Noam Chomsky ve Robert Pollin, iklim krizinin çözümüne yönelik küresel politikaları tartışıyor. Independent Türkçe'de yayınlanan Yasin Sofuoğlu'nun çevirisi:
Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri António Guterres, mart sonunda yaptığı açıklamada iklim değişikliğinin "gezegenimizi yaşanmaz hale getirdiğini" söyledi. Yaklaşan iklim krizinin tehditleri gerçekten de çok somut hale geldi ve dünyanın önde gelen bilim insanları, şimdi harekete geçmezsek Dünya'nın çok yakında tehlikeli bir sıcaklık eşiğini geçeceği uyarısında bulunuyor. Bununla birlikte gezegenin başına gelenlerle iklim eylemi için ihtiyaç duyulanlar arasındaki uçurum kapanmak yerine açılıyor çünkü Noam Chomsky'nin Robert Pollin'le verdiği ortak söyleşide işaret ettiği gibi, kolektif eylem iktidardakileri rotayı değiştirmeye zorlamadığı sürece "sistem böyle işlemeye devam ediyor." Dahası adil bir geçişin işçiler, topluluklar ve dünyanın tüm bölgeleri için dönüştürücü iklim eylemi açısından çok önemli olduğu giderek belirginleşiyor. Pollin adil bir geçişin ne anlama geldiğini ve neden bu kadar önemli olduğunu gösteriyor.
Noam Chomsky, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü'nde (MIT) Dilbilim ve Felsefe Bölümü'nde ordinaryüs profesör, Arizona Üniversitesi'nin Çevre ve Sosyal Adalet Programı'nda de Agnese Nelms Haury Kürsüsü başkanı ve dilbilim profesörüdür. Kendisi dünyanın en çok atıf yapılan akademisyenlerinden biri ve milyonlar tarafından ulusal ve uluslararası bir hazine olarak görülüyor. Chomsky dilbilim, siyasi ve sosyal düşünce, siyasi ekonomi, medya çalışmaları, ABD dış politikası ve dünya meseleleri alanlarında 150'den fazla kitap yayımlamıştır.
Son yayımladığı eserler arasında şunları yer alıyor: Gayrimeşru Otorite: Çağımızın Zorluklarıyla Yüzleşmek (Illegitimate Authority: Facing the Challenges of Our Time) (C. J. Polychroniou'yla birlike; Haymarket Books, 2023); Kelimelerin Gizemi (The Secrets of Words) (Andrew Moro'yla birlikte; MIT Press, 2022); Geri Çekilme: Irak, Libya, Afganistan ve ABD'nin Kırılgan Gücü (The Withdrawal: Iraq, Libya, Afghanistan, and the Fragility of U.S. Power) (Vijay Prashad'la birlikte; The New Press, 2022); Uçurum: Neoliberalizm, Pandemi ve Toplumsal Değişimin Aciliyeti (The Precipice: Neoliberalism, the Pandemic, and the Urgent Need for Social Change) ( C. J. Polychroniou'yla birlikte; Haymarket Books, 2021).
Robert Pollin, Massachusetts Amherst Üniversitesi'nde ordinaryüs ekonomi profesörü ve Politik Ekonomi Araştırma Enstitüsü'nün eş direktörüdür. İlerlemeci ekonomi alanında dünyanın önde gelen isimlerinden biri olan Pollin, istihdam ve makroekonomi, işgücü piyasaları, ücretler ve yoksullukla çevre ve enerji ekonomisi üzerine çok sayıda kitap ve akademik makale yayımlamıştır. Foreign Policy dergisi tarafından "2013'ün Önde Gelen 100 Küresel Düşünürü" biri olarak seçilmiştir. Chomsky ve Pollin, İklim Krizi ve Küresel Yeşil Yeni Düzen: Gezegeni Kurtarmanın Politik Ekonomisi (Climate Crisis and the Global Green New Deal: The Political Economy of Saving the Planet) (C. J. Polychroniou'yla birlikte; Verso, 2020) kitabını birlikte kaleme aldı. İkili, iklim acil durumu hakkında yeni bir kitap üzerinde de çalışmalarını sürdürüyor.
C.J. Polychroniou: Avrupa Birliği'nin (AB) ormansızlaşmaya karşı kabul ettiği yasa, hükümetlerin sürekli olarak iklim değişikliğine yönelik epey eksik eylem planları oluşturmasına güzel bir örnek sunuyor. Yeni yasa kapsamında Avrupa hükümetleri ormansızlaşmayla bağlantılı ürünlerin ithalatını yasaklasa da Avrupa merkezli bankalara veya yatırımcılara, ormansızlaşmaya yol açan projelere finansman sağlamayı durdurma zorunluluğu getirilmedi. Peki, politika üretme ve ekonomik çıkarlar arasındaki bağlantı, çevresel yıkımı durdurmak ve küresel ısınmanın daha da kötüleşmesini önlemek için kapsamlı stratejiler uygulamamızı engelliyorsa, bu açmazdan nasıl çıkabiliriz?
Chomsky: İki yıl önce ABD Başkanı Joe Biden'ın İklim Özel Temsilcisi John Kerry, "bilim insanlarının 2050 veya 2045'e kadar (sıfıra emisyona ulaşmak için) yapmamız gereken azaltımın yarısının henüz sahip olmadığımız teknolojilerden geleceğini söylediğini" aktarmıştı.
Her ne kadar iyimser bir hava yaratma amacı taşısa da bu tahmin muhtemelen pek güven verici değildi.
Birkaç ay sonra, Glasgow'daki COP27 Uluslararası İklim Zirvesi'ne ABD'yi temsilen katılan Kerry hâlen iyimserliğini koruyordu. Varlık yöneticileri yaklaşan felaketin üstesinden gelmek için onlarca trilyon dolar taahhüt ederken, Kerry büyük bir sevinçle piyasanın artık bizim tarafımızda olduğunu söyledi.
Siyasi iktisatçı Adam Tooze ise burada bir hususa dikkat çekti: Bu vaat, yatırımlar kârlı olduğu ve Dünya Bankası'yla Uluslararası Para Fonu'nun (IMF) garantileriyle "riskten arındırıldığı" sürece geçerli.
"Henüz sahip olmadığımız teknolojiler", henüz elimizde olmayan ya da gerçekçi şekilde öngöremediğimiz teknolojiler olarak kalacak. Bazı ilerlemeler kaydedilse de bunlar yaklaşan krizle başa çıkmak için hiç yeterli değil.
Mevcut tehlike, fosil yakıt kullanımının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlerin, gelecekte atılacak bir teknolojik atılımın imdadımıza yetişeceği bahanesiyle bir kenara bırakılmasıdır. Bu arada dünyayı yakıp tüketmeye devam edebilir ve fosil yakıt endüstrisinin, artık inanılmaz zenginliğiyle ne yapacağını bilemeyecek kadar arşa çıkmış kârına daha da fazla para akıtabiliriz.
Endüstri elbette bu bahaneyi memnuniyetle karşılıyor. Hatta karbon yakalama teknolojisi için belki de muhasebecilerinin bir yuvarlama hatasına denk gelecek miktarda nakit fon bile ayırabilirler. Yeter ki her zamanki niteliklerde olsun: Dost vergi mükellefi tarafından finanse edilsin ve riskten arındırılsın. Bu arada daha fazla federal arazi fosil yakıt üretimine açılıyor. Hatta onlara, Demokratik Parti'den Batı Virginia Senatörü Joe Manchin'in küresel ekonomiyi çökertmeme şartını oluşturan, yaklaşık 483 kilometre uzunluğundaki Mountain Valley Boru Hattı ve benzeri diğer kolaylıklar da armağan ediliyor.
Varlık yöneticileriyle ve teknolojik mucizelerle ilgili coşkunun arka planında, eski Savaş Bakanı Henry Stimson'ın 80 yıl önce savaş için büyük seferberliği denetlerken oluşturduğu Stimson Doktrini yatmaktadır:
Eğer kapitalist bir ülkede savaşa girmeye ya da savaşa hazırlanmaya çalışacaksanız, iş dünyasının bu süreçten para kazanmasına izin vermelisiniz aksi takdirde işler yürümez.
Biz izin verdiğimiz sürece sistem böyle işliyor.
Savaşın başlarında iş dünyası pazarlığı kabul etmekte isteksizdi. Çoğu reformist Yeni Düzen'den nefret ediyor ve çıkarlarına tamamen bağlı olmayan bir yönetimle işbirliği yapmak istemiyordu. Ancak musluğun ağzı açılınca bu tür çekinceler ortadan kalktı. Hükümet savaş üretimine büyük kaynaklar aktardı. Stimson Doktrini'ne bağlı kalınarak, politikalar müteahhitlere büyük kârlar sağlayacak şekilde yapılandırıldı. Bu, çok daha sonra askeri-endüstriyel kompleks diye eleştirilen fakat daha doğru bir ifadeyle herkesçe bilinen ABD sanayi politikası sistemi diye tanımlanabilecek, kamunun gelişen yüksek teknoloji ekonomisini finanse ettiği aygıtın temelini oluşturdu. Seymour Melman ve diğerlerinin incelediği gibi son derece verimsiz bir sistemdi. Fakat kabul gören söylemin, cömert "istihdam yaratıcılarının" herkesin yararı adına gece gündüz çalışmasını sağlayan bir serbest girişim sistemi diye adlandırdığı şey için Kongre'den onay almanın kolay bir yoluydu.
Eisenhower galiba ilk başta "askeri-endüstriyel-Kongre kompleksi" terimini kullanmak istemişti. Bu uygun olurdu. Peki Kongre neden buna müsaade ediyor? Bunun en önemli nedenlerinden biri, siyasi iktisatçı Thomas Ferguson'ın yaygın kabul gören "siyasetin yatırım teorisi "dir. Kendisi son yaptığı güncellemede, teoriyi bir kez daha doğrulayarak varılan önemli sonucu şöyle özetler:
Amerikan siyasetine ilişkin baskın gerçek, onun para odaklı karakteridir. Bizim dünyamızda her iki büyük siyasi parti de her şeyden önce, herhangi bir şeyin gerçekleşmesi için doldurulması gereken banka hesaplarıdır. Seçmenler siyaseti yönlendirebilir ama bu kolay değildir. Sistemin işlemesi için çok ciddi zaman ve çaba harcamaya hazır olmadıkları sürece veya kontrol ettikleri örgütler (sendikalar ya da parti tabanına hitap eden muteber oluşumlar) bunu yapmadıkça, sistemde sadece finanse edilebilen siyasi itirazlar yer alabilir, onlar da yararlı saptırmalar olarak kaldıkları sürece.
"Bizim dünyamıza" ilişkin bu içgörü, aynı zamanda söz konusu muammadan çıkış yollarına dair tavsiyeler de sunuyor. Ayrıca dünyanın geri döndürülemez derecede ısınmasının korkunçe ve eli kulağında tehdidi açısından düşünüldüğünde, insan türü için sanal bir kitabe niteliğindeki egemen Stimson Doktrini'yle yüzleşmenin yollarını da gösteriyor.
Biyoçeşitlilikteki keskin düşüş de dahil gezegenin başına gelenlerle çevre ve iklim hakkında eyleme geçme açısından gerekenler arasındaki uçurumun kapanmak yerine büyüdüğünü göz ardı etmek intihardır. Duruma baktığımızdaysa karışık bir tabloyla karşılaşıyoruz.
Amazon ormanları önemli vakalardan biri. Küresel ekolojideki merkezi rolü iyi anlaşılmış bir yer. Kendi kendini idame ettirebilir fakat zarar görmesi halinde hızla geri dönüşü olmayan bir düşüşe geçebilir ve bunun, hem bölge hem de tüm dünya için yıkıcı etkileri olabilir.
Brezilya'da Jair Bolsonaro'nun iktidarda olduğu dönemde tarım, madencilik ve ağaç kesme sektörleri, ormana ve orada uzun süredir doğayla uyum içinde yaşayan yerlilere karşı bir saldırı başlattı. Bir örnek vermek gerekirse "Dönemin Devlet Başkanı Jair Bolsonaro yönetiminde 2019-2022'de Brezilya'daki ormansızlaşma arttı ve bunun bir numaralı nedeni sığır çiftçiliğiydi." Sığır eti ihracatı için 800 milyondan fazla ağaç yok edildi. Yerli halkları uzmanı Bruno Pereira ve gazeteci ortağı Dom Phillips gibi tanınmış araştırmacılar, Amazon'da çalışmalarını yürütürken öldürüldü.
Brezilyalı bilim insanları, ormanın bazı kesimlerinde çoktan geri dönülemez eşiğin geçildiğini, buraların savanaya dönüştüğünü ve kalıcı tahribata uğradığını belirtiyor.
2022'de Lula'nın seçilmesi bu yıkımı sınırlama, belki de sona erdirme umudu verdi. Çevre Bakanı olarak gerçekten etkileyici bir sicile sahip, cesur ve adanmış bir çevreci olan Marina Silva'yı atadı. Ancak ekonominin sahibi olan (Adam Smith'in deyimiyle) "insanlığın efendileri" asla vazgeçmiyor. Onların Kongre'deki destekçileri Silva'nın yetki alanını kısıtlamayı sürdürüyor.
Fakat dünyayı kurtarmayı umanlar da vazgeçmiyor. Brezilyalı ekolojistler, ormanın koruyucusu yerli toplulukları desteklemenin ve onların etki alanlarını genişletmenin yollarını arıyor.
Mücadele devam ediyor.
Diğer cephelerde de sürüyor. Washington Post (WP), Çin'deki olumlu gelişmeleri yazmıştı. Birçok araştırmayı gözden geçiren Post, "yenilenebilir enerji alanında agresif şekilde ilerlemesi" nedeniyle Çin'in "batarya, güneş paneli ve enerji dönüşümünün diğer temel bileşenlerini üretmekte" küresel çapta açık ara önde olduğunu ve ABD'yi çok geride bıraktığını bildirmişti. Söz konusu fark kişi başına çok fazla. Çin "2030'dan önce emisyonlarını zirveye çıkarıp, 2060'a kadar da net sıfır emisyona ulaşma hedefine doğru ilerliyor. Geçen yıl rekor miktarda güneş enerjisi kapasitesi oluşturdu. Bu yıl da tek başına ABD'nin mevcut güneş enerjisi kapasitesinin tamamından daha fazlasını inşa etmeye hazırlanıyor."
Ancak makaleyi size doğru aktarmıyorum. WP aslında Çin'i övmüyor, kınıyor. Gazete, yenilenebilir enerjiye geçişte kendisine biçtiği üstün konumdan, haberin başlığından bir ifadeyle söyleyecek olursak "iklim felaketini önlemek için Çin'e baskı yapmanın" yollarını arayan ABD'yi övüyor. Haberde Çin'in, ABD'ninkinden iki kat daha fazla emisyondan sorumlu olduğuna dair endişelendirici bir uyarı yer alıyor. Ya da Yenisöylem dilinden tercüme edersek, Çin kişi başına düşen emisyonlarda ABD'nin çok gerisinde.
Haberde, iklimi kurtarmaya yönelik ulu mücadelemizde Çin'i de bize katılmaya ikna etmek için kullanılacak araçlar tartışılırken, bunlardan en önemlisinden hiç bahsedilmiyor:
Ticaret Bakanı Gina Raimondo, salı günkü açıklamasında ABD'nin dünyanın en büyük ikinci ekonomisi üzerinde baskı kurmak için müttefiklerini bir araya toplayacağını söyledi. Raimondo, 'Çin'in inovasyon hızını gerçekten yavaşlatmak istiyorsak, Avrupa'yla birlikte çalışmamız gerekiyor' dedi.
Çin'in dünyayı kurtarabilecek ileri teknolojiyi üretmesini sağlayacak inovasyonlarını denetim altında tuttuğumuzdan emin olmalıyız. Açıkça ilan edilen ve övgüler toplayan başlıca yöntem, Çin'in ileri teknoloji için gerekli bilgisayar çiplerine erişimini engellemek.
Raimondo aynı zamanda Pekin yönetimine, ABD'nin "Çin'in Micron Technology şirketinden bellek çipi satın alınmasına getirdiği yasağa 'müsamaha göstermeyeceğini' ve bu tür 'ekonomik baskıları' değerlendirmek için müttefikleriyle yakın şekilde çalıştığı" uyarısında da bulundu.
Bu da dünya yanarken bize, ünlü "kurallara dayalı uluslararası düzen" ve onun incelikli tasarımı hakkında daha fazla bilgi sunuyor.
Polychroniou: Hindistan dünyanın en kalabalık ülkesi olarak Çin'i geride bıraktı ve nüfusunun gelecek yıllarda artmaya devam edeceği kesin. Gezegeni kurtarmak için küresel nüfusu azaltmamız mı gerekiyor?
Chomsky: Küresel nüfus muhtemelen önemli ölçüde azaltılmalı. Neyse ki bu sonuca ulaşmak için gezegeni kurtarma hedefinden ayrı ve çok daha insani bir yöntem var: kadınların eğitimi. Bunun hem zengin hem de yoksul ülkelerde nüfusun keskin şekilde azalmasına yol açtığı ortaya konmuştur.
Kadınların eğitimi, 1948 İnsan Hakları Evrensel Bildirisi'nde öngörüldüğü üzere diğer insani yöntemlerle de desteklenmelidir:
Anne ve çocuklar, özel bakım ve yardım hakkına sahiptir. İster evlilik içi ister evlilikdışı doğmuş olsun, bütün çocuklar aynı sosyal korumadan faydalanır.
İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, ABD tarafından başlatılmıştı. Ancak bu, Yeni Düzen'in sosyal demokrasisinin, nihayetinde Reagan'la hedeflerine ulaşan sert iş dünyası tarafından henüz baltalanmadığı farklı bir dönemde gerçekleşmişti. O zamana kadar, az önce alıntılananlar da dahil olmak üzere bildirinin sosyoekonomik hükümleri "Noel Baba'ya mektup" (Reagan'ın BM Büyükelçisi Jeane Kirkpatrick) diye alay konusu olmuştu. Kirkpatrick'in tavrı, Reagan ve Bush yönetimlerinde insan hakları ve insani işlerden sorumlu yetkili Paula Dobriansky tarafından da devam ettirildi. Dobriansky, "(bildirgedeki) 'ekonomik ve sosyal hakların' insan haklarını oluşturduğu efsanesini" ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Bu mitler " belirsiz umutların ve belirsiz beklentilerin yer aldığı, kimseyi tatmin etmeyen şeyler." İnsan Hakları Evrensel Bildirisi'ndeki sosyoekonomik hükümlerin çok benzerlerinin yer aldığı BM Kalkınma Hakkı'na karşı tek ret oyunu kullanan George H. W. Bush'un temsilcisi Morris Abram'ın ifadesiyle bunlar "saçma" olduğu gibi "tehlikeli bir kışkırtma" niteliği de taşıyordu.
Noel Baba'ya yazılan mektubun reddedilmesi o zamana dek büyük ölçüde hem Demokratlardan hem de Cumhuriyetçilerden destek almıştı. Fakat halihazırda Kongre'deki soytarılıklarda gördüğümüz gibi Cumhuriyetçiler vahşilikte halen lider.
Bununla ilgili daha söylenecek çok şey var ama başka zaman konuşuruz.
Polychroniou: Bob, iddialı iklim değişikliği politikalarını ilerletmek için "adil bir geçiş" şart görülüyor. Etkili bir iklim eylemi için "adil geçiş" neden bu kadar önemli ve sıradan yurttaşları tam olarak nasıl etkiliyor?
Robert Pollin: "Adil geçiş" terimi çeşitli şekillerde kullanılıyor. Ben bunu öncelikle, gelirleri ve refahları açısından halen fosil yakıt endüstrisine bağımlı işçileri ve toplulukları desteklemeye yönelik tedbirlere atıfta bulunmak için kullanacağım. Daha sonra terimin ikinci bir kullanımını, yüksek gelirli ekonomilerin düşük gelirli ekonomiler tarafından geliştirilen Yeşil Yeni Düzen programlarını nasıl desteklemesi gerektiğini ele alacağım.
Fosil yakıt endüstrisine bağımlı işçilerin ve toplumların desteklenmesine ilişkin ilk hususta meselenin daha geniş bir bağlamda ele alınması çok önemlidir. Daha önce birçok kez tartıştığımız üzere, küresel çapta sıfır emisyonlu bir enerji altyapısı oluşturmak için enerji verimliliği ve yenilenebilir enerjiye yapılacak yatırımlar, genel anlamda istihdam yaratılmasında itici güç olacaktır. Yani genelde gezegeni kurtarmak istihdam için çok iyidir. Tabii sadece Donald Trump gibilerden değil, daha geniş bir siyasi yelpazedekilerden de bunun tam tersi feryatlar duyuyoruz. Bu görüşün bir dereceye kadar muteber görülen versiyonunda, fosil yakıt tüketiminin aşamalı şekilde durdurulmasının çevre açısından faydalı olsa da istihdamı yok edeceği savunuluyor. Zengin kıyı elitleri dışındaki herkes de istihdamı çevreden daha fazla önemsiyor.
Savunulan bu pozisyonun gerçekte nasıl yankılanacağını düşünelim. Temiz enerjiye geçiş, gerçekten de genel anlamda istihdam yaratılmasını sağlayan önemli bir itici güç olsa bile fosil yakıt endüstrisinin aşamalı şekilde ortadan kaldırılmasının, halihazırda bu endüstriye bağımlı işçiler ve topluluklar için kaçınılmaz kayıplar oluşturacağı da doğrudur. Kapsayıcı adil geçiş politikalarının yokluğunda, bu işçiler ve toplumlar gerçekten de işten çıkarmalarla, gelirlerin düşmesiyle ve okulları, sağlık kliniklerini ve kamu güvenliğini desteklemek amacıyla kullanılan kamu sektörü bütçelerinde azalmayla karşı karşıya kalacaktır. Kapsayıcı adil geçiş politikalarına yönelik sıkı taahhütler sağlanmadan, bu işçilerin ve toplulukların önemli kısmının fosil yakıt endüstrisinin kademeli şekilde kapatılmasına şiddetle karşı çıkmasına şaşırmalı mıyız?
Bu işçiler ve topluluklar için uygulanabilir bir adil geçiş programında, ilk olarak merhum büyük işçi hareketi ve çevre lideri Tony Mazzocchi tarafından geliştirilen çerçeveden yola çıkılmalıdır. Mazzocchi "adil geçiş" terimini ilk ortaya atan kişidir. Nükleer santrallerin ve ilgili tesislerin kademeli şekilde kapatılmasına dair 1993'te şunları yazmıştı:
İnsanlara bir tür ekonomiden diğerine geçmeleri için ödeme yapmak refah değildir. Dünyaya ihtiyaç duyduğu enerji ve malzemeleri sağlamak için her gün zehirli maddelerle çalışanlar... hayata yeni bir başlangıç yapmaları için bir yardım elini hak ediyor.
Bir dizi kapsayıcı adil geçiş politikasını tam olarak nelerin şekillendireceğini Mazzocchi'nin bu perspektifinden yola çıkarak belirlememiz lazım. Öncelikle işçiler açısından en temelde bu tür politikaların amacının, yaşam standartlarındaki büyük kayıplara karşı onları gerçekten korumak olması gerektiğini savunuyorum. Bunun başarılması için adil bir geçiş politikasının kritik bileşenleri işçiler açısından üç tür garanti içermelidir: 1) yeni bir iş garantisi; 2) yeni işlerinde, fosil yakıt endüstrisinde önceden çalıştıkları işten kazandıklarıyla en azından kıyaslanabilir düzeyde bir ücret garantisi; 3) işverenlerinin ticari faaliyetlerinin kademeli şekilde sonlandırılmasına bakılmaksızın, emekli maaşlarının bozulmadan kalacağı garantisi. Adil geçiş politikaları, yerinden edilen işçileri iş arama, yeniden eğitim ve yer değiştirme konularında da desteklemelidir. Bu destek biçimleri önemlidir ama sadece tamamlayıcı olarak görülmelidir. Zira bunlar tek başına, işçileri fosil yakıt endüstrisinin aşamalı kapatılmasından kaynaklanan yaşam standartlarındaki büyük kayıplara karşı koruyamaz.
Başlıca yüksek gelirli ekonomiler arasında, çalışanlar için adil geçiş politikaları yakın zamanda AB, Almanya ve bunlara kıyasla daha az oranda Birleşik Krallık'ta (BK) hayata geçirildi. ABD, Japonya ve Kanada'daysa bu tür girişimler halen proje aşamasında. Ancak Almanya, BK ve AB örneklerinde bile bu politikalar çoğunlukla iş arama, yeniden eğitim ve yer değiştirme desteği alanlarıyla sınırlı kalmaktadır. Diğer bir deyişle bu örneklerin hiçbirinde çalışanlara ihtiyaç duydukları güvenceleri sağlayan politikalar hayata geçirilmemiştir.
Adil geçiş politikalarına yönelik en somut taahhütler, AB Yeşil Mutabakatı çerçevesinde ortaya konmuştur. Nitekim Avrupa Komisyonu Başkan Yardımcısı Frans Timmermans, "AB Yeşil Mutabakatı'nın herkesten tam destek almasını ve gerçeğe dönüşmesini sağlamak için kömür madenciliği bölgeleri ve buna benzer yerler gibi Avrupa'nın en çok etkilenen bölgeleriyle dayanışma göstermeliyiz" demiştir.
Bu amaç doğrultusunda Avrupa Komisyonu, Ocak 2020'de bunları geniş kapsamlı ilkelerden anlamlı somut politika taahhütlerine dönüştürmek için Adil Geçiş Fonu'nu kurmuştur. Öte yandan bugüne kadar, söz konusu programların kapsamı ve finansman seviyesi, Timmermans'ın belirlediği "Yeşil Mutabakat'ın herkesten destek almasını sağlama" hedefine ulaşmak için yeterli düzeye ulaşamadı. Adil Geçiş Fonu'nunda özellikle yerinden edilen işçilere yönelik verilecek desteğin kapsamı beceri geliştirme, yeniden eğitim sağlama ve iş arama yardımıyla sınırlıdır. Fon, yerinden edilme ihtimaliyle karşı karşıya kalacak işçiler için en önemli destekler arasında yer alan yeniden istihdama, ücret seviyelerine ve emekli maaşlarına ilişkin taahhütlere dair herhangi bir hüküm içermiyor.
Çok daha sağlam bir adil geçiş programının neye benzeyeceğine dair fikir sunması için, çalışma arkadaşlarımla ABD'deki 8 eyalet, genel olarak ABD ekonomisi ve son olarak da Güney Kore için örnek programlar geliştirdim. Şimdilik ABD'nin fosil yakıtlara en bağımlı eyalet ekonomilerinden birine sahip Batı Virginia'ya odaklanmak faydalı olabilir. Bu özelliği nedeniyle Batı Virginia, kapsayıcı bir adil geçiş programının uygulanması için epey zorlu bir ortam sunmaktadır.
Batı Virginia'nın adil geçiş politikalarının tüm eyaleti kapsayacak genel bir Yeşil Yeni Düzen programının bileşeni olması çok önemli. Söz konusu genel program kapsamında, fosil yakıt üretimi 2030 itibarıyla yüzde 50 oranında düşürülecek ve temiz enerji yatırımları, eyaletin genel enerji arzındaki farkı kapatacaktır. Batı Virginia'daki temiz enerji yatırımlarının 2030'a kadar eyalet genelinde ortalama 25 bin kişilik istihdam yaratacağını öngörüyoruz.
Peki eyaletin fosil yakıt endüstrisinin kademeli şekilde kapatılmasından kaynaklanan iş kayıpları ne olacak? Halihazırda Batı Virginia'nın fosil yakıt endüstrisinde ve yan sektörlerinde yaklaşık 40 bin kişi çalışıyor. Bu rakam, Batı Virginia'daki toplam işgücünün yaklaşık yüzde 5'ini oluşturuyor. Fakat 40 bin çalışanın tamamının işlerini hemen kaybetmeyeceğini anlamak çok önemli. Bunun yerine fosil yakıt üretiminin yüzde 50 oranında azaltılmasıyla 2030'a kadar yaklaşık 20 bin kişilik istihdam kapasitesi aşamalı şekilde ortadan kalkacak. Bu da yılda ortalama 2 binden biraz daha fazla iş kaybına denk geliyor. Bununla birlikte söz konusu alanlarda çalışan işçilerden her yıl yaklaşık 600'ünün gönüllü olarak emekli olacağını da tahmin ediyoruz. Bu da her yıl 1400 kişinin, yani eyaletteki toplam işgücünün yüzde 0,2'sinin, işini kaybedeceği anlamına geliyor. Tüm bu süreçte eyalet genelinde bir yandan da temiz enerji dönüşümü sayesinde yaklaşık 25 bin kişilik yeni istihdam yaratılacak.
Kısacası her yıl yerinden edilmeyle karşı karşıya kalan 1400 çalışan için çok sayıda yeni iş fırsatı olacak. Bu çalışanlara, mukayese edilebilir ücret seviyelerinin ve bozulmamış emekli maaşlarının yanı sıra gerektiğinde yeniden eğitim, iş arama ve yer değiştirme desteği sağlamanınsa işçi başına yılda yaklaşık 42 bin dolara mal olacağını öngörüyoruz. Bu da yılda ortalama yaklaşık 143 milyon dolara denk geliyor. Söz konusu rakam, Batı Virginia'nın gayri safi yurtiçi hasılasının (GSYİH) neredeyse yüzde 0,2'sine eşit. Uzun lafın kısası fosil yakıt sektöründe işini kaybeden tüm çalışanlar için kapsayıcı adil geçiş politikalarının uygulanması, Batı Virginia gibi büyük ölçüde fosil yakıta bağımlı bir eyalette bile kesinlikle yüksek maliyet yükü yaratmayacaktır.
İncelediğimiz diğer 7 eyalet içinse mukayese edilebilir adil geçiş programlarının maliyetleri, eyaletlerin GSYİH'sinin yüzde 0,001 ile 0,02'si arasında değişmektedir. ABD ekonomisinin genelinde de adil geçiş programının maliyetleri, GSYİH'nin yaklaşık yüzde 0,015'ine tekabül edecektir. Bu da genel ekonominin büyüklüğüne kıyasla düşünüldüğünde, Batı Virginia'daki programın maliyetinin onda biri ila yirmide birine denk geliyor. Yani çalışanlara sağlam bir geçiş desteği sağlanması, ABD ekonomisi için üç beş kuruşa mal olacak. Diğer yüksek gelirli ekonomilerde de benzer şekilde güçlü adil geçiş programlarının karşılaştırılabilir sonuçlar doğuracağı neredeyse kesindir.
Şimdi de toplulukların geçiş süreçlerini ele alalım. Aslında halihazırda fosil yakıt endüstrisine bağımlı topluluklar, endüstrinin kapatılmasına uyum sağlamakta büyük zorluklarla karşılaşacak. Aynı zamanda Batı Virginia örneğinde de açıkladığım gibi, fosil yakıt endüstrisindeki düşüşün, temiz enerji ekonomisinin hızla genişlemesiyle birlikte gerçekleşecek olması kritik önem taşımaktadır. Bu, etkili toplumsal dönüşüm politikalarının ilerletilmesi için destekleyici bir temel sağlayacaktır.
Bunun önemli bir örneği, başta rüzgar ve güneş enerjisi dahil temiz yenilenebilir enerji kaynaklarının Alaska'nın uzun süredir var olan kapsamlı mikro enerji şebekesi altyapısına entegre edilmesidir. Mikro şebeke, yerelleştirilmiş bir elektrik şebekesidir. Bu şebekeler 1960'lardan beri büyük ölçüde dizel jeneratörlere bağımlıydı. Ancak 2005'ten bu yana yenilenebilir enerji, dizel yakıta karşı giderek daha önemli bir alternatif haline geldi. Alaska Enerji ve Güç Merkezi, 2015 itibarıyla bu gelişmeyi şu şekilde tanımladı:
Son 10 yılda, enerji bağımsızlığı isteğini karşılamak ve sağlanan gücün maliyetini düşürmek için yenilenebilir enerji üretimine yapılan yatırım önemli ölçüde artmıştır. Dünyada yenilenebilir enerjiye sahip mikro şebekelerin halihazırda yaklaşık yüzde 12'sinin yer aldığı Alaska'daki mikro şebekelerin 70'ten fazlası, aralarında küçük hidroelektrik, rüzgar, jeotermal, güneş ve biyokütle santrallerinin bulunduğu, şebeke ölçeğinde yenilenebilir enerji üretimine sahiptir.
Başta Avustralya, Almanya ve ABD'de gerçekleşen bir diğer önemli gelişme de kullanılmayan kömür madenlerinde pompaj depolamalı hidroelektrik sahalarının oluşturulmasıdır. 2022 sonlarında Wall Street Journal'da yayımlanan bir haberde şu ifadelere yer verilmişti:
Sera gazı emisyonlarının artmasına neden olan madencilik faaliyetleri yakında bu emisyonların azaltılmasını da sağlayabilir. Dünyanın dört bir yanında şirketler, pompaj depolamalı hidroelektrik diye bilinen yüzyıllık bir teknolojiyi kullanarak, eski madenleri yenilenebilir enerji jeneratörlerine dönüştürmeye çalışıyor. Halihazırda birçok ülkede enerji üretimi yöntemlerinin parçası niteliğindeki bu teknoloji, enerjisini su ve yerçekiminden sağlayan dev bir batarya gibi çalışıyor. Enerji arzının bol olduğu zamanlarda su yokuş yukarı bir rezervuara pompalanıyor. Elektrik talebi yüksek olduğunda veya diğer enerji türlerinde kıtlık yaşandığındaysa su buradan bırakılıyor ve hidroelektrik enerji üreten türbinler aracılığıyla yokuş aşağı akıyor. Son etapta da su tekrarlanan bir döngüde yeniden yokuş yukarı pompalanmak üzere tutuluyor. Uzmanlar, yerüstü ve yeraltı madenlerinin su rezervuarı oluşturma potansiyeli taşıdığına dikkat çekerek, bu tür tesislerin sıfırdan inşa edilmesine kıyasla söz konusu sistemin daha az çevresel etkiyle ve ön maliyetle geliştirilebileceğini söylüyor.
Genel anlamda fosil yakıtlara bağımlı toplulukları, tam da bu topluluklarda yenilikçi temiz enerji projeleri geliştirerek tekrar canlandırmak için birçok fırsat mevcut. Biden yönetiminin, aslında ABD'deki temiz enerji yatırım projelerinin finansmanıyla ilgili olan Enflasyonu Düşürme Yasası, bu tür projeler için büyük ölçekli finansman sağlamaktadır. Kongre'deki Cumhuriyetçilerse doğal olarak bu tür fonları saçma sapan ve nihayetinde insaflı şekilde sonuçlanan borç tavanı tartışması üzerinden iptal etmeye çalıştı. Neyse ki başarısız oldular.
Polychroniou: Gezegenin hayatta kalmasının tek yolu fosil yakıtlardan uzaklaşıp temiz enerjiye yönelmekse iklime dair adımlar nihayetinde küresel çapta koordine edilmelidir. Dünya zengin ve yoksul ülkeler arasındaki büyük farklarla bölünmüş durumda olduğuna göre, küresel adil geçişlerin gerçekleşmesi için neler gerekli ve ne tür yeni güç ilişkilerinin yaratılması lazım?
Pollin: Öncelikle sadece zengin ülkeler için geçerli olan, iklimi istikrarlı hale getirmeyi amaçlayan uygulanabilir bir programın olmayacağını açıklığa kavuşturalım. Her gelişmişlik düzeyinden ülkenin 2050'ye kadar emisyonlarını sıfıra indirmesi gerekiyor. Halihazırda Çin, ABD ve AB'nin küresel çapta toplam karbondioksit salımının yüzde 52'sini oluşturduğu doğrudur. Ancak bu aynı zamanda Çin, ABD ve AB'nin salımları mucizevi şekilde yarın sıfıra düşse bile küresel emisyonların sıfıra indirilmesinde yolun yarısından biraz daha fazlasını kat etmiş olacağımız anlamına da geliyor. Dahası Hindistan ve Endonezya gibi büyük ve hızlı büyüyen gelişmekte olan ekonomiler, bu büyümelerini fosil yakıt ağırlıklı bir enerji altyapısıyla desteklemeyi sürdürürlerse Çin, ABD ve AB'nin salımları gerçekten sıfıra inse bile 2050'ye kadar küresel emisyonları bugüne kıyasla hiç azaltmamış olacağız. Mesele şu ki, en geç 2050'ye kadar sıfır emisyon hedefine gerçekten ulaşacaksak her ülke bunda büyük önem taşıyor.
Bu nedenle Yeşil Yeni Düzen programının kapsamının küresel olması gerektiğini kabul edersek, yukarıda yüksek gelirli ekonomiler için tanımladığım işçi ve toplum açısından adil geçişler, düşük gelirli ekonomiler için de aynı derecede, hatta daha fazla geçerlidir. Öncelikle temiz enerji yatırımına geçiş programları, yüksek gelirli ekonomilerde olduğu gibi düşük gelirli ekonomilerde de istihdam yaratılmasında önemli bir itici güç olacaktır. Örneğin, çalışma arkadaşlarımla birlikte yaptığımız bir araştırma, Hindistan, Endonezya ve Güney Afrika gibi yerlerde temiz enerji ekonomisi yaratmanın, belirli bir harcama düzeyi için bu ekonomilerin mevcut fosil yakıt ağırlıklı enerji altyapısını sürdürmekten iki ila üç kat daha fazla istihdam yaratacağını ortaya koyuyor. Aynı zamanda bu ekonomilerde fosil yakıtların kademeli şekilde bırakılması, fosil yakıt endüstrisine bağımlı işçiler ve topluluklar için de kayıplara neden olacaktır. Bu işçiler ve topluluklar, yukarıda ABD ve diğer yüksek gelirli ekonomiler için tanımladığımıza benzer bir adil geçiş desteğine ihtiyaç duyacaktır.
Şu soruyu sormamız lazım: Düşük gelirli ülkelerde Yeşil Yeni Düzen'in maliyetini kim karşılayacak? Bunun gezegenin hayatta kalması için temel bir mesele olduğunu ve birilerinin maliyetleri karşılaması gerektiğini kabul ederek işe başlayabiliriz. O halde bu maliyetleri kimin karşılayacağına, ne kadar ödeme yapılacağına ve bunların hangi finansman kanallarıyla gerçekleştirileceğine dair adil ve uygulanabilir standartları nasıl oluşturmalıyız?
Burada iki nokta çok önemli. Birincisi, aralarında ABD, Batı Avrupa, Japonya, Kanada ve Avustralya'nın da yer aldığı dünyanın yüksek gelirli ülkeleri, kapitalizm altında endüstriyel gelişimin ilk aşamalarından başlayarak, atmosferi sera gazı salımıyla doldurmaktan ve iklim değişikliğine yol açmaktan birincil derecede sorumludur. Dolayısıyla küresel Yeşil Yeni Düzen'in finansmanından da öncelikli olarak bu ülkeler sorumlu tutulmalıdır. İkincisi, bu tarihsel perspektiften günümüze baktığımızda, tüm ülkelerdeki ve bölgelerdeki yüksek gelirli kişilerin halihazırda herkesten çok daha fazla karbon ayak izine sahip olduğunu görüyoruz. Oxfam'ın 2020'de yaptığı çalışmada ortaya konduğu üzere, örneğin küresel nüfusun en zengin yüzde 1'lik kesimindekilerin ortalama karbon ayak izi, genel küresel nüfusun ortalama emisyon seviyesinden 35 kat daha fazladır.
Dolayısıyla asgari düzeyde adil koşullar sağlanması adına, yüksek gelirli ülkeler ve yüksek gelirli kişiler, nerede yaşarlarsa yaşasınlar, küresel bir temiz enerji dönüşümünün ön maliyetlerinin çoğunu karşılamalıdır. Aynı zamanda bu ön maliyetlerin birer yatırım olduğunu da unutmayalım. Bugün fosil yakıtlara ve nükleere kıyasla halihazırda daha düşük seyreden ve düşmeye devam eden ortalama fiyatlarla yüksek verimlilik ve bol miktarda yenilenebilir enerji sağlayarak, aslında bu yatırımlar zaman içinde kendi kendilerini finanse edecektir.
Ancak yine de düşük gelirli ekonomilere verilecek yatırım fonlarını daha önce görülmemiş bir hızda ve ölçekte bir an evvel seferber etmek gerekiyor. Çeşitli açıklamalara ve taahhütlere rağmen özel sektördeki kapitalistlerin bunu kendi başlarına yapmayacaklarını daha şimdiden görüyoruz. Noam'ın da yukarıda tanımladığı gibi, özel sermayedarlar daha ziyade gelişen ekonomilerde temiz enerjiye yapılacak yatırım planlarının kamu kuruluşları tarafından "riskten arındırılmasını" bekliyor. Noam'ın söylediklerini özetleyecek olursak bu, özel sektördeki yatırımcıların yatırım yapmak için kamu kuruluşlarından büyük sübvansiyonlar alması fakat yatırımlar karşılığını verdiğinde tüm kârı cebe indirmesi anlamına geliyor. Sübvansiyonları dağıtan kamu kuruluşları arasında bu yatırımcıların yaşadıkları zengin ülkelerin hükümetlerinin yanı sıra yatırım yapabilecekleri düşük gelirli ülkelerin hükümetleri ya da Dünya Bankası veya IMF gibi uluslararası kamu yatırım kuruluşları yer alabilir.
Zengin ülkelerin hükümetlerinin, yoksul ülkelere iklimle ilgili yıllık 100 milyar dolar destek sağlamak için 2009'da verdikleri sözü yerine getirmedikleri de bir gerçektir. 2015-2020'de 35 yüksek gelirli ülke, yılda ortalama 36 milyar dolar sağlayacağını bildirmişti. Bu da yıllık 100 milyar dolarlık taahhüdün sadece üçte birine denk geliyor. Dahası ülkelerin neredeyse her şeyi "iklim finansmanı" diye gösterebildiği dikkate alındığında, bu düşük rakam bile zengin ülkelerin sağladığı iklim finansmanının gerçek seviyesini olduğundan fazla gösteriyor. Reuters'ın 1 Haziran'da yayımladığı haberde şu ifadelere yer verilmişti:
İtalya, bir perakendecinin Asya genelinde çikolata ve dondurma mağazaları açmasını sağladı. ABD, Haiti'de bir kıyı otelinin genişletilmesi için kredi verdi. Belçika, Arjantin'deki yağmur ormanlarında geçen bir aşk hikayesini anlatan Kızıl Topraklar (La Tierra Roja) filmini destekledi. Japonya ise Bangladeş'te yeni bir kömür santralinin inşaatını ve Mısır'da bir havaalanının genişletilmesi için yapılan çalışmaları finanse ediyor…
Bir kömür santrali, bir otel, çikolata dükkanları, bir film ve bir havaalanının genişletilmesi küresel ısınmayla mücadeleye yönelik çalışmalar gibi görünmese bile bunları finanse eden hükümetler, söz konusu yatırımları BM'ye bu şekilde bildirdiği gibi yapılan yatırımları da taahhüt ettikleri toplam bağıştan düştüler.
Bu meseleyle ilgili ciddi bir takip sistemi oluşturulmasının, önemli mali kaynakların gelişen ekonomilerdeki meşru iklim projelerine aktarılmasını sağlamak için gerekli bir adım olduğu açıktır. Düşük gelirli ülkelerdeki kamu yatırım bankalarının, ekonomilerinde belirli yatırım projelerinin geliştirilmesinde birincil kanallar olarak hizmet vermesi de kritik önem taşıyacaktır. Kamu yatırım bankaları, hem kamudaki hem de özel sektördeki temiz enerji projelerinin yanı sıra kamunun ve özel sektörün birlikte yer aldığı karma projelerin finansmanını da yönetmelidir. Herhangi bir düşük gelirli ülkedeki (ya da herhangi bir yüksek gelirli ülkedeki) belirli bir projede kamu ve özel mülkiyet arasında en iyi karışımın ne olması gerektiğini bilemeyiz. Dogmatik davranıp aksini iddia etmenin anlamı yok. Ancak ne olursa olsun özel firmaların 40 yıllık neoliberalizm altında kazandıkları oranlarda kâr etmelerine izin vermenin makul olmadığını kabul ederek adım atmalıyız. Eğer özel firmalar temiz enerji yatırımlarını desteklemek için büyük kamu sübvansiyonlarını kabul etmekten memnunsa, o zaman kârlılıkları üzerindeki sınırları da kabul etmeliler. Örneğin ABD'deki özel elektrik hizmetleri sektöründe bu tür düzenleyici ilkeler rutin haline gelmiştir. Benzer standartlar dünyanın tüm bölgelerinde kolaylıkla oluşturulabilir.
https://truthout.org/articles