Küresel greve katılım çağrısı: İklim adaleti şimdi!

İklim mücadelesinde hangi taktikler gerekli?

Yokoluş İsyanı (Extinction Rebellion/XR) çekim alanını genişletmeyi istediğini söylüyor, fakat öte yandan hayatın akışına müdahale eden eylemlerden vazgeçiyor. Sophie Squire diyor ki bu ikisi bileşik olmalıdır ve işin anahtarı işçilerin gücüdür. Yokoluş İsyanı’nın yakınlarda yayınladığı “İstifa Ediyoruz” açıklaması, ekolojik çöküşü durdurmak için ne gibi taktik ve stratejilere ihtiyaç olduğuna dair tartışmayı tırmandırdı. Grup, karakteristik özelliği haline gelmiş olan sivil itaatsizliğe dayalı yöntemlerinden en azından geçici olarak uzaklaşmayı hedefliyor. Grubun pek çok önde gelen sözcüsü, böylesi eylemlerin antipati uyandırmaya başladığını ve değişimi kazanma gücü olan etkili bir hareketin önünü tıkadığı yönünde tartışıyor. Üç yıldır Yokoluş İsyanı aktivisti olan Jon, gazetemize yaptığı açıklamada “Bu bildiri, daha çok insanın faaliyete katılması için çıtayı düşürmek anlamına geliyor” diye konuştu: “Bu şekilde Yokoluş İsyanı’nın eylemlerinin parçası olmak için önceden belirlenmiş bir yol izlemenizin gerekmediği herkese malum olacak. Tutkal şişelerini bir kenara bırakıyoruz ve kitle eylemlerini ön plana çıkarıyoruz. Umuyoruz ki bu herkesin 21 Nisan’da meclisin önüne gelmesini sağlayacaktır.” Sosyalistler, değişim için hem kitle eylemlerini hem de doğrudan eylemliliği savunurlar. Ve çoğu zaman en etkili hareketler bu ikisini birleştirirler. 2003 yılındaki büyük savaş karşıtı hareket, hem uluslararası eylem günü olarak 15 Şubat’ta hem de savaşın başladığı gün milyonların sokaklara taştığına şahit oldu. İnsanlar yolları kapadılar ve katliama karşı öfkelerini ifade etmek için çok geniş alanlarda hayatın akışını durdurdular. Günün sonunda bu eylemler tek başına savaşı durdurmak için yeterli değildi. Ama özellikle İngiltere’de birlikte mücadeleyi ve emperyalizm karşıtı bir genel havayı miras bıraktı.  Bu eylemler hükümetlerin yeni işgaller düzenlemelerini zorlaştırdı. Bununla birlikte geniş kitlelerin gözünde savaşın “insani yardım için müdahale” olduğu yönündeki yalanları ayyuka çıkardı. 1990 Mart’ında gerçekleşen, Kelle Vergisi’ne eylemi ve isyanı uzun süreli ödeme reddi ve militanca eylem dalgasının üzerine gelip bu vergi uygulamasının kaderini belirlemişti. Ayrıca Margaret Thatcher’ın Muhafazakâr Parti liderliğinden atılmasında da elzem rol oynamıştı.  1999’da ABD’de gerçekleşen, Seattle’daki Dünya Ticaret Örgütü binasının önündeki öfkeli eylemler ise antikapitalist mücadeleye yeni bir uzuv kazandırmıştı. Doğrudan eylemlilik ise geniş isyan dalgalarının fitilini ateşleme potansiyeli taşır. Sıradan insanların neyin mümkün olduğuna dair kabullerini alaşağı ederek başkaları sistemi bizler için yönetirken arkamıza yaslanıp yasalara uymaktan başka bir çaremiz olmadığı düşüncesini aşındırır. Devleti şaşkına çevirebilir, mücadeleye medyanın ilgisini toplayabilir ve önemli tartışmaları ateşleyebilir. Amerikan yerlilerinin 2016’da Standing Rock’ta gerçekleştirdiği, yeni petrol hatlarına yönelik eylemler yeni bir ekoloji direnişi dalgasının fitilini ateşlemişti.  İklim felaketine karşı Fridays for Future öğrenci eylemleri bireysel ve yerel nitelikte başlamıştı. Fakat genişleyerek küresel ölçekte bir ağa ve direnişin odak noktası haline dönüşerek iklimle ilgili tartışmayı tümüyle değiştirdi. Yani sonuç olarak basitçe “sadece yürüyün” demek de “sadece yolda oturun” demek de iyi bir fikir değil. Yokoluş İsyanı’nın açıklaması büyük bir tehlike barındırıyor. Sivil itaatsizlik kimilerine “itici geliyor” düşüncesi, bazı grevleri desteklememek için bir sebebe dönüşebilir. Örneğin NHS (Ulusal Sağlık Hizmetleri) grevleri hiç şüphesiz kamu düzenini bozan grevlerdir ve kaçınılmaz olarak sıradan insanların gündelik hayatını etkiler, fakat tümüyle meşru grevlerdir. Kitlesel eylemler de doğrudan eylemlilik de yalnızca yönetenler üzerinde basınç yarattıkları için değil aynı zamanda insanların kendilerini nasıl gördüklerini değiştirebildikleri için önemlidirler.  Yüzbinlerin katıldığı bir eylemin parçası olmak insana bir kolektif güç hissi verir. Kimi zaman insanlar büyük eylemlere katıldıklarında daha agresif doğrudan eylemliliklerin de parçası olabilecek kadar cesaretlenebilirler. Bunun iyi bir örneği UCU (Üniversite ve Kolej Çalışanları Sendikası) ve Ulusal Öğrenci Birliği’nin 2011 yılında öğrenci harçlarındaki artışa karşı düzenledikleri eylem. Eylem öncesinde yaklaşık 15.000 kişinin geleceği öngörülüyordu. Ancak 50.000’den fazla öğrenci eyleme akın etti öfkelerinin ifadesi olarak Milibank Kulesi’ndeki Muhafazakâr Parti genel merkezini işgal ettiler. Yokoluş İsyanı’nın 2019’daki ilk Uluslararası İsyanı’na hem kitlesel katılım oldu hem de Londra’nın merkezini tümüyle kilitleyen bir sivil itaatsizlik vardı. Sokakları boşaltmak günler aldı. Bu isyan sırasında binlerce insan daha önce sahip olduklarının farkında bile olmadıkları bir güçle donanmış olduklarını fark ettiler. Militanlık düzeyi yükseldiği zaman işçi hareketi, başka bir dünyanın mümkün olduğunu da gösterirler.  Fakat, istediği kadar büyük olsun, hiçbir sayıda eylem veya kırık cam, pencere, zaferi kazanmak için tek başına yeterli değildir. Polonya asıllı Alman devrimci Rosa Luxemburg terörizm üzerine yazmış ve bunun etkilerini kitlesel işçi eylemliliğinin etkileriyle kıyaslamıştı. En başarılı terörizm örneklerinin bile “Kocaman bir orman yangınının ortasında alevleri yukarı doğru yanan ateşler” olarak tarif ediyordu. Dünyanın, yangınların ve sellerin hüküm sürdüğü bir kaya parçasına indirgenmesine engel olmak, sistemin tümünü alaşağı edecek bir hareketi gerektiriyor. Kapitalizme karşı en güçlü silah ise işçilerin üretmeyi bırakarak kârın kaynağını kesmesidir.  Bu tek mücadele yöntemi değildir elbette, ama etkisi en büyük olanı da budur. Ve kitle grevlerinin içinde işçiler hem kendileri değişirler hem de çevrelerindeki toplumu değiştirirler.  İşçiler hayatı durdurmak ve kar akışını kesintiye uğratmak için sahip oldukları emeği geri çektiklerinde, tıpkı yukarıda bahsi geçen diğer doğrudan eylemlilik biçimlerinde olduğu gibi, insanlara yön verebilir ve toplumun yönetiliş biçimini sorgulamaya itebilirler. Örneğin özellikle bu sıralar hangi grevi ziyaret etseniz benzer bir şikayetle karşılaşırsınız: “Salgın boyunca çalıştık, patronlarımızın süreci atlatmasını sağladık ve her şeyin çalışır durumda kalması için elimizden geleni yaptık. Kâr etmeye devam etmeleri için bile çaba gösterdik ama şimdi cezalandırılıyoruz.” Bu tip şikayetler insanı kaçınılmaz olarak sistemin önceliklerini sorgulamaya iter. Bu gibi şikayetlerin kökünde “nedir esas önemli olan?” sorusu yatar. CEO’ların muazzam kârlar etmeleri midir; yoksa o muazzam kârları üretenlerin insanca yaşamaya devam edebilmeleri mi?   Ve militanlık en üst noktaya ulaştığında işçilerin eylemi aynı zamanda toplumun nasıl çok daha farklı işleyebileceğini gösterir. İşçiler her greve çıktıklarında onların emeği olmadan hiçbir şeyin çalışmayacağını gösterirler. Ve hal böyle olunca aslında toplumu kendi kendilerine -ve elbette farklı önceliklerle- yönetebileceklerini de ispatlamış olurlar. İklim için verilen mücadeleler ile işçilerin eyleminin kesişebileceği nokta da tam burasıdır. Her şeyden önce iklim meselesi sınıfsal bir meseledir. Zira iklim değişikliğinin etkilerinin yükünü taşıyanlar işçiler ve yoksullardır. Örneğin İngiltere’de gittikçe artan ölçüde aşırı hava koşullarında yaşamanın ve çalışmanın gerçekleriyle yüz yüze geliyoruz. Dahası krizin sorumlusu olan fosil yakıt şirketlerinin bize dayatılmasıyla yaşadığımız sefaletin bir de üstüne para veriyoruz. Küresel Güney’de bu çelişki daha da belirgin. İran ve Irak gibi ülkelerde işçiler ve yoksullar su kesintilerine karşı protesto eylemleri yaptılar. Fosil yakıt şirketlerinin faaliyet gösterdikleri ülkelerde, flaring (petrol çıkarma sonucu oluşan artık gazların tutuşturulması) gibi uygulamalar hem büyük bir emisyon kaynağı hem de çevrede yaşayan insanlar için oldukça zararlı. Bu talepleri bir araya getirmek sendikalara iklim taleplerini sahiplenmeleri için baskı yapmak anlamına gelebilir. Fakat bunun epey ilerisine gitmek zorundayız. Büyük ve militan bir iklim hareketi hükümeti tıpkı 2019’da olduğu gibi köşeye sıkıştırabilir; yönetenlerin krizindeki kuvvetli unsurlardan biri haline gelebilir. Bunun sonucunda da bu, tepedekilere karşı mücadele eden herkese bu kişilerin yenilmez olmadıklarını göstererek cesaret verebilir. İklim hareketinin heyecanı, militanlığı ve taktikleri işçi mücadelelerine de getirilebilir, bu mücadeleleri salt sendikaların örgütlediği sıkı kontrollü eylemliliklerin ötesine taşıyabilir. Ve sonuç olarak böylesi bir eylemliliğin kuvveti bu toplumdaki gücümüzün tam nerede yattığının ve bu toplumu değiştirme potansiyelimizin herkese gösterilmesinde yatıyor.  Böylesi bir atmosferde her türden talep iç içe geçebilir ve ortak bir hedefe, kâr için yaşamlarımızı ve geçim kaynağımızı mahveden bu sisteme karşı birleştirilebilir.   Böyle bir hareketi inşa etmek çok fazla emek ve çok geniş bir vizyon gerektiriyor. Ve bu, şüphesiz olabildiğince çok sayıda insanı çekmek için çabalamak anlamına geliyor. Ancak bu sistemi kesintiye uğratan eylemlerden çekilmekle değil bilakis bunlara yönelmekle mümkün.  Çeviren: Deniz Güngören

İklim krizinin sonucu: Kuraklık

Yaklaşık bir yıl önce yayınlanan IPCC’nin 6. Değerlendirme Raporu nasıl bir iklim krizinin içinde olduğumuzu gösteren veri ve tespitler ile doluydu. Rapor uzun zamandır dünyanın her yerinde etkilerini yaşadığımız iklim krizinin 1.1 derecelik sıcaklık artışı sonucu oluştuğuna vurgu yaparken, 1.5 derece artışla yaşayacağımız yıkımları bir bir sayıyordu. IPCC’nin bundan önceki raporlarında da ifade edildiği gibi “ön görülenden, beklenenden daha yaygın ve şiddetli bir iklim değişikliği gerçekleşiyor”du. Çölleşmeyle mücadele Yine geçtiğimiz yıl Mayıs ayında Birleşmiş Milletler Çölleşmeyle Mücadele Sözleşmesi (UNCCD) tarafından hazırlanan bir kuraklık raporu vardı. Bu raporun hazırlanma amacı; kuraklık odaklı Fildişi Sahili’nde düzenlenen COP15 Zirvesine katılacak hükümet yetkililerine nasıl bir felaketle karşı karşıya olduğumuzu göstermek ve alacakları kararları bu gerçekliğe uygun olarak almalarını sağlamaktı. Bu rapor da IPCC’nin 6. Değerlendirme Raporu gibi çok çarpıcı veriler içeriyordu. Doğal afetlerin yüzde 15’inin kuraklık oluşturduğu, 2000 yılından günümüze kurak dönemlerin sayı ve süresinin yüzde 29 arttığı, 2000-2019 yılları arasında 1.4 milyardan fazla insan kuraklıktan etkilenirken, kuraklığın selden sonra insanları en fazla etkileyen ikinci felaket haline geldiği açıkça vurgulanıyordu.  Rapordan geçmiş dönem verilerine devam edecek olursak, 2022'de 2,3 milyardan fazla insanın su stresi yaşadığı ve 160 milyon çocuğun şiddetli ve uzun süreli kuraklığa maruz kaldığı önemli bir veriydi.1998-2017 döneminde yaşanan kuraklığın dünya çapında yaklaşık 124 milyar dolarlık bir ekonomik kayba neden olduğu ise bir başka veriydi.  İklim değiştirmeye son! Raporun kuraklık önlenmez, hızla harekete geçilmezse olacaklar hakkında öngörüleri ise ürkütücü. 2030 yılına kadar 700 milyon insanın kuraklık nedeniyle yerinden edileceği, 2040 yılına kadar her dört çocuktan birinin aşırı su sıkıntısı olan bölgelerde yaşayacağı, 2050 yılına kadar dünya nüfusunun dörtte üçünden fazlasının kuraklıktan etkileneceği belirtiliyordu. Bu kuraklıktan etkilenecek insan sayısının 4,8 ila 5,7 milyara ulaşabileceği anlamına geliyor. Avrupa Birliği'nde ve İngiltere'de yapılan hesaplamalara göre, kuraklıktan kaynaklanan 9 milyar Euro civarındaki yıllık kaybın anlamlı bir iklim eylemi olmazsa 65 milyar Euro’nun üzerine çıkacağı; IPCC’nin raporunda da yalnızca önümüzdeki on yılda iklim değişikliğinin 32 ila132 milyon arası insanı aşırı yoksulluğa sürükleyeceği belirtiliyordu.  Ocak ayında sıcak hava müjde değildir Dünyanın her yerinde mevsim normallerinin üzerinde sıcaklık rekorları kıran günler yaşanmakta. Türkiye’de 2022 Aralık ayı, son 52 yılın en sıcak Aralık ayı oldu. Aynı zamanda 2022’in Eylül, Ekim ve Kasım aylarında Türkiye’nin birçok bölgesinde şiddetli kuraklıklar yaşandı. İstanbul’un barajlarındaki su seviyeleri yine haberlere konu olmaya başladı. 2 Ocak 2023’de İstanbul’daki barajların ortalama doluluk oranı yüzde 32,74. Şubat, mart, nisan aylarında beklenen yağış miktarları ile baraj doluluk oranlarında artış olabilir ama bu artış oranları iklim krizinin şiddetlendirdiği kuraklık gerçekliğini değiştirmeye yetmeyecek.  Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakan Yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Emin Birpınar, geçtiğimiz günlerde  bir sosyal medya paylaşımında, "Hava olayları çok garipleşti. Türkiye genelinde yağış yok. Sıcaklıklar normalin çok üstünde. Böyle devam etmesi halinde metropol şehirlerde büyük su krizi olur. İçme suyu barajları kritik seviyenin altında seyrediyor. Ocak ayı böyle giderse elimizde sadece şubat ayı kalır. Kuraklık ve su kıtlığı gıda kıtlığını doğurur. Gıda kıtlığı başka sosyal olayları tetikler. Özellikle iklim değişikliği dolayısıyla oluşacak doğudan batıya ve güneyden kuzeye iklim göçlerini ortaya çıkartacaktır. Problem ortak, çözüm de ortak bulunmalı. BM'ye çok iş düşüyor." diye yazmıştı.  İklim Değişikliği Bakan Yardımcısı’na hemen şu gerçeği hatırlatmak gerekir: Dünyanın en yüksek emisyon üreten 59 ülkesinin incelendiği İklim Değişikliği Performans Endeksi (CCPI) 2023 raporuna göre Türkiye, geçen yıla göre altı sıra gerileyerek 47'nci sıraya düştü ve düşük performans gösteren ülke olarak derecelendirildi. Bu raporda zeytinlikleri madenciliğe açan yönetmeliğe de yer veriliyor ve Türkiye’nin iklim eyleminde şeffaflıktan yoksun olduğu belirtiliyor. Şimdi hükümet kuraklıkla mücadeleyi suyu tasarruflu kullanmaya indirgeyen çağrılarda bulunacak.  Kuraklığın önüne geçmek için bizim yanıtımız ise iklim krizini durdurmak için değil, aksine şiddetlendirici faaliyetlere devam eden AKP-MHP iktidarına bir an önce son vermek olacak. Nuran Yüce (Sosyalist İşçi)

Validebağ Korusu’na Millet Bahçesi projesi iptal

5 yıldan beri önce İstanbul Büyükşehir Belediyesi, ardından Üsküdar Belediyesi tarafından gündeme getirilen ve zaman zaman girişimlerde bulunulan “Validebağ korusunda Millet Bahçesi yapma projesi” sonunda yargı tarafından iptal edildi. İstanbul 6. İdare Mahkemesi, Validebağ Korusu için çıkartılan imar planları ve millet bahçesi projesini oy birliğiyle iptal etti. Kararda, koru için çıkartılan koruma amaçlı imar planlarının açık bir şekilde korunması gereken alanın tahribatına neden olacağının anlaşıldığı belirtilerek, “Dava konusu planlarda şehircilik ilkelerine, planlama esasları ve tekniklerine, kamu yararına ve hukuka uyarlık bulunmadığı sonucuna varılmıştır” denildi. Mahkeme, millet bahçesi peyzaj projesi hakkındaki kararında, projenin uygulanması durumunda Validebağ Korusu’nun ‘orman’, ‘doğal nitelikli yeşil alan’ ve ‘koruma alanı’ vasıflarını yani ekolojik zenginliğini kaybederek ‘park’ kategorisine indirgeneceğini vurguladı. Validebağ gönüllüleri yıllardır koruya dokunulmaması mücadelesi verdi 1998 yılından beri korunun korunması için mücadele eden, semt sakinlerinin oluşturduğu Validebağ Gönüllüleri, 2018 yılında gündeme gelen Millet Bahçesi projesine karşı da eylemler yapıyordu. Korunun 354 dönüm büyüklüğüyle Anadolu yakasının en önemli yeşil alanlarından birisi olduğuna dikkat çeken Validebağ Gönüllüleri, korunun 1999’dan bu yana 1’nci derece doğal ve tarihi SİT  alanı olduğunu hatırlatıyorlardı. Validebağ Korusu kent ekolojisi için çok önemli Validebağ korusu; 354 bin metre kare genişliğinde, kentin içinde kalmış, kendi yapısını korumuş, uzun yıllar içinde kendi bitkisel toprağını oluşturmuş bir eko sistem. Kuşlara, kaplumbağalara, kirpilere, kelebeklere, kertenkelelere ev sahipliği yapıyor, birinci derece SİT alanı olma özelliğini 1999 yılında kazandı. Verem pandemisi ile mücadelede bir tarih, iyi bir örnek. Karbon tutma, temiz hava üretme, sessiz ve daha az tozlu bir alan olma açısından şehirde yaşayanlar için bir sığınma alanı. Validebağ Korusu uzun yıllar inşaat firmalarının, doğa düşmanı yerel yöneticilerin saldırısına uğradı, ismi ve SİT alanı olma özelliği kaldırılmaya çalışıldı. Çılgın projelere, seçim propagandalarına konu oldu, Millet bahçesi yapılmaya çalışıldı.  Son olarak Üsküdar Belediyesi koruya dokusuna uygun olmayan agrega ve moloz döktü, buna karşı mahalle sakinleri belediye araçlarını, mekanize olan bir saldırıyı durdurmaya çalıştı. 

Bursa Su Kolektifi: Uludağ emlakçıyla ve (T)alan Başkanlığı ile yönetilemez!

Bursa Su Kolektifi, Uludağ Milli Parkı'nın AKP milletvekillerinin hazırladığı tasarıyla talana açılacağını ifade ederek başlattığı imza kampanyasını sürdürürken, Doğa Koruma ve Milli Parklar önünde bir eylem düzenledi.

İstanbul'da Hayvan Hakları mitingi: 'Barınaklar ölüm kampı'

Hayvan barınaklarındaki öldürmeler, işkenceler ve kötü koşullar İstanbul'da protesto edildi. Mitinge katılanlar sordu: Hayvan Hakları yasası neden uygulanmıyor? Yenikapı miting alanında buluşan hak savunucuları, "Sokak hayvanları oy kullanamayacak sananlara zamanı gelince görüşeceğiz: Size oy moy yok!” dedi. Mitingin çağrısı şu şekilde yapıldı: "Ümraniye, Konya, Mamak ve şimdi de Beykoz; hayvanlar barınaklarda öldürülüyor. Beykoz Belediyesi’nin barınağında “hayvanlara işkence edildiği” iddiaları sonrası başlatılan eylemler devam ediyor: Yaşam savunucuları bu katliamlara sessiz kalamamalı, kalmamalıyız."

Bursa Su Kolektifi: Uludağ milli parktır, milli parkları savun

"Uludağ'ı talan edecek aranan formül bulundu" diyen aktivistler, AKP'li vekillerin hazırladığı yasa tasarısının yaratacağı yıkıcı sonuçları bir eylemle duyurdu. Bursa Su Kolektifi'nin basın açıklaması şöyle: Uzun zamandır turizm sektörünün iştahını kabartan Uludağ için, Uludağ’ı talan etmek için aranan formül bulundu. Uludağ’daki yaşamın tüm olumsuz koşullara rağmen korunmasını sağlayan Milli Parklar yasası kalkanının delinmesi için AKP Bursa milletvekillerinin öncülüğünde ve toplamda 49 milletvekilinin imzası ile Uludağ Alan Başkanlığı Kanun tasarısı Bayındırlık, İmar, Ulaştırma ve Turizm komisyonuna getirildi. Uludağ Alan Başkanlığı kanun tasarısı 10 Aralık günü AKP ve MHP’nin oyları ile komisyonda kabul edildi. Bütçe görüşmeleri sürerken alelacele komisyona getirilen kanun teklifinin önümüzdeki günlerde yine alelacele genel kurula geleceğini biliyoruz.  Milli Park sınırları içinde tek yetkili olan Tarım ve Orman Bakanlığı ile Doğa Koruma Ve Milli Parklar Müdürlüğü’nün yetkileri Kültür ve Turizm Bakanlığına ve Uludağ Alan Başkanlığına devrediliyor. Milli Parklar Kanununa göre; Milli parklar üzerinde tasarrufu olan bu iki bakanlıktan sadece birer üye komisyonda yer alıyor. Sınırların Cumhurbaşkanlığı kararı ile değiştirilebilir olması bugün 2 bin hektar olsa da devamında 5 bin hektar belki de milli parkın tamamının Alan Başkanlığı ile yönetilmesinin önünü açıyor. Yaşanacak yıkımları kısa bir süredir alan başkanlığı sistemi ile yönetilen Kapadokya’dan tahmin ediyoruz. Bu kanun ile Uludağ’da koruma altındaki alanlar hızla ranta açılacaktır. Komisyon üyelerinin alacağı kararın, tek adam rejimi ve atama sistemi göz önünde bulundurulduğunda ne kadar bilime, akla uygun olacağı da tartışma konusudur. Bursa’ya ihanet olan bu kanun teklifinin geri çekilmesini istiyoruz.  Uludağ’ı Parsel parsel satmanıza göz yummayacağız. Kanun teklifinin gerekçesi olarak öne sürülen yetki karmaşası bahanesinin asıl niyetinizi gizleyemediğini buradan bir kez daha söylüyoruz. Kanun teklifinin getirildiği komisyondan, kanun maddelerinin içeriklerinden ve alan başkanlığı komisyonunun üyelerinden de belli olacağı gibi asıl niyetiniz; Turizm sektörünün iştahını doyurmaya yetmeyen 700 hektar genişlikteki 1. Ve 2.  Gelişim bölgelerine 3. 4. 5. Gelişim bölgelerini de katmak, yeni yollar ve otoparklar yapmak, mevcut otelleri büyütmek, yeni oteller ilave etmektir. İktidarınız süresince doğal varlıkların sınırsız ve bedelsizmiş gibi sermaye sınıfının hizmetine verilmesinden de belli olacağı gibi elbet sıra diğer milli parklara da gelecektir. Ülkedeki 48 Milli park sizin düşüncenizde sırasını beklemektedir. Kendinizle çok övünerek bulduğunuz bu formül Kazdağı, Hatila Vadisi, Ağrı Dağı Milli Parkları ve başka birçok Milli parkta, belki de eko turizm adı altında kendisini gösterecektir.  Giderayak büyük bir yıkım yaratacak projelerinize dur demek için nasıl İliç’te, Akbelen’de olduysak Ekoloji Birliği ve İklim Adaleti Koalisyonundan, birçok ilden temsilci düzeyinde katılan dostlarımızla birlikte bugün buradayız. Milli Parkları savunmaya, İlk hedefiniz olan Uludağ Milli Parkından başlıyoruz. Uluslararası sözleşmelere ve kanunlara aykırı olan ucube Alan Başkanlığı modelinizi kabul etmiyoruz. Uludağ’ın tüm yaşamsal zenginliği ile var olma hakkına saygı gösterilmesini talep ediyoruz.  “Uludağ alanı içerisinde doğal sit alanları” ibaresiyle sanki küçük bir alanmış gibi gösterilmeye çalışılsa da Uludağ Alanı ilan edilecek 2 bin hektarın (20 milyon m2)  tamamı Milli Parktır ve Doğal Sit Alanıdır. 1. Ve 2. Gelişim Bölgesinin de içinde yer aldığı 2 bin hektar olan bu alan endemik türlerin en yoğun yayılış gösterdiği açıklık alandır. 13 bin hektar genişlikteki Uludağ Milli parkı sayıları gittikçe azalan Sakallı Akbaba ve Kaya Kartalının yuvasıdır. Bu yüzden Uludağ önemli kuş alanlarından biridir. Paçalı Baykuşun ilk görüntülendiği yer Uludağ’dır. Apollo kelebeğinin ender yaşadığı bölgelerdendir ve Uludağ’a özgü bir alttürü vardır. 32 lokal endemik bitki türünün yaşam alanı sadece Uludağ’dır. Lokal endemik türlerin dışında sadece Türkiyede yaşayan 148 endemik tür de Uludağ’da yayılış göstermektedir. Uludağ’da bugüne kadar 1308 bitki türü tespit edilmiştir. Uludağ’ın milli park ilan edilmesini sağlayan endemik bitki türleri ve soyu tükenme tehlikesi içerisinde olan birçok hayvan hala Uludağ’da yaşamakta ve üremektedir. Bu yüzden Uludağ Milli Parktır ve öyle kalmalıdır! Botanikçi Mayr’n orman zonlarını muhtelif yüksekliklerde karakterize etmesi ve 45 dakikalık bir araç yolculuğu esnasında bu zonların görülebilmesi açısından dünya ormancılık literatüründe bilimsel yönden özel bir öneme sahiptir. Uludağ Bursa’nın suyu, temiz havasıdır. Alan Başkanlığı düzenlemesiyle ileride milli park içerisinde yapılacak her tür yapılaşma, sit sınır ve derece değişikliklerine hukuki kılıf hazırlanmaya çalışılmaktadır. Alan Başkanlığı Kanun teklifi 2873 sayılı Milli Parklar Kanununa aykırıdır. Bu sebeple Bu hafta içerisinde ülkenin birçok yerinden gelecek yaşam ve doğa savunucuları ile beraber TBMM’ni ziyaret edeceğiz.  Kanun tasarısının Genel Kurula gelmeden geri çekilmesi talebimizi yineleyeceğiz.

Amazon'dan Avustralya'ya, paranız neden Dünya'nın yıkımını finanse ediyor?

Dünya  üzerinde yaşanan her çatışmada bir şeyler korunuyor. Ve çoğu zaman, bu yanlış bir şey. Dünyanın en zararlı endüstrileri hükümetler tarafından, özellikle ve güçlü bir şekilde korunuyor. Fosil yakıtları, balıkçılık ve çiftçilik; ekosisteme zarar veren ve yaban hayatın yok olmasından  en çok sorumlu olan sektörler olarak karşımıza çıkmakta. 2021'de hükümetler doğrudan petrol ve gaz üretimini 64 milyar $  tutarında sübvanse etti ve fosil yakıt fiyatlarını düşük tutmak için 531 milyar $ daha harcadı. 2018'den itibaren balıkçılık sektörüne  yönelik küresel sübvansiyonlar,  yılda 35 milyar doları buldu ve bunun yüzde 80'inden daha fazlası büyük ölçekli endüstriyel balıkçılığa gidiyor. Şirketlere  "kapasiteyi artırmak" için para akıtılıyor: başka bir deyişle, deniz ekosistemleri çökerken endüstrinin daha fazla balık yakalamasına yardım ediliyor.  Her yıl hükümetler, büyük çoğunluğu çevre korumaya hiç önem vermeyen çiftliklere 500 milyar dolar harcıyor. Çevreyle ilgili olduğu iddia edilerek verilen paraların bile genellikle yarardan çok zarar getirdiği çok açık. Örneğin, Avrupa Birliği'nin  "yeşil" sübvansiyonlarının çoğu, ekolojik restorasyon için kullanılması gereken arazilerde hayvancılık için kullanılıyor. Avrupa tarım bütçesinin yarısından fazlası, muhtemelen dünyanın ekolojik açıdan en yıkıcı endüstrisi olan hayvan üreticiliğini desteklemek için harcanıyor. Et üretimi için meralara duyulan ihtiyaç, palm yağından beş kat daha fazla ormanı yok ediyor.  Madagaskar, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Ekvador, Kolombiya, Brezilya, Meksika, Avustralya ve Myanmar'daki ormanlar da dahil olmak üzere dünyadaki en zengin habitatlar büyük tehdit altında. Et üretimi, 35 yıl içerisinde en büyük biyolojik çeşitliliğe sahip arazilerin 3 milyon kilometrekaresini yutabilir. Bu neredeyse Hindistan'ın büyüklüğü kadar bir alan. Avustralya'da, mercan kaybının önemli bir nedeni olan Büyük Bariyer Resifi bölgesindeki ormanların yok olması, yüzde 94 gibi devasa bir oranla sığır eti üretimi ile ilişkilidir. Bu felaketlerin çoğu kamu finansmanlarıyla gerçekleşmekte.  İşletme ne kadar yıkıcı olursa, siyasi korumadan yararlanma olasılığı da o oranda  artıyor. Bu ay yayınlanan bir araştırmada, Herefordshire ve Shropshire'da inşa edilen tavuk çiftliklerinin, iş imkanı sağladıkları insanlardan  çok daha fazlasını işsiz bırakacağı, neden oldukları nehir ve hava kirliliği, koku ve doğal bozulma nedeniyle turizmi mahvedeceği ortaya konuluyor. Ancak bu fabrikalar için  hiçbiri ekonomik etki analizi yapılmadığı gibi gazete, planlamacıların turizm endüstrisini "ciddi olmayan ve önemsiz" olarak değerlendirerek son derece küçümsedikleri tespitinde bulunuyor. Yine gazetedeki yazıdan anlıyoruz ki planlamacıların çiftliklere karşı tutumları çok farklı; ciddi ve erkek işi olarak tanımlıyorlar. Dünya sistemlerini çöküşe sürükleyen ”sert“, ”erkeksi" endüstriler, hükümetler tarafından şımartılıp  korunurken, daha az yıkıcı sektörler kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kalıyor.  Dünyadaki yaşamın yok edilmesi için kamu kaynakları rahatlıkla kullanılırken, korunması için gerekli kaynaklar her zaman yetersiz kalmakta. BM'ye göre,  dünyayı korumak için yılda 536 milyar dolara ihtiyaç var – onu yok etmek için harcanandan çok daha az – ancak bu finansman bulunamıyor. Bazı sözler verildi, neredeyse hiçbiri gerçekleşmedi.  Zararlı endüstrilerin siyasi olarak korunması, özellikle kirlilik paradoksu nedeniyle siyasetin dokusuna işlenmiştir ("Ticari işletme ne kadar çok çevreye zarar verirse, faaliyetlerinin yasaklanmaması için siyasete o oranda daha fazla para harcaması gerekir. Sonuç olarak, siyasete en zarar verici ticari girişimler hakim olur.”) Bunun aksine, dünya sistemleri sonradan düşünülmüş bir aksesuar olarak görülür: sahip olmak güzeldir, ancak sınırlamalar koymak zorunda kalınıldığında kolayca vazgeçilebilir. Oysa vazgeçilemez temel gerçek yaşanabilir bir gezegendir.  2010 Yılında Japonya'nın Nagoya kentinde düzenlenen biyoçeşitlilik zirvesinde hükümetler, 2020 yılına kadar yerine getirilecek 20 hedef belirledi. Hiçbiri başarılamadı. Montreal'de düzenlenen biyoçeşitlilik Cop15 zirvesine hazırlanırken hükümetler, yaşadığımız dünyanın savunmasına değil, sahte çevreciliğe yatırım yapıyor. Ana hedef, 2030 yılına kadar karalar  ve okyanuslarının yüzde 30'unu koruma altına almak. Ancak hükümetlerin korumadan kastettiği şey, genellikle ekolojistlerin kastettiği şeyle çok az benzerlik gösterir. Örneğin İngiltere'yi ele alalım. Kağıt üzerinde, yüzde 28 ile zengin dünyadaki en yüksek korunan arazi oranlarından birine sahip. Bu oranı rahatlıkla yüzde 30'a çıkarabilir ve yükümlülüklerini yerine getirdiğini iddia edebilir. Ama aynı zamanda dünyada doğayı en çok tüketen ülkelerden de biridir. Bu nasıl oluyor? Çünkü “korunan” alanlarımızın çoğu bu türden değil. Bir analiz, arazilerimizin yalnızca yüzde 5'inin uluslararası korunan alan tanımına uyduğunu  gösteriyor. Yasayı uygulayacak neredeyse hiç kimse kalmadığından, bu kırpıntılar bile risk altında. Denizde, deniz koruma alanlarımızın çoğu haritadaki çizgilerden başka bir şey değil ve trol tekneleri hala onları parçalamaktadır. Bütün bunların çok daha kötüye gitmesi muhtemel. Gündemdeki AB yasası tasarısı kabul edilirse, Birleşik Krallık'taki yasal korumanın tüm temeli yıkılabilir. Bu hükümetin standartlarına göre bile, bu konuya dahil olan akılsız, düşüncesiz vandallık şok edici. Brexit'in Brexit anlamına geldiğini kanıtlamak için 570 çevre yasasının gelecek yıl sonuna kadar kaldırılması veya değiştirilmesi gerekiyor. Halka açık bir görüşme olmayacak, kanıt sunma kapsamı olmayacak ve büyük olasılıkla parlamentoda  tartışılması için bile fırsat olmayacak. Bu kadar kısa sürede bu kadar çok mevzuatı değiştirmek lojistik olarak imkansız, bu nedenle en olası sonuç kaldırılmalarıdır. Eğer öyleyse, İngiltere'deki nehirler, toprak, hava kalitesi, yeraltı suları, vahşi yaşam ve habitatlar için oyun bitti. Sahtekarlar ve dolandırıcılar için ise oyun devam ediyor. Aslında tüm ülke bir serbest liman haline gelecek.  Bir fikir uğruna her şeyi mahvetmeye hazır Muhafazakar Parti’nin yıkıcı içgüdülerini, kaos ve işlev bozukluğuna olan iştahını asla hafife almayın. Bizi felakete sürükleyen korunan endüstriler, kontrol edilmezlerse her şeyi ele geçirecekler. Kara ve deniz üzerinde kontrol için acımasız bir rekabetle karşı karşıyayız. Yaşam alanlarını kazanca dönüştürmeye çalışanlar ile onları savunmaya, eski haline getirmeye ve mümkünse kapitalizmin vahşetiyle mülksüzleştirilmiş yerli halka iade etmeye çalışanlar arasındaki rekabetten bahsediyoruz. Bunlar asla sadece teknik veya bilimsel konular değildir. Sadece yönetim tarafından çözülemezler. Derinden politiktirler. Yaşayan dünyayı koruyabiliriz ya da onu yok eden şirketleri koruyabiliriz. İkisini birden yapamayız. George Monbiot The Guardian’da yayınlanan “From the Amazon to Australia, why is your money funding Earth’s destruction?” makalesini çeviren TN.

Kapitalizmin yarattığı felaket

Birleşmiş Milletler’in Biyoçeşitlilik Zirvesi 7-19 Aralık tarihlerinde Kanada’nın Montreal kentinde gerçekleşiyor. Michael Robert zirveyi ele aldığı makalesinde Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres’in, “İnsanlık bir kitlesel yok oluş silahı haline geldi, doğayla uyumumuz bozuldu, aslında tamamen farklı tellerden çalışıyoruz. Dünyanın dört bir yanında yüzlerce yıldır yıkım enstrümanlarıyla çaldığımız bir kaos kakafonisini yönettik. Ormansızlaşma ve çölleşme, bir zamanlar gelişen ekosistmeleri çorak arazilere çeviriyor” dediğini aktarıyor. Guterres , "Topraklarımız, suyumuz ve havamız kimyasallar ve böcek ilaçları tarafından zehirleniyor ve plastiklerle boğuluyor ... Çocuklara verdiğimiz en önemli ders, eylemlerinin sorumluluğunu almaktır.” diye devam ediyor. Kuşkusuz Birleşmiş Milletler gibi kurumların sözcülerinin bu tip toplantıların açılış konuşmalarında yaptıkları dokunaklı konuşmalar tartışmanın özünü gizlememeli. Guterres konuşmasında “biz” diyor. “Biz” ormanları yok ediyoruz, “biz” Amazon ormanlarına ve Afrika ve Asya’daki el değmemiş alanlara tecavüz ediyoruz, “biz” okyanusları ve nehirleri atıklarla dolduruyoruz. Bu “biz” tartışmayı karmaşıklaştırıyor ve gerçek sorumluların arkasına gizleneceği bilinmez bir özne yaratmış oluyor. Roberts, COP15’e ev sahipliği yapan Kanada’da hükümetin dünya kara kütlesinin yüzde 30’unu kurtarmayı hedef olarak belirlediğini ama bu oranın bile mevcut ekolojik yıkımın sürmesi anlamına geleceğini söylüyor. Üstelik bu yüzde 30 hedefine ulaşmak için üretilen çözümler de piyasaya dayalı. “BM çok uluslu şirketlere ekosistem üzerindeki yıkıcı etkileri azaltmak için hâlâ doğaya yatırım yapmayı karlı hale getirmek, tedarik zincirlerini incelemek ve “yüksek bütünlüklü doğa pazarlarını” kullanarak bir denge oluşturmak gibi öneriler yapan uzmanlara sahip. Roberts, Karl Marx’tan yola çıkarak bir ülkenin servetini ormanlar, enerji, su gibi maddi doğal kaynakları da içeren şekilde ölçme girişimlerinin derinden kusurlu olduğunu söylüyor. “Ancak bu ulusal hesaplar ekonominin üretim sınırıyla sınırlıdır.  Piyasa işlemlerine tabi olmayan ve mutlaka köklü piyasa fiyatlarına sahip olmayan doğal mal ve hizmetleri hesaba katmazlar… Kapitalizmde servetin anlamı, çevresel bozulma, kirlilik, sömürü ve eşitsizliklerden kaynaklanan zenginlik üzerindeki etkinin yanı sıra insan sosyal ihtiyaçlarını da dışlar.  Bunlar, kapitalist özel servet birikiminde hesaba katılmaz.  Bu nedenle kapitalist ekonomiler yalnızca yıkıcı ve savurgan değildir; kapitalizm, insanlığa gerçek zenginlik sağlama amacına uygun değildir. COP15 sürecinin örgütleyicileri olan hükümetler ise özel sektörü Çevresel ve Sosyal Yönetişim hususlarını yatırımların seçimi ve belirlenmesi süreçlerine dahil etmek dışında bir niteliğe sahip değil.  COP15, biyoçeşitliliğin koruma altına alınması için özel sermayeye özel bir önem veren yaklaşımdan kurtulmak zorunda. Roberts’ın Çevresel ve Sosyal Yönetişim sürecinin kurumsal yüzü olan bir örgütlenmenin baş yatırım sorumlusu olan Tariq Fancy’den yaptığı şu alıntı özel sermayeden neden bir beklentimiz olmaması gerektiğini de gösteriyor: "Şirketler ve içinde bulundukları tüm yasal ve sosyal aygıt, şirketlerin hissedar zenginliğini en üst düzeye çıkarmak için var olduğu fikri üzerine inşa edildi. Yapmak için tasarlandıkları ve yapmaları gereken şey budur. Finansal piyasalarda dolaşmanın, şirketleri kökten farklı bir amaca, - ekonomik dışsallıklar ve zor kolektif eylem sorunları tarafından yönlendirilen geniş sosyal sorunlara yardımcı olmak gibi bir sürece uygun hale getireceğini düşünmek sadece çılgınlıktır.” Gerçekten de bir seri katilden seri cinayetler işleyen bir başka katili yakalamakta yardım etmesini istemeye benziyor bu. Bu yüzden BM Sekreteri çocuklara verdiğimiz en iyi ders eylemlerinin sorumluluğunu almaktır derken yanılıyor. Çocuklar, yani yepyeni bir kuşak, bir ölüm kalım süreci içinde olduğumuzu biliyor. Ama bu sürecin sorumlusunun kimler olduğu konusunda da çok net. Boşuna “İklimi değil sistemi değiştir!” sloganı yükselmiyor eylemlerde.

Hayvan haklarını tanıyın!

AKP'li Konya Büyükşehir Belediyesi’ne ait Sahipsiz Hayvan Bakımevi ve Rehabilitasyon Merkezi’nde elindeki kürekle bir köpeği katleden görevlinin görüntüleri sosyal medyaya düştü, görüntülerin yayınlanmasından sonra iki kişi gözaltına alındı. Konya'daki bakımevi ve rehabilitasyon merkezinde gerçekleştirilen işkence ile öldürme suçu, barınaklardaki gerçeği bir kez daha gözler önüne serdi. Olaydan birkaç gün sonra yaptığı açıklamada Tarım ve Orman Bakanlığı, bu barınağın 2 Kasım ve 15 Kasım 2022 tarihlerinde denetlendiğini, “barınma koşullarına ilişkin bir olumsuzlukla karşılaşılmadığını" belirtti. Bakanlığın denetlemeden elde ettiği sonuç, barınaktaki hayvan sayısının kapasiteyi aşmadığı yönündeymiş.  Cumhurbaşkanı Erdoğan da 17 Kasım’da yaptığı açıklamada hayvanlara işkence edilen bu tesisi övmüş, sokakta yaşayan tüm hayvanların toplatılması ve bu gibi tesislere gönderilmesi gerektiğini söylemişti: “Bu konuda öncelikli olarak belediyeler, barınaklar inşa ederek sahipsiz, başıboş sokak hayvanlarını toplamalı. Mesela bizim Konya Büyükşehir Belediyemizin gerçekten çok örnek bir çalışması var. İstanbul'da Beykoz Belediyemizin de gerçekten çok örnek bir çalışması var. Yani hem teşhis hem tedavi ve ondan sonra da hayvanları garipsemeyecekleri alanlara salıverme gibi bir çalışmayı şu anda Beykoz Belediyemiz de Konya Büyükşehir Belediyemiz de yapıyor.” Yaşam haktır, tanıyın! Konya Valiliği, iki kişinin gözaltına alındığı vahşetle ilgili incelemelerde tesis müdürünün de açığa alındığı bildirdi. Fakat bu, hayvanlara yapılan işkenceyi durdurabilecek bir önlem olmaktan çok uzak.  Vahşet gerçekleştikten sonra göstermelik sorumlu belirleyip, bu yaşananlar münferit bir olaymış gibi işlem başlatmak, hayvanlara yapılan işkenceyi durdurmaz. Çünkü hayvan hakları uzun yıllardır göz ardı ediliyor, hayvanlara şiddet uygulanan bu tesisler devlet erkanı tarafından övülüyor.  Hayvanların yaşam hakkını koruyan ve 2004 yılında kabul edilen 5199 sayılı kanuna göre: ► Bütün hayvanlar eşit doğar ve bu kanun hükümleri çerçevesinde yaşama hakkına sahiptir. ► Evcil hayvanlar, türüne özgü hayat şartları içinde yaşama özgürlüğüne sahiptir. Sahipsiz hayvanların da, sahipli hayvanlar gibi yaşamları desteklenmelidir. ► Hayvanların korunması, gözetilmesi, bakımı ve kötü muamelelerden uzak tutulması için gerekli önlemler alınmalıdır. Yeni maddelerin de eklenmesi gereken 5199 sayılı Kanun gereği sokak hayvanları sadece şu amaçlarla barınaklara alınabilir; aşılama, tedavi etme, kısırlaştırma. Yani bu barınakların hepsi geçici bakımevleri statüsünde. Bakımı ya da tedavisi tamamlanan tüm sokak hayvanları alındıkları yere bırakılmak zorundadır.  Dolayısıyla Erdoğan’ın söylemindeki “sahipsiz, başıboş sokak hayvanlarının” toplatılması vurgusu hem hukuka hem de vicdana aykırı bir çıkış. 21 baronun imzasını taşıyan açıklamada hukukçular şöyle diyordu; “Cumhurbaşkanının, yasal sorumluluklarını yerine getirmeyen belediyelere ve kurumlara karşı gerekli hukuki süreçlerin işletilmesi yerine, masum ve savunmasız hayvanların doğal yaşam alanı olan sokaklardan toplatılıp barınağa dönüştürülmek istenen bakım evlerine kapatılması ve yerleşimden uzak alanlarda hapsedilmesi için verdiği talimat Yasaya aykırı olduğu için bağlayıcı değildir, uygulanamaz.” Sokak hayvanlarının bu barınaklardaki işkencecilerin ellerine teslim edilmesi kabul edilemez. Hayvanların yaşam hakları anayasal güvence altına alınmalı, ‘sahipli/sahipsiz hayvan’ tanımları terk edilmelidir ki sokak hayvanlarına yönelik şiddet son bulabilsin: ► Belediyeler başta olmak üzere, bu konudaki yasal sorumluluklarını yerine getirmeyen tüm kişi ve kurumlar hakkında etkin, caydırıcı adli ve idari yaptırımlar düzenlenmeli, bunlar derhal hayata geçirilmelidir. Hayvanlara yönelik şiddet içeren her türlü davranışa hapis cezası yaptırımı getirilmelidir. Bu suçlarda takdiri indirime başvurulması kabul edilemez. ► Sokakta yaşayan hayvanlar, sokak sakinleridir. Yaşadıkları yerlerde karşılaştıkları tüm sorunlar ortak yaşam kültürüne bağlı kalınarak çözülmeli, yaşam haklarına yönelik tüm tehditler ortadan kaldırılmadır. 5199 Hayvanları Koruma Kanunu’nun 6. Maddesi gereği, bakımevlerinde rehabilitasyon süresini tamamlayan ve yuvalandırılamayan hayvanlar derhal alındıkları noktaya bırakılmalıdır.  ► Belediyelerin görevlerini yerine getirip getirmediği bağımsız kurumlarca denetlenmeli, görevlerini yerine getirmeyen belediyelere ağır idari yaptırımlar getirilmelidir. Hayvanlara yöneltilen şiddet, onlara bakmakla yükümlü kurumlar tarafından gerçekleştirilirse bu durum “nitelikli hal” kabul edilerek ağırlaştırılmış ceza uygulanmalıdır. ► Yasak veya tehlikeli ırk diye bir şey yoktur; kötü bakılmış, psikolojik ve/veya fiziksel şiddete maruz bırakılmış köpekler mevcuttur. Tehlikeli olan, sorumluluğunu aldığı canlıyı saldırgan hale getirmiş olan bu kişilerdir; hayvanların değil onların cezalandırılmaları gerekir.  ► “Sahipli hayvan” yoktur; sorumluluğu üstlenilmiş hayvan vardır. Kimse bir başka canlının sahibi olamaz. Sorumluluğunu aldığı bir canlıyı terk eden, şiddet uygulayan, gereken bakımı sunmayan herkes cezalandırılmalı, bu kişilerin bir başka hayvanın sorumluluğunu almaya kalkışmasına izin verilmemeli, bunun takibinin yapılabilmesi sağlanmalıdır. ► Her canlının yaşam hakkının tanınması gerektiği anlaşılmalı, sahiplik statüsü diye bir şey olamayacağı için satış hakkı diye bir şeyin de olamayacağı kabul edilmelidir. Hayvan ticareti yasaklanmalı, ceza uygulanmalıdır. ► Hayvanat bahçeleri ve yunus parkları birer işkence yöntemidir; yenilerinin açılmasına izin verilmemeli, mevcut tesisler ise yaban hayatı merkezlerine dönüştürülmeli ve bakıma muhtaç canlılar için geçici bakım hizmeti sunan tesisler olarak işletilmelidir. ► Av ve avcılık yasalarla meşru kılınamaz. Hiçbir canlı, spor niyetine, zevk için öldürülemez, bu durum bir turizm biçimi olarak teşvik edilemez. Avcılık ve av turizmi derhal yasaklanmalıdır. Tuna Emren (Sosyalist İşçi)

Geri 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 İleri

Bültene kayıt ol