“Üniversiteler olmadan iklim bilimi olamaz ve özgür Filistin olmadan iklim adaleti olamaz”

Hayvan haklarını tanıyın!

AKP'li Konya Büyükşehir Belediyesi’ne ait Sahipsiz Hayvan Bakımevi ve Rehabilitasyon Merkezi’nde elindeki kürekle bir köpeği katleden görevlinin görüntüleri sosyal medyaya düştü, görüntülerin yayınlanmasından sonra iki kişi gözaltına alındı. Konya'daki bakımevi ve rehabilitasyon merkezinde gerçekleştirilen işkence ile öldürme suçu, barınaklardaki gerçeği bir kez daha gözler önüne serdi. Olaydan birkaç gün sonra yaptığı açıklamada Tarım ve Orman Bakanlığı, bu barınağın 2 Kasım ve 15 Kasım 2022 tarihlerinde denetlendiğini, “barınma koşullarına ilişkin bir olumsuzlukla karşılaşılmadığını" belirtti. Bakanlığın denetlemeden elde ettiği sonuç, barınaktaki hayvan sayısının kapasiteyi aşmadığı yönündeymiş.  Cumhurbaşkanı Erdoğan da 17 Kasım’da yaptığı açıklamada hayvanlara işkence edilen bu tesisi övmüş, sokakta yaşayan tüm hayvanların toplatılması ve bu gibi tesislere gönderilmesi gerektiğini söylemişti: “Bu konuda öncelikli olarak belediyeler, barınaklar inşa ederek sahipsiz, başıboş sokak hayvanlarını toplamalı. Mesela bizim Konya Büyükşehir Belediyemizin gerçekten çok örnek bir çalışması var. İstanbul'da Beykoz Belediyemizin de gerçekten çok örnek bir çalışması var. Yani hem teşhis hem tedavi ve ondan sonra da hayvanları garipsemeyecekleri alanlara salıverme gibi bir çalışmayı şu anda Beykoz Belediyemiz de Konya Büyükşehir Belediyemiz de yapıyor.” Yaşam haktır, tanıyın! Konya Valiliği, iki kişinin gözaltına alındığı vahşetle ilgili incelemelerde tesis müdürünün de açığa alındığı bildirdi. Fakat bu, hayvanlara yapılan işkenceyi durdurabilecek bir önlem olmaktan çok uzak.  Vahşet gerçekleştikten sonra göstermelik sorumlu belirleyip, bu yaşananlar münferit bir olaymış gibi işlem başlatmak, hayvanlara yapılan işkenceyi durdurmaz. Çünkü hayvan hakları uzun yıllardır göz ardı ediliyor, hayvanlara şiddet uygulanan bu tesisler devlet erkanı tarafından övülüyor.  Hayvanların yaşam hakkını koruyan ve 2004 yılında kabul edilen 5199 sayılı kanuna göre: ► Bütün hayvanlar eşit doğar ve bu kanun hükümleri çerçevesinde yaşama hakkına sahiptir. ► Evcil hayvanlar, türüne özgü hayat şartları içinde yaşama özgürlüğüne sahiptir. Sahipsiz hayvanların da, sahipli hayvanlar gibi yaşamları desteklenmelidir. ► Hayvanların korunması, gözetilmesi, bakımı ve kötü muamelelerden uzak tutulması için gerekli önlemler alınmalıdır. Yeni maddelerin de eklenmesi gereken 5199 sayılı Kanun gereği sokak hayvanları sadece şu amaçlarla barınaklara alınabilir; aşılama, tedavi etme, kısırlaştırma. Yani bu barınakların hepsi geçici bakımevleri statüsünde. Bakımı ya da tedavisi tamamlanan tüm sokak hayvanları alındıkları yere bırakılmak zorundadır.  Dolayısıyla Erdoğan’ın söylemindeki “sahipsiz, başıboş sokak hayvanlarının” toplatılması vurgusu hem hukuka hem de vicdana aykırı bir çıkış. 21 baronun imzasını taşıyan açıklamada hukukçular şöyle diyordu; “Cumhurbaşkanının, yasal sorumluluklarını yerine getirmeyen belediyelere ve kurumlara karşı gerekli hukuki süreçlerin işletilmesi yerine, masum ve savunmasız hayvanların doğal yaşam alanı olan sokaklardan toplatılıp barınağa dönüştürülmek istenen bakım evlerine kapatılması ve yerleşimden uzak alanlarda hapsedilmesi için verdiği talimat Yasaya aykırı olduğu için bağlayıcı değildir, uygulanamaz.” Sokak hayvanlarının bu barınaklardaki işkencecilerin ellerine teslim edilmesi kabul edilemez. Hayvanların yaşam hakları anayasal güvence altına alınmalı, ‘sahipli/sahipsiz hayvan’ tanımları terk edilmelidir ki sokak hayvanlarına yönelik şiddet son bulabilsin: ► Belediyeler başta olmak üzere, bu konudaki yasal sorumluluklarını yerine getirmeyen tüm kişi ve kurumlar hakkında etkin, caydırıcı adli ve idari yaptırımlar düzenlenmeli, bunlar derhal hayata geçirilmelidir. Hayvanlara yönelik şiddet içeren her türlü davranışa hapis cezası yaptırımı getirilmelidir. Bu suçlarda takdiri indirime başvurulması kabul edilemez. ► Sokakta yaşayan hayvanlar, sokak sakinleridir. Yaşadıkları yerlerde karşılaştıkları tüm sorunlar ortak yaşam kültürüne bağlı kalınarak çözülmeli, yaşam haklarına yönelik tüm tehditler ortadan kaldırılmadır. 5199 Hayvanları Koruma Kanunu’nun 6. Maddesi gereği, bakımevlerinde rehabilitasyon süresini tamamlayan ve yuvalandırılamayan hayvanlar derhal alındıkları noktaya bırakılmalıdır.  ► Belediyelerin görevlerini yerine getirip getirmediği bağımsız kurumlarca denetlenmeli, görevlerini yerine getirmeyen belediyelere ağır idari yaptırımlar getirilmelidir. Hayvanlara yöneltilen şiddet, onlara bakmakla yükümlü kurumlar tarafından gerçekleştirilirse bu durum “nitelikli hal” kabul edilerek ağırlaştırılmış ceza uygulanmalıdır. ► Yasak veya tehlikeli ırk diye bir şey yoktur; kötü bakılmış, psikolojik ve/veya fiziksel şiddete maruz bırakılmış köpekler mevcuttur. Tehlikeli olan, sorumluluğunu aldığı canlıyı saldırgan hale getirmiş olan bu kişilerdir; hayvanların değil onların cezalandırılmaları gerekir.  ► “Sahipli hayvan” yoktur; sorumluluğu üstlenilmiş hayvan vardır. Kimse bir başka canlının sahibi olamaz. Sorumluluğunu aldığı bir canlıyı terk eden, şiddet uygulayan, gereken bakımı sunmayan herkes cezalandırılmalı, bu kişilerin bir başka hayvanın sorumluluğunu almaya kalkışmasına izin verilmemeli, bunun takibinin yapılabilmesi sağlanmalıdır. ► Her canlının yaşam hakkının tanınması gerektiği anlaşılmalı, sahiplik statüsü diye bir şey olamayacağı için satış hakkı diye bir şeyin de olamayacağı kabul edilmelidir. Hayvan ticareti yasaklanmalı, ceza uygulanmalıdır. ► Hayvanat bahçeleri ve yunus parkları birer işkence yöntemidir; yenilerinin açılmasına izin verilmemeli, mevcut tesisler ise yaban hayatı merkezlerine dönüştürülmeli ve bakıma muhtaç canlılar için geçici bakım hizmeti sunan tesisler olarak işletilmelidir. ► Av ve avcılık yasalarla meşru kılınamaz. Hiçbir canlı, spor niyetine, zevk için öldürülemez, bu durum bir turizm biçimi olarak teşvik edilemez. Avcılık ve av turizmi derhal yasaklanmalıdır. Tuna Emren (Sosyalist İşçi)

COP27: Kapitalizm işleri batırdı

Mısır’da 27’ncisi düzenlenen Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 27. Taraflar Konferansı (COP27) tarihe geçecek bir fiyasko olarak sonlandı. İklim konferansına yaklaşılırken, ısınmayı sanayi öncesi seviyelerin ortalama 1,5 santigrat derece üzerinde sınırlamanın imkânsız hale geldiğini, mevcut tutumla 2,5-2,8 derecelik ısınma yolunda ilerlediğimizi öğrenmiştik. Ve 1,5C’nin üzerindeki ısınma ne yazık ki iklim çöküşünün toplumlara vereceği zararın çok daha fazla olacağı, bu nedenle yaşanacak ölümlerin katlanarak artacağı anlamına geliyor.  COP27’nin ana gündemlerinden biri, iklim tazminatları, yani kayıp-zarar fonlarıydı. Bilhassa, iklim afetlerini dünyanın geri kalanına kıyasla çok daha önce ve daha büyük yıkımlarla yaşayan, bu açıdan iklim afetlerinin ön saflarında bulunan Küresel Güney ülkeleri için bu tazminat iklim adaletinin olmazsa olmaz bir parçası. İklim tazminatını karşılaması gerekenler ise sanayi tarihi boyunca aşırı yoğunlukta emisyon üretmiş gelişmiş ülkeler.  Böylesi elzem bir meselenin bile COP27 gündemine alınıp alınamayacağı zirveden sadece iki gün önce belli oldu ve gündem maddesi olarak kabul edildiğinde dahi bir şerh düşüldü: Zirvedeki tartışmalar, iklim tazminatlarının garantisi olmayacak, hiçbir ülkeye sorumluluk zorunluluğu yüklenmeyecek.  Pakistan’da olan Pakistan’da kaldı Zirvenin ilk gününde, dünyanın en savunmasız toplumlarının maruz kaldığı geri dönüşü olmayan zararı kimin ödeyeceği konusundaki tartışmalara vurgu yapan “Pakistan'da olan Pakistan'da kalmayacak” sloganının yazılı olduğu bir tabela önünde konuşan BM genel sekreteri António Guterres, bu yaz yaşanan ölümcül sellerin gelecek felaketlerin ilk habercisi olduğunu söylüyordu; "Uluslararası toplumun şu anda Pakistan'ı desteklemek gibi bir görevi bulunuyor" dedi; “Kayıp ve hasar konusunda herhangi bir şüpheniz varsa, Pakistan'a gidip görün.” Ne var ki tarih bir kez daha göstermelik bir iklim zirvesine tanıklık ediyordu. Coca Cola sponsorluğu dedikodularıyla ve fosil yakıt endüstrisini aklama çalışmaları yürüten bir başka halkla ilişkiler şirketinin organizasyonel çalışmalarıyla, Mısır gibi elinden kan damlayan bir rejimde, fosil yakıt endüstrisi adına lobi faaliyetleri yürüten 636 katılımcıyla gerçekleştirilen bir iklim zirvesinden beklenebileceği üzere, Pakistan’da olan Pakistan’da kaldı. İklim çöküşü yüzünden her geçen gün sular altında kalmaya devam eden bir Pasifik ada ülkesi olan Tuvalu zirvenin ikinci günde zirvenin dünya gündemine damgasını vuran bir konuşma gerçekleştirdi ve fosil yakıt kullanımını aşamalı olarak sonlandıracak uluslararası bir anlaşmayı gündeme taşıyarak fosil yakıtlar çağını sona erdirme çağrısında bulundu. Bu etkileyici konuşma dahi kapitalistler üzerinde pek bir etki yaratmamış olacak ki delegelerin üzerinde anlaşmaya vardıkları imza metninde, tıpkı COP26 Glasgow zirvesinde kararlaştırıldığı gibi, "kömürden aşamalı olarak çıkış” ve “fosil yakıt sübvansiyonlarının kademeli olarak kaldırılması" yönünde adımlar atılması çağrısının yinelenmiş olmasından başka bir şey yoktu. Hatta iklim tazminatlarının nasıl düzenleneceğine dair de bir bilgi yer almıyordu.  Dahası, kapanış metninde artık imkânsız hale gelmiş olan 1,5C hedefi de dalga geçercesine bir kez daha teyit edilmişti; “Küresel ortalama sıcaklıktaki artışı sanayi öncesi seviyelerin 2 °C’nin oldukça altında tutma ve sıcaklık artışını sanayi öncesi seviyelerin 1,5 °C’nin hemen üzerinde sınırlama çabalarını sürdürme şeklindeki Paris Anlaşması sıcaklık hedefini yeniden teyit ediyoruz.” Bir sonraki zirve, yani COP28, Birleşik Arap Emirlikleri’nde gerçekleştirilecek. Kayıp ve zarar finansmanın detayları da BAE’de yürütülecek bu iklim zirvesinde görüşülmek üzere ertelenmiş oldu. Barbados Başbakanı Mia Mottley’nin, Pakistan’daki sel felaketini ve kendi ülkesinde yıkıcı sonuçlar doğuran kasırgayı hatırlatan ve şu ifadelerle başlayan konuşmasıysa adeta her şeyin bir özetini sunuyordu; “Bu dünya, sömürgeci bir imparatorluğun parçası olduğu zamanlardaki haline hâlâ çok benziyor. Nasıl oluyor da, geride bırakılan 3 ayda 200 milyar dolar kâr eden petrol ve gaz şirketleri, kazançlarının en az yüzde 10’uyla kayıp ve zarar fonuna katkıda bulunmuyor?” Türkiye’nin “iklim cehennemini” garantiye alma taahhüdü Fosil yakıt endüstrisini ayakta tutmaya adanılmış gibi davranılan bir zirve daha işte böyle sonlandı. COP27 iklim adaletini sağlayamadı.  Yıkıcı bir çölleşme nedeniyle 8 milyon kişinin açlığa sürüklendiği Sudan ve ülkenin üçte birini yerle bir eden sel felaketinin açtığı yaraların sarılmasını bekleyen Pakistan umursanmadı, bu ülkelere acil finansman sağlamak yerine fosil yakıt tiranlarını beslemeye devam etmeyi seçtiler. Paris Anlaşması’nı onayladıktan sonra sunması gereken Ulusal Katkı Beyanını (2030 projeksiyonlu iklim hedefi) bu zirvede açıklayan Türkiye ise emisyonları azaltmak yerine artırma taahhüdünde bulunduğunu ilan etti! 2015’teki açıklamada, 2030’da 1 milyar 175 milyon tona varacak olan toplam sera gazı emisyonunun, yüzde 21’lik ‘artıştan azaltım’ önlemiyle 929 milyon tona düşeceği belirtilmişti ama COP27’deki açıklamada, bu seviyenin, yüzde 41’e yükseltilmiş bir ‘artıştan azaltım’ ile 694 milyon tona çekileceği görüldü.  Özetle, azaltmıyor, yüzde 30’dan fazla artırmış oluyorlar ki bu artış da kömüre dayalı büyüme planlarıyla gerçekleştirilecek. Hatta hemen iki yeni kömür sahası için girişim başlatıldı, Bozdoğan (Aydın) ve Elbistan’da (Kahramanmaraş) açılacak maden sahaları için yeşil ışık yakıldığı duyuruldu. İkincisi, Afşin-Elbistan linyit havzasındaki 500 milyon ton linyiti kullanmak üzerine yapılan planların bir parçası. Türkiye’nin en büyük kömürlü termik santralinin de yine bu bölgede yapılması planlanıyor. Türkiye’nin, hepimizi bir iklim cehennemine iten bu inanılmaz taahhüdü, yeni termik santrallar açma ve var olan linyit yataklarını o santrallerde yakmaya dayalı bir yıkım projesinden başka bir şey değil. İklim aktivistleri Mısır rejimini eleştirdiler ve rejimin hapishanelerinde direnen inanlarla dayanışmalarını gösterdiler. Her şeye rağmen, iklim aktivistlerinin mücadelesi çöken tüm bu COP süreçlerinde bazı kararların alınmasını da sağlıyor. Yetersiz Paris Anlaşması, 1.5 derece hedefi, tüm ülkeleri aynı anda iklim kriziyle mücadeleye katma çabaları ve şimdi de kof bir COP zirvesi olan Mısır zirvesinde bir “kayı-zarar fonu”nun devreye alınmak zorunda kalınması, esas olarak hareketlerin aktivistlerinin, iklim adaleti mücadelesinin kazanımları. Kapitalizmin çoklu krizlerinin başat öğesi olan iklim krizi, kapitalizmin yarattığı bir sorun. Açık ki özel şirketlere güvenerek, sorunun kaynağı olan fosil yakıt şirketlerine yaslanarak iklim krizini durdurmak mümkün değil. Hem kapitalizmi aşan bir perspektifle harekete geçmeli hem de aynı anda iklim krizine karşı dev kamusal kaynakların harekete geçmesi ve iklim adaleti için hemen bugün, şimdi kitlesel bir basıncın örgütlenmesi gerekiyor.

Bursa Su Kolektifi: Mevsimlik Tarım İşçileri Genelgesi derhal uygulansın!

Bursa Su Kolektifi, İŞKUR önünde eylem yaptı. Aktivistler, mevsimlik çalışan Kürt, Roman ve Arap işçilerin yaşadıkları sorunlara dikkat çekti. Mevsimlik işçiler, tarımın yükünü sırtında taşıyor. Buna rağmen hakları uygulanmıyor. Bursa Su Kolektifi, İŞKUR önünde yaptığı basın açıklamasında yaşananları şöyle duyurdu: ► "Daha 2 hafta önce Hatay Erzin’de narenciye toplama ve paketleme işinde çalışan iki kız çocuk işçiyi kaybettik. Fidan Tunç, 14 yaşındaydı ve her yıl ailesiyle birlikte narenciye toplamak için Şanlıurfa’nın Suruç İlçesi'nden geliyordu. Fidan, narenciye bahçesinde çalışırken kaybolmasının ardından birkaç gün sonra başka bir bahçede ölü olarak bulundu. Dicle Nur Selçuk da 14 yaşındaydı. Diyarbakır’ın Dicle İlçesi’nden ailesiyle çalışmaya gelmişti. Mevsimlik işçi olarak çalıştığı narenciye fabrikasında saat 22.00 civarında meyve paketlerken kıyafetini makineye kaptırması sonucu hayatını kaybetti. Oysa Türkiye’de 14 yaş altı çocukların kanunen çalıştırılması yasaktır. TÜİK verilerine göre bir ekonomik faaliyette çalışan 5-17 yaş bu yaş grubunda çocuk işçiliğinin mevsimsel olarak en az olduğu Ekim-Aralık aylarında yapılan anketlere göre 720 bin olduğunu açıklamıştır. Yine İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi son on yılda 15 yaş ve altında çalışan en az 211, 15-17 yaş grubunda ise 405 olmak üzere en az 616 çocuğun çalışırken hayatını kaybettiğini tespit etmiştir." ► "Ekim ayının başında Bursa Su Kolektifi olarak Yenişehir İlçesi’nde bir kaç noktadaki çadır alanlarında kalan mülteci ve mevsimlik tarım işçilerinin yaşam koşullarını yerinde görmek ve sorunlarını tespit etmek için bir ziyaret gerçekleştirdik. Kadın, çocuk ve erkek işçilerle konuştuğumuzda “Bir dokunduk, bin ah işittik” Mevsimlik tarım işçileri kendilerine gösterilen alanda, naylon örtüler altında, adına çadır denilen mekânlarda yaşam mücadelesi vermektedirler. Bu alanlarda işçiler temizlik ve mutfak ihtiyaçlarını çok ilkel şartlarda gidermeye çalışmakta, temiz suya erişebilmek için kadınlar çadırlara suyu tarım zehirleri bidonları ile taşımakta, çocuklar tuvalet olarak kullanılan çukurların etrafında oyun oynamaktadır." Çözüm önerileri ve talepler ► "Oysa 2017 yılında çıkarılan Mevsimlik Tarım İşçileri Genelgesi ile mevsimlik tarım işçilerinin sorunlarının giderilmesine yönelik ilgili kurumları, kuruluşları görevlendirilmiş ve evrensel yaşam, çalışma koşulları için sorumluluklarını belirlemiştir. Bu genelge ile yapılması gerekenlere dair dilekçelerimizi de basın açıklamamızın sonrasında önünde bulunduğumuz Türkiye İş Kurumu Bursa İl Müdürlüğü’ne vereceğiz. Maliye Bakanlığı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı gibi bakanlıklar bunlardan bazılarıdır. Bu kurumlar mevsimlik tarım işçilerinin yoğun olarak çalıştığı yerlerde; eğitim ve sosyal faaliyetleri ile işçilerin temel ihtiyaçlarını giderebilecekleri ortak kullanım alanları olan iklim şartlarına uyumlu, emniyetli, ekonomik, estetik ve fonksiyonel, prefabrike, betonarme ya da çelik iskeletli, yeterli büyüklükte binalar, doğa olaylarından etkilenmeyecek sağlıklı alt ve üst yapısı, elektrik, su ve kanalizasyonu bulunan barınma alanları, içme, kullanma suyu ve çevre sağlığı, eğitim, sağlık, ulaşım, güvenlik, sosyal hizmetleri gibi konular ile tarım aracılığı, sosyal güvenlik ve çocuk işçiliğiyle mücadele konularından sorumludurlar. O nedenle Mevsimlik Tarım İşçileri Genelgesi acilen uygulanmalıdır!" ► "Hiçbir sosyal güvenceleri olmayan mevsimlik tarım işçileri geçen sene brüt 130 TL. yevmiye (gündelik) ile çalışırken bu sene brüt 220 TL. alıyorlar. Neden mi brüt? Evet, hiçbir sosyal güvence yok, kayıt dışı bir piyasa dolayısı ile devlet vergisi yok, fakat işçi çavuşlarının büyük haraç kesintileri var. 220 TL’den ellerine geçen net ücret 160-170 TL. Her gün kesilen yol ücreti ve çavuş payı adı altındaki haraçlar. Son 5 yılda yöredeki yurttaşların tespiti ile her biri servet sahibi olan, lüks arabalara binen, artık işçi çadırlarında konaklamayan işçi çavuşlarının bir de elektrik, su parası adı altında topladıkları toplu haraçlar var. İşçilerin sarfiyatlarını hiçbir şekilde öğrenemedikleri itiraz ettikleri durumda elektriksiz kaldıkları toplu haraçlar. Oysa bakınız İŞKUR ile sözleşme yapmak zorunda olan dayıbaşları için yürürlükte bulunan Tarım İş Aracılığı Yönetmeliği 11. maddesinin 1. fıkrasındaki bentler, aracılık yapmak üzere izin verilen gerçek veya tüzel kişilerin; işçilerden değil işverenden ücret almayacaklarını, işçilerin, konaklama yeri ile işyeri arasında uygun araçlarla güvenilir bir şekilde ulaşımının sağlanması hususunda işverenle birlikte doğrudan kontrol ve gözetim yapacaklarını, ücretlerin kararlaştırılan ödeme biçimine göre işverence  her işçinin kendisine ödenmesini sağlayacaklarını, işçilerin günlük brüt kazançlarının 4857 sayılı İş Kanunu’nun 39. maddesinde belirtilen asgari ücretin altında olmayacağını, işçilerin barınma yerlerini, yeme ve yatma durumlarını sağlığa ve barınma koşullarına uygun biçimde sağlamak için mahalli mülki idare amirlikleri nezdinde gerekli başvuruları yaparak takip etmeyi kabul ve taahhüt ederler yükümlülüklerini içerir. Basın açıklamamızdan sonra İŞKUR’a vereceğimiz bilgi edinme dilekçelerimiz ile bölgemizde sona eren mevsimlik tarım işçiliği 2022 yılı sezonu boyunca yapılan uygulamalar ve denetimlere ilişkin sorularımızı yönelteceğiz ve konunun sürekli takipçisi olacağız. Mevsimlik Tarım İşçilerinin yaşadıkları çok ağır sömürünün ve yaşam şartlarındaki tüm olumsuzlukların giderilmesi yolunda Mevsimlik Tarım İşçileri Genelgesi’nde görevlendirilen kamu kurum ve kuruluşlarınca acilen genelgenin uygulanmasını ve 2023 yılı sezonunda kurumların sorumluluklarını yerine getirmelerini talep ediyoruz."  

COP27 İstanbul'da protesto edildi

Mısır'da toplanan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı 2022 (COP27), tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de eylemle kınandı. Mısırlı aktivistlerin çağrısıyla Kadıköy'de buluşan İklim Adaleti Ağı, vakit daha da geç olmadan yaşamı savunma çağrısı yaptı. Süreyya Operası önünde toplanan aktivistler, İklim Adaleti İstiyoruz pankartını taşıdı. Greenpeace aktivistleri "İklim Adaleti Hemen Şimdi!" pankartını açtı. Antikapitalistler, DSİP ve Yeşiller aktivistlerinin aralarında yer aldığı eylemciler, iklim krizine çözüm bulmayan COP27'yi eleştiren dövizler taşıdı. İklim Adaleti Ağı adına Yeşiller'den Koçer Karatepe ve Antikapitalist Öğrenciler'den Suda Sim Meriç basın açıklamasını okudu. Greenpeace'ten bir aktivist açıklama yaptı. Öğrenci Ali Karakoç ve öğretmen Ebru Gökçe de konuştu. Hasanpaşa'ya yürüyen iklim aktivistleri, burada Greenpeace'in düzenlediği İklim Buluşması'na geçti.

COP27 İstanbul'da protesto edilecek: İklim adaleti İstiyoruz

Mısır'da toplanan COP27, küresel eylemlerle protesto edilecek. İklim Adaleti Ağı, 12 Kasım Cumartesi 12:00'de Kadıköy Süreyya Operası önünde yapacağı basın açıklamasına herkesi davet ediyor. ►12 Kasım 12:00'de Kadıköy Süreyya Operası önünde basın açıklaması, ► Ardından Gazhane’deki Greenpeace İklim Buluşması etkinliğine katılım. Eylemin çağrısı şöyle: İklim Adaleti Ağı olarak Mısırlı çevre aktivistlerinin çağrısına yanıt veriyor, 12 Kasım'da gerçekleştirilecek küresel eylemlerin İstanbul ayağında buluşuyoruz. Şu anda Mısır'da düzenlenmekte olan COP27 iklim müzakereleri, iklim hareketi tarafından dünyanın her yerinde protesto ediliyor. Birleşmiş Milletler Çevre Programı Emisyon Açığı Raporu, iklim zirvelerinde verilen yetersiz taahhütler bile yerine getirilmediği için, şu anda 2,8C’lik bir ısınma yolunda ilerlemekte olduğumuzu gösterdi. Rapor, 1,5C hedefinin çoktan kaçırıldığını, bundan sonra tüm mevcut taahhütler uygulamaya alınsa bile 2C’lik ısınmanın üzerine çıkacağımızı söylüyor. Bu tabloyu kabullenmediğimizi göstermek ve iklim hareketini dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de büyütebilmek adına, küresel eylem günü olan 12 Kasım’da, saat 12:00’de İstanbul Kadıköy’deki Süreyya Operası’nın önünde buluşuyoruz: Süreyya Operası önünde okunacak basın açıklamamızın ardından  İstanbul Gazhane’de gerçekleştirilen “Greenpeace İklim Buluşması” etkinliğine yürüyecek ve “İklim Hareketi” forumuna katılacağız. 12 Kasım 12:00’de “İklim Adaleti İstiyoruz!” “İklimi Değil Sistemi Değiştir” demek için oradayız, hepinizi bekliyoruz.

COP27 müzakerelerinin ikinci gününde Tuvalu’dan umut verici bir çıkış geldi

Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı COP27’nin ikinci günü de geride bırakılırken Tuvalu müzakerelerin yanlış bir hatta ilerlediğini vurgulayan umut verici bir çıkış yaparak fosil yakıtların terk edilmesi gerektiğini hatırlattı.

Cop27'nin ilk gününde neler oldu?

Mısır’da düzenlenen Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı COP27 devam ediyor. İşte ilk günün kısa bir özeti: - BM genel sekreteri António Guterres “iklim cehennemine giden yolda” olduğumuzu ilan etti ve insanlığın önünde iki seçenek kaldığını belirtti: “Ya dayanışma ya da toplu intihar”. Guterres, konuşmasında şöyle diyordu; “Hayatımızın mücadelesindeyiz. Ve kaybediyoruz. Sera gazı emisyonları artmaya devam ediyor. Küresel sıcaklıklar yükselmeye devam ediyor. Ve gezegenimiz hızla iklim kaosunu geri döndürülemez hale getirecek dönüm noktalarına yaklaşıyor. Ayağımız gaz pedalındayken iklim cehennemine doğru hızlandığımız bir otoyoldayız.” - Barbados başbakanı Mia Mottley, Küresel Güney’in iklim kriziyle mücadele etmek için teknolojiye daha fazla erişime ihtiyacı olduğunu dile getirdi. Yenilenebilir enerji dönüşümü için gereken şeyin Küresel Güney’de zaten bulunduğu, ancak bu teknolojilerin Küresel Kuzey ülkelerine gönderildiğini vurgulayan Mottley, “Sonra da bize ihracat yapmak isteyenlerin insafına kalıyoruz,” dedi. - Pakistan temsilcisi Nabeel Munir iklim adaleti talebini öne çıkardı, “Kayıp ve zarar hayırseverlik değil, iklim adaletidir.” ​- ​Emmanuel Macron, iklim çöküşünden daha az etkilenen daha zengin ülkelerin ödeme yapması gerektiğini kabul etti ve Ukrayna savaşının Fransa'nın iklim hedeflerindeki ilerlemesini durdurmayacağına dair pek de inandırıcı olmayan birtakım sözler verdi. - İklim krizinin çözümüne yönelik adımları gündemden uzaklaştırmaya çalışan Rishi Sunak iklim müzakerelerinde, Macron ve İtalya Cumhurbaşkanı Giorgia Meloni ile gerçekleştirdiği ikili görüşmelerinde kendi gündemlerini öne çıkardı ve göçle mücadele edecekleri yönünde bambaşka bir gündem dayatmış oldu. Göçmen karşıtı tutumunu medya ile yaptığı görüşmelere de taşıdı. Delegelere yaptığı konuşmasındaysa, "Putin'in Ukrayna'daki tiksindirici savaşı ve dünya genelinde artan enerji fiyatları, iklim değişikliği konusunda yavaşlamak için bir neden değildir" diyerek nispeten ılımlı bir yol izledi, fakat iklim krizini son derece sığ bir tutumla ele aldığı da gözlerden kaçmadı. - Bu yılki görüşmelerin en büyük fay hattı, emisyonların büyük payını oluşturan zengin, sanayileşmiş Küresel Kuzey ülkelerinin, iklim afetlerinin yükünü taşıyanlar için ne yapacakları sorusu. İklim değişikliğinin dünyanın en savunmasız toplumlarına verdiği geri dönüşü olmayan zararı kimin ödeyeceği konusundaki tartışmalara “Pakistan'da olan Pakistan'da kalmayacak” sloganının yazılı olduğu bir tabela damgasını vurdu. Konuşmasını o tabelanın önünde gerçekleştiren Guterres, bu yaz yaşanan ölümcül sellerin gelecek felaketlerin ilk habercisi olduğunu söyledi, "Uluslararası toplumun şu anda Pakistan'ı desteklemek gibi bir görevi bulunuyor" dedi; “Kayıp ve hasar konusunda herhangi bir şüpheniz varsa, Pakistan'a gidip görün.” - Birleşmiş Milletler tarafından yayınlanan delege listesinde 110 temsilci yer alıyor olmasına rağmen bunların sadece yedisinin kadın olduğu görülüyordu. - COP27’nin kömür, petrol ve gaz kullanımına son verecek bir gündemi bulunmuyor.  

DSÖ: Aşırı sıcaklar öldürüyor

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), 2022 yılının başından itibaren Avrupa'da en az 15 bin kişinin aşırı sıcak hava sebebiyle hayatını kaybettiğinin tahmin edildiğini duyurdu. DSÖ Avrupa Direktörü Hans Kluge Mısır’da düzenlenen Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi nedeniyle yaptığı açıklamada 2022 yazının bugüne kadar kaydedilen en sıcak yaz olduğunun alını çizdi. İklim aktivistleri yıllardır iklim değişikliğinin yarın yaşanacak bir olay olmadığını, şimdi, bugün zaten yaşanmakta olduğunu ısrarla vurguluyorlar. Avrupa’da 2022 yazında sıcak hava dalgalanmaları nedeniyle İspanya'da yaklaşık 4 bin, Portekiz'de binden fazla, Birleşik Krallık'ta 3 bin 200'den fazla ve Almanya'da da yaklaşık 4 bin 500 kişi yaşamını yitirdi.  Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) ile iklim değişikliğini gözlemleme kuruluşu Copernicus geçtiğimiz hafta son 30 yılda Avrupa kıtasındaki hava sıcaklıklarının dünya ortalamasına kıyasla iki kat fazla arttığını açıklamışlardı. Açıklamaya göre 1991 yılından 2021'e kadar Avrupa'daki hava sıcaklıkları her on yılda bir ortalama 0,5 derece artış gösterdi. Bangladeş, Pakistan hem aşırı sıcaklar hem sel felaketleriyle mücadele ederken ve on milyonlarca insan iklim krizinin sonuçlarıyla yüzleşirken Ian Rappel’in vurguladığı gibi Londra'dan Kaliforniya'ya, Akdeniz'den Sibirya'ya, kuzey yarımkürenin 2022 yazı, benzeri görülmemiş düzeyde travmatik orman yangınlarına tanık oldu. Bu yüzden iklim aktivistleri devlet başkanları ve hükümet sözcülerinin tutmadıkları sözleri verip iklim krizine karşı tüm canlı yaşamını korunaksız bıraktıkları iklim zirvelerini protesto ediyor. Mısır’daki iklim zirvesi de Türkiye de dahil olmak üzere 12 Kasım Cumartesi günü tüm dünyada protesto edilecek. “İklimi değil sistemi değiştir!” diyen aktivistlerin eylemi dışında bir çözüm görünmüyor.

Muğla'da miting: 'Çok geç olmadan yaşam alanlarımızı savunuyoruz'

Doğanın yıkımına izin veren politikalara ‘dur' demek amacıyla düzenlenen mitingine yüzlerce kişi katıldı. Muğla’nın yüzde 59’unun maden aramaya ruhsatlandırılmasına, çimento fabrikasına, kıyıların sermaye güçleri tarafından yağmalanmasına, Akbelen’in termik santrale kurban edilmesine, Datça’nın yat limanına açılmasına karşı; halk yaşam alanlarını savunmak için bir araya geldi. Mehmet Ali Eren Parkında toplanan kitle, “Muğla için çok geç olmadan yaşam alanlarımızı savunuyoruz” yazılı ortak pankart açarak, “Havama, suyuma, toprağıma dokunma”, “Akbelen Ormanı’nı vermeyeceğiz”, “Deştin çayı özgür akacak”, “Dinamitçi Sinpaş Marmaris’i terk et” sloganları eşliğinde Muğla Açık Otoparkına kadar yürüdü. “2030’da kömürsüz bir Türkiye istiyoruz”, “Yaşam alanlarımız müştereğimizdir”, “Doğayı ve yaşamı savunuyoruz” pankartlarının yanı sıra “Doğanın sömürüsü emeğin sömürüsüdür. Birlikte kazanacağız, halk kazanacak” yazılı pankartlar açıldı. Mitingde 83 kurum adına ortak basın açıklaması okundu. Çevre katliamlarının hem Muğla’da hem Türkiye’de hem dünyanın birçok yerinde devam ettiği ifade edilen açıklamada, “Muğla’da ortalamanın üstünde kötü bir durum var. Kâr üzerine kurulu sistem yani kapitalist sistem bizi geçim araçlarımızdan yoksun bırakarak kendini sürdürmek istiyor. Yoksulluğa, geçinememeye, yaşam alanlarımızdan edilmeye hayır diyoruz, kabul etmiyoruz” denildi. Fethiye’den Bodrum’a, Kavaklıdere’den Datça’ya talanın devam ettiği aktarılan açıklamada, “Muğla’nın yüzde 59’u maden ruhsat alanı ilan edilmiş durumda. Bozulmamış doğa parçası kalmadı, bunun daha da kötü bir duruma gelmesini istemiyoruz. Talanı kabul etmiyoruz” ifadelerine yer verildi.  “Zeytinliklerimiz, temel geçinme, beslenme varlıklarımız yok ediliyor. Akbelen Ormanı için 450 günü aşkın zamandır bu yoksullaşmaya hayır diyor. İkizköy geçinmek, üretmek, yaşamak istiyor. Akbelen’i vermeyeceğiz” diye belirtilen açıklamada, Deştin ve Bayır mahallelerinde çimento fabrikasına karşı verilen mücadele hatırlatıldı. Sinpaş’ın Marmaris’te devam kaçak inşaatına da tepki gösterilen açıklamada, "Kaçak inşaatı durdurması gerekenler, mahkeme kararına uyulmasını sağlamakla görevli olanlar, ÇED sürecini, mahkeme kararını hiçe sayarak yürütüyor. Kabul etmiyoruz, etmeyeceğiz” denildi. Açıklamada, “Fethiye’den Datça’ya, Gökova’dan Bodrum’a kıyılar talan ediliyor. Bu talan sürdüğünde geriye yok edilen doğa, kirlenen deniz, kıyı ekosistemi, beton yığınlarına dönmüş kıyılar kalacak. Muğla’nın önemli sulak alanlarından Köyceğiz Dalyan özel çevre koruma alanını besleyen Sandras Dağı'nın da madencilik faaliyetleri ile yok edilmesine karşı mücadeleye devam edeceğiz” ifadelerine yer verildi.  Sulak alanların yapılaşmaya açılmasından yat liman projelerine, ormanların katledilmesinden zeytinliklerin yok edilmesine karşı talepler şu şekilde sıralandı: Devlet tarafından uluslararası sözleşmelerle üstlenilen yükümlülüklere uygun davranılmasını, Çevreye-ekolojiye ilişkin kararların, ortak varlıkların, hayatın korunması, süreklilik esas alınarak verilmesini,  Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığının işlevlerine göre bölünerek, doğal olanı korumak için yeniden yapılandırılmasını, İklim krizinin hepimizin, bütün dünyanın sorunu olduğunun kabul edilmesini; iklim krizinden sadece etkilenmediğimizi, aynı zamanda krize katkıda bulunulduğunun kabul edilmesini, Başta fosil yakıt kullananlar olmak üzere, iklim krizine katkıda bulunan tesislerin ve projelerin bir an önce sona erdirilmesini, Özelleştirme uygulamalarına derhal son verilmesini; tersine, kamulaştırma yoluna başvurulmasını,  Kıyıların metalaştırılmasından vazgeçilmesini, Bilimsel olmadığı mahkeme kararları ile kanıtlanmış ekolojik temelli bilimsel raporlara dayanarak ve şirketlerin çıkarlarına göre kullanmayı esas alarak, bütün Türkiye’de doğal sit alanlarının belirlenip ilan edilmesinden derhal vazgeçilmesini talep ediyoruz.

Geri 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 İleri

Bültene kayıt ol