Maaşlarla birlikte ikramiyelerin yatırılmayacağını ifade eden belediye yetkililerine, işçiler iş bırakarak cevap verdi: "Böylesi zor zamanlarda, bayrama günler kala yine haklarımıza göz diktiler."
İz Gazetesi'nin bildirdiğine göre dün sabah saatlerinden itibaren iş bırakan işçiler, “Bizi sürekli olarak eylem yapmaya itiyor belediye. Böylesi zor zamanlarda, bayrama günler kala yine haklarımıza göz diktiler. Maaşlarımız ve ikramiyemizi birlikte yatırmıyorlar” dedi. Kredi kartlarına, kredilere endeksli maaşları olduğunu ifade eden işçiler, “Maaş geldiği gibi kiraya, borçlara gidiyor. Ülkenin ekonomisi belli. Bayramda hepimiz çocuklarımızla, ailemizle güzel vakit geçirmek istiyoruz. Belediye bayramı bile zehir ediyor. Onlar bayram yaparken biz eylem yapmak zorunda kalıyoruz. Biz çocuklarımıza bakınca kafamızı eğmek istemiyoruz. Emeğinin hakkını almış olarak evlere gitmek istiyoruz çok mu?” dedi.
Yine Koçer yine tehdit!
Tehdit edildiklerini de ifade eden işçiler, “En son muhtar dövmekle gündem olan Ali Rıza Koçer bu sefer de işçi arkadaşlarımıza parmak sallayarak tehdit etti. Kimdir bu Ali Rıza Koçer, kendisinde bu hakkı nerden buluyor. Muhtarı döv işçiyi tehdit et yeter be” dedi.
“Biz daha önce eylem yaptığımızda kesintiler yapmıştı belediye” diyen işçiler, “Çiğli Belediyesi eylem yapıyoruz diye kesinti yapıyor. Bu sefer kesintiye de razı değiliz. Haklarımızı tamamen yatırmalı, işçileri tehdit etmekten vazgeçmeli, eylem sonrası kesintileri aklının ucundan bile geçirmemeli” dedi.
Sendika Gümrükçü’yle işbirliğinden vazgeçmeli!
Sendikanın da Utku Gümrükçü ile işbirliği içinde olduğunu iddia eden işçiler, “Belediye başkanı İzmir’de ‘işçi hakkına göz diken başkan’ diye anılıyor. İşçinin hakkını baltalamak için elinden geleni yapıyor. Sendika temsilcilerimizi tasfiye etti. İrademizi gasp etti. Çok açık ki Gümrükçü ve sendika aynı rotada. Ancak biz işçilerin rotası ekmeğimiz, emeğimiz” dedi.
Önce temsilcilerimize göz diktiler diyen işçiler, “Sendika yetkilileri Çiğli işçileri için ‘sürekli eylem yapıyorlar’ diye konuşuyor. Bir sendika bunu söyler mi? İşçinin hakkı verildi de işçi eylem yapmak mı istedi? Biz hem belediye hem de sendikada bu çarpık anlayışa karşı mücadele etmek durumunda kalıyoruz” dedi.
İktidar, patronların istediğini yaptı. Asgari ücret yine açlık sınırında tutuldu. Üstelik yapılan artış gelecek ay eriyecek. Yüzde 34 zam ile 11 bin 402 lira olabilen asgari ücret, yoksulluk sınırının 22 bin 350 TL altında bırakıldı.
Yeni ücretin tutarı 488 dolar. Patron örgütü TİSK'in başkanı 500 dolara çıkarılmasına şiddetle karşı çıkmıştı. 500 dolar sözünden dönen iktidar, TİSK'in dediğini uyguladı.
İktidar ve patron temsilcileriyle pazarlık masasına oturan Türk-İş'in Genel Başkanı Ergün Atalay kararı şöyle değerlendirdi:
"Geçen yıl ara zamda yüzde 30 civarı zam verilmişti. Bugün yüzde 34. Asgari ücreti artırıp enflasyon belli bir noktaya gelmezse önemi kalmıyor. İnşallah enflasyon belli bir noktaya gelir de alım gücümüz korunur. Pazardaki, marketteki fiyatların kontrol altına alınması temennimiz. Yoksa bu zamların anlamı kalmıyor."
Türk-İş, Hak-İş ve DİSK Temmuz ara zammı pazarlıklarında herhangi bir ücret talebinde bulunmadı. Fakat asgari ücretin insanca yaşam seviyesine çıkarılması için mücadele devam edecek. Temmuz'dan Aralık'a kadar sendikalar birleşik mücadele yürütürse, iktidar ve patronlar bu kadar rahat davranamaz.
Elvan Gıda'da örgütlenme çalışması yapan Gıda-İş sendikası uzmanları, Aile Mahkemesi'nin fabrikadan uzaklaştırma kararı ile karşılaştı. T24'e konuşan Türkiye Gıda ve Şeker Sanayi İşçileri Sendikası Örgütlenme Uzmanı Ercan Doğru, sendikalaşma mücadelesi sırasında yaşadıklarını anlattı:
‘’Elvan Gıda isimli iş yerinde 3.5 ay önce sendikal çalışmalar yapmaya başladık. Bu Elvan Gıda’nın Eskişehir’de bir, Sakarya’da bir İstanbul Küçükçekmece ve Yenibosna’da iki fabrikası var. Toplam 3 bin işçi çalışıyor. Biz bu iş yerinde işçilerin Anayasal hakkı olan örgütlenme hakkını engelleyen bir iş veren ile karşılaştık. Aynı bütün iş yerlerinde örgütlenmeye başladık. Geçtiğimiz Mart aylarının sonlarında, İstanbul Küçükçekmece’deki fabrikada ben megafonla konuşurken, orada bir takım itişme kakışma yaşandı. Bize saldırdılar. O sırada tanımadığımız bir vatandaş bize çok ağır küfürler etmeye başladı. Bizi bir 10-15 metre dışarıya attılar.
Sonradan öğrendik ki bu kişi işyeri sahibi Osman Kadiroğlu’ymuş. Polis geldi. Olay savcılığa intikal etti. Savcılık görüntüleri aldı. Bize saldıran, bize küfür edenin bu işyerinin sahibi olduğu ortaya çıktı. Bu nedenle savcı, işçilerin sendikal hakkını engellemekten dolayı işverene ve iki güvenlik görevlisine dava açtı. Bu da Türkiye’de ender görülen bir durumdu. Yargı kolay kolay fabrika sahiplerine dava açmazdı. Genelde fabrika müdürüne, insan kaynaklarına vs. dava açılırdı.
Bu süreçten sonra fabrika patronu beni ve iki arkadaşımı fabrikada örgütlenmeden uzaklaştırmak için Bakırköy 1. Aile Mahkemesi’ne başvurdu. Sendikal konularla ilgili olmayan bir mahkeme burası. 1. Mahkeme ‘bu bizim konumuz değil’ diyerek davayı reddediyor. Ya asliye ceza ya da iş mahkemesine dava açılması gerektiği vurgulanıyor. Oradan o yanıtı alınca 2. Aile Mahkemesi’ne gidiyorlar. 2. Aile Mahkemesi Hakimi nasıl oluyorsa böyle bir karar alıyor. Benim, Şeker-iş Sendikası Genel Teşkilatlandırma Sekreteri Murat Taşlıyurt ve bir diğer örgütlenme uzmanı Sevil Doğan’ın iş yerinden uzaklaştırılması kararı alınıyor.
Yani işçi ile iş veren arasında bir sataşma olabilir fakat bunun yeri aile mahkemesi değildir. Nasıl böyle bir kararı almış, aldırmış anlayamadık. Bu karar 5 Haziran’da alındı. Aile mahkemesinden böyle bir karar alınması Türkiye’de bir hukuk skandalıdır. Böylece sendikaların önündeki örgütlenme engellerine bir yenisi daha eklenmiş oldu. Biz böyle bir kararı asla tanımıyoruz. Biz karara itiraz ettik. Ayrıca hakim hakkında da dava açtık.
Bu kararda hakim kişinin özgürlüğünü kısıtlayıcı bir karar vermiştir. Bu ülkede hukuk varsa, Hakimler Yüksek Kurulu ya da Adalet Bakanlığı o hakimi derhal görevden el çektirir. Bu alına karar sonrası beni bazı ceza hukukçusu profesörler aradı. Alınan kararın akla ziyan olduğunu söyledi. Elbette biz de üzülüyoruz. Hukuk devletinde bir hakim neyin kitabına bunu uyduruyor anlamış değiliz.”
Bursa'da 430 kişinin çalıştığı Pakkens Valf fabrikasında Türk Metal Sendikası’na üye bir işçinin kovulmasına karşı direniş başladı. Fabrikada üretim durdurdular.
Türk Metal Sendikası Orhangazi Şube Başkanı Erdinç Sazbiçer, Bursa Organize Sanayi Bölgesi'nde süren mücadeleyi şöyle anlattı:
'2022'den itibaren sendikamız fabrikada yetkiyi almış durumdaydı. İşveren buna itiraz etti.'
"Sürece ilişkin üyelerimize bilgi veriyorduk. Davayı kazanma ihtimalimiz olduğu için fabrikada sözcü üyelerimizden birini işten çıkardılar.”
“Çalışma barışının sağlanması için ve sendikayla masaya oturulması için işveren vekillerine ulaşmaya çalıştık ancak yanıt alamadık. İşçiler iş durdurduğu için işveren 3 Temmuz’a kadar üretimi durdurdu.”
Bir işçi, işten çıkarılan arkadaşları geri dönünceye mücadeleye devam edeceklerini vurgulayarak yaşananları şöyle anlattı:
“Biz direnişe başladıktan sonra fabrikanın tuvaletlerini kapattılar. 2 gün sonra da herkesi yıllık izne çıkardılar. Bir haftadır direnişimiz sürüyor. Sendikamız yetkiyi aldı ancak bu süreç mahkemeye yansıdı. Bir buçuk yıldır da bu süreç devam ediyor. Sendikamızı tanısınlar ve insanca yaşayacağımız bir iş düzenini sağlasınlar istiyoruz.”
Tüm işçi eylemleri arasında 15-16 Haziran’ın büyük bir önemi vardı ve Türkiye sınıflar mücadelesinin en büyük eylemiydi.
1960’ta sanayi üretiminin yüzde 55’i fabrikalarda yapılmaya başlandı. İşçi sınıfının da yüzde 30’u bu fabrikalarda çalışıyordu. Fabrikaların sayısı 540’a ulaşmıştı. Bunların 300’ü özel sektöre aitti. 1964 yılında 20 ila 100 arasında işçi çalıştıran sanayi kuruluşlarının sayısı 1200’e ulaşmıştı. 1970’e gelindiğinde ise fabrikaların sayısı 1160 olmuştu. Bu fabrikalar toplam sanayi üretiminin yüzde 73.7’sini gerçekleştiriyorlardı. Toplam işçilerin yüzde 46.4’ü de bu 1160 fabrikada çalışıyordu. 1160 fabrikanın 800’ü özel sektöre aitti. Kısacası 1960’lı yıllarda özel sektör ve büyük sanayi hızla büyümüştü. 1970’te İstanbul’da 1 milyon işçi vardı. Ankara’da ise çoğu “memur” olmak üzere 400 bin işçi vardı.
1963’ten 1971’e kadar ki işçi hareketi sürekli bir yükseliş içindedir. Bu dönemi ikiye ayırırsak, 1963-1966 arasında toplam 179 grev olmuş ve bu grevlere 26 bin işçi katılmıştı.
1967-1970 arasındaki dönemde ise 312 grev yaşanmış ve 56 bin işçi bu grevlere katılmıştı. 1967-70 arasında asıl yükselen mücadele biçimi ise direnişler olmuştur. 1967-70 arasında 516 direniş olmuş ve 340 bin işçi bu direnişlere katılmıştı. Direnişlerin 372’sinde güvenlik güçleri ile çatışma çıkmış bu çatışmalara 250 bine yakın işçi katılmıştır. (Tabii bu sayının içinde 15-16 Haziran direnişinin de yer aldığını unutmamak gerekir.)
DİSK, 1967’de kuruldu. Türk-İş yönetiminin İstanbul’da Paşabahçe işçilerinin grevini desteklememesi bardağı taşıran damla oldu ve özel sektörde örgütlü Maden-İş, Lastik-İş, Kimya-İş, Gıda-İş ve Basın-İş Türk-İş’den ayrılarak Devrimci İşçi Sendikaları Konfedarasyonu, DİSK’i kurdu. İşçiler DİSK’e üye olmak istiyorlardı çünkü DİSK özel sektörde işçilere yüksek ücret ve daha iyi sosyal koşullar kazandırıyordu. Özellikle büyük fabrikalarda.
Bu nedenle büyük fabrikaların işçileri yasal grev dışında bir mücadele biçim geliştirmişlerdi: Fabrika işgalleri. DİSK’e katılmak isteyen büyük fabrikaların işçileri fabrikayı işgal ediyorlardı ve üretim kaybına tahammülsüz patronlar önce polis ve jandarma aracılığı ile grevi kırmaya çalışı-yor, bu olmayınca da işçilerle anlaşıyordu. DİSK’e bağlı sendikalar hızla güçleniyor, işçiler ise radikalleşiyordu.
Bu durum patronları ve özellikle de büyük patronları şiddetle rahatsız ediyordu. Çünkü bir yandan üretim aksıyor, diğer yandan da işçi ücretleri artıyordu. En önemlisi, yeni oluşan genç işçi sınıfı içinde mücadeleci bir gelenek yerleşiyordu. Bu işçiler mücadeleci oldukları kadar sosyalist fikirlere de yaklaşıyorlardı.
Bu nedenle patronlar DİSK’in kapatılmasını, işçi hareketinin geriletilmesini istiyorlardı. Yeni çıkarılmak istenen sendikalar yasasının tek amacı DİSK’in dağıtılmasıydı. 15-16 Haziran 1970 direnişi bu yeni yasa tasarısını durdurmayı amaçlayan bir eylemdi.
Direniş
15-16 Haziran 1970 direnişini DİSK işyeri temsilcileri toplantısı kararlaştırdı. Geniş bir katılımla alınan karar 15 Haziran günü İstanbul’un üç noktasından merkeze doğru yürüme biçimin de başladı.
Gebze, Silahtarağa ve Levent yönlerinden başlayan yürüyüşler yol boyu büyüyordu.
İş bırakarak yürüyüşe çıkan bir işyeri diğerinin önünde duruyor, oradaki işçilerin katılımı ile devam ediyor ve bir sonraki işyerinin önüne geliyordu.
15 Haziran günü DİSK üyesi işçilerin yanı sıra Türk-İş üyesi işçilerin de yürüyüşlere katılması çok önemliydi.
Ertesi gün, 16 Haziran’da yürüyüşlere katılan işçi sayısı arttı. Büyük işçi yığınları yürüyor, karşılarına çıkan polis ve asker barikatlarını çok kolayca aşıyordu. Binlerce işçi Anadolu yakasında Türk burjuvazisinin kalbine, Bağdat Caddesi’ne girmiş Kadıköy’e doğru yürüyordu. Polis ateş açtı, işçileri öldürdü ama yürüyüşü durduramadı. İşçiler Kadıköy Kaymakamlığı’nı sardı ve gözaltına alınan işçilerin serbest bırakılmasını sağladı.
Silahtar’dan gelen işçiler İstanbul Valiliği’ne yürümeye çalıştı. Sayısız barikatın arkasından Valiliğin önünde tanklarla karşılaştı. Bir işçi kolu Atatürk köprüsünden geçerek Taksim’e gitmeye çalıştı ama köprü açılarak durduruldu.
Levent yönünden gelen işçilere ise polis ateş açtı.
Yürüyen işçilerin arasında elbette bütün sosyalistler yer aldı. Ellerinden geldiğince işçilere yardımcı oldular ama işçilere önderlik edecek bir devrimci parti yoktu.
Nitekim akşamüstü hükümet İstanbul’da sıkıyönetim ilan etti ve DİSK başkanı Kemal Türkler radyodan yaptığı konuşma ile direnişin bittiğini ilan etti, devimci gençleri suçladı.
Hareket sahip olduğu tek önderliği de kaybetmişti. Nitekim 17 Haziran günü Silahtarağa bölgesindeki birkaç fabrikanın kapılarını kaynaklayarak işgal edilmesi dışında gösteriler bitti.
Üç gün sonra tüm hareket bitti. 6 ay sonra bir kısım solun silahlı mücadelesinin ilk ciddi olayları yaşandı. 8 ay sonra solun bir kısmı 9 Mart’ta “ilerici askeri darbe” beklerken 12 Mart’ta darbe gerçekleşti.
DİSK kapatıldı. Yöneticiler tutuklandı.
Bu arada 15-16 Haziran’ın hemen arkasından parlamento yeni sendikalar yasasını onayladı ama Anayasa Mahkemesi yasayı bozdu ve DİSK kapanmaktan kurtuldu ama Türkiye’de grev ve sendikalar yasası daha da kuşa döndü.
15-16 Haziran gösterileri işçi sınıfının var olduğunu eylemle gösterdi.
İşçi hareketinin kollektif mücadele gücünün önemini gösterdi.
Açık ki, 1970’te işçi hareketi içinde yer alan devrimci bir önderlik var olsaydı gelişmeler başka türlü olabilirdi.
Ankara Elmadağ’daki MKE Barutsan fabrikasının dinamit lokumu hazırlama bölümünde yaşanan büyük patlama sonucu 5 işçi yaşamını yitirdi.
Patlama öylesine büyüktü ki bina çöktü, hayatın kaybeden işçilerin kimlikleri saatler sonra tespit edilebildi.
10 Haziran günü sabah saatlerinde meydana gelen patlama gün boyunca TV’ler ve haber sitelerinde ilk gündem olurken, 11 Haziran sabahı gündemden düştü.
“Son dakika” diyerek patlama haberini duyuran hakim medya (sağı ve solu ile) iş cinayetlerine unutuverdi.
Ankara Valisi’nin patlamaya dair “kimyasal tepkime sonucu” yaşandığına dair açıklaması genel kabul gördü. Söz konusu “kimyasal tepkimeye” neyin yol açtığı bile sorulmadı.
Üzerine gidilmemesinin nedeni, bu tür patlamaların, göçüklerin, enkazların ve işçi ölümlerinin her zaman gerçekleşmesi ve artık kanıksanmış olması mı?
Yoksa iş cinayetinin gerçekleştiği fabrikanın yapısı ve özelliği mi?
Muhtemelen ikisi birden ve fakat ikincisinin ilk nedeni belirlediğini söylemek de işçi basınına düşer.
Roket ve patlayıcı üreten bu fabrika Makine Kimya Kurumu’na (MKE) ait. 1950 yılında kurulan MKE, onca özelleştirmenin ardından devletin elinde kalmış büyük şirketlerden biri. Sahibi Milli Savunma Bakanlığı ve kuruluş amacı, ordunun her türden silah-teknik ihtiyacını gidermek.
Ankara’daki Barutsan fabrikası, bu amaçla kurulmuş çok eski bir tesis. Gerisini fabrikada örgütlü Petrol-İş sendikası Ankara Şubesi’nden dinleyelim:
“Yaşanan bu patlamayı bir kaza olarak nitelemiyoruz. Patlama, teknolojisi eskimiş atölyelerde modernizasyon ihtiyacı apaçık ortadayken gerçekleşmiştir.”
Sendika, fabrikada daha önce de ölümlü patlamaların gerçekleştiğini, 2018’de benzer bir patlamanın meydana geldiğini ve bir işçinin öldüğünü söylüyor. Ve Marksist.org’dan okuyabileceğiniz açıklamasında, ölen beş işçinin nasıl çalışma koşullarına hapsedildiğini de anlatıyor.
Defalarca eylem yapmışlar, ama düzen değişmemiş. Son derece tehlikeli bir işin yapıldığı fabrikaya – üstelik bu, mevcut iktidarın askeri politikalarıyla örtüşen bir işletme ve devlet şirketi– gereken yatırım yapılmamış, modernize edilmemiş. Ve ölümler göstere göstere gelmiş.
Patlayıcı gibi bireysel tüketime değil de ordu dolayısıyla devlete hizmet eden bir üretim yapan köklü bir fabrikada bunlar olabiliyorsa diğer fabrikalarda, şantiyelerde, atölyelerde neler olabileceğini düşünün.
İş güvenliğini ve işçi sağlığını savunmak, sendikaların ve sosyalistlerin başlıca görevlerinden biridir.
Volkan Akyıldırım
(Sosyalist İşçi)
Asgari Ücret Tespit Komisyonu, Temmuz ara zammı için pazarlıklara başladı. Masaya konulan seçeneklerin tamamı, zam gerçekleştiği gün eriyecek ve açlık sınırının altına doğru gidecek.
10 üyesi patronlar ve iktidar temsilcileri, 5 üyesi ise işçilerden oluşan komisyonun antidemokratik yapısı işçilerin pazarlık gücünü daha en başından kırıyor.
Asgari ücretteki zam konusunda da nihai durumu, pazarlık masasında konuşulmakta olanlar değil (her zamanki gibi) Cumhurbaşkanı Erdoğan belirleyecek.
En fazla üyeye sahip sendika olarak masaya oturan Türk-İş henüz herhangi bir rakam açıklamış değil. Fakat geçen yıl pazarlığı en alt seviyeden başlatmış olmaları da unutulmamalı.
İktidar ve patron çevrelerinden yayınlanan senaryolar ise şöyle:
Mevcut asgari ücret brüt 10 bin 8 TL, SGK ve İşsizlik primleri kesildikten sonra net 8 bin 506 TL. Eğer yüzde 20 zam yapılırsa net asgari ücret 10 bin 208 TL, brüt asgari ücret 12 bin 10 TL olacak. Yüzde 25 zam ihtimalinde ise net ücret 10 bin 634 TL, yüzde 30 olduğundaysa net 11 bin 58 TL'ye ulaşacak.
Sefaletten sefalet beğenin!
Mayıs ayında 10 bin 360 liraya ulaştı. Haziran ayında ise dövizdeki yükseliş ve TL'nin erimesi sonucunda mevcut asgari ücretin 10 günde 60 dolar, yani 1380 eridiği hesaplanıyor. Kurdaki şoklar sebebiyle oluşan fazladan enflasyon TÜİK verilerinde Temmuz'dan itibaren görülmeye başlayacak. Asgari ücret pazarlıklarında TÜİK'in enflasyon verisi baz alındığı için, milyonlarca işçi yine geçim sıkıntısı ve yoksullukla boğuşmak zorunda kalacak.
Temmuz ayında açlık sınırı denilen temel gıda harcamalarının tutarı, hangi senaryo olursa olsun net asgari ücretin üstüne çıkıyor.
Böyle olacağı şimdiden belliyken bile iktidar hala "işçileri enflasyona ezdirmeyeceğiz" diyebiliyor. Bu yüksek enflasyon ve adaletsizlik, gelir bölüşümündeki yaygın emek sömürüsüne dayalı bir ekonomik büyüme anlayışından geliyor. Bu kapitalist politikanın sonucu, asgari ücretin diplerde tutulması yoluyla bütün ücretlerde düşüş gerçekleştirilmesidir.
Temmuz ara zammı ile asgari ücret tartışmaları son bulmayacak. Sendikalar bu meselede birleşip genel bir mücadele başlatmadığı sürece işçiye düşen yine yoksulluk olacak.
---
Patronlar konuşuyor, sendikalar sessiz
Eski Çalışma Bakanı Vedat Bilgin'in lütuf gibi sözleri aylar sonra patron örgütü TİSK'i rahatsız etti.
Bakan Bilgin, Mayıs ayında yaptığı açıklamada Ocak zammı ile 455 dolara denk olan asgari ücretin Temmuz ara zammıyla 500 dolar seviyesine ulaşacağını söylemişti. Bu kuşkusuz bir seçim vaadiydi.
Medya ve sendika çevrelerinde ara zam bu sınırdan tartışılmaya başlanınca, seçim sırasında susan ve iktidarı destekleyen Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) Başkanı Özgür Burak Akkol ortaya çıktı ve şöyle dedi; "Asgari ücret Türkiye'de başka para birimiyle belirlenmiyor. TL konuşacağız."
Oysa eski bakan, dünyada geçerli olan dolar üzerinden asgari ücreti kıyaslama biçimini kullanmıştı. Bundaki amacı, basına sık sık yansıyan Avrupa ve dünyadaki rakamların Türkiye'dekinin çok üstünde olmasıydı.
Fakat seçimler sonrasında iktidarın kuru serbest bırakması sonucunda dolar, Mayıs'ta 20 TL'nin altındaki seviyesinden Haziran'da 23,5 TL'ye ulaştı ve TİSK başkanı tutuştu!
İktidarın dolar üzerinden hesaplama yapmaya elbette niyeti yok. Patronların temsilcisinin "düzeltmesi" ise karşısındaki sendikaları susturmaya dönük bir ataktır.
Ekonominin başına getirilen Mehmet Şimşek, azılı AKP karşıtlarının da aralarında bulunduğu birçok ekonomist ve gazeteci tarafından kurtarıcı gibi gösteriliyor.
Merkez Bankası'nın başına getirilen finans danışmanı Hafize Gaye Erkan ile birlikte dağılan ekonomik dengeleri toparlayarak yabancı sermayeyi Türkiye'ye çekmeleri bekleniyor.
Erdoğan'ın üçüncü Cumhurbaşkanlığı döneminin ilk günlerinde yaşananlar Şimşek ve Erkan'ın "kurtarıcılığını" baştan sorgulatır nitelikte.
TL'nin düşürülüşü ve sonuçları
Türk Lirası, son 1,5 yılda yaşadığı en büyük değersizleşme ile karşı karşıya.
"Rahip Brunson" krizinin meydana geldiği 10 Ağustos 2018, TL'nin en kötü günüydü. Kur yüzde 15,90 artarak, günü 6,42 seviyesinden kapatmış, gün içerisinde 6,80'i görerek rekor kırmıştı.
7 Haziran sabahı dolar 23 liranın üzerine yükselip rekor kırdı: TL yüzde 7'den fazla değer kaybetti.
28 Mayıs seçimleri sonrası 20 liranın üzerine yerleşen dolar kuru, nakit döviz ihtiyacının yakıcı bir hale gelmesiyle birlikte serbest bırakılmış gözüküyor.
Seçimler öncesi dönem boyunca Merkez Bankası, kuru sabit tutmak için piyasaya müdahale etti.
Yabancı yatırımcıların Türkiye piyasasından çekilmesi ve ihracatta elde edilen dövizin azlığıyla birlikte kur yükselişe geçti.
Merkez Bankası bu duruma müdahale etmeyerek TL'nin değersizleşmesine yol vermiş gözüküyor.
Bu kimin çıkarına? Tabii ki özellikle ihracat yapan kapitalistlerin. TL ucuzladıkça, ürettikleri mallar dünya piyasalarında ucuz ve satın alınabilir olacak. Kurun artışıyla birlikte şirket gelirleri yükselecek.
Peki emekçi sınıflar açısından ne olacak? Her şey kura bağlı fiyatlandırıldığı için bütün ürünlerin fiyat etiketleri yenilenecek. Ulaşımdan enerjiye, her şey zamlanacak. Yüksek enflasyon körüklenecek.
Bir diğer sonuç ise, kurdaki artış Haziran enflasyon verilerine yansımayacağı için, ücretlerin otomatikman erimesi olacak.
Borçların yükselişi
Dövizdeki yükseliş sonucunda Türkiye kapitalizminin Dolar ve Euro cinsinden borçları katlanıyor.
Bir ekonomi yazarı şöyle hesaplamış:
"Dolar kurunda, seçimlerin ardından 7 Haziran’a kadar yaşanan yüzde 15,4 oranındaki 3,07 liralık artış, Türkiye’ye dış borçlar cephesinde 1 trilyon 409,1 milyar liralık kur farkı yükü bindirdi."
Kamu kaynakları, bankalara ve özel şirketlere açılırken, borçların faturası yine düşük ücret ve yüksek vergilerle kuşatılmış işçilere ödetilecek.
Kapitalistlerin çıkarı ortak çıkar olamaz
Erdoğan'ın "yeni" ekonomi yönetimini alkışlayanlara bakıldığında, emekçi sınıfların gelirlerini artırmak gibi bir dertleri olmadığı gözüküyor.
Vaat ettikleri şu: 'Piyasa kapitalizmi işletilsin, faizler artırılsın. Ekonomi düzelince sizin de gelirleriniz artacak.' Bu vaat, AKP politikaları kadar eskimiştir. Bize açlık, yoksulluk, işsizlik, sendikasızlık olarak dönecektir.
Mücadeleden yana olan işçiler, sendika aktivistleri, emekçi sınıfların ortak taleplerini savunacak bir mücadelenin örülmesine odaklanmalı.
Volkan Akyıldırım
DİSK Emekli-Sen üyeleri Ankara'da eylem yaptı. Ulus Meydanı'ndaki açıklamada öne çıkan talep 'Hiçbir biçimde asgari ücretin altına düşmeyecek şekilde yılda iki ikramiye olarak güncellenmeli' oldu.
DİSK Emekli-Sen Genel Başkanı Cengiz Yavuz, şunları söyledi:
"Emekli maaşlarımız henüz cebimize girmeden ayın başında erimişken, bu ay sonunda resmi enflasyondan dahi etkilenmeyen tek kalem olan üç kuruş bayram ikramiyesini büyük müjdeler eşliğinde alacağız. Ne var ki bu ikramiye ne kiramızı denkleştirmemize, ne borçlarımızın bir nebze olsun azalmasına ne de soframıza et girmesine izin verecek. Oysa bayram ikramiyesinin amacı, emeklilerin bir nebze olsun nefes almalarını; çocukları ve torunlarıyla gönül rahatlığıyla bayramlaşmalarını sağlamaktır. Bu haliyle bayram ikramiyesi, amacından kopuk ve anlamsız bir ödemeye dönüşmüş durumdadır. Her bayrama eksi bakiye girip, her bayramdan biraz daha sıkıntıya düşerek çıkmak; her yeni bayramı biraz daha yoksul, biraz daha buruk karşılamak emeklilere reva görülmemelidir; görülemez”
“Talebimiz bu bayramda da nettir: Bu ikramiyenin ‘bayram ikramiyesi’ değil ‘emekli ikramiyesi’ adı altında değiştirilmesi ve hiçbir biçimde asgari ücretin altına düşmeyecek şekilde yılda iki ikramiye olarak güncellenmesi gerekmektedir. Taleplerimiz hakkımızdır. Haklarımızdan vazgeçmedik; bugün de vazgeçmiyoruz.”