Libya'da 20.000'e yakın insan ölmüş ve on binlerce kişi evlerini terk etmek zorunda kalmış olabilir. Bu korkunç bedel (1927'den bu yana Kuzey Afrika'daki en ölümcül sel), emperyalist müdahaleyle parçalanmış bir toplumda iklim değişikliğinin bir sonucu.
Daniel Fırtınası 10 Eylül gecesi meydana geldi ve Libya'nın kuzeydoğusundaki kıyı bölgesinde yıkıcı sellere yol açtı. Yükselen sular Derna kenti yakınlarında iki barajı yıktı.
Hayatta kalanlardan biri şunları söyledi: “Bir ıslık sesi duydum, bunun bir uçak olduğunu sandım. Suyun şiddetinden komşumun evi çöktü.”
Hayatta kalan başka biri, Halil Boushiha ve annesi, bir kapıya tutunup, bir eve girene kadar sokakta sürüklendiler.
“Vücutlar suyun üzerinde yüzüyordu, arabalar yüzüyordu, insanlar çığlık atıyordu. Bir ya da bir buçuk saat sürdü ama sanki bir yıldan fazlaymış gibi geldi” dedi.
Derna'nın 241,4 kilometre batısındaki El-Bayda, El-Marj, Tobruk, Takenis, El-Bayada, Battah ve Bingazi gibi doğu şehirleri de etkilendi.
Bu ayın başında oluşan Daniel fırtınası, Libya'ya doğru ilerlemeden önce Yunanistan, Bulgaristan ve Türkiye'de su baskınlarına neden oldu. Bu, kayıtların başlamasından bu yana görülen en kötü fırtınaydı ve Yunanistan'da 16, Bulgaristan'da ise 4 kişinin ölümüne yol açtı.
Fırtına, "Omega bloğu" olarak bilinen ve giderek sıklaşan bir iklim olayının ardından geldi. Bunlar, bir yüksek basınç bölgesi iki alçak basınç bölgesi arasına sıkıştırıldığında meydana gelir. Daha şiddetli ve daha yoğun yağışlarla ilişkilidir .
100 bin kişinin yaşadığı Derna'da, yakındaki iki barajın çökmesi sonucu 30 milyon metreküp su açığa çıktı. Bir metreküp 1.000 litreye eşittir. On metre yüksekliğe ulaşan dalgalar şehri kasıp kavurdu.
Şehrin yüzde 25'i yok oldu ve büyük kısmı denize sürüklendi. 2011'de NATO'nun bombalama müdahalesinden sonra Libya'da yaşanan iç savaş, ülkeyi kaosa sürükledi ve iklim felaketine hazırlıksız bıraktı (aşağıya bakın).
Yetkililer 2002 yılından bu yana barajların bakımını düzgün bir şekilde yapmamıştı ve etkili bir meteoroloji hizmeti gibi kritik altyapı da mevcut değil.
İnsanları kurtaracak ve onlara yardım edecek uygun donanıma sahip acil servisler yok.
Libya Acil Durum ve Ambulans yetkilisi Osama Aly “Hava koşulları, deniz suyu seviyeleri, yağışlar ve rüzgar hızları iyi incelenmedi. Fırtınanın güzergahında ve vadilerde olabilecek aileler tahliye edilmedi” dedi.
“İnsanlar üç toplu mezara gömülüyor. Onları tek tek mezarlara gömmek için ne zaman ne de yer var. Tek operasyonda 500 cesedi çıkardık” dedi.
Yetkililer 10 Eylül'de bölge sakinlerinin evlerinden çıkmasını engelledi ve sokağa çıkma yasağı koydu.
Seller birçok bölgede hastaneleri ve tıbbi tesislerin yanı sıra telefon hatlarını, elektrik altyapısını ve yolları da yok etti.
Morglar şimdiden sokaklara dağılmış cesetlerle dolmuş durumda ve hala sudan ve enkaz altından çıkarılmayı bekleyen cesetler var. Çürüyen cesetler enfeksiyon yayılması açısından ciddi bir risk oluşturuyor.
Yıkım bitmedi. Uzmanlar iklim değişikliği hızlanarak arttıkça, bu hava olaylarının, özellikle Akdeniz'de, daha sık meydana geleceğini tahmin ediyor.
Kesin olan, en çok acıyı en yoksul insanların çekeceği.
---
Batılı güçlerin bombardımanı Libya'daki kavgalı rejimlerin önünü açtı
NATO askeri ittifak güçleri, Muammer Kaddafi'yi devirme fırsatını yakalayınca, 2011'de Libya'yı parçaladı. 2010 ve 2011'de Arap devrimleri diktatörleri devirmeye başlayınca, Batılı devletler kontrolü ele geçirmek için hemen harekete geçti.
Batı önce Kaddafi'yi şeytanlaştırdı, sonra ona, 'Teröre Karşı Savaş'ın müttefiki olarak ve petrolü için itibarını iade etti. Daha sonra aynı Batı, çeşitli milisleri silah, fon ve birliklerle destekleyerek Libya isyanının iç savaşa dönüşmesine yardım etti.
İngiltere ve ABD, Libya halkını “korumanın kendi sorumluluğu” olduğunu iddia etti. Ancak güçleri Libya'yı hava saldırıları ve cruise füzeleriyle, ardından da Fransız ve Kanada bombalarıyla vurdu.
Bunlar, Ukrayna halkına barış ve güvenlik getireceğine inanmamız istenen güçlerin aynısı.
Kaddafi'nin devrilmesi, savaşan milislerin dolduracağı bir iktidar boşluğu bıraktı. Batılı devletler sıradan Libyalıların desteği olmadan geçici bir hükümet kurdu.
Böylece 2014'te yeniden çatışmalar başladı ve bunu, Batı'nın IŞİD'e karşı daha fazla hava saldırısı izledi. Libya, doğuda bir yönetim ile batıda başkent Trablus'ta bir yönetim arasında bölünmüştü.
2015 yılı sonunda Trablus'ta tek otorite olmak üzere yeni bir Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) kuruldu, ancak bu hükümet pek popüler olmadı. Doğudaki alternatif hükümet buna karşı çalışmaya devam etti.
Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği (AB) ve ABD UMH'ye destek verdi. Fransa, Mısır, BAE ve Suudi Arabistan'ın da aralarında bulunduğu diğer güçler doğu hükümetini destekledi.
İki taraf 2020'de ateşkes imzaladı. Rakip hükümetleri birleştirmek amacıyla Mart 2021'de Ulusal Birlik Hükümeti kuruldu.
Ancak siyasi kırılmalar hâlâ mevcut. Trablus'ta başbakan Abdul Hamid Dbeibah, Libya'nın uluslararası alanda tanınan hükümetine başkanlık ediyor.
Bingazi'de rakip başbakan Usame Hamad, Ulusal İstikrar Hükümeti'nin doğu yönetimine başkanlık ediyor. Ordu komutanı Halife Haftar tarafından destekleniyor.
Libya, 2010 yılında Afrika'nın en zengin ve en gelişmiş ülkelerinden biriydi, ancak Libya nüfusunun üçte biri artık yoksulluk sınırının altında yaşıyor.
NATO ya da Batı tarafından yeniden inşa edilmesi için hiçbir şey yapılmadı. Middle East Eye web sitesi 2015 yılında İngiltere'nin Libya'yı bombalamak için 320 milyon £ harcadığını ve sonraki dört yıl içinde insani yardım için sadece 15 milyon £ harcadığını açıkladı.
Bu arada Libya kıyıları gelişen kölelik endüstrisinin merkezi haline geldi. Hükümetleri küresel güçler, özellikle de AB tarafından manipüle ediliyor.
AB de sınırlarını korumak için Libya'yı kullanıyor. Acımasız sahil güvenlik güçleri mültecilerin Kuzey Afrika'dan ayrılmasını engelliyor. Çeteler ise AB tarafından geri itilen mültecileri korkunç şartlarda hapsediyor.
Isabel Ringrose
#FosilYakıtlaraSonVer
İklim aktivistleri 15 Eylül 17:00’de Kadıköy İskele Meydanı’nda buluşuyor.
#EndFossilFuels
12 Eylül darbesinin yıldönümünde jandarma, Hasan Toprak'a ait arazide bulunan yıkıma karşı nöbet alanına girdi. Çadırlara ve özel eşyalara el konuldu. Sahibi olduğu araziye jandarma karakolu kurulan yaşlı köylü nöbet tutuyor.
İkizköylüler sosyal medya hesaplarından şu duyuru yapıldı:
"Kolluk gücünün zorla boşalttığı nöbet alanımızın sahibi, kendi tarlasına giremeyen 92 yaşındaki Hasan amcamız.
Barikatların önünde, toprağına sahip çıkmak için nöbette. Köyü, geçmişi, çocuklarının geleceği için mücadelede, bir de dayanışmaya bekliyor!"
İkizköylüler ve çevre aktivistleri 4 yıldır sürdürdükleri mücadelede ısrarlı: Akbelen Ormanı'nı yok ettirmeyeceğiz, kömür madenine hayır!
Eylemciler, jandarmanın özel mülkiyete ait nöbet alanından çıkmasını talep ediyor.
Devlet yöneticileri ise Limak ve IC-İçtaş ortaklığındaki YK Enerji'yi kolluyor.
Ormandan yükselen ses: Dayanışmaya!
Ne olmuştu? Öğrenmek için tıklayın:
Akbelen Ormanı'nda jandarma karakolu, hukuksuzluk ve baskı
Havayı kirleten, iklimi değiştiren termik santrallerine kömür tedarik etmek için ormanı yok eden açgözlü kapitalistler, devlet yöneticileri tarafından alenen destekleniyor.
Akbelen Ormanı'nı yok etmeye karşı 4 yıldır süren mücadelenin merkezi olan nöbet alanı, 12 Eylül sabahı Jandarma tarafından basıldı.
Eylemciler nöbet yerinin dışına çıkartılıp, çadırlarına ve eşyalarına el kondu.
Alanın bulunduğu yer özel mülkiyetti ve Hasan Toprak adlı bir vatandaşa aitti. Hasan Toprak'ın resmi belgeye imza attığı söyleniyor. 3 kişinin evine gelip, kendisinden imza aldığı iddia edildi. Ormanlarını savunan İkizköylüler Toprak'ın okuma yazma bilmediğini ve jandarmanın kendisine ait araziye girişini engellediğini duyurdu. Hasan Toprak, Milas Kaymakamlığı'na başvurarak arazisinde jandarma faaliyeti hakkında bilgi verilmesini istedi.
Söz konusu imza, Jandarmanın özel mülkiyete izin girip özel eşyalara elkoyması, valilik eliyle bunun yapılmasına gerekçe gösterildi. Köylüler bu durumu protesto ediyor.
Limak ve IC-İçtaş ortaklığındaki YK Enerji ortaklığının çıkarları görülüyor ki köylülerden ve ormandan üstün tutuluyor.
Jandarma için ormanın içinde karakol bile kuruldu.
Eylemciler bu durumu protesto ederek dayanışma çağrıları yapıyor.
Akbelen Ormanları'nın kömür madeni için talanına karşı çıkanların kurduğu nöbet alanı, önce kuşatıldı. Ardından jandarma nöbete katılanların eşyalarına el koyarak, alandan uzaklaştırdı.
Alan girmek isteyen İkizköylüler, içeri alınmadı.
Japonya, Fukuşima Nükleer Santralinin kirlettiği 1,25 milyon ton radyoaktif atık suyu okyanusa boşaltmaya başladı. Çevre Etki Değerlendirmesi (ÇED) yapılmadan boşaltılmaya başlanan atık suda karbon-14 ve trityum başta olmak üzere 64 farklı radyoaktif element mevcut.
Kore’de nükleer atık suyun boşaltımına karşı sokağa çıkan Güney Kore Çevre Hareketi büyük protestolar düzenlerken Devlet Başkanı Yoon Suk-yeol bu protestolara balık yiyerek yanıt verdi. Hatta kendisi yemekle kalmadı, çevresindekilere de zorla yedirmeye kalkıştı. Devlet Başkanlığı Ofisi'nden yapılan açıklamada, hafta boyunca kurumdaki kafeteryada deniz ürünleri servis edileceği söyleniyordu.
Tıpkı Çernobil faciasından sonraki günlerde Türkiye'deki siyasi iktidarın çay ve fındık tüketimini teşvik etmesi, bununla da yetinmeyip ilkokul öğrencilerine o fındıkları dağıtmış olması, dönemin Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral'ın kameralar önünde o çayı içmesinde olduğu gibi Kore Devlet Başkanı da şimdi benzer bir şov sergiliyor.
Bu grotesk figürlerin bilime sırt çeviren ahmakça şovlarına da, her halleriyle çevresel facialara dönüşen nükleer santrallere de daha fazla tahammülümüz kalmadı.
Nükleersiz bir gelecek mümkün. Fosil yakıtlardan ve nükleer enerji planlarından kurtulmalı, yenilenebilir enerjiye dayalı stratejiler için mücadele etmeliyiz.
Antikapitalist iklim aktivisti Onur Korkmaz’a sorduk.
Dünyanın bir bölümü Çin ve Hong Kong’da etkisini gösteren Saolo Tayfununun yıkıcı etkisini yaşarken diğer tarafta eş zamanlı olarak bir de ABD’de önüne çıkan her şeyi yıkıp geçen Idalia Kasırgası yaşanıyor. Türkiye’deyse barajlar kuruyor, çölleşme riski giderek artıyor. Bu iklim felaketlerini nasıl durduracağız?
Onur Korkmaz: Giderek hızını ve şiddetini artıran bir iklim çöküşünün ortasındayız. Dünyanın farklı bölgelerinde yaşanan bu felaketler, çöküşün etkilerini gözler önüne seriyor.
Köklü ve çok acil bir dönüşüme ihtiyacımız var. En başta emisyonları sonlandırmak, fosil varlıkları yakıt olarak kullanmaktan acilen vazgeçmek gerekiyor. Bunu bir yandan da iklim krizine dayanıklı kentler inşa ederek desteklemek gerek.
Tabii ki bu dönüşüm zaten var olan eşitsizliği derinleştirerek ve yeni eşitsizlikler yaratarak da gerçekleştirilebilir. İşte bunun için biz aktivistler hem acil hem de Adil Geçiş talep ediyoruz.
Adil Geçiş derken neyi kastediyorsunuz?
Adil Geçiş derken iklim çöküşüne karşı mücadelede aynı zamanda ekonomik ve sosyal adaleti de içeren bir yaklaşımı ifade ediyoruz.
Emisyon sonlandırma çabalarının ekonomik eşitsizliği artırmamasını, işçilerin ve dezavantajlı toplulukların mağdur olmamasını hedefleyen bir talep bu.
Bir avuç şirketin sorumlu olduğu bu krizden çıkışın maliyetinin kamuya yansıtılmasını kabul etmiyor, böylesi bir enerji dönüşümü yaşanırken kapanması gereken termik santraller ve fosil madenlerinde ve rafinerilerde çalışan işçilerin mağdur olmamasını, yani yenilenebilir enerji sektörlerinde istihdamını talep ediyoruz.
Böylesi bir değişim elbette ki işçilerin merkezde olacağı, sendikaların önemli bir rol oynayacağı bir örgütlenme şekliyle mümkün olur. Bu açıdan, zaman zaman ‘iklim işleri’ ya da ‘iklim istihdamı’ olarak ifade edildiğine de tanık olabilirsiniz.
Bir hayat pahalılığı krizi yaşıyoruz ve böylesi bir ekonomik krizin içinde bir de iklim krizini sonlandırmaya çalışıyoruz. Bizler geçinemezken ormanlarımızı katleden, havamızı ve suyumuzu kirleten, ceplerini doldurmaktan başka bir şeyi önemsemedikleri için iklim krizini hiçe sayarak hepimizi bir uçurumun kenarına sürükleyen şirketler ve milyarderler daha da zenginleşiyor.
Adil Geçiş talebi bu krizlerin her ikisine de aynı hassasiyetle yaklaşan bir enerji dönüşüm planı. İşçilerin önderliğinde, işsizlere iş imkanı sunacak şekilde, fosil yakıtlardan kurtulup yenilenebilir enerjiye geçmemiz gerek ve bunu başarmanın yolu da mücadeleyi büyütmekten geçiyor.
Adil Geçiş’i başlatabilmemiz için gereken o büyük mücadeleyi nasıl inşa edeceğiz?
Çok iyi bildiğimiz bir şey var. Tüm dünyada hükümetlerin krizi kabul etmesi bile çok büyük ve yıllarca süren mücadeleler sonucunda gerçekleşti.
Şu an kriz bu haldeyken dahi harekete geçmiş, dönüşüme başlamış değiller. Ama biz de bu 40 yıl içinde kimi kazanımlarla devam eden mücadelemizden çok şey öğrendik.
Bizler zaten sokakta, iklim hareketinin içindeyiz. Adil Geçiş talep eden bu hareketi işçilerle, kadın hareketiyle, LGBTİ+ mücadelesiyle, aklımıza gelen her bir mücadeleyle yan yana gelerek, bu dertlerin hepimizin ortak dertleri olduğunu kabul ederek büyütmemiz, hükümetlerin ensesinde olduğumuzu gösterecek büyük sokak hareketlerine dönüştürmemiz gerekiyor.
İşçilerin üretimi durdurma gücünü unutmayalım. Her yıl Taksim’de barikatları yıkan kadınların o müthiş mücadelesini, tüm yasaklara rağmen sokakları bırakmayan LGBTİ+ mücadelesini, tek tek işyerlerinde ücretleri ve hakları için direne direne kazanan işçilerin mücadelelerini unutmayalım. İşte bizim gücümüz tam olarak burada yatıyor. Binler on binlere, yüz binlere dönüştüğünde hayata geçirilemeyecek hiçbir talep yoktur. Adil Geçiş’i hayata geçirmek, bunun için büyük bir mücadele vermek anlamına geliyorsa bizler bu mücadeleye hazırız.
Serimizin ilk makalesi nükleer santrallerin ne denli tehlikeli olduğu ve bu baş belalarından kurtulmak gerektiği üzerine.
Hazırlayan: Tuna Emren
Japonya, Fukuşima Daiichi Nükleer Santralinin kirlettiği 1,25 milyon ton radyoaktif atık suyu Pasifik Okyanusuna boşaltmaya başladı.
Sahadaki bu radyoaktif su Fukuşima kampüsündeki 1000'den fazla çelik tankın içinde tutuluyordu.
Devlet yetkilileri ve santralin işletmecisi Tokyo Elektrik Enerjisi Şirketi (TEPCO), sudaki trityum ve eser miktardaki diğer radyonüklitlerle baş etmenin tek yolunun deşarj olduğunu, nihayetinde santralin kapatılabilmesi için radyoaktif atık suyun okyanusa deşarj edilmesi dışında bir alternatif bulunmadığını iddia etse de söz konusu suyun radyoaktif bir atık olduğu gerçeğinin altını çizmek gerek.
Japonya, trityum (radyoaktif bir izotop) başta olmak üzere çeşitli radyoaktif izler içeren bu atık suyun güvenli olacağını iddia ediyor. Oysa bilim, bunun nesiller boyu sürecek ve ekosistemleri derinden etkileyebilecek bir çevresel tehdit oluşturduğunu söylüyor.
Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) Japonya'nın deşarj planlarını onaylarken eriyen ve her gün yeraltı sularını kirletmeye devam eden yüksek radyoaktif yakıt kalıntılarını (her on günde yaklaşık 1000 metreküp) tamamen görmezden geldi.
TEPCO bundan kaçış olmadığını söylerken, çevre örgütleri Fukuşima sahasına bitişik arazide ilave tanklar için yer bulunduğunu açıkladı. Depolanmaya devam edilseydi, radyoaktif izotopların doğal yollarla bozunması sağlanabilir, bu sırada yeni arıtma tekniklerinin geliştirilmesi için zaman kazanılabilirdi.
Depolama ve okyanusa deşarj arasında yapılmış bu seçim, her an patlamaya hazır bir bomba olarak işletilmiş Fukuşima santralinin nasıl kapatılabileceğine dair bir yol haritasının bulunmadığını da açığa seriyor.
Radyoaktif suyun giderek artan hacmi, Fukuşima Daiichi'yi işletmeden çıkarma planının başarısızlığını ortaya koymaktadır.
Fotoğraf: Japonya'daki protestolardan.
Fukuşima santralinde neden su var?
Bu santral 1960 yılında, 6 reaktör ünitesi içerecek şekilde önerilmişti. Yıllar süren kurulumu sonucunda, 1971 yılında ilk ünitesi faaliyete geçirildi.
11 Mart 2011'de Japonya ana adasının doğu kıyısı açıklarında meydana gelen 9,1 büyüklüğündeki depremin ardından iki tsunami dalgası oluştu, her ikisi de nükleer santralde büyük hasarlara yol açtı. Güç kaynağı devre dışı kaldı, bazı üniteler güç kaybetti, birkaçında yakıt erimesi yaşandı ve radyoaktif maddeler atmosfere karışmaya başladı.
Ünite 1, 3 ve 4'te ayrıca bir de hidrojen patlaması yaşandı, reaktör binası büyük hasar gördü. Bir diğer ünitedeki kullanılmış yakıt havuzları soğutma işlevini yitirdi.
Özetle, reaktörlerden üçü eridi, erimiş yakıt, çelik muhafaza kaplarını ve reaktör binalarının beton tabanlarını yaktı.
Santral ve reaktörleri o günden bu yana devre dışı kalmış olsa da bugün bile hala soğutulmaları gerekiyor, bu nedenle enkaza soğuk su pompalanıyor ve neticede bundan kaynaklı radyoaktif atık su birikmeye devam ediyor.
Kazadan bu yana geçen yıllar içinde yeraltı suları da sahaya sızdı ki bu sular da artık kirlenmiş durumda. Ünitelerdeki erimiş nükleer yakıtı soğutmak için kullanılan su, yağmur suyu ve yeraltı sularıyla karıştı, hasarlı reaktöre sızdı, bir atık su kütlesi oluşturmaya başladı.
Kazanın üzerinden uzun yıllar geçmesine rağmen devam eden soğutma işlemi günde 130 tondan fazla kirli su üretiyor. Kazadan bu yana 1,3 milyon tondan fazla nükleer atık su birikti, bu su arıtıldı ve santraldeki bir tank çiftliğinde depolandı.
İşte Japonya’daki yetkililer, bu depolama alanının sınırlarına ulaşıldığını, atık suyu Pasifik'e boşaltmaya başlamaktan başka çareleri kalmadığını söylüyor.
Sudaki radyoaktivite
Bu ölçekte bir radyoaktif su sorunuyla başa çıkmak Japonya için büyük bir teknik zorluk haline gelmişti.
Reaktördeki aşırı ısınmanın önlenebilmesi adına kullanılan deniz suyu, radyonüklit olarak bilinen 64 farklı radyoaktif element içeriyor. En tehlikelileri ise karbon-14, iyot-131, sezyum-137, stronsiyum-90, kobalt-60 ve trityum olarak da bilinen hidrojen-3.
Bu radyonüklitlerden bazılarının yarı ömrü nispeten kısa sayılır ve felaketten bu yana geçen 12 yıl içinde çoktan bozunmuş olmaları beklenebilir, ancak örneğin karbon-14'ün yarı ömrü 5.000 yıldan fazladır ve insan DNA’sına zarar verebilir.
Suyu nasıl arıtıyorlar?
Santralde depolanan kirlenmiş su, radyoaktif içeriğinin azaltılabilmesi için arıtma işlemi görüyor.
Santralin işletmecisi TEPCO şimdiye kadar suyu arıtmak için Gelişmiş Sıvı İşleme Sistemi (ALPS) olarak tanımlanan bir sistem kullandı. Ne var ki bu işlem sezyum-137 ve stronsiyum-90 gibi bazı tehlikeli izotopları temizlemiş olsa da karbon-14 ve trityumu ortadan kaldıramıyor.
Trityum bir hidrojen izotopu olduğu için sudan (H20) temizlenmesini sağlayabilecek bir filtre oluşturmak imkansız.
TEPCO, elde edilen trityum konsantrasyonunun litre başına yaklaşık 1.500 bekerel (radyoaktivite ölçüsü) olduğunu söylüyor ki bu seviye Dünya Sağlık Örgütü'nün içme suyundaki trityum standardı uyarınca kabul edilebilir sayılıyor. Ayrıca yapılan açıklamalarda, tanklardaki karbon-14 konsantrasyonunun şu anda yönetmeliklerle belirlenen üst sınırın yaklaşık %2'si düzeyinde olduğu ve suyun boşaltılmasından önce gerçekleşecek deniz suyu seyreltme işlemiyle bunun daha da azalacağı iddia ediliyor.
Trityumun yanı sıra rutenyum, kobalt ve plütonyum gibi daha tehlikeli izotoplar da bazen ALPS sürecinde elenmeden kalabiliyor. TEPCO bunu 2018'e kadar reddetmiş olsa da o yıl artık kabullenmek zorunda kaldı ve bu ilave nüklitlerin tankların %71'inde mevcut olduğunu açıkladı.
Bu radyoaktif izotoplar trityumdan farklı olarak deniz biyotasına ve deniz tabanı çökeltilerine daha kolay nüfuz edebilecek yapıdalar.
Fotoğraf: Güney Kore'deki protestolardan.
Nasıl deşarj ediliyor?
Deşarj planına göre, radyoaktif su önce deniz suyu ile seyreltilecek, ikinci aşamada bu seyreltilmiş su okyanus tabanında bulunan bir tünel aracılığıyla Pasifik Okyanusu'na, Fukuşima açıklarındaki bir bölgeye aktarılacak.
Trityum içeren tanklardan gelen su dakikada yaklaşık 400 litrelik bir hızla boşaltılacak.
Bu işlem aşamalı bir şekilde yapılacağı için 30 yıldan fazla sürmesi bekleniyor.
Bu yöntem daha önce denendi mi?
Trityumla kirlenmiş suyu serbest bırakma, - aslında öyle olmasa da - nükleer enerji santralleri için olağan çalışma prosedürünün bir parçası gibi görülüyor. Örneğin, Birleşik Krallık'taki Heysham nükleer enerji santrali ve Sellafield nükleer yakıt işleme tesisi her yıl okyanusa 400 ila 2.000 terabekerel trityum salıyor.
Gezegenin çeşitli noktalarında trityum salmaya devam eden 400 kadar nükleer enerji santrali mevcut. Dahası, 50'li ve 60'lı yıllarda gerçekleştirilen tüm atmosferik nükleer silah denemeleri de trityum içeriyordu.
Tehlikeli mi?
Kesinlikle tehlikeli!
Her şeyden önce, TEPCO’nun uyacağını söylediği standartlar nükleer bir felaketten kaynaklanan kirlenmiş suyun okyanusa salınması durumunu içermez; aktif durumdaki nükleer santraller için konulmuştur. Dolayısıyla radyoaktif atıkların denize boca edilmesi gibi, olağan faaliyetin bir parçası olmayan böylesi bir durumda işlemin tüm çevresel etkilerinin derinlemesine ve uzun vadeli araştırmalarla incelenmesi gerekirdi.
Bilim çevrelerinde sıkça dile getirildiği şekliyle, deşarjlardan kaynaklanacak radyolojik riskler tam olarak değerlendirilmiş değil. Ayrıca deşarjlar sırasında açığa çıkacak radyoaktif maddelerin biyolojik etkileri de göz ardı ediliyor.
Trityum bir β-radyasyon yayıcıdır, yani DNA'ya zarar verebilecek iyonlaştırıcı radyasyon yayar. Büyük organizmaların küçük ve kirlenmiş olanlarla besleneceği okyanus besin zincirinde trityumun besin ağında yoğunlaşabilme riski de mevcut. Deniz yaşamındaki besin zincirinin temelini oluşturan ve Fukuşima soğutma suyundaki radyonüklitleri yakalayabilen fitoplanktonlar gibi serbest yüzen organizmaların da taşıyıcı olarak devreye girebilecekleri biliniyor.
Özetle, “seyreltme” okyanus ekosistemlerindeki biyolojik yapıların işleyişini hiçe sayan bir sistem. Kaldı ki, bu yılın başlarında gerçekleştirilen bir araştırma, okyanuslarda giderek yaygınlaşan mikroplastiklerin de radyonüklit taşıyıcısı olarak davranabileceklerini gösteriyor, durumu “olası bir Truva atı" olarak değerlendiriyordu.
Tokyo Üniversitesi Atmosfer ve Okyanus Araştırma Enstitüsü'nde oşinograf ve deniz kimyageri olan Shigeyoshi Otosaka, trityumun organik olarak bağlı formunun balıklarda ve deniz organizmalarında birikebileceğini söylüyor.
TEPCO sözcüsü bu itirazlar karşısında, ALPS ile arıtılmış su içeren deniz suyunda organizmalar üzerinde birtakım testler yürüttüklerini söyledi ama bu radyonüklitlerin uzun vadeli çevresel etkileri değerlendirilmediği için TEPCO’nun yaptığı açıklamaların da verdiği sözlerin de hiçbir anlamı yok.
Bir diğer bilimsel gerçek de şu ki Fukuşima nükleer faciası sırasında salınan radyonüklitlerin bir kısmı ABD açıklarına kadar çok hızlı bir şekilde yayılmıştı. Planlanan atık su deşarjlarındaki radyoaktif elementlerin bir kez daha okyanus boyunca yayılmayacağının garantisini kimse veremez.
Radyonüklitler okyanus akıntılarıyla taşınabilir, bölgeden göç eden deniz canlıları bu radyonüklitleri yayabilir. 2012 yılında yapılan bir çalışmada, Fukuşima kaynaklı radyonüklitleri taşıyan Pasifik orkinoslarının, kazadan sonraki altı ay içinde San Diego kıyılarına ulaştığına dair "kesin kanıtlara" yer verilmişti.
Fotoğraf: Güney Kore'deki protestolardan.
Öyleyse soru şu olmalı:
ALPS ile suyun arıtılması ve ardından okyanusa bırakılması gibi bir yöntemin okyanus ekosistemleri ve insan sağlığı için güvenli olacağını şüpheye yer bırakmayacak şekilde gösterdiler mi?
Hayır!
Bölgeyi temsil eden başlıca hükümetler arası kuruluş olan Pasifik Adaları Forumu (PIF) – 18 Pasifik ülkesinden oluşuyor –, Fukuşima'dan boşaltılacak suyun güvenli olup olmadığı konusunda tavsiyede bulunmak üzere toplandı, TEPCO ve Japon hükümeti tarafından sağlanan verileri inceledi ve trityum ile karbon-14 konusunda cevaplanmamış sorular olduğu sonucuna ulaştı.
İki yıl önce, Cenevre'deki Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi'ne üye devletler ve BM Özel Raportörleri de Japonya'nın, temiz, sağlıklı ve sürdürülebilir bir çevreye sahip olmanın bir insan hakkı olduğunu belirleyen 48/13 sayılı İnsan Hakları Konseyi kararını göz ardı eden deşarj planlarına karşı çıkmıştı.
Ayrıca bu kararla Japonya, Pasifik Okyanusu'na yapılacak deşarjlarla ilgili kapsamlı bir Çevresel Etki Değerlendirmesi yapma konusundaki yasal gerekliliğe uymadı, Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (UNCLOS) kapsamındaki yükümlülüklerini yerine getirmemiş oldu.
Çin’e ulaşması 240, tüm Pasifik’e yayılması 1200 gün sürecek
Geçtiğimiz Aralık ayında, ABD merkezli Ulusal Deniz Laboratuvarları Birliği, Japonya’nın atık su salım planına karşı çıkan bir bildiri yayınladı. Açıklamada "Japonya'nın güvenlik iddiasını destekleyen yeterli seviyede bilimsel veri bulunmuyor" deniyor, deşarjların "dünyadaki balıkçılığın yüzde 70'i de dahil olmak üzere ... gezegendeki en büyük organizma biyokütlesini içeren okyanus yaşamını" tehdit edeceği belirtiliyordu.
Kasım 2021'de Çin’in National Science Review dergisinde yayımlanan bir araştırmada ise Fukuşima nükleer atık sularının boşaltılması programının uzun vadeli etkileri simüle edilmiş ve bu öngörüyü doğrulayan sonuçlar elde edilmişti..
Okyanus ölçeğinde radyoaktif maddelerin yayılma modelinin oluşturulduğu çalışma, nükleer kirleticilerin ilk boşaltımdan 240 gün sonra Çin kıyı sularına ulaşmış olacağını vurguluyor.
Kuzey Amerika kıyılarına varması ise 1.200 gün sürecek ve bu aşamada neredeyse tüm Kuzey Pasifik Okyanusuna yayılmış oluyor.
İşin başında yine Lake Barrett var
TEPCO’nun deşarj danışmanlarından biri, 1979’da ABD’nin Three Mile Adasındaki nükleer santralde yaşanan erimenin ardından Nükleer Düzenleme Komisyonu için yürütülen temizleme kampanyasını yönetmiş olan Lake Barrett.
Barrett geçtiğimiz günlerde PBS’te yayınlanan bir programda “O suyu içerdim ve torunlarıma da içirirdim, tamam mı?” diyordu. Nitekim Three Mile kazasından sonra da bu sığlıkta bazı açıklamalarda bulunmuştu ki bunu, (belirti göstermeseler bile) çevre halkının tespit eşiğini aşan referans dozları almış olabileceğini bilerek yapıyordu.
Three Mile kazasını takip eden haftalarda, en yoğun salımın doğrudan ölçüldüğü bölgeden gelen bazı sonuçlar Science dergisinde rapor edilmiş ve radyasyondan ötürü kimi belirtiler gösteren kişilerin bulunduğu anlaşılmıştı. Barrett bunun farkındaydı ama o ve ekibi, kimsenin iyonlaştırıcı radyasyona maruz kalarak zarar görmediğine dair bir yalana başvurdu.
Araştırmacılar, tesisin yakınındaki nüfusun, kontrol nüfusla (maruz kalmamış) karşılaştırıldığında kanser, kalp hastalıkları ve erken ölüm dahil olmak üzere sağlık düşüşleri yaşadığını tespit ettiler. Yine de kapsamlı epidemiyolojik kanıtlar belirsizliğini korumaya devam etti.
Three Mile'da meydana gelen kaza sırasında salınan Xe-133 bulutuna maruz kalan kişilere odaklı kapsamlı bir sitogenetik test programının oluşturulması da dahil olmak üzere daha fazla araştırmaya ihtiyaç duyulduğu ortadaydı, gelgelelim konu Barrett’in istediği şekilde, “santralin çevresindeki nüfus üzerinde fark edilebilir bir doğrudan sağlık etkisi bulunamamıştır” denilerek kapatıldı.
Fotoğraf: Güney Kore'deki protestolardan.
Çevre örgütleri ve muhalif seslerden yükselen itirazlar
Japon medyası radyoaktif atık suyun okyanusa boşaltılması planına senelerdir ve çok şiddetli bir şekilde karşı çıkıyor.
Tokyo Shimbun’da yayımlanan bir makalede (29 Ağustos 2021) şöyle deniyordu: “Tōhoku'nun Pasifik kıyısında meydana gelen depremin 10. yıldönümü olan Nisan 2021'de, Naoto Kan hükümeti, arıtılmış atık suyu 2 yıl içinde okyanusa boşaltma politikasını formüle etti. Olası bir kamuoyu güven kaybını tetikleyeceği gerekçesiyle yerel itirazları dikkate almayan hükümet, TEPCO ve balıkçı halk arasında imzalanan geçmişteki anlaşmayı ihlal eden bir karar almıştır.”
Japonya merkezli Yurttaşların Nükleer Bilgi Merkezi de trityumun denize pompalanmasının uzun vadeli etkileri hakkında yeterince bilgi sahibi olunmadığını söyleyen muhalif sesler arasında. Yapılan açıklamada, "TEPCO, hükümet ve IAEA, radyoaktif maddelerin uzun vadeli salınımının neden olduğu çevresel kirlenmeyi ve radyoaktif maddelerin çevredeki davranışlarını gerektiği gibi dikkate alıp değerlendirmekte başarısız oldular" deniliyordu.
Japonya medyasıyla başlayıp dünyaya yayılan, balıkçılardan çevre örgütlerine her yerde yükselen muhalif seslere geçtiğimiz günlerde Kore Çevre Hareketi Federasyonu da katıldı. Suyun boşaltılmasına karşı kampanya yürüten sivil gruplardan oluşan koalisyon Seul'ün merkezindeki Japonya Büyükelçiliği önünde bir basın toplantısı düzenledi, planın geri çekilmesi çağrısında bulundu.
Çin de itirazların yükseldiği yerlerin başında geliyor. Pasifik Okyanusu'na 1 milyon ton radyoaktif su boşaltılmasına karşı çıkan Çin, Japonya'dan gelen tüm deniz ürünlerini yasakladı. Ancak itiraz ettiği bu deşarj yöntemi Çin’deki tesislerde yıllardan beri kullanılıyor. Hatta araştırmacıların defalarca belirttiği üzere, Çin'in kendi nükleer santralleri Fukuşima deşarjındakinden daha yüksek trityum seviyelerine sahip radyoaktif atık su salıyor.
Fotoğraf: Güney Kore'deki protestolardan.
Fosilsiz, nükleersiz bir geleceği inşa etmeye mecburuz
Geçtiğimiz aylarda yayımladığımız bir incelemede, nükleer santralleri “Uygarlığın” boyunu aşan teknoloji olarak nitelendirmiş; Three Mile, Çernobil ve Fukuşima üçgeninde yaşananların bunu ziyadesiyle kanıtladığını dile getirmiştik.
Çernobil santralindeki feci patlama tüm bölgeyi yaşanmaz hale getirirken 500 bin kişiyi kalıcı olarak yerinden etti. Eylül 2005'te yayımlanan bir raporda, radyasyon kaynaklı kanserlerden ölenlerin sayısı 4,000 olarak tahmin ediliyordu ki Endişeli Bilim İnsanları Birliği gerçek sayının bundan altı kat fazla olabileceğini öne sürüyor. Son tahminlere göre, Fukuşima felaketinde ölenlerin sayısı 2,202 kişi. Bölgedeki binlerce kişi de kanserle boğuşuyor. Yaklaşık 150 bin kişi tahliye edilmek zorunda kaldı.
Nükleer santraller, çok sayıda tehlikeli madde üreten; atıklarının nasıl bertaraf edilebileceği meselesi bile henüz çözülememiş; toprağı, havayı, suyu kirleten bir teknoloji – Nükleer enerji ve nükleer silah testleri sonucunda üretilen radyonükleotitlerin topraktaki izleri tespit edilebiliyor.
Bu santrallerin ilk örnekleri elektrik değil, bombalar için gereken plütonyumu üretmek için tasarlanmıştı ki o nükleer bombaların atıldığı yer de Japonya’ydı. Nasıl bir yıkım yaşandığını hepimiz biliyoruz.
Ardından ABD’nin 1953 yılındaki "barış için atom" girişimi ortaya çıktı. Kastedilen şey nükleer silahlardı elbette ve bu da gelecekte yaşanacak nükleer santral felaketlerinin ilk adımı oldu.
O zaman iddia edildiği gibi “iyi atom” diye bir şey yoktur. Kötü atom da yoktur. Atom atomdur; yaşanacakları sadece insanlığın onu nasıl kullandığı belirler.
Sorun şu ki; uygarlık seviyemiz nükleer enerjiyi kullanma yetkinliğine erişebilmiş değil. Bomba görünümünde de olsa, enerji üretimine adanmış bir santrale de benzese fark etmiyor; nükleer teknolojisini geliştirme rekabeti en başından beri büyük bir gizlilik, işin kolayına kaçma, gereksiz riskler alma ve güvenliği göz ardı etme tutumlarıyla yürütüldü.
Devamında da değişen bir şey olmadı. Fukuşima'daki felaketten önce, TEPCO tarafından güvenlik raporlarının tahrif edilmesiyle ilgili bir skandal patlak vermişti. Beş yıl sonra TEPCO 200 olayla ilgili kayıtlarda tahrifat yaptığını itiraf etti. Ve kaza yaşandığında tıpkı Çernobil’de olduğu gibi bir kez daha “intihar timleri” oluşturulmak zorunda kalındı – Ayrıca, Endişeli Bilim İnsanları Birliği'ne göre, 2012 yılında Japonya Nükleer Güvenlik Komisyonu'nun 22 üyesine, nükleer endüstrisi tarafından bir milyon dolardan fazla ödeme yapılmıştı.
Her bir nükleer kazada bilim insanlarının, operatörlerin ve uzmanların o kazanın daha da kötüleşmesini önlemek için ne yapacaklarını bilemedikleri bir noktaya varılıyor ve genellikle bir sorunu çözmeye çalışırken daha büyük bir sorun yaratıyorlar. Çernobil'deki sorunlardan biri de radyasyonun yeraltı sularına karışıp karışmayacağını bilmiyor oluşlarıydı. Three Mile'da acil durumun ortasında atılacak adımlar konusunda şiddetli tartışmalar baş gösterdi, Fukuşima’da böyle bir kazada ne yapılması gerekeceği dahi bilinmiyordu. Japonya nükleer endüstrisi, sismik olayların reaktörlerini tehlikeye atma potansiyelini dikkate almadığı gibi birden fazla olayın aynı anda meydana geldiği durumlar için bir protokol hazırlamamıştı.
İklim krizinden çıkış için fosil yakıtlardan kurtulmamız gerekiyor ama bu dönüşümün yönü nükleer santraller değil.
Sonuçları milyonlarca insan için ölümcül olabilecek bir krizi, her aşamasında ölüm getiren başka bir krizle çözmeye çalışmak son derece ahmakça bir tutum olur. Kaldı ki kurulum maliyetleri çok yüksek olan nükleer santralleri sübvanse etmek için kömür ve gaz santrallerine de ihtiyaç duyulmaya devam edecek. Bunun bir kriz sonlandırma biçimi olamayacağı çok açık.
Nükleer endüstrisi, yeni nükleer teknolojilerinde kaza olasılığını azalttıklarına dair bir anlatıya başvuruyor, hatta bu yeni santrallerin daha az atık üreteceğini iddia ediyor. Oysa Fukuşima örneğindeki olağanüstü temizleme maliyetleri ve bir türlü kurtulmayı başaramadığımız bu kirlilik sorunu, bize bıraktıkları gerçek mirasın neye benzeyeceğini gözler önüne serdi.
Artık bir yeni nükleer santrale daha tahammülümüz kalmadı.
Fosil yakıtlardan ve nükleer enerji planlarından acilen kurtulmalı, enerji kullanımını azaltan, verimliliği artıran, yenilenebilir enerjiye dayalı stratejileri yürürlüğe koymalı, bunun için mücadele etmeliyiz.
Bu yeni enerji altyapısı şirketlerin elinden alınıp kamu mülkiyetine verilmelidir.
Küresel ölçekli böylesi bir enerji dönüşümünün ancak ve ancak işçilerin önderliğinde gerçekleştirilebileceği ve küresel enerji sistemlerindeki adaletsizliğe verilebilecek tek gerçekçi yanıtın ‘Adil Geçiş’ talebi olduğu da ortadadır.