramayacağını ve işçilerin enflasyon ve yaklaşan durgunluğun bedelini ödemek zorunda kalacaklarını göstermek için tasarlandı. Macron da 2019'da benzer bir hamleyi denedi, ancak yaygın grevler, kitlesel gösteriler ve ulaştırma işçilerinin bazı kesimlerinin süresiz grevleriyle geri çekilmek zorunda kaldı. Ayrıca militan Sarı Yelek hareketi tarafından savunmaya itildi ve pandemi sırasında tüm direnişin bir araya gelebileceğinden korktu.

Aşırı sağcı İsrail hükümeti, işgal altındaki Batı Şeria’da saldırılar düzenliyor

Netanyahu’nun aşırı sağcı hükümeti iş başına geldiği Ocak ayı başından beri işgal altındaki Batı Şeria'da İsrail saldırıları yoğunlaştı, Filistinli can kayıplarında artış yaşandı. 26 Ocak’ta İsrail işgali altındaki Batı Şeria'nın Cenin kentine İsrail Ordusu'nun düzenlediği saldırı sonucu aralarında yaşlı bir kadının da bulunduğu 9 Filistinli hayatını kaybetti.  Baskın üzerine bölgede çıkan olaylarda işgal altındaki Doğu Kudüs'ün er-Ram beldesinde 22 yaşında bir Filistinli genç yaşamını yitirdi. İsrail askerlerinin açtığı ateş sonucu işgal altındaki Doğu Kudüs ve Batı Şeria'da yılbaşından bugüne aralarında kadın ve çocukların yer aldığı 30 Filistinli hayatını kaybetti. Geçen yıl da bölgede 150'den fazla Filistinli öldürülürken, Filistinlilerin İsraillere saldırıları sonucu aralarında sivil, asker ve polislerin de bulunduğu 30'dan fazla kişi yaşamını yitirdi. 27 Ocak’ta da Filistinli bir kişi, İsrail’in Cenin saldırısına tepki olarak, işgal altındaki Doğu Kudüs'te bulunan Neve Yakov adlı yasadışı Yahudi yerleşim biriminde bir sinagoga saldırdı. Silahlı saldırıda 7 kişi hayatını kaybetti, 3 kişi yaralandı, saldırgan olay yerinde öldürüldü. İsrail’in aşırı sağcı hükümeti ve Batı Şeria işgali  İsrail'de 1 Kasım'da yapılan genel seçimler sonrasında, sağcı Likud Partisi'nin lideri Binyamin Netanyahu, "İsrail'in tarihindeki en sağcı hükümeti" kurdu. Yeni hükümet, lideri bir zamanlar Arap karşıtı ırkçılıkla suçlanan bir siyasi oluşum da dahil aşırı sağcı partilerden oluşuyor. Hükümetin ilk icraatlarından biri, ülkede Filistin bayrağı sallanmasının yasaklanması oldu. Filistinliler yeni hükümetin İsrail'in işgal altındaki Batı Şeria üzerindeki saldırılarını artıracağından endişeleniyor.   Netanyahu'nun koalisyon ortakları, İsrail-Filistin sorununda ortak başkentleri Kudüs olan ve Batı Şeria'da bağımsız bir Filistin devleti kurulmasını öngören uluslararası destekli barış formülünü reddediyor. Lideri İçişleri Bakanı olan koalisyon ortağı Dini Siyonizm Partisi, İsrail'in Batı Şeria'yı ilhak etmesini istiyor. İsrail, 1967 Arap-İsrail Savaşı'nda Batı Şeria, Doğu Kudüs ve Gazze Şeridi'ni işgal etti. 1993 yılında imzalanan Oslo Barış Anlaşması'ndan sonra Mayıs 1994’te İsrail askerleri Gazze’den çekildi. Gazze'nin idaresi Filistin Ulusal Yönetimi'ne devredildi. Filistin Ulusal Meclisi ilk oturumunu Mart 1996'da Gazze'de yaptı. 1995 yılında Yaser Arafat ve İzak Rabin arasında yapılan İkinci Oslo görüşmesinin ardından Batı Şeria Filistin Ulusal Yönetimine devredildi. Filistin’in başkenti Ramallah oldu. İşgal altındaki Doğu Kudüs ise İsrail tarafından uluslararası hukuka aykırı bir şekilde ilhak edildi. İsrail yıllardır Batı Şeria’da uluslararası hukuka göre yasa dışı kabul edilen Yahudi yerleşim birimleri kurmaya devam ediyor. Bugün hala Doğu Kudüs ve Batı Şeria'da 600 binden fazla Yahudi yerleşimci yaşıyor.

Dünyada Güncel Gelişmeler

Derleyen: F. Levent Şensever ABD’de yasaklanan kitaplar ve sansür giderek artıyor Sansür kurumu, kitapların ilk yayınlanmaya başladığı dönemler kadar eski. ABD’de eğitim kurumları ve kütüphanelerdeki kitapların yasaklanması ve sansürlenmesinin tarihi Birleşik Krallık tarafından Kuzey Amerika’da kolonilerin kurulduğu döneme kadar geriye gidiyor. Ancak son yıllarda bu tür girişimler hız kazanarak, yayılmaya başladı.  19’uncu yüzyılın ilk yarısında ülkenin güneyindeki Konfederasyon katılımcısı eyaletlerde sansürün hedefi, o dönem yaygın olan kölecilikle ilgiliydi. Bu dönemde, söz konusu eyaletlerin birçoğunda kölecilik karşıtı içeriğe sahip kitaplar yasaklanırken, köle sahipleri tarafından düzenlenen toplu kitap yakma eylemleri yaygındı.  Günümüzde ise okullar ve kütüphaneler, ırkçı ve ayrımcı ideoloji savunucularının sansür girişimlerini yürüttüğü çatışma alanlarına dönüştü. Bu çatışmanın merkezinde ise eğitim çağındaki çocuklar ve gençlerin ‘ilerlemesi’ ve ‘modernizasyonu’ için ne tür bilgilere erişip erişemeyeceğine dair ideolojik bir savaş yer alıyor. Çoğu kez ‘sorunlu ifadeler’ veya ‘cinsel’ ve ‘politik içerikler’ hedef gösterilirken, en çok yasaklanan veya sansürlenenler LGBTİ+ bireyleri veya siyahlar hakkında yazılan kitaplar oluyor.  Oysa ABD anayasası, vatandaşların ifade ve düşünce özgürlüğünün savunulması bakımından en modern anayasalardan biri. Anayasanın Birinci Maddesi, Amerikan vatandaşlarının inanç, ifade, basın ve toplanma özgürlüğünü garanti altına alıyor.  Buna rağmen özellikle son birkaç yıldır sansür girişimleri ve yasaklamaların boyutu hızla arttı. PEN Amerika örgütünün yayınladığı Temmuz 2021 ile Haziran 2022 tarihleri arasını kapsayan, “Yasaklanan Okul Kitapları Endeksine” göre tespit edilen toplam 2.532 kitap yasaklama vakasında, 1.261 yazara ait 1.648 farklı kitap yer alıyor. Bu yasaklar, 32 eyaletteki 138 eğitim bölgesinde yer alan 5.049 okulda, toplam 4 milyon öğrenciyi kapsıyor.  Yasaklanan kitapların yüzde 41’i (674 kitap) LGBTİ+ konulu, yüzde 22’si (357 kitap) cinsel içerikli, yüzde 21’i (338 kitap) ‘ırk’ ve ırkçılık içerikli ve yüzde 40’ı (659 kitap) siyahlarla ilgili kitaplardan oluşuyor. PEN Amerika’nın tahminlerine göre,  yasaklanan kitapların yüzde 40’ı doğrudan tasarı halindeki veya yürürlüğe giren yasalar ya da öğretilmesi veya mevcudiyetinin kısıtlanması amacıyla devlet yetkilileri ve yasa koyuculara yönelik yapılan politik baskılar doğrultusunda gerçekleşti.  PEN Amerika, tüm ülkede kitapların yasaklanması için kampanya yürüten en az 50 örgütün varlığını ve söz konusu grupların yüzde 73’ünün 2021 yılı ve sonrasında kurulduğunu tespit ettiğini belirtiyor. Grupların örgütsel taktikleri arasında, yasaklanması istenilen kitapların listelerinin aralarında paylaşılması, okul aile toplantılarını basmak, kütüphanelerin değerlendirme sistemlerinin değiştirilmesi çağrıları yapmak, “terbiye” ve “pornografi” gibi konularda kışkırtıcı söylemlere başvurmak ve okul görevlileri, öğretmenler ve kütüphanecilere yönelik suç duyurularında bulunmak gibi girişimler yer alıyor.  Kitaplara yönelik sansür girişimlerinde Cumhuriyetçi Parti’nin iktidarda olduğu eyaletler başı çekiyor. Örneğin, Teksas eyaleti Cumhuriyetçi Kongre temsilcisi Matt Krause, bölge eğitim yetkililerine 850 kitabı içeren bir liste yollayarak, bu kitapların araştırılarak hangilerinin bölgelerindeki okullar ve kütüphanelerde bulunduğunu raporlamalarını talep etti. Benzeri girişimler, Florida, Texas, Güney Carolina, Wisconsin ve Georgia eyaletleri başta olmak üzere birçok eyalette gerçekleşiyor. Sansür konusunda bir başka dalga da yine Cumhuriyetçilerin başında olduğu güney eyaletlerinde yaygınlaşan, okullarda “eleştirel ırk teorisinin” (Critical Race Theory - CRT) okutulmasının yasaklanması oldu. En son 27 Ocak’ta Arkansas eyaletinin valisi olan Sarah Huckabee yayınladığı kanun hükmündeki kararnameyle, eyaletteki devlet okullarında söz konusu teorinin okutulmasını yasakladı.  ABD’deki bu anti-demokratik uygulamalar ve insan hakları ihlalleri akıllara Biden yönetiminin 2021 yılı sonunda düzenlediği “Demokrasi Zirvesini” getiriyor. Bilindiği gibi, 110 ülkenin devlet başkanlarının davet edildiği zirveye, “anti-demokratik” ülkelerin liderleri davet edilmemişti. Ancak öyle görünüyor ki, Biden’ın dünya demokrasi liderliğine soyunmadan önce, bu konuda kendi ülkesinde yapacağı daha çok şey var.    Kısa kısa Kıyamet Saati İlk atom silahlarının geliştirilmesine yardımcı olan Albert Einstein ve Chicago Üniversitesi bilim insanları tarafından 1945 yılında kurulan Atom Bilimleri Bülteni’nin oluşturduğu “kıyamet saati,” insanlığa ve gezegene yönelik tehditleri ve nihayetinde bir nükleer patlamayı simgeleştiren bir saat kadranından oluşuyor. Kıyamet saatinin nihai patlamaya ne kadar yaklaştığı, her yıl Bülten Bilim ve Güvenlik Kurulu tarafından Nobel ödülüne sahip 10 bilim insanından oluşan kurul ile istişare edilerek belirleniyor. Saat, insan yapımı teknolojilerin neden olduğu küresel felakete karşı dünyanın savunmasızlığının evrensel olarak kabul edilen bir göstergesi haline gelmiş durumda. Saat bu yıl, patlamaya daha önce hiç olmadığı kadar yakın bir süreye ayarlandı; artık kadran gece yarısı son bulacak olan patlama saatine 90 saniye kaldığını gösteriyor.    Ukrayna savaşı Amerikan silah şirketlerine yaradı ABD ve Avrupalı ülkelerin savaşta destekleri Ukrayna’ya silah yardımlarının boyutu giderek artıyor. Daha önce ülkelerin yardım olarak göndermekten imtina ettiği ağır tanklar da devreye girerken, son gelen haberlerde, Fransa’nın Ukrayna’nın savaş uçağı gönderilmesi talebine sıcak baktığı ve ABD’de Ukrayna’ya F16’ların gönderilmesini savunan Kongre temsilcilerinin artmaya başladığı belirtiliyor.  Silah yardımlarının giderek artması ve bunlara ağır silahların da eklenmesi, Rus yetkililerinin tepkilerine yol açıyor. Yapılan açıklamalarda Rus yetkililer, Batı’nın artık doğrudan savaşın tarafı olduğu vurgusu yapılıyor. Amerikan yönetiminin Ukrayna’ya gönderdiği silah yardımları, ülkenin ulusal savunma bütçesinden sağlanıyor. ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon), Ukrayna’ya sağlanan askeri destek nedeniyle stoklarda yaşanan azalmayı telafi etmek üzere üretimi önümüzdeki iki yıl içinde yüzde 500 artırmayı planladığını ve bu amaçla topçu mühimmatlarının üretilmesi ve var olan tesislerin modernize edilmesi için gelecek 15 yıl boyunca, yıllık 1 milyar düzeyinde harcama yapılacağını açıkladı.  Geçtiğimiz ay Amerikan Kongresi, Biden yönetiminin 2023 yılı için talep ettiği ulusal savunma bütçesini 45 milyar dolar artırarak, 858 milyar dolar olarak onaylamıştı. Böylece savunma harcamaları son iki yılda, yıllık bazda yüzde 4,3 düzeyinde artmış oldu. Bu doğrultuda ordunun 2023 yılı içinde yeni füze tedarikleri için ayrılan paranın yüzde 55 ve donanma için tedarik edilecek silahlar için harcanacak paranın yüzde 47 düzeyinde artırılması planlanıyor.  Ukrayna savaşının yol açtığı silahlanma faaliyetlerindeki hızlı artış, en çok Amerikan silah şirketlerine yarıyor. Dışişleri Bakanlığı’nın açıkladığı resmi verilere göre, ABD’nin askeri teçhizat ihracatı 2022 yılında yüzde 49 artarak, toplam 205,6 milyar dolara ulaşırken, Amerikan silah şirketlerinin satışları da yüzde 48,6 düzeyinde artarak, 153,7 milyar dolara yükseldi. ABD’nin 2021 yılındaki askeri teçhizat ihracatı 138,2 milyar dolar düzeyindeydi. Wall Street Journal’da yer alan bir habere göre, Locheed Martin ve Raytheon Technologies şirketleri, silahlanma furyasından en çok kar eden iki şirket oldu. Şu ana kadar Amerikan yönetiminin Ukrayna’ya sağlayacağı silah taahhütlerinin bedeli 27 milyar doları buldu. Bunun 6,6 milyar doları ise doğrudan silah şirketlerinin kasasına girdi. Bu gelişmeler, Lockheed Martin şirketinin son çeyrek satışlarının yüzde 3 artışla, 19 milyar dolara ulaşmasını sağladı. Şirketin bu çeyrekte elde ettiği kar da 1,91 milyar düzeyinde olurken, 2022 yılında alınan siparişlerin toplamı da 150 milyar dolar düzeyine çıktı.    Toyota CEO’su görevi bırakıyor Otomotiv devleri arasında elektrikli araçlara geçişe direnen tek şirket olan Toyota’nın CEO’su görevinden ayrıldı. Şirketin kurucusunun torunu olan ve küresel finans krizinden bu yana şirketin başındaki Akio Toyoda, sektördeki elektrikli araçlara dönüşüm nedeniyle şirket üzerinde giderek artan baskılar sonucu görevini bırakmak zorunda kaldı.  Toyoda’nın sektördeki hızlı dönüşüme rağmen ‘hibrit araçlarda’ ısrar etmesi tepkileri üzerine çekiyordu. Şirket geçen yıl, küresel bir petrol şirketi olan ExxonMobil ile birlikte “Dünyanın En Yıkıcı Şirketleri” arasında gösterilmişti.     Petrol şirketlerinin rekor düzeyde kar etmesi bekleniyor Küresel petrol şirketleri son dönemde tepkileri üzerinde topluyor. Bu şirketlere yönelik yapılan son eleştirilerden biri de Petrolden Kar Etmeyi Durdurun (STOP) kampanyası sözcüsü Jamie Henn’in ifadesiyle, “Savaş vurgunculuğu” oldu. Bunun gerekçesi, yıllarca Rusya ile iş birliği yapan Chevron gibi petrol şirketlerinin, Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle ortaya çıkan enerji krizini fırsat bilip, fiyatların aşırı yükselmesine yol açarak, muazzam miktarlarda kar etmeleri oldu. Chevron, 2022 yılının son çeyreğinde 6,4 milyar dolar kar bildirirken, aynı zamanda şirketin 75 milyar dolarlık hisselerini geri toplayacağını açıkladı.  CNBC’nin verdiği bir başka habere göre, Exxon Mobil, Chevron, BP, Shell ve TotalEnergies gibi dev petrol şirketlerinin önümüzdeki günlerde toplam 190 milyar dolar düzeyinde kar açıklaması bekleniyor. Küresel petrol şirketleri, yükselen petrol ve doğal gaz fiyatları sayesinde karlarını muazzam oranlarda artırırken, aynı zamanda iklim değişikliği konusunda belirledikleri sera gazlarının azaltılması hedeflerini hiçe sayarak, fosil yakıtlara yatırımlarını artırıyor.  Böylece bir yandan artan fiyatlar nedeniyle emekçilerin cebinden daha çok para fosil yakıt üreticilerinin kasasına girerken, emekçiler aynı zamanda, bu şirketlerin iklim değişikliğine olumsuz katkıları nedeniyle iki kere mağdur ediliyor.  İklim adaleti aktivistleri Birleşmiş Milletler’i uyardı Birleşik Arap Emirliği’nin bu yıl sonunda düzenlenecek olan COP28 zirvesinin örgütlenmesinin başına ülkenin ulusal fosil yakıt üreticisi şirketinin başkanını atamış olmasına tepkiler giderek artıyor. Geçtiğimiz günlerde 450’den fazla iklim adaleti örgütünden oluşan küresel bir ağ, Birleşmiş Milletler’e (BM) çağrıda bulunarak, fosil yakıt endüstrisinin COP28’de süreci etkilemesi ve dikte etmesine izin verilmemesini talep etti. Yapılan çağrıda, buna izin verildiği takdirde, zirvenin bundan önceki zirvelerde olduğu gibi başarısızlıkla sonuçlanacağı uyarısında bulundu.  Çağrıda, “bir petrol şirketi yöneticisini COP28’in başkanı olarak atamak, BM iklim süreci tarihinde bugüne kadar gerçekleşenlerden çok daha büyük bir küstahlıktır,” denilerek, “bir fosil yakıt yöneticisi tarafından denetlenen hiçbir COP zirvesi meşru olamaz,” uyarısında bulunuldu. Geçtiğimiz kasım ayında düzenlenen COP27 zirvesindeki görüşmelere katılmak üzere 630’dan fazla fosil yakıt lobicisi kayıt yaptırmış ve BAE’nin ülke delegasyonunda, diğer tüm ülkelerden daha fazla fosil yakıt lobicisi yer almıştı.  Atamaya sivil toplumun gösterdiği tepkiler ABD’de Kongre temsilcilerini de harekete geçirdi. Geçtiğimiz hafta içinde Amerikalı 27 Kongre temsilcisi, Başkanlık Özel İklim Temsilcisi John Kerry’e gönderdikleri bir mektupla, temsilcinin BAE’deki atamanın geri alınması için baskı yapmasını talep etti.   ABD’de 2 binin üzerinde üyesi bulunan bir neo-Nazi ağ teşhir oldu Geçtiğimiz hafta ABD’de bir yandan sivil haklar lideri Martin Luther King’in ölüm yıldönümü nedeniyle geniş çaplı anma etkinlikleri düzenlenirken, bir yandan da ‘muhalif’ bir grup neo-Nazi’nin varlığı açığa çıkarıldı. Sosyal iletişim platformu Telegram’da örgütlenen grubun 2 bin 400 kadar üyesi olduğu ve grup üyelerinin platform üzerinden “Nazilik” eğitimi aldığı belirtiliyor. 2021 yılının ekim ayında kurulan grubun Nazi ideolojisini benimsediği ve beyazların üstünlüğünü savunduğu; beyaz çocukların başka herhangi bir ‘ırktan’ insanlarla oynamasına veya herhangi bir temas kurmasına izin verilmemesi çağrıları yaptığı belirtiliyor. Grup yöneticileri ve üyeler alenen ırkçı, homofobik ve anti-Semitik söylemleri yayarken, herkese açık platformda her gün Hitler ve diğer Nazi liderlerinden alıntılar yapıyor. Grubun kurucusu Katja Lawrence, grubu kurmasının gerekçesini şu sözlerle açıklıyor: “Evde eğitim verdiğim çocuklarım için Naziler tarafından onaylanan eğitim materyalleri bulmakta zorlanıyordum. (…) Çocuğumuzun harika bir Nazi olmasını gönülden istiyoruz.” ABD’de, Avrupa ülkelerindeki Nazi ideolojisi ve simgelerini yasaklayan yasal düzenlemelerin aksine, aşırı sağın ve neo-Nazilerin ideolojik söylemleri de ifade özgürlüğü kapsamında anayasanın koruması altında. Birçok Avrupa ülkesinde Nazi söylemleri “nefret söylemi” olarak kabul edilerek, yasaklanırken, ABD’de ifade özgürlüğünü kısıtlayacak olması kaygısından dolayı nefret söylemine ilişkin herhangi bir yasal düzenleme bulunmuyor.   BBC’nin Hindistan başbakanı Modi hakkındaki belgeseli BBC tarafından Hindistan başbakanı Narendra Modi hakkında hazırlanan ve iki bölümden oluşan bir belgesel, Hindistan yetkililerini kızdırdı.  “India: The Modi Question” (Hindistan: Modi Sorunu) adlı belgesel, 2002 yılında Müslüman azınlığın yoğun olduğu Gujarat eyaletinde gerçekleşen, aralarında 790 Müslüman vatandaşın olduğu binden fazla insanın ölümüyle sonuçlanan şiddet olaylarında, dönemin eyalet başkanı olan Modi’nin rolünü araştırıyor. Belgesel, Hindistan’da gösterime girmemesine rağmen ülke kamuoyunda tartışmalara yol açtı ve iktidar partisi, Hindu milliyetçisi Bharatiya Janata Partisi’nin (BJP) yetkililerini kızdırdı. Yetkililer belgesele erişimi engellerken, sosyal medya platformlarında paylaşımları da yasakladı. Ancak bu kısıtlamalar belgesele yönelik ilginin daha da artmasına yol açtı. Muhalif birçok kişi ve siyasetçi, belgeselin indirilebileceği linkleri paylaşmaya başladı.   Kanada’da yerli halkların çocuklarına ait yeni mezarlar bulundu Kanada’nın British Columbia bölgesindeki eski bir yerleşim yerinde işaretsiz mezarları araştıran bir ekip, çocuklara ait olduğu düşünülen 66 mezar yeri tespit ettiğini belirterek, yatılı kilise okulu olarak hizmet vermiş St. Joseph Misyonu’na ait alanda çocuklara karşı işlenmiş insanlık dışı suçların kalıntılarına rastladıklarını açıkladı. Yapılan açıklamada, Katolik okulunun bahçesinde gerçekleştirdikleri araştırma sırasında elde edilen bulgulara ek olarak, hayatta kalanlarla yapılan görüşmelerin ve arşiv kayıtlarının, çocuklara yönelik cinsel saldırı sonucu doğan bebeklerin okul alanında ve dışında yakılarak yok edildiğini ortaya koyduğu belirtildi. Kanada’da daha önce de bölgede ilk yerleşen yerli kabilelerden çocukların toplu mezarları ortaya çıkarılmıştı. 2021 yılının haziran ayında yapılan bir açıklamada, 1990'lara kadar faaliyet göstermiş olan Marieval Yatılı Kilise Okulu’nun bahçesinde resmi kayıtlarda olmayan 751 çocuk cesedi kalıntısının olduğu mezarlar bulunduğu belirtilmişti. Geçen yıl ABD’de de yerli Amerikalıların çocuklarının zorla alıkonulduğu yatılı okullar hakkında ilk defa yapılan federal bir araştırmada, ülkede 50’nin üzerindeki yatılı okul alanında, yerli ailelerin çocuklarına ait olduğu düşünülen 500 mezar tespit edildiği açıklanmış ve bu sayının artabileceği ifade edilmişti.   Trump’a yönelik sosyal medya yasağı kalktı Trump, 2 yıllık bir yasağın ardından sosyal medya platformlarına geri dönüyor. Twitter’ı satın alan Elon Musk’ın platformdaki Trump hesabını yeniden aktive etmesinin ardından, geçtiğimiz günlerde de Facebook, WhatsApp ve Instagram platformlarının sahibi konumundaki Meta şirketi, Trump’ın bloke edilmiş olan hesaplarına erişime izin verileceğini açıkladı. Trump’ın 6 Ocak 2021’de aşırı sağcılar tarafından gerçekleştirilen Kongre baskınını teşvik ettiği gerekçesiyle Twitter ve Facebook gibi sosyal platformlardaki hesapları bloke edilmişti. Trump bunun üzerine “Truth Social” adlı kendi sosyal medya platformunu kurmuştu.  Bu arada, Trump henüz başka hiçbir adayın açıklanmadığı 2024 başkanlık seçimleri için, Cumhuriyetçi Parti’nin aday adayı olduğunu açıkladı ve bu doğrultuda kampanyasını başlattı. Sosyal medya hesapları üzerindeki blokenin kalkmasıyla, seçim kampanyasına ilişkin sesini daha iyi duyurabilecek.

Fransa’da mezarda emeklilik yasasına karşı mücadele

Fransa’da Macron hükümetinin emeklilik yaşını 62’den 64’e çıkarma planlarına karşı sendikaların başını çektiği eylem ve grevlere ülke genelinde iki milyon kişi katıldı. 19 Ocak’ta yapılan eylemlere Paris’te 400.000, Marsilya’da 110.000, Toulouse’da 50.000, Lyon’da 38.000 ve Nice’te 20.000 kişi katıldı. Pek çok sektörde greve gidilirken, bu grevlere de katılım yüksek oranda gerçekleşti. Tren ve otobüs seferleri yapılmadı, ilkokullardaki öğretmenlerin yüzde 70’i greve katıldı. Radyolar ve televizyonlar yeni programlar yayınlamadılar, müzik yayını yaptılar ve eski programları gösterdiler. Tiyatrolar da çalışmadı. Enerji işçilerinin grevi elektrik kesintilerine neden olurken pek çok öğrenci de okullarında eylem ve işgaller gerçekleştirdi. Macron hükümeti emeklilik sisteminin tıkandığını öne sürerek, emeklilik yaşını aşamalı olarak 64’e çıkarmaya çalışıyor. Fransa’da uygulanan genel emeklilik sisteminde, emekli olanların maaşı, çalışanların ödediği primlerin biriktirildiği tek bir fondan karşılanıyor. Daha önce bir emekliye karşılık 4 işçi fona katkıda bulunuyorken, bu rakam bugün 1,7’ye düşmüş durumda. Macron hükümeti bu durumun sürdürülemez olduğunu öne sürerek hem emeklilik yaşını arttırmaya hem de emekli olmak için gereken çalışma süresini arttırmaya çalışıyor, artık emekli olmak için 43 yıl çalışmış olmak gerekecek. Yapılan anketlere göre Fransız halkının %68’i bu yasa tasarısına, %80’i ise emeklilik yaşının arttırılmasına karşı çıkıyor. Macron daha önce de emeklilik reformu gerçekleştirmeye çalışmış ama ilk denemesi sarı yelekliler hareketinin tepkisi nedeniyle, ikincisi ise COVİD dönemine denk gelmesi yüzünden başarısız olmuştu. Meclisteki çoğunluğunu kaybeden, ikinci ve son dönemindeki Macron hükümeti bu kez hükümet programında da yer verdiği bu yasayı çıkartmak istiyor. Ancak emekçiler, enflasyonun yükseldiği, geçim sıkıntısının arttığı bir dönemde hükümetin çıkarmaya çalıştığı bu yasaya karşı çıkıyor. Yüksek emekli maaşı alan azınlığın maaşlarında kesintiye gidilebileceğini, bunun yerine hükümetin, en fazla yükü en az maaş alanlara ve çalışma hayatına en erken girenlere yüklediğini savunuyorlar. Fransa’da emeklilik yaşının arttırılmasına dair her tasarı büyük grev ve eylemlerle karşılaşmıştı. 1982’de Mitterrand emeklilik yaşını 60’a çıkarmış, 2010’da ise Nicholas Sarkozy, büyük eylem ve grevlere rağmen bu sınırı 62’ye yükseltmişti. Avrupa’da pek çok ülkede emeklilik yaşları yükseltilmeye çalışılıyor. İtalya ve Almanya’da emeklilik yaşı 67 iken, İspanya’da 65, İngiltere’de ise 66.  Fransa’daki sendikalar, yasanın meclise resmen getirileceği gün olan 23 Ocak’ta da bazı eylemler gerçekleştirecekler. Ancak kitlesel grev ve eylemlerin asıl tarihi 31 Ocak olacak. Fransız işçileri daha önce kitlesel, yaygın ve koordine grev ve eylemlerle benzer yasa tasarılarını durdurmayı başarmıştı. Ülkedeki eylem ve grevlerin sürekliliği sağlanırsa zayıf Macron hükümeti bu tasarıdan yine vazgeçmek zorunda kalabilir.

Etiyopya'daki savaşta yüzbinlerce ölü

Kuzey Etiyopya’da iki yıllık iç savaşın bilançosu çok ağır. Savaşın yol açtığı felaket yaklaşık 600 bin insanın ölmesine neden oldu.  Eski Nijerya cumhurbaşkanı ve Afrika Birliği elçisi Olusegun Obasanjo, bir röportajda "Öldürülen insan sayısı yaklaşık 600.000" dedi. 600 bin insanın yaklaşık 400 binini siviller oluşturuyor. BBC’nin bir haberine göre ise "Kasım 2020'de iç savaş başladığından bu yana 500 bin kadar Tigraylı'nın açlıktan ve buna bağlı nedenlerden öldüğü” tahmin ediliyor. Tahminleri 100 bin kişilik farkları içeriyor. Bu, Tigray’da yaşanan felaketin boyutlarını gösteriyor. Çatışmalar sırasında ölen insan sayısının da 200 bin ila 300 bin arasında değiştiği tahmin ediliyor. Stockholm Uluslararası Barış Araştırma Enstitüsü analistleri, Rusya'nın son yirmi yılda Etiyopya'ya en büyük ana silah tedarikçisi olduğunu açıkladılar. Bu silahların yüzde 50'sini Rusya’nın tedarik ettiğini gösteriyor. İkinci sırada ise, 2001-2020 arasında Etiyopya'nın askeri ithalatının yüzde 33'ünü sağlayan Ukrayna var. Rusya’nın Ukrayna’yı işgalin ardından ABD ve NATO’nun da Ukrayna’yı silah yardımına boğduğunu düşünürsek çok garip bir manzara çıkıyor ortaya. Tigray Etiyopya’da on yarı özerk eyaletten birisi ve 2020 yılının Kasım ayında Etiyopya ulusal hükûmeti Tigray’a savaş ilan etti. Savaşın nedeni, özerk bölgenin bölgesel seçim düzenleyerek merkezi otoriteyi tanımaması olarak gösterildi ve merkezi hükümet havadan ve karadan Tigray’a saldırdı. Savaş şimdilik durdu. “Dünyanın gözünden kaçan” bir savaş olarak tarihe geçti.  (Sosyalist İşçi)

Dünya Ekonomi Forumu hiçbir şeye çözüm değil

Geçtiğimiz hafta sonu sona eren Dünya Ekonomi Forumu şirketlerin sahiplerinin, yüksek maaşlı yöneticilerinin, yoksullara sırtını dönmüş politikacıların ve onların medyadaki sözcülerinin yıllık festivali olmanın ötesinde bir anlama sahip değil.  Hepimize tepeden bakan bu seçkinlerin dünyanın geleceği için hiçbir çözümleri olmadığı bir kez daha ortaya çıktı. Financial Times baş yazarı Martin Wolf, “Demokratik Kapitalizmi Savunmak”tan söz eden bir makale yazdı. Wolf, gözümüzün önünde yaşananların alternatifinin liberal bir kapitalizm olduğunu savunuyor. Dünya Ekonomi Forumu katılımcıları da sorunların kaynağı olan kapitalizmin, zenginlerin vergilendirilmesi ya da liberalleşip demokratlaşmasıyla çözülebileceğini iddia ediyorlar.  Hiç canları sıkılmadan “tüm vatandaşlar için refah, ekonomik fırsat ve herkes için temel güvenlik taahhüdü” gibi talepleri öne çıkartabiliyorlar. Bu sırada tek tek hükümetler, içinden geçtiğimiz çoklu krize yanıt olarak kaynakları zenginlere aktarmaya ve ezilenlerin sahip olduğu temel hakları budamaya çalışıyor. Wolf, liberal kapitalizme övgüler yağdırmadan önce İngiltere’de hükümetin gasp etmeye çalıştığı hakların bir dökümünü yapmalıydı.  İngiltere’de hükümet sendika karşıtı bir yasa tasarısını gündeme getirdi. Genel protestolara karşı ise yıkıcı olabileceği gerekçesiyle yasaklama getirmeyi planlıyorlar. Türkiye’de grev yasakları, dünyanın en zengin şirketlerinde Google, Amazon, Facebook gibi alanlarda çalışan binlerce işçinin işten çıkartılması ve iklim krizinin korkunç etkilerinin sorumlusu olan devletlerin ve şirketlerin frenlenmesi yönünde hiçbir ciddi adımın atılmamış olması düşünüldüğünde liberal kapitalizme övgü sağcılığın en saf hali biçimini alıyor. Bugünün çoklu krizi, Alex Callnicos’un dediği gibi küresel kapitalizmin bir sonucu. Liberal kapitalizm, savunulacak bir düş değil, bugün gezegeni tehlikeli noktalara savuran çoklu krizin sorumlularından. Bugün aşırı sağın yükselişi de liberal döneme bir tepki. Sosyalist solun kapitalizmi övenleri aralıksız teşhir etmesi gerekiyor. 

Uluslararası Af Örgütü: Kuzeybatı Suriye’deki siviller büyük tehlike altında

Müttefiki Rusya tarafından desteklenen Suriye hükümeti, Aralık 2019’dan beri Suriye’nin kuzeybatısında muhalif grupların kontrol ettiği bölgelerde yaşayan sivilleri yeni vahşetlere maruz bıraktı. Çok tanıdık bir eğilim sergileyen Suriye hükümet güçlerinin havadan ve karadan gerçekleştirdiği varil bombalı veya misket bombalı saldırılar, defalarca sivillerin yaşadığı bölgeleri ve kritik öneme sahip altyapıyı vurdu.  Suriye’ye yıllardır felaket getiren krizin standartlarıyla değerlendirildiğinde bile, bu saldırıların neden olduğu yerinden edilme ve insanlık dramının bir benzeri daha yok.  Uluslararası Af Örgütü; yaptığı görüşmelere, uydu görüntülerine, uçuş gözlem kayıtlarına ve ele geçirilen uçak telsiz iletişim bilgilerine dayanarak, İdlib ve batı Halep’te Suriye ve Rusya hükümet güçlerinin hastanelere ve okullara hukuka aykırı saldırılar gerçekleştirdiğini belgelendirdi. Bu saldırılarla birlikte, çatışmaların başladığı 2013 yılından beri en kötü insani kriz ortaya çıktı. Derlenen tanıklıklara göre, siviller yiyecek, su, ilaç ve diğer temel ihtiyaçlara çok sınırlı erişebiliyor. Siviller yetersiz yer değiştirme alanlarına kaçtıklarında dehşet dolu günler yaşıyor. Araştırmaya göre, Suriye’nin kuzeybatısındaki en büyük silahlı grup olan Heyet Tahrir el-Şam, insani yardım kuruluşlarının çalışmalarına müdahale ediyor, engelliyor. Af Örgütü’nün raporunda; Kuzeybatı Suriye’deki sivillerin Türkiye sınırından sağlanan kritik insani yardımla ayakta kalmaya çalıştıkları, bu yardımı sağlayan BM mekanizması yenilenmezse, sivillerin çok daha fazla risk altına girecekleri belirtiliyor.  BM Güvenlik Konseyi, bu mekanizmanın sağlam kalmasını mutlaka sağlamalıdır. Çatışmanın tüm tarafları yasa dışı saldırılara son vermeli ve sivillerin insani yardımlara engelsiz erişimi sağlanmalıdır.

İngiltere’de yüzbinlerce işçi 1 Şubat’ta greve çıkıyor

İngiltere’de geçen yıldan beri pek çok iş kolunda grevler yaşanıyor. Demiryolcular, otobüs şoförleri, liman işçileri, üniversite, havacılık ve posta servisi çalışanları başta olmak üzere çok çeşitli meslekten işçilerin art arda gelen grevlerine geçtiğimiz haftalarda hemşireler ve ambulanslarda görevli sağlık emekçileri de katıldı. 1 Şubatta başlayacak greve ise Kamu Hizmetleri Sendikası PCS, Demiryolu İşçileri Sendikası RMT, Tren Makinistleri Sendikası ASLEF, Üniversite çalışanlarının üye olduğu UCU, ülkenin en büyük ikinci sendikası UNITE ve Ulusal Eğitim Sendikası NEU üyeleri katılacak. Pratisyen hekimler de grev kararı aldı İngiltere’de sadece hastanelerde çalışan doktorların üye olabildiği Hastane Danışmanları ve Uzmanları Birliği (HCSA) Sendikasına üye pratisyen hekimler grev kararı aldı. Grev oylamasına katılan pratisyen hekimlerin yüzde 97’si “evet” dedi. Sendika, grevin zamanına ve şekline İngiltere’de sağlık alanında grevde olan diğer işçilerin sendikalarıyla görüşerek karar verileceğini duyurdu. Öte yandan İngiliz Tabipler Birliği (BMA) üyesi yaklaşık 45 bin pratisyen hekimin grev oylamasının sonucu da şubat ayında belli olacak. HCSA Başkanı Dr. Naru Narayana, çok yüksek bir katılım oranıyla alınan grev kararının, pratisyen hekimlerin mevcut çalışma ve ücret koşullarından ötürü ne denli öfkeli olduğunu ortaya koyduğunu söyledi. Dr. Narayana, son on yılda reel ücretlerinde yüzde 25’in üzerinde kayıp yaşayan doktorların ayrıca çok yüklü eğitim masraflarını geri ödemek zorunda olduklarını da hatırlattı. Sendika Başkanı, hükümetin taleplerine kayıtsız kalan tutumunun sürmesi ve çalışma koşullarının düzelmemesi halinde doktorların ülkeyi terk edebilecekleri uyarısında bulundu.

Geri 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 İleri

Bültene kayıt ol