Ermenistan ve Azerbaycan arasındaki diplomatik sorun Türkiye’de yaşayan herkesin sık sık duyduğu bir meseledir. Elbette ki bu sorun Azerbaycan tarafının haksızlığına dair kesin bir yargı içerecek şekilde çözülmüş olsa durum hiç de böyle olmazdı. Karabağ sorunu, ülkemizde yaşayan Ermenilere karşı tabiri caizse bir silah gibi kullanılabiliyor. Bu durum, Azerbaycan – Türkiye arasındaki “kardeşlik” ilişkisi güvenli bir şekilde Ermeni düşmanlığı yapılabilecek bir diplomatik alan açtığı için böyle. Böyle bir alan olmamış olsaydı muhtemelen bu konuyu Türkiye’de yaşayan Ermenilerden başka kimse konuşmuyor olacaktı.
Yukarıdaki sebeplerle, Karabağ sorununun Türkiye’de kendisine muhalif diyen çevrelerde etraflıca tartışılması ve Türkiye – Azerbaycan arasındaki “kardeşliğe varan” diplomatik ilişkinin de kime yararlı olduğunun ve doğasının etraflıca masaya yatırılması gerekir. Bu yüzden Karabağ sorununa dair farklı tutumları bir araya toplamaya ve meseleyi eni konu anlamaya çalışmaya özen gösterilmesi bir zorunluluktur.
Yeni Akit gazetesinde Azerbaycan - Türkiye ilişkileri
Öncelikle Yeni Akit gazetesinin seçtiği haber başlıkları göz önünde bulundurulduğunda Ermenistan eleştirilirken yaratıcılık sınırlarının çok da zorlanmadığı söylenebilir. Örneğin insan hakları savunmak konusunda Türkiye’de çok da iyi bir karnesi bulunmayan Yeni Akit gazetesini rahatlıkla İran’da alıkonan Azeri bir doktorun haklarını savunurken görebilirsiniz. Türkiyeli insan hakları savunucularını hiç de dinlemiyor değiller demek ki.
Aynı şekilde Ermenistan’la ilgili haberler söz konusu olduğunda ise Yeni Akit gazetesini gayet savaş karşıtı buluveriyoruz bir anda. Örneğin Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan “Bir barış anlaşması imzalanmadığı ve böyle bir anlaşma iki ülke parlamentosu tarafından onaylanmadığı sürece elbette yeni bir savaş çok muhtemel.” Gibi bir açıklama yaptığında bu açıklamayı sanki Ermenistan Karabağ’da hak iddia ediyormuş gibi vererek olası bir savaş ihtimalinin önüne geçmeyi bir amaç ediniyor Yeni Akit gazetecileri. Bahsi geçen haberi “Paşinyan kaşınıyor” başlığı ile veren internet sitesi, yine aynı haberde “kardeş” ülke Azerbaycan’ın çözüm önerisini de haberin sonuna iliştirmekten hiç imtina etmiyor.
Oysaki aynı Paşinyan, aynı röportajda “Dağlık Karabağ halkının kaderini belirleyemeyeceğini”, sadece 29.800 metrekarenin başbakanı olduğunu ve “Sadece Dağlık Karabağ Ermenilerine kendi evlerinde, doğdukları yerde yaşama fırsatları yaratma konusunu tartıştığını” da söylüyordu.
Yeni Şafak gazetesinde Türkiye - Azerbaycan ilişkileri
Yeni Şafak gazetesinin bu konuda Yeni Akit gazetesine göre çok daha yaratıcı olduğu söylenebilir. Çünkü Yeni Şafak sadece Türkiye – Azerbaycan ilişkilerini savaş karşıtı bir perspektifle vermiyor aynı zamanda Azerbaycan yönetiminin “Paşinyan hükümetinin, Laçın Yolu’nu provoke etmek için gönderdiği yardım tırlarının geçişini” engellemek gibi ulvi bir amaçla hemhal olmuş durumda. Dağlık Karabağ bölgesinde yaşayan Ermenilere gönderilecek olası bir yardımın neden önüne geçilmesi gerektiğini uzun uzun anlatıp Azerbaycan askeri makamlarıyla görüşmeler yapan Yeni Şafak gazetesi Nikol Paşinyan’ın “kaşınıyor” oluşunun da önüne geçiyor böylece.
Sonuş olarak Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan olası bir savaşta ülkesinin göreceği zarardan Yeni Şafak’ın diğerkamlığı ve Türkiye – Azerbaycan dostluk ilişkisi sayesinde korumuş oluyor. Allah korusun eğer yardım tırları sınırdan geçer de Dağlık Karabağ Ermenilerine ulaşırsa bir savaş çıkabilir ve kabak da Paşinyan’a patlayabilir. Çünkü bilindiği gibi birisi kaşınırsa onu kaşıyacak birileri de elbette çıkar.
Yeni Şafak ve Yeni Akit’e Ermenistan’a ve Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan’a karşı gösterdikleri bu olgun ve sahip çıkan tavırlarından ötürü teşekkür ediyoruz.
Rumeysa Özüyağlı
Acil durum alarmları, Hawaii'nin Maui adasındaki sıradan insanları orman yangınlarının adayı kasıp kavurduğu konusunda uyarmakta başarısız oldu.
Sözde sorumluların, iklim değişikliğinin neden olduğu şiddetli orman yangınları ve hava koşullarıyla başa çıkmak için nasıl hazırlıksız olduklarının şoke edici bir uyarısıydı.
Pazar günü itibariyle, ölümcül yangınlarda yaklaşık 100 kişi öldü ve 2.200 yapı hasar gördü veya yıkıldı. Trajik bir şekilde, daha birçok zayiatın keşfedilmesi bekleniyordu.
Hawaii Acil Durum Hizmetleri İdaresi, her hafta test edilen bir acil durum alarmının yangınların başladığı gün çalışmadığını doğruladı.
Birçok bölge sakini medyaya, yangından ancak üzerlerine yaklaştığını gördüklerinde haberdar olduklarını bildirdi. Yerel sakin Lynn Robinson, “Uyarı yoktu. Kesinlikle hiçbiri yoktu. Kimse gelmedi.”
İtfaiyeciler yangınların, cesetlerin teşhis edilmesini neredeyse imkansızlaştıracak kadar yüksek bir ısı ürettiğini söylediler.
Yetkililere göre, Lahaina kasabasının yaklaşık yüzde 80'i yangında tamamen yok oldu. Bu, yaklaşık 4.500 kişinin barınaklarda kalmaya zorlandığı anlamına geliyor. Yangınlar, yakınlardaki bir kasırganın neden olduğu saatte 160 km/sa hıza ulaşan şiddetli rüzgarlar nedeniyle ada genelinde çok hızlı yayılabildi.
Amerika'nın 50. eyaleti olan Hawaii küresel ısınma nedeniyle son on yılda normalden çok daha az yağış alıyor. Bu iki faktörün birleşimi, Hawaii tarihindeki en şiddetli orman yangınlarına yol açtı.
Şimdi, yangınlarda evleri yıkılan insanlar, Maui'de hayatlarını ve evlerini asla yeniden inşa edemeyeceklerinden endişe ediyorlar.
Maui'nin fakir sakinleri, zengin müteahhitlerin yeni ve daha pahalı evler ve oteller inşa etmek için yangından yararlanmasından endişe ediyor.
Yerel şef Richy Palalay, "Ben daha çok büyük arazi müteahhitlerinin gelip bu yanmış araziyi yeniden inşa etme fırsatı olarak görmesinden endişeleniyorum. İçinde yaşamaya gücümüzün yetmeyeceği oteller ve apartmanlar inşa edeceklerinden endişeleniyoruz - korktuğumuz şey bu."
Zaten adadaki emlak fiyatları astronomik. Maui'de bir evin ortalama fiyatı 1.2 milyon dolar (32,473,560 ₺). Ortalama apartman dairesi 850.000 $'dır (23,002,105 ₺).
Amerika Birleşik Devletleri başkanı Joe Biden, geçen Perşembe günü Hawaii için bir felaket bildirgesini onayladı. Bu beyan, sakinlere evlerini yeniden inşa etmeleri için hibe verme vaatlerini içeriyordu. Ancak bu paranın bölge sakinlerine hızlı bir şekilde ulaşmayacağına veya yeniden inşa etmeye yetmeyeceğine dair başka endişeler de var.
Pek çok Ada sakini hâlâ, 1992'de Adayı kasıp kavuran Iniki Kasırgası'nın ardından kendilerine vaat edilen ödemeleri bekliyor. Kapitalist akbabalar iklim krizini, kar için evlerin fiyatlarını yükselterek sıradan insanları yerinden etmenin bir yolu olarak görecek.
Sadece, müteahhitlere ve iklim krizine karşı bir mücadele, onların istediklerini yapmalarını engelleyebilir. Ayrıca ABD'de meydana gelen bu ölçekte bir felaket, iklim değişikliğinin şu anda harap ettiği Küresel Güney ile sınırlı olmadığını gösteriyor.
İklim değişikliği tüm dünya için geliyor, ancak liderler yine de bunun ölümcül sonuçlarını görmezden gelecek.
Sophie Squire
(Socialist Worker, Çeviri: Ali Baydaş)
Nijeryalı devrimci sosyalistlerin, Nijer'deki darbeye ve Batı Afrika Ülkeleri Ekonomik Topluluğu’na ilişkin açıklaması:
Sosyalist İşçi Birliği (SWL), Nijer Cumhuriyeti'nde devam eden durumdan derin endişe duymaktadır.
Barışa ve Nijer'deki emekçilerin kendi kaderlerini tayin etme haklarına olan bağlılığımızda kararlıyız. Ancak şunu açıkça ifade etmeliyiz ki Nijer halkı bu baskılardan ve emperyalizmden kurtuluşunu kendisi gerçekleştirmelidir. İster askeri ister sivil olsun, egemen sınıfın hiçbir kesimi bu rolü onlar adına üstlenemez.
Dahası, General Abdourahaname Tchiani'nin Nijer'de uzun süredir devlet başkanlığı muhafız birliğinin başında olduğu göz önüne alınacak olursa, 26 Temmuz 2023'te görevden aldığı Devlet Başkanı Muhammed Bazoum ile arasında nitelik itibariyle pek bir fark olduğu da söylenemez. Son üç yıl içerisinde Afrika'da askerler tarafından devrilen dördüncü seçilmiş hükümet olması ve Nijer'i Sahra Altı Afrika'da askeri cuntada bulunan altıncı ülke haline getirmesi de dikkat çekicidir. Kıtadaki askeri yönetimin tarihine baktığımızda, bu darbe furyasından kimseye hayır gelmeyeceğini söyleyebiliriz.
SWL Nijer'deki darbeyi, iç içe geçmiş çelişkilere dair herhangi bir önyargıda bulunmaksızın kınamaktadır.
SWL, Nijerya Devlet Başkanı Bola Ahmed Tinubu tarafından yönetilmekte olan Batı Afrika Ülkeleri Ekonomik Topluluğu’nun (ECOWAS) gerçekleştirdiği müdahaleyi de bundan ayrı değerlendirmiyor. Bu müdahaleler arasında bazı yaptırımların yanı sıra, Nijer'e elektrik tedarikinin kesilmesi ve Burkina Faso, Gine ve Mali hükümetlerinin ECOWAS güçlerinin saldırısı durumunda Nijer'i destekleme sözü vermesi gibi baskı ve zorlamalara dayalı, bölgesel bir savaşa yol açabilecek bazı ihlaller de bulunmaktadır.
Bu yaptırımlar, ülke varlıklarının yozlaşmış yönetici sınıf tarafından yağmalanması ve başta eski sömürgecisi Fransa ile ABD olmak üzere çeşitli emperyalist güçler tarafından sömürülmüş olmaları nedeniyle iyice yoksullaştırılan Nijer halkının karşı karşıya olduğu güçlükleri daha da içinden çıkılmaz hale getirecek. Üstelik bu şekilde ortaya konulan yaptırımlar, Bazum hükümetinin başarısızlığının temel nedenlerine de eğilmediği için, ordunun yönetime el koymasının yolunu açmaktadır.
Ülkedeki demokrasi krizinin temel nedeni tek başına askeri darbeler değildir. Gerçek sorumlusu sivil hükümet olmuştur; onların başarısızlığı ordunun yönetime el koymasına giden yolun taşlarını döşedi. Sivil hükümet siyaseti demokratikleştirme, güvensizlik ortamını iyileştirme ve yoksul Nijer halkının ekonomik durumuna çare bulma vaatlerini yerine getirmedi. İşte bu durum halk arasında huzursuzluğa yol açmış ve darbeye yönelik toplumsal bir destek yaratmıştır.
Ekonomik yaptırımlar ya da askeri müdahaleler darbe liderlerini derinden etkilemeyebilir ancak Nijer'deki yoksul emekçi halk bundan büyük zarar görecektir.
Tinubu/ECOWAS'ın müdahalesi ise ne yazık ki demokrasiyi savunmak için gerçekleştirilmiyor. Daha ziyade Fransa'nın/Batılı emperyalist güçlerin çıkarlarını savunmaya yönelik bir girişim bu.
Nijerya'nın Tinubu liderliğindeki hükümeti, akaryakıt pompa fiyatlarındaki inanılmaz zamlar ve devalüasyon gibi uluslararası para fonundan (IMF) esinlenen bir dizi halk karşıtı politikası ile Batı emperyalizminin neoliberal gündemini benimsediğini gösterdi. Bu politikalarıyla Nijerya'daki emekçi halkı da eşi benzeri görülmemiş sıkıntılara maruz bıraktı. Kendi ülkesinde milyonlarca kişilik nüfusu dayanılmaz hale gelen yoksulluğa ve zor koşullara mahkum etmişken birkaç kişinin kalkınmasına hizmet etmeye adanmış bir hükümetin demokrasi yanlısı olduğu söylenemez.
Fransa'nın bölgedeki eski sömürgeleriyle oynadığı emperyalist rol de ne kadar vurgulansa azdır. Bu eski sömürgeci devletleri istismarcı bir kıskaç altında tutmuş, doğal kaynaklarını gasp etmiş ve ekonomi politikaları alanını en acımasız yöntemlerle kısıtlamıştır. Bu nedenle, darbecilerin Fransa ile olan sömürge anlaşmalarını bozmalarını memnuniyetle karşılıyor olsak da cuntanın kilit oyuncularının on yıllardır bu anlaşmaları destekleyen hükümetlerde bulundukları gerçeğin hareketle, doğru yönde atılan bu adımı, sürekliliği olan bir anti-emperyalist gündemin parçası olmaktan ziyade, kitlesel bir destek tabanı oluşturmaya yönelik popülist bir girişim olarak değerlendiriyoruz.
Darbeci güçler de tıpkı devrik hükümet gibi, Nijer'deki sömürücü ve baskıcı egemen sınıfın temsilcileridir. Toplumsal ilerlemeyi ve aşağıdan köklü bir demokrasiyi temin edecek gerçek güç, öncelikle Nijer'in emekçi halkının iradesi olacaktır.
,Nijer'de ortaya çıkan durumun nasıl sonuçlanacağını kestirmek için henüz çok erken. Fakat açıktır ki bu sürecin Fransa ya da Rusya gibi yabancı güçler tarafından değil Nijer halkı tarafından yönlendirilmesi hayati önem taşımaktadır.
Bizler Sosyalist İşçi Birliği olarak, Nijerya İşçi Kongresi (NLC) ve İşçi Sendikaları Kongresi'ni (TUC) Nijer'deki her türlü savaş girişimini kınamak ve işçi sınıfını bu emperyalist ve kapitalist çıkarların üzerinde tutan bir demokrasi için mücadele etmek üzere, bölgedeki tüm işçi örgütleriyle birlikte çalışmaya çağırıyoruz.
Hedefimiz değişmemiştir: İleriye uzanan yolun emekçi halkın gücüyle, bizzat halk tarafından belirlendiği, onlar tarafından yönetilen demokratik bir Nijer istiyoruz.
Bunun yolu, darbeci politikalardan ya da emperyalist müdahalelerden değil, Nijer emekçileri ile gençlerinin devrimci demokrasi ve aşağıdan sosyalizm için örgütlenmesinden, bunun için verilecek mücadeleden geçmektedir.
SWL Merkez Komitesi adına Frances AKINJOLE ve Mobolaji OTUYELU
Çeviri: Tuna Emren
Danimarka'daki Uluslararası Sosyalistler tarafından yapılan açıklama:
Danimarka hükümeti Kuran'ın yabancı elçiliklerin dışında yakılmasını önlemeyi teklif ederken, önergeden ikiyüzlülük ve sinizm sızıyor. Danimarka'daki Müslüman azınlık Løkke ve ortaklarının zerre kadar umurunda değil. Bu sadece IOC'yi (Müslüman ülkeler örgütü) tatmin etmek için sembolik bir eylemdir.
Şimdiye kadar, (kırmızı veya mavi) her hükümet Danimarka'da Müslüman vatandaşlara karşı her türlü ihlal ve ayrımcılığa izin verdi. Rasmus Paludan'ın birkaç yıl önce ülkenin dört bir yanında Kuran'ın yakılmasıyla yaptığı ucube gösterisine izin verildi ve öfkeli protestocular tarafından durdurulmaması için polis korumasına milyonlarca dolar harcandı.
Artık dünya değişiyor ve düşman Rusya. Batının, parasıyla, silahıyla, nüfuzuyla Türkiye'ye ve Suudi Arabistan'a ihtiyacı var. Teklifin arkasında sadece sinik emperyalist saikler var. Kuran yakma işlemleri yabancı elçilikler dışında herhangi bir yerde gerçekleşebilir. Rasmus Paludan ve Danimarka Vatanseverleri'nin Kuran'ı yakmasını gerçekten durdurmak istiyorsanız, ırkçılığa karşı yasaları kolayca değiştirebilir ve bunların BM'nin tavsiye ettiği gibi dinlere karşı nefret söylemi ve eylemleri için de geçerli olduğunu netleştirebilirsiniz. Ama önerdikleri bu değil.
Burada Sosyalist Halk Partisi (SF) ve Kızıl/Yeşil İttifakı (Enhedslisten), aşırı sağla yatmak yerine, yasal olarak da başka bir yol izleyebilirdi (muhalefet partilerinin hepsi, ifade özgürlüğünün ihlali olarak öneriyi protesto ettiler).
Pek çok Müslüman ve ırkçılık karşıtı öneriyi doğru yönde atılmış bir adım olarak görse de, hemen sevinmemek gerekiyor. Müslüman kadınlara yönelik Çalışma Vazifesi Yasası (işyerlerinde başörtüsü giymenin kısıtlanmasıyla ilgili) uygulanmaya devam edecek. İş piyasasında ve diskolarda ayrımcılık itirazsız devam edecek ve depolama kamplarının düşmanca, ırkçı mülteci politikası devam edecek, her zamanki gibi. Müslüman günah keçisi iktidardakiler için çok önemlidir.
Kuran yakmanın ifade özgürlüğü ile hiçbir ilgisi yoktur. Sadece Müslümanlara karşı nefreti körüklemek için tasarlanmış bir harekettir. Bu, Paludan ve Vatanseverler'in ana akım 'islamcılık karşıtlığı'nı temel alma ve faşist bir hareket inşa etme girişimidir. Dolayısıyla mesele siyasi bir meseledir ve 'ifade özgürlüğünü savunma' meselesi değildir.
Hitler, faşist bir hareketin nasıl inşa edileceği konusunda çok netti. Muhalifleri, özellikle sosyalistleri ve sendikaları terörize edecek kadar güçlü olmak için sokağı fethetmeye çalışıyorsunuz. Aynı zamanda, hareketi başlangıçta ezilseydi, Nazilerin asla iktidara gelemeyeceğinin de aynı derecede farkındaydı. Dolayısıyla sosyalistler ve ırkçılık karşıtları için mesele faşistleri küçücük ve zayıfken ezmektir.
Bu nedenle sokaklarda kendilerini ifade etmeleri ve örgütlenmeleri engellenmelidir.
Kanunun değiştirilmesi, Paludan, Vatanseverler ve benzeri grupların toplumdaki örtük İslam karşıtlığı kisvesi altında faşizmi örgütlemeyeceğini hiçbir şekilde garanti edemez. Sokaklardaki Kur'an yakma ve benzeri ırkçı eylem ve ifadeleri kitlesel varlığımızla durduracak kadar kalabalık olmalıyız. Görev budur - güçlü ve kitlesel bir ırkçılık ve faşizm karşıtı hareket inşa etmek.
İngiltere'de Irkçılığa Karşı Dur'un aktivistleri Portland Limanı'ndaki Bibby Stockholm gemisinin dışında protesto gösterisi düzenledi
Irkçılık karşıtları, Dorset'teki hapishane gemisinde potansiyel olarak ölümcül bir bakterinin keşfedilmesinin ardından Muhafazakarlar'ı “mültecilerin hayatlarına saygı duymamakla” suçladılar.
39 mültecinin Portland'daki Bibby Stockholm'e zorla bindirilmesinden sadece dört gün sonra, yapılan testlerde geminin su sisteminde Lejyonella bulununca, mülteciler gemiden indirildi.
Mülteciler, Lejyonella'yı ve otellere taşınacaklarını ancak ırkçılık karşıtları onlarla iletişime geçtikten sonra öğrendiler. Bir mülteci şöyle bir mesaj attı, “Kimse bize taşınacağımızı söylemedi. Haberlerden yeni duyduk. Kimse bizimle ilgilenmiyor.”
Hastalık haberi duyulur duyulmaz, Irkçılığa Karşı Dur'un (SUTR) Dorset'ten aktivistleri, Muhafazakarlar'a karşı geminin dışında bir protesto çağrısı yaptı. Yerel grubun eş başkanı Lynne Hubbard, Socialist Worker'a "İyi bir katılım oldu," dedi.
“Gerçekten şok edici olan şey, mülteciler gemiye alınmadan önce test sonuçlarının açıklanmamış olması. Bu oldukça berbat bir durum. Muhafazakarlar mültecilerin hayatlarına saygı duymuyor ama bizden kaçıyorlar.
“Bu durum, yangın güvenliğini teyit edip etmediklerini ve sertifikaları tamamlayıp, tamamlamadıklarını da sorgulamamıza neden oluyor. Hala dar koridorlar ve 500'den fazla kişiyi almayacak bir tahliye alanı gibi sorunlar var.”
Bakteriler, bir tür pnömoni olan Lejyoner hastalığına neden olabilir. Hastalığa yakalanan her on kişiden biri hastalıktan ve komplikasyonlardan ölüyor.
Yerel çevre sağlığı tarafından testler yapıldı ve sonuçlar ilk 15 mültecinin geldiği Pazartesi günü bir üstlenici tarafından alındı. Ancak İçişleri Bakanlığı devam etti ve sonuçları almadan önce mültecileri tekneye bindirdi.
Konsey Çarşamba günü İçişleri Bakanlığını "alt katlar" hakkında bilgilendirdi. Perşembe günü alınan diğer sonuçlar "resmi değiştirdi". Birleşik Krallık Sağlık Güvenliği Teşkilatı Perşembe günü gemideki altı yeni sığınmacının karaya çıkması ve şimdi hepsinin gemiyi boşaltması gerektiği tavsiyesinde bulundu.
İçişleri Bakanlığı, gemiye binmek istemeyen mültecileri, binmezlerse tüm desteği kaybetmekle tehdit etti. Uzmanların gemiyi (Londra'da, 2017'de 24 katlı Grenfell Tower'da çıkan ve 72 kişinin ölümüne neden olan yangına atıfla) "yüzen bir Grenfell" olarak tanımlamasının ardından, yangın güvenliği endişeleri taşınma tarihinde gecikmelere neden oldu.
Muhafazakarlar, 500 mülteci erkeğin sığınma davalarıyla ilgili kararı beklerken gemide barınmalarını istediler. Bir mülteci BBC'ye, sakinlerden birkaçının boğaz ağrısı çektiğini, öksürdüğünü ve nefes alma sorunları yaşadığını söyledi.
İçişleri Bakanlığı, gemideki hiçbir mültecinin semptom göstermediğini ve "uygun tavsiye ve destek" aldığını iddia ediyor.
Lynne, mültecilerin yaşam koşullarındaki sürekli değişikliklerden derinden etkilendiğini söyledi. "Mültecilerden biri Çarşamba günü SUTR toplantımıza geldi ve psikolojisi bozulmuştu" dedi.
“Bu, bazı mülteciler için bardağı taşıran son damla oldu. Nereye taşınacaklarından emin değiller. Birçoğu, çevre ve arkadaşlarının olduğu Bournemouth'daki otellerdeydi.
"Ancak aktivistlerimiz yardıma ihtiyaçları olursa arayabilecekleri bir numara belirlediler. Ve birbirleriyle bağlantı kurmak için kendi WhatsApp gruplarına sahipler. Kendi ajansları ve onlarla çalışmak isteyen insanlarla kendi kendini organize etme yetenekleri var. Bu da gerçekten önemli.”
İşçi Partisi'nin gölge göçmenlik bakanı Stephen Kinnock, hükümetin kendisini "gülünç duruma" düşürdüğünü söyledi. Ancak Muhafazakârların sığınmacılara yönelik gaddarlığında komik bir şey yok ki, İşçi Partisi de buna uymak istiyor. Kinnock, İşçi Partisi'nin sığınmacılara baskı yapma konusunda daha iyi bir iş çıkaracağını göstermek istiyor.
Portland'ın İşçi Parti'li Belediye Başkanı Caroline Parks, "endişeli yerel sakinler" adına geminin planlama izni konusunda yasal bir itiraz başlattı.
Lynne, mültecilerin gelmesine karşı protestolar düzenleyen mülteci karşıtı kampanyacıların daha zor örgütlendiğini ancak Pazar günü bir protesto düzenlemeyi planladıklarını belirtti.
Lynne, "gittikçe daha fazla insan bu duruma şaşırıyor ve mücadeleye müdahil oluyor" dedi. "Tüm beyaz işçi sınıfının ırkçı olduğu fikrini ortadan kaldırıyoruz." Irkçılık karşıtları tarafından bu fikirlere meydan okunduğu takdirde "insanların yalanlara ve günah keçisi ilan etmeye kanmayacaklarını" kanıtladıklarını söyledi.
Gemiyi protesto etmeye, mültecileri karşılamaya ve Muhafazakârlara karşı durmaya devam edeceğiz.”
Senaristlerin başlattığı greve, set ve ofis işçileri, ardından oyuncular katıldı. Grev o kadar etkili oldu ki TV alanının prestijli ödüllerinin töreni, ertelenmek zorunda kaldı.
Ajansların bu durumu "11 Eylül 2001 saldırılarından sonra bir ilk" olarak geçti.
Neden grevdeler?
- İlk sebep tüm işçiler gibi Hollywood emekçilerine de düşük ücretlerin dayatılması. Ücretlerinin artırılmasını talep ediyorlar.
- Yapay zeka ile dil öğrenme yeteneğine sahip yazılımların senaryo yazımında yaygın olarak kullanılmaya başlanması sonucu, senaristler işten atılmaya başlamıştı. Senaristler iş güvenliği güvencesi istiyor.
Sendika
Hollywood oyuncularını temsil eden Beyaz Perde Aktörleri Derneği ve Amerikan Televizyon ve Radyo Sanatçıları birliği (SAG-AFTRA) üyeleri yukarıdaki talepler karşılanmadığı için 2 Mayıs’ta grev başlatmıştı..
SAG-AFTRA üyelerinin film prömiyerlerine katılması, yer aldıkları yapımlar için röportaj vermesi, ödül törenlerine gitmesi, film festivallerine katılması ve sosyal medyada filmlerinin reklamını yapması yasaklamıştı.
Grev, setlerde tam katılımla sürüyor. Diziler çekilemeyip, bekliyor.
Dünya'da neler oluyor? Neler konuşuluyor? F. Levent Şensever derledi...
» 4 Ağustos: Naziler, Anne Frank’ın ailesinin saklandığı evi basıyor
Naziler, 4 Ağustos günü Anne Frank ve ailesinin saklandıkları evin çatı katındaki gizli bölümü ortaya çıkardı ve evde saklanan aile bireylerini tutuklayarak, ölüm kamplarına gönderdi. Anne’nin Nazilerden saklanmak zorunda kaldığı ve son derece kötü koşullarda yaşamaya mahkum edildiği dönemde, bu anları kaleme aldığı Hatıra Defteri, bu dönemin vahşetini, korkularını ve umutlarını genç bir Yahudi kızın bakış açısından bizlere en sade ve çarpıcı bir şekilde aktaran tarihi belgelerden biri oldu.
Anne Frank, Holokost’un en çok tanınan ve üzerine en çok makale ve haber yazılan kurbanlarından biri. Ama o, Nazi vahşetinin bir kurbanı olmasının ötesinde, aynı zamanda ve her şeyden önce hayata tutunmaya çalışan genç bir kız; geleceğe dair düşleri olan bir çocuk, bir ailenin ferdi, bir kız kardeş ve yetenekli bir yazar olmaya aday bir insandı. Naziler, bütün bu insani değerlere rağmen Anne ve onun gibi yüz binlerce çocuktan sadece onların etnik kimlikleri, inançları, sakatlıkları, cinsel yönelimleri ya da düşünceleri nedeniyle nefret ediyordu.
Nazilerin iktidarı boyunca estirdiği terör ve zulüm, 12 milyondan fazla insanın yaşamına mal oldu. Kanlı Nazi rejimi, Avrupalı Yahudilerin üçte ikisini katletti. Bir milyonun üzerinde Yahudi çocuk olmak üzere, toplam altı milyon Yahudi yaşamını kaybetti. Öldürülenler sadece direnenler ya da rejim karşıtlarıyla sınırlı değildi. Örneğin rejime doğrudan karşı çıkmasalar bile Yahudiler, Romanlar ve Sintiler, komünistler, sosyalistler, sendikacılar, sosyal demokratlar, engelliler, LGBTİ+ bireyleri ve daha niceleri, sırf düşünceleri, dini, etnik ve diğer kimlikleri, zihinsel/fiziksel engelleri nedeniyle çocuk, kadın ve yaşlı gözetilmeksizin acımasız bir zulme maruz kaldı ve endüstriyel bir ölüm makinasına dönüştürülen mekanizmalarla vahşice katledildiler. Almanya ve Nazilerin işgal ettiği sınırlar içindeki 40 binin üzerindeki zulüm ve ölüm tesisi, kurbanları toplamak, tutsak olarak zulmetmek ve katletmek üzere kullanıldı.
» Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarının yıldönümü
İnsanlık tarihinin en büyük felaketlerinden biri olan, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru, 6 Ağustos 1945 tarihinde Japonya’nın Hiroşima kentine ve 9 Ağustos 1945 tarihinde ise Nagazaki kentine attığı atom bombalarının sonucu, iki kentte toplam 220 binden fazla insan öldü. 2007 yılında, Nagazaki belediyesinin resmi sitesinde açıklanan verilere göre, bombanın atıldığı an kentte ölenlerin yanı sıra, kurtulanlar arasında atom bombasının yarattığı ölümcül etkiler sonucu ölenlerin toplam sayısı 143 bin 124 kişi oldu.
Emperyalist ülkeler bu korkunç felakete rağmen tarihten ders çıkarmadı. Dünyada 2022 yılı itibariyle Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarının yüzlerce kat gücünde 12 bin 700 nükleer başlıklı silah stoğu olduğu tahmin ediliyordu. Günümüzde az sayıda ülkenin silah stoklarında, 9 bin 440 kadar füzelerle, uçaklar, gemiler veya denizaltılardan atılmaya hazır nükleer silah bulunuyor. Rusya ve ABD, birlikte nükleer başlıklı silah stoklarının yüzde 86’ısından fazlasına sahip.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, Kuzey Kore ile Güney Kore ve bölge ülkeleri arasında yaşanan gerginlikler ve ABD ile Çin arasında sürmekte olan küresel hegemonya mücadelesi, günümüzde Soğuk Savaş döneminden bu yana en büyük nükleer savaş riskinin ortaya çıkmasına yol açtı.
Rusya’nın üst düzey yetkililerinden olan ve 2008 ile 2012 yılları arasında ülkede Başkanlık mevkiinde görev yapan Dmitry Medvedev, 30 Temmuz günü daha önce de dile getirdiği nükleer tehditlerini yineledi. Medvedev konuyla ilişkili olarak şu açıklamalarda bulundu:
“Düşünün ki... [Ukrayna’nın] NATO’yla birlikte gerçekleştirdiği saldırısı başarılı oldu ve topraklarımızın bir kısmının elimizden alınmasıyla sonuçlandı. Böyle bir durumda Rusya Başkanlık Kararnamesi’nin hükümleri uyarınca nükleer silah kullanmak zorunda kalırdık. Başka bir çözüm söz konusu olmazdı. Düşmanlarımız, dünyanın nükleer alevler içinde kalmasına izin vermemeleri için savaşçılarımıza dua etmelidir.”
» Eski ABD Başkanı Donald Trump’a açılan davalar
ABD eski başkanı Trump’a yönelik açılan davalar gün geçtikçe artıyor. Dört yılda bir gerçekleşen başkanlık seçiminin gerçekleşeceği gelecek yıl içinde daha şimdiden Trump’a karşı açılan beş farklı davanın duruşması var.
Hakkında açılan davalar arasında, eski bir porno yıldızına seçim kampanyası bütçesinden yapmış olduğu yasadışı sus payı ödemesi; başkanlık görevinin son bulmasının ardından, devlete ait gizli ve çok gizli belgeleri özel malikanesine götürmesi ve bu konuda yetkililerin soruşturmaları sırasında asılsız bilgiler vermiş olması; 2020 yılında gerçekleşen başkanlık seçiminin ardından, seçim sonuçlarını etkilemek üzere girişimlerine yönelik üç ceza davası ve iki tane daha hukuk davası bulunuyor.
Trump, bütün bu suçlamaları reddederken, soruşturmaları yürüten yargıçlar ve savcıları da tehdit etmekten geri durmuyor. Ancak, özellikle 2020 seçimlerine yönelik yolsuzluklar ve devlete ait gizli belgeleri özel malikanesine götürmüş olması gibi davalarda ceza alması büyük bir ihtimal gibi görünüyor.
Trump’a geçtiğimiz nisan ayında açılan ilk dava, ABD tarihinde eski veya görevde olan bir başkana açılan ilk dava olma özelliği taşıyor.
» Nijer’de darbe: Afrika, emperyalistler arasındaki hegemonya mücadelesinin yeni alanı
Ordunun 26 Temmuz’da Nijer’de gerçekleştirdiği darbe, kısa sürede Emperyalistler ve Afrika ülkelerinin de müdahil olduğu bölgesel hegemonya mücadelesine dönüştü.
Nijer eski bir Fransız sömürgesiydi. 1960 yılında bağımsızlığını ilan ettiği günden bu yana dört farklı darbe daha yaşadı. Bunlardan sonuncusu 2010 yılında gerçekleşmişti. Bunların yanı sıra, sonuncusu 2021 yılında olmak üzere birkaç kere de başarısız darbe girişimi gerçekleşti.
Ordu, son gerçekleştirdiği darbe ile Devlet Başkanı Muhammed Bazoum’u başkanlık sarayında alıkoyarak, devlet yönetimini ele geçirdi. Askeri cunta, anayasayı feshederek, tüm kurumları askıya aldı ve bir ‘geçiş hükümeti’ kurdu.
Darbeler, Afrika’da neredeyse sıradanlaşmış durumda.1950’li yılların sonundan itibaren sömürgeci ülkelere karşı başkaldıran ve ulus-devletlerini kuran Afrika devletlerinde, o dönemden günümüze yaklaşık 205 kadar darbe yaşandı.
Afrika’da yaşanan darbeler ve istikrarsızlıklar konusunda özellikle Batılı sanayileşmiş ülkelerin rolü büyük. Rusya’nın paralı askerleri Wagner grubunun darbecilerin yanında yer alması, ülkede asker bulunduran başta Fransız, Amerikan ve Almanların ülkedeki nüfuzunun kaybolmakta olduğunun açık bir göstergesi niteliğinde.
Nijer’in dünyadaki en büyük uranyum üretici olması, Batılı ülkeler nezdinde bu ülkeyi çok daha cazip kılıyor. Darbenin ardından, askeri cunta Fransa’ya yönelik uranyum ve altın satışlarını yasakladı. Avrupa’nın en çok sayıda nükleer enerji santraline sahip ülkesi olan Fransa, santralleri için gerekli uranyumun büyük bir kısmını Nijer’den tedarik ediyordu.
» Suudi Arabistan’da düzenlenen Rus-Ukrayna savaşına yönelik ‘barış’ toplantısı
Suudi Arabistan’ın ev sahipliğinde düzenlenen, aralarında Türkiye, Çin, Hindistan, ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinin de bulunduğu 40’tan fazla ülkenin katıldığı, Ukrayna savaşının barışçıl bir şekilde sonra erdirilmesine yönelik temel meselelerin ele alındığı toplantıya Rusya davet edilmedi.
Toplantıya Rusya’nın davet edilmemesine rağmen Çin’in katılması, Çin’in Rusya ile olan ilişkisinde bir politika değişikliğine işaret edip etmediği konusunda spekülasyonlara yol açtı.
Öte yandan, Ukrayna Başkanı Zelenskyy’nin gerek toplantının çerçevesi gerekse sonuçları bakımından oldukça memnun kaldığı gözlemlendi. Zelenskyy, toplantının ardından bu yıl içinde toplantıda kararlaştırılan prensipler üzerine küresel bir zirvenin düzenlenmesini arzu ettiğini açıkladı.
Suudi Arabistan medyası katılımcıların barış yolunda fikir alışverişinin sürmesinin önemi konusunda anlaştıklarını aktardı. AB yetkilileri de katılımcıların, savaşın yol açtığı spesifik sorunların ele alınması amacıyla çalışma gruplarının kurulması yönünde karar aldıklarını açıkladı.
Öte yandan Rus devlet medyası, Dışişleri Bakan Yardımcısı Sergei Ryabkov’un toplantı hakkındaki görüşlerine yer verdi. Ryabkov toplantı konusunda verdiği demeçte, “Toplantının Batı'nın, Zelenskyy'nin pozisyonunun arkasında Küresel Güney’i beyhude bir şekilde harekete geçirme çabalarının bir yansıması” olduğunu ifade etti.
» Hindistan’da şiddet olayları
Hindistan'ın kuzeydoğusundaki Manipur eyaletinde etnik gruplar arası gerçekleşen şiddet olayları son üç aydır kesintisiz sürüyor. Son olarak geçen hafta çıkan çatışmalarda üç kişinin öldürüldüğü ve çok sayıda evin ateşe verildiği bildiriliyor. Çatışmalar, eyaletteki çoğunluğu oluşturan Meitei etnik grubu ile Kuki aşiret grupları arasında yaşanıyor ve komşu eyaletlere sıçrama riski taşıyor. Meitei etnik grubu Manipur eyaletinin toplam nüfusunun yaklaşık yüzde 50’sini, Kukiler ise yüzde 25’ini oluşturuyor.
Başbakan Narendra Modi'nin hükümeti, şimdiye kadar şiddeti ya da şiddetin altında yatan, göç sorunları ve bölgedeki etnik gerilimler gibi daha geniş sorunları ciddi bir şekilde ele almak ve etkili adımlar atmak konusunda yetersiz kaldı.
Manipur'daki Meitei ve Kuki topluluklarının sakinleri, 3 Mayıs'tan bu yana eyalet hükümetinin bir zamanlar sadece Kukiler için ayrılmış olan yardımları ve işleri Meiteileri de kapsayacak şekilde genişletme çabaları nedeniyle, tecavüzler, kundaklamalar ve kafa kesmeler de dahil olmak üzere korkunç şiddet olaylarının gerçekleştiğini bildiriyor.
Son üç ay içerisinde aşırı bir hal alan şiddet olayları nedeniyle, en az 150 kişinin öldürüldüğü ve en az 60 bin kişinin yerinden edildiği bildiriliyor.
Yaşanan şiddet olayları nedeniyle Modi hükümetine karşı bir güvensizlik önergesi verildi. Ancak bu girişimin Modi hükümetini etkilemesi beklenmiyor.
» Türkiye’den dört savunma şirketi, ABD’li Defense News sitesinin dünyadaki en büyük 100 savunma şirketinden oluşan ‘Top 100’ listesine girdi
Türkiye’nin, son yıllarda savunma alanında artan oranda yerli silahlara yönelik yatırımları ve girişimlerinin sonuç vermeye başladığı gözlemleniyor.
Özellikle havacılık aksamları ve insansız hava araçları (İHA), askeri deniz platformları, füzeler ve askeri kara araçları gibi alanlarda hızla büyüyen yerli savunma şirketleri, bu doğrultuda dış satım cirolarını da artırıyor.
Dünyada silahlanma ve savunma harcamaları konusunda önce gelen kurumlardan biri olan Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) verileri, Türkiye’nin 2013 ile 2017 yılları arasında dünya toplam silah satışları içinde yüzde 0,6 düzeyinde olan payının, 2018 ile 2022 yıllarını kapsayan dönemde yüzde 0,5 artarak, yüzde 1,1 düzeyine ulaştığını gösteriyor. Bu verilere göre, 2013-2017 dönemi ile 2018-2022 dönemleri karşılaştırıldığında, Türkiye’nin silah ihracatı yüzde 69 düzeyinde bir artış kaydederken, aynı dönemde silah ithalatında ise yüzde 49 düzeyinde bir düşüş gerçekleşti.
Defense News sitesinin düzenlediği 100 şirketten oluşan listenin başını çeken ilk on şirket arasında altı ABD’li, üç Çinli ve bir de İngiliz şirket yer alıyor. 100 şirket arasında toplam 52 ABD’li şirket bulunuyor.
Türkiye’den listeye giren dört şirket ise sırasıyla ASELSAN, TUSAŞ, ROKETSAN ve ASFAT oldu. Listede yer alan Türk şirketlerinin hepsi kamu kuruluşu. Bunlardan üçü Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı’nın şirketi, biri ise Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı bir kamu işletmesi.
» Türkiye kilit Birleşmiş Milletler toplantısına ev sahipliğinden vazgeçti
Türkiye, gelecek yıl 21 Ekim – 1 Kasım tarihleri düzenlenecek olan COP16 toplantısının ev sahipliğini gerçekleştiremeyeceğini bildirdi. Birleşmiş Milletler (BM) tarafından düzenlenen toplantılar dizisi, 190 ülkenin taraf olduğu BM Biyoçeşitlilik sürecinin bir parçası.
COP16 görüşmeleri sürecinin bir parçası olarak gerçekleşen geçen yılki toplantıda, biyoçeşitlilik konusunda çok önemli kararlar alınmıştı. Alınan kararlar arasında en önemlilerden biri, 2030 yılına kadar gezegenin en az yüzde 30’unun koruma alanları haline getirilmesi kararıydı.
Ankara’nın aldığı kararın gerekçesi olarak, şubat ayında gerçekleşen depremler gösterildi. Ancak, depremin ardından çeşitli devasa spor etkinlikleri ve son olarak gerçekleşen savunma fuarı, IDEF gibi büyük ölçekli etkinliklerin düzenlenmesinin devam ediyor olması, akıllara gerçek iptal nedeninin, BM’nin bu toplantılarının Türkiye açısından pek cazip olup olmadığı sorusunu getiriyor.
İngiltere hükümeti Bibby Stockholm adlı devasa gemiye ilk mülteci grubunu gönderdi.
500 kadar mültecinin iltica başvuruları sonuçlanana dek Dorset bölgesinde demirli olan büyük bir gemide tutulması planlanıyor.
İnsan hakları grupları, mültecileri böyle bir gemide, cezaevine benzeyen koşullarda tutmanın "insanlık dışı" olduğunu söyleyip, tasarıya karşı çıkmıştı.
Gemi, tek kişilik kabinlerde 222 kişiyi alacak şekilde yapılmıştı. İçişleri Bakanlığıysa, 506 mülteciyi çok kişilik odalara yerleştirmeyi planlıyor.
Bu, gemide difteri gibi bir salgın olması durumunda birçok kişinin enfekte olabileceğini belirten bir hükümet içi belgesine rağmen plan uygulamaya konuldu. Nitekim daha önce Kent'teki Manston işlem merkezinde bir adam difteriye yakalandıktan sonra ölmüştü. Braintree'deki başka bir merkezdeyse, mültecilerde verem, uyuz ve iskorbüt saptanmıştı.
Ayrıca yangın güvenliği sorunları, İtfaiye Birliği tarafından "potansiyel bir ölüm yolculuğu" olarak adlandırılan gemiye taşınma tarihinin ertelenmesine yol açmıştı.
Gemiye yanaşacağı Portland limanının sahibi olan aile şirketi, mavnayı 18 aylığına yanaştırmak için 2.5 milyon sterlini cebe indirdi. Firmanın ırkçı UKİP partisiyle bağları var.
İngiliz hükümetinin, bir diğer mülteci düşmanı planıysa, Manş Denizi üzerinden bot veya teknelerle ülkeye giren düzensiz göçmenleri engellemeye yönelik 7 Mart’ta açıkladığı yasa tasarısı. Bu tasarı göçmenlerin yakalandığı anda gözaltına alınmasını ve adli soruşturma olmaksızın 28 gün içinde kendi ülkelerine ya da Ruanda gibi güvenli kabul edilen üçüncü ülkelere sınır dışı edilmelerini öngörüyor.
Mültecileri Ruanda'ya sürme planı belirsizliğini korurken, şimdi de yoksulluktan, baskıdan ve iklim kaosundan kaçan çaresiz insanları güney Atlantik'teki ıssız bir volkanik ada olan Ascension Adası'na göndermeyi planlıyorlar. Birleşmiş Milletler (BM), İngiliz parlamentosundan geçen tartışmalı Yasa Dışı Göç Yasa Tasarısı'nın ülkenin uluslararası insan hakları ve mülteci hukuku kapsamındaki yükümlülükleriyle çeliştiğini bildirdi.
Emperyalist bağlantılı güçler, Fransa, ABD ve müttefiklerinin keyfini kaçırdığı için Batı Afrika'daki Nijer'i işgal etmeye hazırlanıyor.
Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu'ndaki (Ecowas) Batı yanlısı devletler, Nijer'in yeni rejimine, görevden alınan cumhurbaşkanı Mohamed Bazoum'u geri getirmesi veya sonuçlarına katlanması için Pazar gecesine kadar süre verdi. Buna “güç kullanımı” da dahil olabilir dediler.
Geçen hafta sızan bir belge, Nijerya'nın Nijer'in güney sınırındaki Sokoto eyaletinde asker yığmaya hazırlandığını öne sürdü.
Temmuz ayı sonunda bir grup general Bazoum'u görevden aldı. Yeni yöneticiler, Batı'nın büyük öfkesine rağmen, Fransa'nın ülkede bir üs ve 1.500 asker bulundurmasına izin veren askeri anlaşmaları iptal ettiler.
Nijer'de 1000'den fazla askeri bulunan ABD, ülkenin hava sahası kapalı olduğu için üslerinden insansız hava aracı uçuramıyor.
İtalyan hükümetinin şu anda Nijer'de konuşlanmış 350 askeri personeli var. Bir işgal başlarsa tüm bu yabancı güçlerin ne yapacağı belli değil. Ancak Ecowas'ın birliklerine karşı çok sıcak olacaklarını garanti edebiliriz.
Batılı hükümetler, Nijer'in Rusya'nın etkisi altına girmesinden ve ABD ile müttefiklerinin bölgede şu anda sahip oldukları kontrolun azalacağından endişe ediyorlar.
Nijer'in Fransa'dan bağımsızlığını kazanmasının 63. yıldönümü olan 3 Ağustos Perşembe günü, müdahale karşıtı göstericiler başkent Niamey'de toplandı ve yeni rejime -Anavatanı Koruma Ulusal Konseyi- destek sözü verdiler.
Protestoları, Fransız güçlerini geri çekilmeye zorlamak amacıyla geçen yıl kurulan bir koalisyon olan M62 organize etti. Fransız kuvvetleri, komşu devletler Mali ve Burkina Faso'dan çıkarıldıktan sonra Nijer'i bölgedeki operasyonlarının merkezi olarak kullanmayı ummuştu.
Ekonomik savaş çoktan başladı. Nijer'e elektriğin yüzde 70'e varan kısmını sağlayan Nijerya, ülkenin elektriğini kesti. Ecowas, Fildişi Sahili'nin mal ithalatını ve ihracatını askıya alması ve bölge merkez bankasının şubelerini kapatması gibi başka yaptırımlar da getirdi.
Dünyanın en fakir ülkelerinden biri olan karayla çevrili ülkedeki gıda fiyatları enflasyonu hızlandı. Herhangi bir askeri hamle Nijer'de şiddetli bir direnişle karşılaşabilir. Ayrıca , "düzeni yeniden sağlamak" isteyen başlıca devletleri -Senegal ve Nijerya- daha da istikrarsızlaştırabilirler .
Pazartesi günü, Senegal Devlet Başkanı Macky Sall hükümeti ana muhalefet partisi Pastef'i yasakladı ve liderini tutukladı.
Haziran ayında Senegal'de işsizlik ve yolsuzluk nedeniyle kitlesel protestolar başladı. İsyan o kadar güçlüydü ki Sall, üçüncü bir başkanlık dönemi için aday olma planından şimdilik geri çekildi. Nüfusun yüzde 60'ının 24 yaşın altında olduğu bir ülkede genç işsizliği yüzde 50'ye yakın.
Ve Nijerya'da devlet başkanı Bola Tinubu'nun hükümeti, bir dizi petrol, eğitim, sağlık ve elektrik fiyatı sübvansiyonlarını kaldırmasının ardından direnişle karşı karşıya. Geçen Çarşamba ülke çapında protestolara tanık oldu - ancak daha sonra sendika liderleri Tinubu'nun belirsiz vaatlerine dayanarak protestoları sonlandırdı.
Büyük güçlerin ve müttefiklerinin hiçbiri - ya da Nijer'deki düşman askeri gruplar - ülkenin sıradan insanlarıyla ilgilenmiyor.
Müdahaleye karşı çıkmak çok önemli ama bu, işçilere ve yoksullara yardım etmek ve demokrasiyi kazanmak için önlemler geliştirmekle birlikte ilerlemeli. Afrika genelinde işçiler, kapitalizm yanlısı yöneticilerine karşı aynı çıkarlara sahip.