Ankara’da kurulan Hayvan, Yaşam, Özgürlük İnisiyatifi bir bildiri yayımlayarak insan ve hayvanların kurtuluşunun ortak olduğu perspektifiyle mücadeleye çağırdı. Bildirinin içeriği şöyle:
Gabrielle Kasırgası Yeni Zelanda’da bazı bölgelerde yıkıcı bir etkiye sahip oldu. Kasırgada en beş kişinin öldüğü, binlerce kişinin yerinden olduğu tahmin ediliyor ve ana yolların tahrip olması nedeniyle uzaktaki küçük yerleşim noktalarına ulaşmak zor hale gelmiş durumda.
Kamu Politikası Araştırma Enstitüsü (IPPR) ve bir dizi araştırmacı yayınladıkları raporla iklim krizinin emisyonları azaltma çabalarını karmaşıklaştıran bir eğilimi işaret etti. Sadece iklim krizinin artan etkileriyle başa çıkma çabasının kaynakları emmesi karbon emisyonlarını azaltma çabalarından uzaklaşmak anlamına gelebilir diyen araştırmacılar bunun neden olduğu küresel hasara da dikkat çektiler.
Yokoluş İsyanı (Extinction Rebellion/XR) çekim alanını genişletmeyi istediğini söylüyor, fakat öte yandan hayatın akışına müdahale eden eylemlerden vazgeçiyor. Sophie Squire diyor ki bu ikisi bileşik olmalıdır ve işin anahtarı işçilerin gücüdür.
Yokoluş İsyanı’nın yakınlarda yayınladığı “İstifa Ediyoruz” açıklaması, ekolojik çöküşü durdurmak için ne gibi taktik ve stratejilere ihtiyaç olduğuna dair tartışmayı tırmandırdı. Grup, karakteristik özelliği haline gelmiş olan sivil itaatsizliğe dayalı yöntemlerinden en azından geçici olarak uzaklaşmayı hedefliyor.
Grubun pek çok önde gelen sözcüsü, böylesi eylemlerin antipati uyandırmaya başladığını ve değişimi kazanma gücü olan etkili bir hareketin önünü tıkadığı yönünde tartışıyor. Üç yıldır Yokoluş İsyanı aktivisti olan Jon, gazetemize yaptığı açıklamada “Bu bildiri, daha çok insanın faaliyete katılması için çıtayı düşürmek anlamına geliyor” diye konuştu: “Bu şekilde Yokoluş İsyanı’nın eylemlerinin parçası olmak için önceden belirlenmiş bir yol izlemenizin gerekmediği herkese malum olacak. Tutkal şişelerini bir kenara bırakıyoruz ve kitle eylemlerini ön plana çıkarıyoruz. Umuyoruz ki bu herkesin 21 Nisan’da meclisin önüne gelmesini sağlayacaktır.”
Sosyalistler, değişim için hem kitle eylemlerini hem de doğrudan eylemliliği savunurlar. Ve çoğu zaman en etkili hareketler bu ikisini birleştirirler.
2003 yılındaki büyük savaş karşıtı hareket, hem uluslararası eylem günü olarak 15 Şubat’ta hem de savaşın başladığı gün milyonların sokaklara taştığına şahit oldu. İnsanlar yolları kapadılar ve katliama karşı öfkelerini ifade etmek için çok geniş alanlarda hayatın akışını durdurdular.
Günün sonunda bu eylemler tek başına savaşı durdurmak için yeterli değildi. Ama özellikle İngiltere’de birlikte mücadeleyi ve emperyalizm karşıtı bir genel havayı miras bıraktı.
Bu eylemler hükümetlerin yeni işgaller düzenlemelerini zorlaştırdı. Bununla birlikte geniş kitlelerin gözünde savaşın “insani yardım için müdahale” olduğu yönündeki yalanları ayyuka çıkardı.
1990 Mart’ında gerçekleşen, Kelle Vergisi’ne eylemi ve isyanı uzun süreli ödeme reddi ve militanca eylem dalgasının üzerine gelip bu vergi uygulamasının kaderini belirlemişti. Ayrıca Margaret Thatcher’ın Muhafazakâr Parti liderliğinden atılmasında da elzem rol oynamıştı.
1999’da ABD’de gerçekleşen, Seattle’daki Dünya Ticaret Örgütü binasının önündeki öfkeli eylemler ise antikapitalist mücadeleye yeni bir uzuv kazandırmıştı.
Doğrudan eylemlilik ise geniş isyan dalgalarının fitilini ateşleme potansiyeli taşır. Sıradan insanların neyin mümkün olduğuna dair kabullerini alaşağı ederek başkaları sistemi bizler için yönetirken arkamıza yaslanıp yasalara uymaktan başka bir çaremiz olmadığı düşüncesini aşındırır.
Devleti şaşkına çevirebilir, mücadeleye medyanın ilgisini toplayabilir ve önemli tartışmaları ateşleyebilir. Amerikan yerlilerinin 2016’da Standing Rock’ta gerçekleştirdiği, yeni petrol hatlarına yönelik eylemler yeni bir ekoloji direnişi dalgasının fitilini ateşlemişti.
İklim felaketine karşı Fridays for Future öğrenci eylemleri bireysel ve yerel nitelikte başlamıştı. Fakat genişleyerek küresel ölçekte bir ağa ve direnişin odak noktası haline dönüşerek iklimle ilgili tartışmayı tümüyle değiştirdi. Yani sonuç olarak basitçe “sadece yürüyün” demek de “sadece yolda oturun” demek de iyi bir fikir değil.
Yokoluş İsyanı’nın açıklaması büyük bir tehlike barındırıyor. Sivil itaatsizlik kimilerine “itici geliyor” düşüncesi, bazı grevleri desteklememek için bir sebebe dönüşebilir. Örneğin NHS (Ulusal Sağlık Hizmetleri) grevleri hiç şüphesiz kamu düzenini bozan grevlerdir ve kaçınılmaz olarak sıradan insanların gündelik hayatını etkiler, fakat tümüyle meşru grevlerdir.
Kitlesel eylemler de doğrudan eylemlilik de yalnızca yönetenler üzerinde basınç yarattıkları için değil aynı zamanda insanların kendilerini nasıl gördüklerini değiştirebildikleri için önemlidirler.
Yüzbinlerin katıldığı bir eylemin parçası olmak insana bir kolektif güç hissi verir. Kimi zaman insanlar büyük eylemlere katıldıklarında daha agresif doğrudan eylemliliklerin de parçası olabilecek kadar cesaretlenebilirler.
Bunun iyi bir örneği UCU (Üniversite ve Kolej Çalışanları Sendikası) ve Ulusal Öğrenci Birliği’nin 2011 yılında öğrenci harçlarındaki artışa karşı düzenledikleri eylem. Eylem öncesinde yaklaşık 15.000 kişinin geleceği öngörülüyordu. Ancak 50.000’den fazla öğrenci eyleme akın etti öfkelerinin ifadesi olarak Milibank Kulesi’ndeki Muhafazakâr Parti genel merkezini işgal ettiler.
Yokoluş İsyanı’nın 2019’daki ilk Uluslararası İsyanı’na hem kitlesel katılım oldu hem de Londra’nın merkezini tümüyle kilitleyen bir sivil itaatsizlik vardı. Sokakları boşaltmak günler aldı. Bu isyan sırasında binlerce insan daha önce sahip olduklarının farkında bile olmadıkları bir güçle donanmış olduklarını fark ettiler.
Militanlık düzeyi yükseldiği zaman işçi hareketi, başka bir dünyanın mümkün olduğunu da gösterirler.
Fakat, istediği kadar büyük olsun, hiçbir sayıda eylem veya kırık cam, pencere, zaferi kazanmak için tek başına yeterli değildir.
Polonya asıllı Alman devrimci Rosa Luxemburg terörizm üzerine yazmış ve bunun etkilerini kitlesel işçi eylemliliğinin etkileriyle kıyaslamıştı. En başarılı terörizm örneklerinin bile “Kocaman bir orman yangınının ortasında alevleri yukarı doğru yanan ateşler” olarak tarif ediyordu.
Dünyanın, yangınların ve sellerin hüküm sürdüğü bir kaya parçasına indirgenmesine engel olmak, sistemin tümünü alaşağı edecek bir hareketi gerektiriyor. Kapitalizme karşı en güçlü silah ise işçilerin üretmeyi bırakarak kârın kaynağını kesmesidir.
Bu tek mücadele yöntemi değildir elbette, ama etkisi en büyük olanı da budur. Ve kitle grevlerinin içinde işçiler hem kendileri değişirler hem de çevrelerindeki toplumu değiştirirler.
İşçiler hayatı durdurmak ve kar akışını kesintiye uğratmak için sahip oldukları emeği geri çektiklerinde, tıpkı yukarıda bahsi geçen diğer doğrudan eylemlilik biçimlerinde olduğu gibi, insanlara yön verebilir ve toplumun yönetiliş biçimini sorgulamaya itebilirler.
Örneğin özellikle bu sıralar hangi grevi ziyaret etseniz benzer bir şikayetle karşılaşırsınız: “Salgın boyunca çalıştık, patronlarımızın süreci atlatmasını sağladık ve her şeyin çalışır durumda kalması için elimizden geleni yaptık. Kâr etmeye devam etmeleri için bile çaba gösterdik ama şimdi cezalandırılıyoruz.”
Bu tip şikayetler insanı kaçınılmaz olarak sistemin önceliklerini sorgulamaya iter. Bu gibi şikayetlerin kökünde “nedir esas önemli olan?” sorusu yatar. CEO’ların muazzam kârlar etmeleri midir; yoksa o muazzam kârları üretenlerin insanca yaşamaya devam edebilmeleri mi?
Ve militanlık en üst noktaya ulaştığında işçilerin eylemi aynı zamanda toplumun nasıl çok daha farklı işleyebileceğini gösterir. İşçiler her greve çıktıklarında onların emeği olmadan hiçbir şeyin çalışmayacağını gösterirler.
Ve hal böyle olunca aslında toplumu kendi kendilerine -ve elbette farklı önceliklerle- yönetebileceklerini de ispatlamış olurlar. İklim için verilen mücadeleler ile işçilerin eyleminin kesişebileceği nokta da tam burasıdır.
Her şeyden önce iklim meselesi sınıfsal bir meseledir. Zira iklim değişikliğinin etkilerinin yükünü taşıyanlar işçiler ve yoksullardır.
Örneğin İngiltere’de gittikçe artan ölçüde aşırı hava koşullarında yaşamanın ve çalışmanın gerçekleriyle yüz yüze geliyoruz. Dahası krizin sorumlusu olan fosil yakıt şirketlerinin bize dayatılmasıyla yaşadığımız sefaletin bir de üstüne para veriyoruz. Küresel Güney’de bu çelişki daha da belirgin. İran ve Irak gibi ülkelerde işçiler ve yoksullar su kesintilerine karşı protesto eylemleri yaptılar.
Fosil yakıt şirketlerinin faaliyet gösterdikleri ülkelerde, flaring (petrol çıkarma sonucu oluşan artık gazların tutuşturulması) gibi uygulamalar hem büyük bir emisyon kaynağı hem de çevrede yaşayan insanlar için oldukça zararlı.
Bu talepleri bir araya getirmek sendikalara iklim taleplerini sahiplenmeleri için baskı yapmak anlamına gelebilir. Fakat bunun epey ilerisine gitmek zorundayız.
Büyük ve militan bir iklim hareketi hükümeti tıpkı 2019’da olduğu gibi köşeye sıkıştırabilir; yönetenlerin krizindeki kuvvetli unsurlardan biri haline gelebilir.
Bunun sonucunda da bu, tepedekilere karşı mücadele eden herkese bu kişilerin yenilmez olmadıklarını göstererek cesaret verebilir. İklim hareketinin heyecanı, militanlığı ve taktikleri işçi mücadelelerine de getirilebilir, bu mücadeleleri salt sendikaların örgütlediği sıkı kontrollü eylemliliklerin ötesine taşıyabilir.
Ve sonuç olarak böylesi bir eylemliliğin kuvveti bu toplumdaki gücümüzün tam nerede yattığının ve bu toplumu değiştirme potansiyelimizin herkese gösterilmesinde yatıyor. Böylesi bir atmosferde her türden talep iç içe geçebilir ve ortak bir hedefe, kâr için yaşamlarımızı ve geçim kaynağımızı mahveden bu sisteme karşı birleştirilebilir.
Böyle bir hareketi inşa etmek çok fazla emek ve çok geniş bir vizyon gerektiriyor. Ve bu, şüphesiz olabildiğince çok sayıda insanı çekmek için çabalamak anlamına geliyor.
Ancak bu sistemi kesintiye uğratan eylemlerden çekilmekle değil bilakis bunlara yönelmekle mümkün.
Çeviren: Deniz Güngören
Yaklaşık bir yıl önce yayınlanan IPCC’nin 6. Değerlendirme Raporu nasıl bir iklim krizinin içinde olduğumuzu gösteren veri ve tespitler ile doluydu. Rapor uzun zamandır dünyanın her yerinde etkilerini yaşadığımız iklim krizinin 1.1 derecelik sıcaklık artışı sonucu oluştuğuna vurgu yaparken, 1.5 derece artışla yaşayacağımız yıkımları bir bir sayıyordu. IPCC’nin bundan önceki raporlarında da ifade edildiği gibi “ön görülenden, beklenenden daha yaygın ve şiddetli bir iklim değişikliği gerçekleşiyor”du.
Çölleşmeyle mücadele
Yine geçtiğimiz yıl Mayıs ayında Birleşmiş Milletler Çölleşmeyle Mücadele Sözleşmesi (UNCCD) tarafından hazırlanan bir kuraklık raporu vardı. Bu raporun hazırlanma amacı; kuraklık odaklı Fildişi Sahili’nde düzenlenen COP15 Zirvesine katılacak hükümet yetkililerine nasıl bir felaketle karşı karşıya olduğumuzu göstermek ve alacakları kararları bu gerçekliğe uygun olarak almalarını sağlamaktı. Bu rapor da IPCC’nin 6. Değerlendirme Raporu gibi çok çarpıcı veriler içeriyordu. Doğal afetlerin yüzde 15’inin kuraklık oluşturduğu, 2000 yılından günümüze kurak dönemlerin sayı ve süresinin yüzde 29 arttığı, 2000-2019 yılları arasında 1.4 milyardan fazla insan kuraklıktan etkilenirken, kuraklığın selden sonra insanları en fazla etkileyen ikinci felaket haline geldiği açıkça vurgulanıyordu.
Rapordan geçmiş dönem verilerine devam edecek olursak, 2022'de 2,3 milyardan fazla insanın su stresi yaşadığı ve 160 milyon çocuğun şiddetli ve uzun süreli kuraklığa maruz kaldığı önemli bir veriydi.1998-2017 döneminde yaşanan kuraklığın dünya çapında yaklaşık 124 milyar dolarlık bir ekonomik kayba neden olduğu ise bir başka veriydi.
İklim değiştirmeye son!
Raporun kuraklık önlenmez, hızla harekete geçilmezse olacaklar hakkında öngörüleri ise ürkütücü. 2030 yılına kadar 700 milyon insanın kuraklık nedeniyle yerinden edileceği, 2040 yılına kadar her dört çocuktan birinin aşırı su sıkıntısı olan bölgelerde yaşayacağı, 2050 yılına kadar dünya nüfusunun dörtte üçünden fazlasının kuraklıktan etkileneceği belirtiliyordu. Bu kuraklıktan etkilenecek insan sayısının 4,8 ila 5,7 milyara ulaşabileceği anlamına geliyor. Avrupa Birliği'nde ve İngiltere'de yapılan hesaplamalara göre, kuraklıktan kaynaklanan 9 milyar Euro civarındaki yıllık kaybın anlamlı bir iklim eylemi olmazsa 65 milyar Euro’nun üzerine çıkacağı; IPCC’nin raporunda da yalnızca önümüzdeki on yılda iklim değişikliğinin 32 ila132 milyon arası insanı aşırı yoksulluğa sürükleyeceği belirtiliyordu.
Ocak ayında sıcak hava müjde değildir
Dünyanın her yerinde mevsim normallerinin üzerinde sıcaklık rekorları kıran günler yaşanmakta. Türkiye’de 2022 Aralık ayı, son 52 yılın en sıcak Aralık ayı oldu. Aynı zamanda 2022’in Eylül, Ekim ve Kasım aylarında Türkiye’nin birçok bölgesinde şiddetli kuraklıklar yaşandı. İstanbul’un barajlarındaki su seviyeleri yine haberlere konu olmaya başladı. 2 Ocak 2023’de İstanbul’daki barajların ortalama doluluk oranı yüzde 32,74. Şubat, mart, nisan aylarında beklenen yağış miktarları ile baraj doluluk oranlarında artış olabilir ama bu artış oranları iklim krizinin şiddetlendirdiği kuraklık gerçekliğini değiştirmeye yetmeyecek.
Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakan Yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Emin Birpınar, geçtiğimiz günlerde bir sosyal medya paylaşımında, "Hava olayları çok garipleşti. Türkiye genelinde yağış yok. Sıcaklıklar normalin çok üstünde. Böyle devam etmesi halinde metropol şehirlerde büyük su krizi olur. İçme suyu barajları kritik seviyenin altında seyrediyor. Ocak ayı böyle giderse elimizde sadece şubat ayı kalır. Kuraklık ve su kıtlığı gıda kıtlığını doğurur. Gıda kıtlığı başka sosyal olayları tetikler. Özellikle iklim değişikliği dolayısıyla oluşacak doğudan batıya ve güneyden kuzeye iklim göçlerini ortaya çıkartacaktır. Problem ortak, çözüm de ortak bulunmalı. BM'ye çok iş düşüyor." diye yazmıştı.
İklim Değişikliği Bakan Yardımcısı’na hemen şu gerçeği hatırlatmak gerekir: Dünyanın en yüksek emisyon üreten 59 ülkesinin incelendiği İklim Değişikliği Performans Endeksi (CCPI) 2023 raporuna göre Türkiye, geçen yıla göre altı sıra gerileyerek 47'nci sıraya düştü ve düşük performans gösteren ülke olarak derecelendirildi. Bu raporda zeytinlikleri madenciliğe açan yönetmeliğe de yer veriliyor ve Türkiye’nin iklim eyleminde şeffaflıktan yoksun olduğu belirtiliyor. Şimdi hükümet kuraklıkla mücadeleyi suyu tasarruflu kullanmaya indirgeyen çağrılarda bulunacak. Kuraklığın önüne geçmek için bizim yanıtımız ise iklim krizini durdurmak için değil, aksine şiddetlendirici faaliyetlere devam eden AKP-MHP iktidarına bir an önce son vermek olacak.
Nuran Yüce
(Sosyalist İşçi)
5 yıldan beri önce İstanbul Büyükşehir Belediyesi, ardından Üsküdar Belediyesi tarafından gündeme getirilen ve zaman zaman girişimlerde bulunulan “Validebağ korusunda Millet Bahçesi yapma projesi” sonunda yargı tarafından iptal edildi.
İstanbul 6. İdare Mahkemesi, Validebağ Korusu için çıkartılan imar planları ve millet bahçesi projesini oy birliğiyle iptal etti.
Kararda, koru için çıkartılan koruma amaçlı imar planlarının açık bir şekilde korunması gereken alanın tahribatına neden olacağının anlaşıldığı belirtilerek, “Dava konusu planlarda şehircilik ilkelerine, planlama esasları ve tekniklerine, kamu yararına ve hukuka uyarlık bulunmadığı sonucuna varılmıştır” denildi.
Mahkeme, millet bahçesi peyzaj projesi hakkındaki kararında, projenin uygulanması durumunda Validebağ Korusu’nun ‘orman’, ‘doğal nitelikli yeşil alan’ ve ‘koruma alanı’ vasıflarını yani ekolojik zenginliğini kaybederek ‘park’ kategorisine indirgeneceğini vurguladı.
Validebağ gönüllüleri yıllardır koruya dokunulmaması mücadelesi verdi
1998 yılından beri korunun korunması için mücadele eden, semt sakinlerinin oluşturduğu Validebağ Gönüllüleri, 2018 yılında gündeme gelen Millet Bahçesi projesine karşı da eylemler yapıyordu. Korunun 354 dönüm büyüklüğüyle Anadolu yakasının en önemli yeşil alanlarından birisi olduğuna dikkat çeken Validebağ Gönüllüleri, korunun 1999’dan bu yana 1’nci derece doğal ve tarihi SİT alanı olduğunu hatırlatıyorlardı.
Validebağ Korusu kent ekolojisi için çok önemli
Validebağ korusu; 354 bin metre kare genişliğinde, kentin içinde kalmış, kendi yapısını korumuş, uzun yıllar içinde kendi bitkisel toprağını oluşturmuş bir eko sistem. Kuşlara, kaplumbağalara, kirpilere, kelebeklere, kertenkelelere ev sahipliği yapıyor, birinci derece SİT alanı olma özelliğini 1999 yılında kazandı.
Verem pandemisi ile mücadelede bir tarih, iyi bir örnek. Karbon tutma, temiz hava üretme, sessiz ve daha az tozlu bir alan olma açısından şehirde yaşayanlar için bir sığınma alanı.
Validebağ Korusu uzun yıllar inşaat firmalarının, doğa düşmanı yerel yöneticilerin saldırısına uğradı, ismi ve SİT alanı olma özelliği kaldırılmaya çalışıldı. Çılgın projelere, seçim propagandalarına konu oldu, Millet bahçesi yapılmaya çalışıldı.
Son olarak Üsküdar Belediyesi koruya dokusuna uygun olmayan agrega ve moloz döktü, buna karşı mahalle sakinleri belediye araçlarını, mekanize olan bir saldırıyı durdurmaya çalıştı.
Bursa Su Kolektifi, Uludağ Milli Parkı'nın AKP milletvekillerinin hazırladığı tasarıyla talana açılacağını ifade ederek başlattığı imza kampanyasını sürdürürken, Doğa Koruma ve Milli Parklar önünde bir eylem düzenledi.
Hayvan barınaklarındaki öldürmeler, işkenceler ve kötü koşullar İstanbul'da protesto edildi. Mitinge katılanlar sordu: Hayvan Hakları yasası neden uygulanmıyor?
Yenikapı miting alanında buluşan hak savunucuları, "Sokak hayvanları oy kullanamayacak sananlara zamanı gelince görüşeceğiz: Size oy moy yok!” dedi.
Mitingin çağrısı şu şekilde yapıldı:
"Ümraniye, Konya, Mamak ve şimdi de Beykoz; hayvanlar barınaklarda öldürülüyor. Beykoz Belediyesi’nin barınağında “hayvanlara işkence edildiği” iddiaları sonrası başlatılan eylemler devam ediyor: Yaşam savunucuları bu katliamlara sessiz kalamamalı, kalmamalıyız."
"Uludağ'ı talan edecek aranan formül bulundu" diyen aktivistler, AKP'li vekillerin hazırladığı yasa tasarısının yaratacağı yıkıcı sonuçları bir eylemle duyurdu.
Bursa Su Kolektifi'nin basın açıklaması şöyle:
Uzun zamandır turizm sektörünün iştahını kabartan Uludağ için, Uludağ’ı talan etmek için aranan formül bulundu. Uludağ’daki yaşamın tüm olumsuz koşullara rağmen korunmasını sağlayan Milli Parklar yasası kalkanının delinmesi için AKP Bursa milletvekillerinin öncülüğünde ve toplamda 49 milletvekilinin imzası ile Uludağ Alan Başkanlığı Kanun tasarısı Bayındırlık, İmar, Ulaştırma ve Turizm komisyonuna getirildi. Uludağ Alan Başkanlığı kanun tasarısı 10 Aralık günü AKP ve MHP’nin oyları ile komisyonda kabul edildi. Bütçe görüşmeleri sürerken alelacele komisyona getirilen kanun teklifinin önümüzdeki günlerde yine alelacele genel kurula geleceğini biliyoruz.
Milli Park sınırları içinde tek yetkili olan Tarım ve Orman Bakanlığı ile Doğa Koruma Ve Milli Parklar Müdürlüğü’nün yetkileri Kültür ve Turizm Bakanlığına ve Uludağ Alan Başkanlığına devrediliyor. Milli Parklar Kanununa göre; Milli parklar üzerinde tasarrufu olan bu iki bakanlıktan sadece birer üye komisyonda yer alıyor. Sınırların Cumhurbaşkanlığı kararı ile değiştirilebilir olması bugün 2 bin hektar olsa da devamında 5 bin hektar belki de milli parkın tamamının Alan Başkanlığı ile yönetilmesinin önünü açıyor. Yaşanacak yıkımları kısa bir süredir alan başkanlığı sistemi ile yönetilen Kapadokya’dan tahmin ediyoruz. Bu kanun ile Uludağ’da koruma altındaki alanlar hızla ranta açılacaktır. Komisyon üyelerinin alacağı kararın, tek adam rejimi ve atama sistemi göz önünde bulundurulduğunda ne kadar bilime, akla uygun olacağı da tartışma konusudur. Bursa’ya ihanet olan bu kanun teklifinin geri çekilmesini istiyoruz. Uludağ’ı Parsel parsel satmanıza göz yummayacağız.
Kanun teklifinin gerekçesi olarak öne sürülen yetki karmaşası bahanesinin asıl niyetinizi gizleyemediğini buradan bir kez daha söylüyoruz. Kanun teklifinin getirildiği komisyondan, kanun maddelerinin içeriklerinden ve alan başkanlığı komisyonunun üyelerinden de belli olacağı gibi asıl niyetiniz; Turizm sektörünün iştahını doyurmaya yetmeyen 700 hektar genişlikteki 1. Ve 2. Gelişim bölgelerine 3. 4. 5. Gelişim bölgelerini de katmak, yeni yollar ve otoparklar yapmak, mevcut otelleri büyütmek, yeni oteller ilave etmektir. İktidarınız süresince doğal varlıkların sınırsız ve bedelsizmiş gibi sermaye sınıfının hizmetine verilmesinden de belli olacağı gibi elbet sıra diğer milli parklara da gelecektir. Ülkedeki 48 Milli park sizin düşüncenizde sırasını beklemektedir. Kendinizle çok övünerek bulduğunuz bu formül Kazdağı, Hatila Vadisi, Ağrı Dağı Milli Parkları ve başka birçok Milli parkta, belki de eko turizm adı altında kendisini gösterecektir.
Giderayak büyük bir yıkım yaratacak projelerinize dur demek için nasıl İliç’te, Akbelen’de olduysak Ekoloji Birliği ve İklim Adaleti Koalisyonundan, birçok ilden temsilci düzeyinde katılan dostlarımızla birlikte bugün buradayız. Milli Parkları savunmaya, İlk hedefiniz olan Uludağ Milli Parkından başlıyoruz. Uluslararası sözleşmelere ve kanunlara aykırı olan ucube Alan Başkanlığı modelinizi kabul etmiyoruz. Uludağ’ın tüm yaşamsal zenginliği ile var olma hakkına saygı gösterilmesini talep ediyoruz.
“Uludağ alanı içerisinde doğal sit alanları” ibaresiyle sanki küçük bir alanmış gibi gösterilmeye çalışılsa da Uludağ Alanı ilan edilecek 2 bin hektarın (20 milyon m2) tamamı Milli Parktır ve Doğal Sit Alanıdır. 1. Ve 2. Gelişim Bölgesinin de içinde yer aldığı 2 bin hektar olan bu alan endemik türlerin en yoğun yayılış gösterdiği açıklık alandır. 13 bin hektar genişlikteki Uludağ Milli parkı sayıları gittikçe azalan Sakallı Akbaba ve Kaya Kartalının yuvasıdır. Bu yüzden Uludağ önemli kuş alanlarından biridir. Paçalı Baykuşun ilk görüntülendiği yer Uludağ’dır. Apollo kelebeğinin ender yaşadığı bölgelerdendir ve Uludağ’a özgü bir alttürü vardır. 32 lokal endemik bitki türünün yaşam alanı sadece Uludağ’dır. Lokal endemik türlerin dışında sadece Türkiyede yaşayan 148 endemik tür de Uludağ’da yayılış göstermektedir. Uludağ’da bugüne kadar 1308 bitki türü tespit edilmiştir. Uludağ’ın milli park ilan edilmesini sağlayan endemik bitki türleri ve soyu tükenme tehlikesi içerisinde olan birçok hayvan hala Uludağ’da yaşamakta ve üremektedir. Bu yüzden Uludağ Milli Parktır ve öyle kalmalıdır! Botanikçi Mayr’n orman zonlarını muhtelif yüksekliklerde karakterize etmesi ve 45 dakikalık bir araç yolculuğu esnasında bu zonların görülebilmesi açısından dünya ormancılık literatüründe bilimsel yönden özel bir öneme sahiptir. Uludağ Bursa’nın suyu, temiz havasıdır.
Alan Başkanlığı düzenlemesiyle ileride milli park içerisinde yapılacak her tür yapılaşma, sit sınır ve derece değişikliklerine hukuki kılıf hazırlanmaya çalışılmaktadır. Alan Başkanlığı Kanun teklifi 2873 sayılı Milli Parklar Kanununa aykırıdır. Bu sebeple Bu hafta içerisinde ülkenin birçok yerinden gelecek yaşam ve doğa savunucuları ile beraber TBMM’ni ziyaret edeceğiz. Kanun tasarısının Genel Kurula gelmeden geri çekilmesi talebimizi yineleyeceğiz.