Güncel Yazılar


Alex Callinicos Tüm Yazıları

İşçi Partisi'nin savaş başarısızlığı sol için bir fırsattır

Keir Starmer yönetimindeki İşçi Partisi'nin İsrail'in Filistinlilere karşı yürüttüğü soykırım savaşını desteklemekte Rishi Sunak'ın Tory hükümetinin peşine takılmasına kimse gram şaşırmadı. Bu tutum İşçi Partisi'nden 56 milletvekilinin parti çizgisine meydan okumasına ve geçen hafta çarşamba günü ateşkes yönünde oy kullanmasına neden oldu. Bu vekiller arasında istifa eden ya da görevden alınan 10 bakan da vardı.

Bu isyanın yayılan etkisini, hafta sonu aralarında Starmer'ın da bulunduğu savaş yanlısı İşçi Partili milletvekillerinin ofisleri önünde gerçekleşen yerel protesto dalgasında gördük. Gölge maliye bakanı Rachel Reeves, "gözünün korkutulduğundan" yakındı. Reeves, Starmer  LBC’ye İsrail'in Gazze'nin elektriğini ve suyunu kesme hakkına sahip olduğunu söylediğinden beri ülke çapında partiyi kasıp kavuran öfkeyi küçümsüyor.

Starmer'ın tutumu tahmin edilebilirdi; kısmen bu, selefi Jeremy Corbyn'i İşçi Partisi'nden uzaklaştırmak ve solun geniş kesimlerini tasfiye etmek için kullandığı, antisemitizme karşı sahte kampanyanın devamı olduğu için. Milletvekili Andy McDonald'ın şu sözleri sebebiyle saçma bir şekilde partiden uzaklaştırılması da bunu yansıtıyor: "Adalet sağlanana kadar, nehirle deniz arasındaki İsrailli ve Filistinliler barış ve özgürlük içinde yaşayana kadar durmayacağız."

Ama daha derin bir neden de var. İşçi Partisi kamuoyu yoklamalarında açık ara önde. Sunak'ın hükümetini yeniden canlandırma çabaları başarısızlıkla sonuçlanacak gibi görünüyor. Suella Braverman'ı görevden almak ve hem Brexit yanlıları hem de karşıtları tarafından hor görülen David Cameron'ı Dışişleri Bakanı olarak atamak onu kurtarmayacak.

Bu yüzden Starmer kendisini geleceğin başbakanı olarak hazırlıyor ve egemen sınıfa İngiliz kapitalizminin onun yönetimi altında güvende olacağına dair güvence vermeye çalışıyor. Corbyn'i ve solu tasfiye etmek bu sürecin bir parçası. Reeves'in, dalkavukların iklim krizine yönelik "cesur" ekonomi politikaları olarak övdüğü planları çöpe atarak finans dünyasına kur yapma çabaları da aynı şekilde.

Ve Starmer'ın Gazze savaşına yaklaşımı da böyle. Reeves, oylamadan önce BBC Radio 4'ün Today programına şunları söyledi: "Bir yıl içinde hükümet olmak istiyoruz, G7'nin fikir birliğini bozmak istemiyoruz."

G7, önde gelen Batılı emperyalist güçlerin kulübüdür. Fransa her zaman aykırı bir ülke olduğundan tamamen olmasa da büyük ölçüde, İsrail'in savaşına koşulsuz destek verme konusunda ABD ve Almanya'yı takip ettiler. Joe Biden ateşkes çağrılarını reddetme konusunda Benjamin Netanyahu kadar kararlı.

Starmer kodamanlardan biri olabileceğini göstermek istiyor ve bu kendi partisinde bir isyana yol açmak anlamına geliyorsa, öyle olsun diyor. Yine, bu yeni bir şey değil. İşçi Partisi iktidardayken her zaman İngiliz emperyalizminin çıkarlarını savunmaya çalıştı; örneğin 1949'da NATO askeri ittifakının inşasında merkezi bir rol oynadı. Ve elbette, gölge kabinedeki pek çok kişi için hâlâ siyasi bir kahraman olan Tony Blair, George W. Bush'un “teröre karşı savaşının” ve İsrail'in İkinci İntifada'ya (2000-5) uyguladığı vahşi baskının ateşli bir savunucusuydu.

Ancak geçmişte İşçi Partisi başbakanları zaman zaman ABD ile aralarına mesafe koymaya istekliydi. Aralık 1950'de Clement Attlee, ABD'nin Kore Savaşı'nda nükleer silah kullanma tehdidinden o kadar endişelendi ki Başkan Harry Truman'ı protesto etmek için Washington'a uçtu. 1960'ların sonlarında Harold Wilson, Başkan Lyndon Johnson'ın İngiliz birliklerini Vietnam'a gönderme baskısına direndi.

Böyle bir manevra alanı artık yok gibi görünüyor. Starmer kendisini Batı emperyalizminin sadık bir hizmetkarı olarak damgalamaya hevesli. Corbyn'in "İşçi Partisi milletvekili olduğu günlerin sona erdiğini" söylemesine şaşmamalı. Egemen sınıfın İşçi Partisi lideriyken Corbyn'i hedef almasının ana nedenlerinden biri, anti-emperyalist siciliydi.

İşçi Partisi'nin Starmer yönetimi altında geçirdiği evrim, yalnızca Corbyn'e değil, partide kalan tüm düzgün sosyalistlere bir seçenek sunuyor. Ötekileştirilmelerine ve susturulmalarına izin mi verecekler yoksa kendileri için önemli olan şeyler uğruna mücadele edecek yeni bir alan mı bulacaklar? Filistin'le dayanışma içinde olan dev anti-emperyalist hareket, İşçi Partisi'nin karşısında sosyalist bir alternatif inşa etmek için büyük bir fırsat sunuyor. Böyle anlar nadiren gelir. Kaçırılmamaları gerekiyor.

Alex Callinicos

Çeviri: Irmak Yavlal


Hakan Tahmaz Tüm Yazıları

Gazze savaşı ve terör güvenlik parantezi

Çağımızda terör ve güvenlik, toplumların her kesimi için en kutsal kavramların başında yer alıyor. Aynı kavramlar devletler ve muktedirler için en kullanışlı araçlar. Neden olduğu sonuçları düşünmeye, tartışmaya fazlasıyla değer.”

İsrail’in Gazze’den Hamas’ı ve Filistinlileri süpürme savaşının 47. gününde İsrail ile Hamas arasında geçici ateşkes ve esir takası anlaşması yapıldı.

ABD Başkanı istedi, Katar Emiri  ve Mısır  Hamas ile İsrail arasında arabulucu oldu, Netanyahu kabul etti.

Bu yazı yazıldığında anlaşma taraflarca yürürlüğe sokulmamıştı, savaş sürüyordu. İsrail kabinesinden üç bakanın ateşkese karşı çıktığı haberleri medyada yer aldı. Anlaşmaya uyulmacağına ilişkin kuşkular ve kaygılar sürüyor.

İsrail lideri Netanyahu ateşkes kararı sonrası yaptığı, “tüm hedeflerimize ulaşana kadar savaşa devam edeceğiz” açıklaması ile kaygıları, kuşkuları haklı çıkarıyor.

Kaygının, kuşkunun kaynağı, ABD ve Batı devletlerinin Filistin sorunu konusundaki aktüel tutumları.

Savaşın ilk gününden itibaren İsrail’in Hamas’ı Gazze’den süpürme savaşına ve soykırım planına alabildiğince sahip çıkmaları, uluslararası savaş kurallarını ve hukukunu yok sayan tutumları; Filistinlileri için, Hitler’in hayvani mahluklar tanımını kullanmasına sessiz kalmaları gibi şeyler bu kuşkulara yol açıyor.

ABD Başkanı’nı ve emperyalist Batı merkezlerini geçici ateşkes yapmaya zorlayan etkenlerden biri, son iki haftadır başta ABD olmak üzere ve birçok Avrupa ülkesinde hızla gelişen savaş karşıtı, Filistin’e Özgürlük gösterileri ve protestolar oldu.

Diğeri ise İsrail’in savaş ve soykırım politikalarının, Filistin topraklarda ulaştığı, insanlığa dehşet veren boyutları.

İsrail’in yıllardır işgal altında tuttuğu Gazze’ye yönelik etnik temizliği yaygınlaştıkça, savaş uzadıkça tepkiler de yükselmeye ve kitleselleşmeye başladı. Milyonlarca insanın barış ısrarı, vicdani bir sorgulama başlattı. Faşist, otoriter ve popülist emperyalist iktidarların insanlık adına ne denli tehlikeli ve yıkıcı sonuçlar doğurduğu gözler önüne serildi.

Netanyahu okulları, hastaneleri bombaladı. Canlı varlık bırakmamaya çalıştı. Bütün dünyaya ve insanlığa meydan okuyarak insanları su, yiyecek, ilaç gibi en temel ihtiyaçlarından mahrum bıraktı. Gazze halkını sürgün veya toplu ölümü tercih etmeye zorladı. İşte böyle bir dönemde geçici ateşkes yapıldığı unutulmamalı.

Bütün bunlar, uluslararası savaş hukuku kurallarına göre İsrail lideri Netanyahu’nun savaş suçlusu olarak yargılanmasını gerektiren suçlar.

Bu açıdan Filistin’e Özgürlük talebi ile Netanyahu ve savaş suçluları yargılansın taleplerinin birlikte ele alınmasını gerektiren bir dünyada yaşıyoruz.

Kafalar karıştırılıyor, evrensel insancıl hukuk, değerler ve temel insan hakları tartışmaya açılmış durumda. İnsanlık “yeni bir hukukun ve dünya statükosunun inşa edileceği” bir tür vekâlet savaşlarıyla ve politikalarıyla karşı karşıya.

Günümüzde “terör ve güvenlik” kavramları, toplumların her kesimi için en “kutsallarının” başında yer alıyor. Aynı kavramlar devletler ve muktedirler için en kullanışlı araçlar. Uluslararası insan hakları sistemi bir referans kaynağı olmaktan çıkarılıyor.

Bütün toplumlar bu iki kavram üzerinden dizayn ediliyor, yeni statükolar oluşturulma savaşları veriliyor. Barış süreçleri zora sokuyor.

Bunun en tipik örneklerinden birini, dört Alman ( Nicole Deitelhoff, Rainer Forst, Klaus Günther ve Jürgen Habermas,) profesörün, geçenlerde yayınladıkları bildiri oluşturuyor. Açıklamada açıkça İsrail’e destek veriliyor.

Ama çok daha önemlisi, söylem ve açıklamalarında tercih ettikleri dil ve tarzlarıydı. Batı entelektüellerinden çok sayıda eleştiri aldığı bilgisi, medyada az da olsa yer aldı.

Bildiriyle ilgili daha detaylı bilgi ve Türkçe çevirisi için, Alex Callinicos’un yazısına bakmakta yarar var.

Benzer olmasa da kafa karışıklığı veya çifte standart, ayrımcılık diyebileceğimiz tutumlar, Türkiye’de de  var.

Her ülkenin terör örgütü tanımı, tehdit algısı farklı olduğu gibi, farklı toplumsal kesimler için de bu algı farklı olabiliyor.

Hamas örgütüne yaklaşım farklılığı, Filistin sorununa ve çözümüne yaklaşımda da farklılığa dönüşüyor. Barış, savaş hukuku, soykırım konularındaki yaklaşımlar, Filistin halkının İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde kabul edilen, uluslararası insancıl hukukta anlamını bulan temel insan hakları için hızla ikincilleşiyor veya asıl değerler aşınabiliyor.

Hamas’ı terör örgütü parantezine alanlar için İsrail’in soykırımı yanlış ama katlanabilecek, ses çıkarılmayabilecek olmaya başlıyor. Filistin’in işgali unutturuluyor, İslamofobi ve anti-Semitizm köpürtülüyor.

Tıpkı, PKK silahlı eylemleri sonrasında devletin on yıllardır sürdürdüğü Kürt karşıtı siyasi veya askeri politikaları gibi. Kürtlerin temel hakları, terör ve bölücülük parantezine alınması gibi.

Çözüm sürecinin bitmesinden sonra, 2016’da Kürt illerinde başlayan şehir savaşına karşı ‘Barış için Akademisyenler’, 1128 imzayla ‘Bu Suça Ortak Olmayacağız’  başlıklı bildiri yayınlamıştı. Barış için Akademisyenlerle,  Hamas İsrail savaşının tam ortasında hükümetlerini eleştirmek için gösterilere katılan barış yanlısı İsraillilerin gördükleri baskı arasında niteliksel olarak ne türden bir fark var? Her iki barışçı kesimin de terör örgütü propagandası yapmakla suçlanması bir tesadüf olabilir mi?

Her daim yönetenlerin çıkarları, hedefleri ile geniş toplumun çıkarları ters düştüğünde devletler, uluslararası ve ulusal hukuku askıya alır, evrensel ve çağdaş toplumsal değerlere savaş açar.

Hamas’ın sivillere yönelik silahlı eylemlerine “mazlumların isyanı” diyen iktidar ve ana akım Türk siyaseti, bu toprakların yüzyıldır, kimliği, dili, varlığı inkâr edilmiş mazlum halklarının her türden siyasal, demokratik talep ve direnişini, çok rahat terör ve güvenlik parantezine alabiliyor.

Toplumun büyük çoğunluğu da tıpkı İsrail’de olduğu gibi bu politikalara rıza gösterebiliyor veya boyun eğiyor. Ortak yalan paydası, devletin güvenliği oluyor.

Bir zamanlar Diyarbakır’da “taş atan çocuklara karşı güvenlik güçlerinin şiddetinin eleştirisine  “çocuk, kadın fark etmez” diyen bir başbakan, şimdi cumhurbaşkanı olarak Gazze’de İsrail’in kadınları, çocukları vahşice öldürmesinin vicdansızlık olduğunu söylüyor. Muktedirlerinin vicdan dedikleri işte bu olsa gerek.


Volkan Akyıldırım Tüm Yazıları

Sendikal hareketin gündemleri

DİSK, İstanbul’dan Ankara’ya “Gelirde adalet, vergide adalet” talebiyle yürüdü. Yol boyunca çeşitli duraklarda basın açıklamaları yaptı:

► En zengin yüzde 20’lik kesim (bu, nüfusun yüzde 1’lik kısmıdır) toplam servetin yüzde 48’ine el koyuyor. Kalan yüzde 80’lik ezici çoğunluk ise (tüm nüfusun yüzde 99’u) onlardan kalan yüzde 52’lik serveti paylaşıyor.

► Vergi tarifelerindeki eşitsizlik sonucu en fazla kazananlar, toplam vergi gelirinin az bir kısmını öderken, devletin kasasını dolduran vergilerin çoğunu biz ödüyoruz. Oysa çok kazanandan çok, az kazanandan az vergi alınmalıdır.

Fakat yürüyüşün Ankara’daki final ayağı hiç de iyi olmadı. Eylem alanında, belediyelerde yönetimde olan, yani patron konumundaki CHP’nin genel başkanı ile kol kola girmeleri ise kabul edilemezdi. 

***

2024’te asgari ücretin belirleneceği pazarlıklar yaklaşırken, işçi tarafını temsilen masaya oturacak en fazla üyeye sahip sendikal konfederasyon olan Türk-İş ise daha önce bu köşede desteklenen çıkışlarına devam ediyor:

► Asgari ücretli bir işçinin maaşı gıda harcamalarına, kira, faturalar vb. zorunlu masrafların karşılanmasına yetmiyor. Bir evde iki asgari ücretli işçi olsa bile bu miktarı karşılayamaz durumdalar. Ve asgari ücret Türkiye’deki 30 milyondan fazla işçinin çoğunluğuna dayatılıyor.

► Asgari ücret, 15 üyeden oluşan bir komisyon tarafından belirleniyor. Karar alınması için 10 üyenin oyu gerekli. İşçi tarafı adına sendikaya verilen kontenjan ise sadece 5 ile sınırlı. Türk-İş bu beş üyelikten birini asgari ücretli bir işçiye ayırıyordu. Fakat son iki pazarlıkta sözleşmeye imza atmayan sendika, bu kez kontenjanından dördünü çeşitli sektörlerde çalışan işçilere verecek.

► Türk-İş sendikalarının üyeleri arasında asgari ücretle çalışan işçi bulunmuyor. Asgari ücretli işçiler, özellikle de özel sektörde çalışan sendikasız çoğunluk halindeler. 

Antidemokratik olan ve baştan itibaren işçilerin kaybetmesi için çalışan komisyona müdahale etmek için demokratik işçi eylemlerine ihtiyaç var. Asgari ücret pazarlıkları canlı yayında yayınlanmalı. Türk-İş bu girişimi mücadeleyle desteklemediği takdirde sonuç alınmayacak, biçimsel olacak.

***

Bir hareketlilik de KESK’te yaşanıyor. Devlette memur statüsüyle çalıştırılan işçiler arasında en fazla üyeye sahip 3’üncü sendikal konfederasyon, iktidar tarafından meclise sunulan 2024 bütçesine 2 Aralık’ta İstanbul ve Diyarbakır’da bölgesel mitinglerle karşı çıkacak.

► 2024 bütçe teklifinin büyük bölümü kapitalistlerin borç faizlerine, silahlanmaya, devlet-kapitalist ortak projelerine, Diyanet İşleri gibi devlet kurumlarına ayrılmış durumda.

► Kamu emekçilerinin ücretleri, TÜİK’in resmi enflasyon rakamları tarafından belirleniyor ki bu rakamların gerçekte yaşanan yüksek enflasyonun yanına yaklaşmadığı da biliniyor.

Düşük ücret dayatması işçi-memur-sözleşmeli, hangi statüde olursa olsun tüm işçilerin ortak sorunudur. Kamu emekçilerinin ücretleri ise kemer sıkma politikalarının asıl hedefidir. Vergi gelirlerimizden oluşan devlet bütçesindeki kaynaklar yettiği halde kamuda çalışanlara hak ettikleri insanca ücretler verilmiyor.

***

Ücretleri yükseltmek, ekonomik-sosyal hakları genişletmek, vergi adaletsizliğine ve servet eşitsizliğine son vermek için tüm sendikalar yan yana gelmeli, birleşik mücadele vermeli. 

Bize düşen ise böyle bir süreci tabandan zorlamaktır.


Özdeş Özbay Tüm Yazıları

İsrail’in yalanları ve gerçekler

7 Ekim’den bu yana İsrail’in Gazze saldırılarında öldürülen Filistinlilerin sayısı 13 bini geçti. Bu sayının beş bin kadarını çocuklar oluşturuyor. Batı Şeria’da İsrail ve paramiliter yerleşimci saldırılarında öldürülen Filistinli sayısı da 200’ü aşmış durumda.

İsrail tüm dünyanın gözünün içine baka baka yalanlar söylüyor ve bir soykırım politikası izliyor. Açık ki Hamas’ın merkezi dediği Gazze’nin kuzeyini boşaltma hedefi sadece kuzeyle sınırlı değil. “Normale dönüşü” ve hatta evlerini terk edenlerin geriye dönüşünü engellemek için tüm altyapıyı, konutları, tarlaları, okulları ve hastaneleri de yok ediyor. Gazze’de hayatın yeniden başlamasını imkânsız hale getiriyor. İsrail’in, Gazze’nin kuzeyinden sonra kara birlikleriyle güneye yöneleceği de ortada. Gazzelileri zorla, bir daha geri dönmemek üzere Mısır’a sürmeyi başaracak olursa sıranın Batı Şeria’ya geleceği de kesin.

İsrail elbette soykırım uygulamakta olduğunu da, topyekun Filistinlilerle savaştığını da, Batı Şeria’da benzer bir saldırı planladığını da kabul etmiyor. Aksine terör örgütleriyle mücadele ettiğini, Filistin’le dayanışmanın antisemitizm (Yahudi düşmanlığı) olduğunu ve İsrail devletinin var olma hakkını koruduğunu anlatıyor. 

Batı medyasında da destek bulan bu iddiaların her birine yanıt vermek son derece önemli.

Terör nedir? Terör örgütü kimdir?

Terör kavramı politik bir amaç doğrultusunda halk arasında veya devletin yöneticileri arasında gerçekleştirilen şok edici, korkutucu şiddet olayları anlamında kullanılır. Geçen hafta Terry Eagleton’ın hatırlattığı üzere terör kavramı ulus devletlerin doğuş sürecinde burjuva Fransız Devrimi sırasında ortaya çıkmıştı: “Fransız Devrimi’nin öncüleri Danton ve Robespierre döneminde terörizm aslen devlet teröründen doğmuştu. Bu terör, muhaliflerin iktidara değil, devletin düşman saydıklarına uyguladığı şiddetti.”

Daha sonra terör, hanedanlara ve üst düzey devlet yetkililerine karşı suikast eylemleri şeklinde “devrimci” terör eylemleri olarak kullanıldı. Ancak bu dönemde henüz “terör örgütü” kavramı icat edilmemişti. Terör, devrimci şiddet eylemleri içerisinde tanımlanıyordu. Lenin ve Troçki gibi devrimci Marksistler bu tarz eylemlerin sosyalist bir devrime yol açamayacağını çünkü işçi sınıfının kitlesel ve kolektif eylemliliğine dayanmadığını söylüyorlardı. Elbette devrim şiddeti gerekli kılabilirdi ama bu dar bir grubun bireysel terör eylemleri şeklinde değil kendisini bir sınıf olarak örgütleyen işçi hareketinin kolektif eylemi olduğunda anlamlı ve başarılı olabilirdi.

Terör eylemleri sonraki on yıllarda ulusal kurtuluş hareketlerinin en önemli mücadele yöntemi haline geldi. İrlanda Kurtuluş Örgütü, Cezayir’in Ulusal Kurtuluş Cephesi ve daha birçok işgal karşıtı örgüt kafelerde, barlarda, meydanlarda sivilleri de hedef alan terör eylemleriyle hem iktidarları sarsıyor hem de bu eylemler aracılığıyla toplumun ulusal sorunu konuşmasını sağlamayı amaçlıyorlardı. Filistin direnişi de Filistin Kurtuluş Örgütü kurulduğundan beri aynı yöntemleri kullandı. 

Terör örgütü kavramı ise çok daha yakın tarihlerde, rejim veya işgal karşıtı hareketleri insansızlaştırmak ve salt şiddetten ibaret gruplar olarak göstermek amacıyla icat edildi. Ayrıca insanlık dışı gruplar olarak gösterildikleri için de teröristlere karşı her türlü şiddet ve devlet terörü meşru kabul edilmiş oluyordu. 

Özetle, terör eylemleri denilen politik şiddet eylemleri bir gerçeklik. Üstelik bu yöntemi en fazla, en acımasız şekilde kullanan da devletler oluyor. Ancak ‘terör örgütü’ diye bir şey yok. Eğer terör eylemlerine başvuran örgütlere terör örgütü denecek olursa tüm devletler kaçınılmaz olarak terör örgütü tanımına girerdi, çünkü egemen sınıfın şiddet aygıtı olan devlet her zaman büyük çoğunluğu baskı altında tutmak için sistematik şekilde ve politik amaçlar doğrultusunda şiddet kullanıyor. Marksizm açısından yaklaşınca da terörü kullansın veya kullanmasın, hareketlerin sınıfsal ve politik içeriği onları tanımlamamızı sağlar; faşist hareket, siyasal İslami hareketler, ulusal kurtuluş hareketleri ve benzeri.

Bu perspektiften baktığımızda Hamas bir ulusal kurtuluş örgütüdür ve meşruiyetini sadece silahlı direnişinden veya zaman zaman kullandığı terör saldırılarından değil politik ve toplumsal örgütlenmesinden de sağlıyor. 

Filistin’le dayanışma eylemleri antisemitizmi mi büyütüyor?

Avrupa’da milyonlarca kişi Filistin’le dayanışma eylemleri için sokağa indi. Son yılların en büyük savaş karşıtı eylemleri gerçekleşiyor. Bu eylemlerle eş zamanlı olarak Fransa ve Almanya’da sinagoglara yönelik saldırılar ve antisemit paylaşımlar da oluyor, ancak bunları yapanların sokağa inen savaş karşıtları olup olmadığı belli değil. Batı basını bu iki gelişme arasında kanıtsız bir şekilde ilişki kuruyor. Yani sanki antisemitizm yokmuş, Filistin eylemleriyle yükselmiş gibi yorumlar yapılarak eylemleri yasaklamak gerektiği konusunda baskı yapılıyor.

Oysa sokağa inen kitleler bariz şekilde birbiriyle dayanışma içerisinde olan ırkçılık karşıtı bir hareket oluşturmuş durumda. Müslümanlar, Araplar, göçmenler, siyahlar ve Yahudi savaş karşıtları omuz omuza sokaklarda, İsrail’in saldırganlığını protesto ediyor. Öte yandan Avrupa’nın aşırı sağı ve faşist hareketi çok net bir şekilde İsrail’i savunan açıklamalar yapıyor. 

Çok uzun zamandan beri, Avrupa’da faşist hareketin hedefi olan Yahudilerin yerini göçmenlerin aldığı analizleri yapılıyordu. Bugün Fransız, İngiliz veya Alman faşizmi için birincil düşman Yahudiler değil. Eskiden Yahudilerin dünyayı yönettiği ve ülkeleri ele geçirdiği komplo teorisi faşizmin antisemit propagandasının ana kuramıydı. Bugün ise “büyük yer değiştirme” (the great replacement) teorisi etrafında İslamofobi en yaygın komplo teorisi haline geldi. Bu teoriye göre, göçmenler Batıya göç ederek ve çok çocuk yaparak Batı medeniyetini çökertiyor ve birkaç on yıl sonra beyazlar azınlıkta kalırken Müslüman Araplar, Afrikalılar çoğunluğu oluşturacak. Nüfus böylece yer değiştirmiş olacak ve beyazlar kendi topraklarında ikinci sınıf insan haline gelecek!

Bu nedenle Avrupa aşırı sağı ve faşizmi için Arap/Müslüman göçünün engellenmesi birincil hedef durumunda. Dolayısıyla, İsrail’in bu “geri kalmış” Ortadoğulu halklarla mücadele eden müttefik bir devlet olarak “desteklenmesi gerekiyor”. İsrail’in ırkçı ve şiddete dayalı politikaları aşırı sağın bu yöntemleri meşru olarak görüyor olmasından dolayı da destek buluyor. Böylece İsrail, faşizan uygulamaları meşrulaştıran bir devlet durumuna dönüşüyor.

Bu ilişkinin en açık örneği geçtiğimiz hafta Paris’te gerçekleşen Antisemitizm karşıtı yürüyüşte görüldü. Fransa’nın sağcı ve solcu eski başkanları, neredeyse tüm büyük siyasi partileri ve Marine Le Pen ile faşist Ulusal Birlik Partisi bu yüz bin kişilik yürüyüşte buluştu. Bir başka aşırı sağcı, göçmen karşıtı bir Yahudi olan Eric Zemour da yürüyüşteydi. Fransız faşistlerinin ve aşırı sağının “antisemitizm karşıtı yürüyüş” adıyla düzenlenen gösteride İsrail ile dayanışmış olması, buna karşılık Fransa’da yüzbinlerce göçmen, Müslüman, Afrikalı ve Yahudi’nin İsrail’e karşı sokaklarda buluşması saflaşmayı açıkça ortaya koymuş oluyordu.

Benzer bir durum Londra’da da yaşandı. Filistin’le dayanışmak için sokağa inen bir milyona yakın gösterici aynı gün Birinci Dünya Savaşı’nın sona erdiği günün kutlamaları dolayısıyla savaş gazileri ile birlikte sokağa inen faşist İngiliz Savunma Birliği ve faşist liderleri Tommy Robinson’ın tepkisiyle karşılaştı. Robinson’ın faşistleri iki grubun karşılaşmasını engelleyen polisle çatıştı ve 100’den fazla kişi gözaltına alındı. Bunun üzerine Robinson “Terörist örgütler, bayrakları ve pankartları sokaklarımızda dalgalanıyor, cihat çağrısı yapılıyor ve kimse tutuklanmıyor ama elinde İngiliz bayrağı olanları gözaltına alıyorlar” diye tepki göstererek Filistin’le dayanışanları terörist ilan etti. 

Başka bir benzer durum da Almanya’da yaşandı. Filistin’le dayanışma eylemleri antisemit olmakla itham edilirken içerisinde Nazi grupların da yer aldığı ırkçı parti AfD gösterilere karşı çıktı ve Yahudi karşıtı yabancılara Alman vatandaşlığı verilmemesi önerisine destek verdi.

Devletin var olma hakkı mı, halkların kendi kaderini tayin hakkı mı?

Dünyanın dört bir yanında Filistin’le dayanışma eylemlerinde atılan “Nehirden denize Filistin’e özgürlük” sloganı İsrail yanlısı çevreler tarafından antisemit olmakla suçlanıyor. 

Bu suçlamaya kanıt olarak iki temel iddiayı ileri sürüyorlar. İlki, bu sloganın Yahudileri yok etmek anlamına geldiği iddiası. İkincisi ise bu sloganın İsrail’in var olma hakkını tanımıyor olduğu iddiası. Bu iddialara iki kısa yanıt vermek mümkün. İlk iddia yanlış, ikincisi ise doğrudur.

İlk iddia hakkında en iyi yanıt bizzat ABD’li Yahudi öğrencilerden geldi. Avlaremoz tarafından Türkçeye çevrilen mektupta Yahudi öğrenciler şöyle diyordu:

“Nehirden denize, Filistin özgür olacak" sloganı Yahudilerin Filistin’den zorla çıkarılması ya da yaygın olarak yanlış anlaşıldığı gibi ‘Yahudileri denize dökme’ çağrısı değildir. Bunun yerine Gazze’de, Batı Şeria’da ve Yeşil Hat içinde yaşayan tüm Filistinlilere yönelik baskının sona erdirilmesi çağrısıdır. Filistin’in tamamının özgürleştirilmesi devrimci bir değişim gerektirmektedir: Bu topraklardaki Yahudilerin yok edilmesi değil, bu toprakları işgal eden apartheid rejiminin tamamen ortadan kaldırılması.”

Evet, özgür Filistin sloganı tek devletli çözümü savunuyor ama Yahudilerin yok edilmesi veya sürülmesini değil özgür, demokratik, laik bir Filistin’de tüm yurttaşların eşit olduğu ve ırk ayrımcılığının var olmadığı bir Filistin’i savunuyor.

İkinci iddiaya gelince: Devletlerin var olma hakkı diye bir hak söz konusu olamaz. Bu, tarih dışı ve tamamen uydurma bir hak tanımıdır. 

Devletler birkaç bin yıldan beri vardır ve tarihin başından beri var olup bugüne gelebilmiş tek bir devlet dahi yoktur. İlelebet yaşayacak olan bir devlet de mümkün değildir. Devletler, içerisinden yükseltildikleri toplumların yapısına ve dış koşullara göre sürekli olarak değişirler. Yıkılır, rejim değişikliği yaşar, sınırlarını değiştirirler, isimleri değişir veya bambaşka bir şeye dönüşürler. 

Devletlerin var olma hakkı, kendine hukuk alanında yer bulan bir hak tanımı değildir. Ancak uluslararası hukukta yeri olan bir başka hak var: Halkların kendi kaderini tayin hakkı. 

İsrail rejiminin var olma hakkını savunanlar zaman zaman bu hak tanımına da başvuruyor. Oysa Bolşeviklerin, Ekim Devrimi öncesinde dünyanın gündemine taşıdıkları “kendi kaderini tayin hakkı”, o dönemde işgal altında tutulan ülkelerde yerli halkların kendilerini kendi istedikleri şekilde yönetmesi anlamına geliyordu. İngiliz işgalcilerin siyahları sürüp Güney Afrika’da bir işgal devleti kurmasını değil aksine siyahların beyaz işgalci ile yaşamak isteyip istemediğine karar verebilmesi anlamına geliyordu. 

Filistin özelinde de bu hak, Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkı anlamında, işgalci İsrail devletine ve İsrail’in resmi ideolojisi olan ırkçı siyonizme karşı bir hak olarak tanımlanabilir. 


Tuna Emren Tüm Yazıları

Filistin’in özgürlüğüne kavuşamadığı bir dünyada iklim adaleti sağlanabilir mi?

Greta Thunberg geçtiğimiz haftalarda Amsterdam’da 70 bin kişinin katıldığı muazzam bir iklim eylemindeydi. Eyleme Filistin puşisi takarak gelen ve “Antikapitalista” sloganları atarak yürüyen Thunberg bir konuşma yapmak için sahneye çıktığında “İşgal altındaki topraklarda iklim adaleti olamaz!” sloganı attırdı ve hemen ardından müthiş bir fırtına koptu. 

Thunberg’in Filistin’e destek vermiş, bununla da kalmayıp antikapitalist olduğunu açıkça sergilemiş olması bazılarını çok rahatsız ederken sosyal medyada da günlerce tartışılan bir konuya dönüştü. Kimileri onu radikal bir biçimde Filistin yanlısı olmakla suçladı, kimileri antisemitizmi yeterince kınamıyor olmakla itham etti ve bu tartışmalar iklim hareketine de sıçradı. Almanya Fridays For Future grubu, Thunberg'i hedef alan utanç verici açıklamalarda bulundu; “Greta Thunberg mevcut duruşuyla pek çok insana zarar veriyor. Bizim için önemli olan, onun Fridays for Future Almanya’yı temsil etmiyor olduğunun bilinmesidir." 

Thunberg ise şöyle diyordu; “İklim adaleti hareketi olarak ezilenlerin, özgürlük ve adalet için mücadele edenlerin sesine kulak vermek zorundayız.” 

İklim mücadelesi ve Filistin’in özgürlük mücadelesi farklı evrenlerde yaşanmıyor

İklim hareketinde Filistin'e destek çağrısı yapılıp yapılmaması hakkında bir tartışma başlatılması bile aslında hareketin antikapitalist unsurlarının henüz tüm bileşenler tarafından yeterince anlaşılamamış olmasının bir sonucu. 

İklim adaletinden, ‘Adil Geçiş’ten bahsederken tüm bunların kapitalizmde başarılabileceğine dair boş bir umut sergilemiyor bu hareket; dünya üzerindeki en zengin ve güçlü şirketlere (fosil yakıt şirketlerine) yöneltilmiş bir meydan okumada bulunuyor. Fakat meydan okunan sadece bu şirketler değil, çünkü onlara meydan okuduğunuzda onları koruyan devletlere de meydan okumuş olursunuz. Dolayısıyla karşısında durduğunuz şey, sistemin ta kendisi oluyor. 

Bu derece radikal bir duruş sergileyen iklim hareketinin Filistin’de işlenen insanlık suçlarına sessiz kalma, biraz ezilen halkın biraz da ona bu zulmü yaşatan terör devletinin yanında öyle tuhaf bir yerde konumlanma gibi saçma sapan bir tavrı olabilir mi? Filistin’in özgürleşemediği bir dünyada iklim adaletinin sağlanabilmesi mümkün mü? 

Çocukları hedef almış bombaların sponsoru olmaya devam eden bir sistemden bahsetmiyormuşuz gibi, iklim mücadelesi ile Filistin’in özgürlük mücadelesi farklı evrenlerde yaşanıyormuş gibi davranacak bir iklim hareketinin bu çetin mücadeleyi kazanma şansı olabilir mi?

Tüm gücümüzle Filistin halkının yanındayız!

Neoliberal politikaların yayılmasına hizmet etmek amacıyla var edilmiş Dünya Bankası gibi bir kurum bile hazırladığı raporda şöyle diyor; iklim krizi, 2050 yılına kadar 143 milyondan fazla insanı iklim göçmeni olmaya zorlayacak – daha tarafsız raporlarda buradakinin 10 katı kadar bir nüfustan bahsedildiğini görüyoruz. Bu göçlerin ilk büyük dalgasının dünyanın en savunmasız toplumlarından çıkması bekleniyor. Bu arada, iklim göçleri, 4 milyon insanın içme suyuna, 500 milyonluk bir nüfusun da gıdaya erişimde sorun yaşadığı kabus gibi bir dünyada başlayacak. Açlığa ve susuzluğa itilen bu insanlara her yıl 200 milyon kişi eklenirken aşırı sağcı ve baskıcı rejimlerin neler yapabileceğini biliyoruz. Gıdanın ve suyun hepimize yetmeyeceğini söyleyip her şeyin sorumlusu olarak duvarların ötesindeki o insanları işaret ettiklerinde onları düşman olarak görmek gerektiği üzerine tezler de sunacaklar elbette. Tıpkı bugün Filistinlilere yaptıkları gibi… 

Greta Thunberg, fosil yakıt şirketlerinin karşısına dikilmekle İsrail’in, ona destek verenlerin, aşırı sağın, ırkçıların, faşizmin karşısına dikilmenin birbirinden farklı mücadeleler olmadığını gösteriyor. Bugün tüm gücümüzle Filistin halkının yanında durmamız, Filistin özgürlüğüne kavuşana dek bu mücadeleden vazgeçmeyecek kadar kararlı olmamız gerek. Bunu başaramadığımız, gözlerimizin önünde gerçekleşen bu soykırımın dahi meşrulaştırılabildiği bir dünyada iklim adaleti talebinin ne bir yeri ne de bir karşılığı olabilir.


Dila Ak Tüm Yazıları

25 Kasım’da yine birlikteyiz

Bir süredir, var olan bir sorunu çözüme ulaştırmadaki en önemli adımın, öncelikle o sorunun kendisinin doğru tanımlanması olduğunu düşünüyorum. Yaşadığımız sorunun farkına varıp onu doğru bir şekilde tanımlayamazsak, soruna ilişkin doğru ve kalıcı bir çözüm üretmek de zor olacaktır.

Bu giriş, yazının 25 Kasım’a dair olduğunu belli etmiyor olabilir elbette, fakat neden böyle bir giriş yaptığımı da açıklayacağım. 

Yıllar boyunca oğlan ve kız çocukları olarak pek çok saçmalıkla büyütüldük. Kız çocukları sürekli “edepli ve ahlaklı” olduğunu belli edecek şekilde davranma, öyle giyinme gibi kurallarla büyütülürken, oğlanlar ise sürekli güçlü olma, duygusuz olma ve hep bir şekilde – annesi olabilir, kız kardeşi ya da ablası olabilir – belli bir kadını koruması gerektiği bilgisi ile büyütüldü. Tüm bu saçma sapan toplumsal normlar, gelenekler, adetler, inanışlar erkeğin şiddetini bir şekilde meşrulaştırmayı temelinde görev edinen şeyler olarak hayatımızda yer etti. “Babandır/abindir/kocandır, sever de döver de” dendi örneğin. 

Hal böyle olunca, uygulanan şiddet normalleştirilmiş oldu. Toplumda böylesine yer etmiş bir şiddetin karşısında durmak elbette kolay olmuyor. Ancak, neyse ki kadın dayanışması bugün öyle bir yerde ki, bu dayanışma ruhu sayesinde pek çok kazanım da elde ettik. Bu kazanımlardan bir tanesi olarak, kadına uygulanan şiddeti bir sorun olarak ele almaya, sorunu tanımlamaya ve çözüme gidecek yolları keşfetmeye başladık. Tek şiddet biçiminin fiziksel şiddet olmadığını, duygusal, ekonomik, dijital şiddet türleri gibi farklı türlerinin de olduğunu ve tüm şiddet biçimlerinin karşısında durmamız gerektiğini konuşmaya başladık, kadın bedeni üzerinde kurulmaya çalışılan tahakkümün karşısına dikildik. 

Daha da önemlisi, tüm bu şiddet biçimlerinin bazı coğrafyalara özgü olmadığını, dünyanın her yerinde mevcut olduğunu dile getirdik. Çözüme giden yolda birbirimize ışık tuttuk. Dünyanın farklı yerlerinden kadınlar olarak Afganistanlı kadınların sesi olmaya çalıştık, Filistinli kadınların sesini duyurmaya çalıştık, başka bir kadın daha erkek ve devlet şiddetiyle öldürülmesin diye mücadelemizi yükselttik.

Bu yıl da, haklarımızdan vazgeçmeyeceğimizi göstermek için, şiddeti cezasızlıkla ödüllendiren kararlarına karşılık adalet saraylarını yakabileceğimizi göstermek için, yalnız olmadığımızı birbirimize hatırlatmak için, kadına yönelik şiddetin karşısında durabilmek için 25 Kasım’da saat 16:00’da Mecidiyeköy’de buluşuyoruz.

Dila Ak

(Sosyalist İşçi)


Şenol Karakaş Tüm Yazıları

İsrail propagandasını küçümsemek

Bu, kuşkusuz saf bir İsrail propagandası değil. Bu aşırı sağcı batı emperyalizminin propagandası. Tüm gezegenin üzerine yalan kusuyorlar. Hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar. 7 Ekim’den beri, dezenformasyon nasıl yapılır konusunda ders veriyorlar. Önce öldürüyor, sonra neden öldürdüklerini dünyaya açıklıyor, bunu yaparken gözümüzün içine baka baka tek tek gerçekleri öldürüyorlar.

Hastaneye tankla tüfekle girip, hastanenin Hamas karargahı olduğunu iddia ediyorlar. Bir savaş olduğunu ve bu savaşa uzaktan bakıp karar verilemeyeceğini söyleyen ABD yetkilileri İsrail’e kısa sürede 14 milyar dolar savaş desteği aktarıyor. 

Hastane koridorlarında işgalci olduklarını kanıtlayarak gezinen silahlı İsrail askerleri, iddialarını kanıtlayamadılar. Ama İsrail medyası, tersini kanıtladı. 7 Ekim’de İsrail helikopterlerinden ateş açan İsrail askerlerinin muhtemelen Filistinli savaşçılardan daha çok İsrailliyi öldürdüğünü açığa serdi. Fehim Taştekin’in alıntıladığı haberin özetine göre “7 Ekim’de sabahın erken saatlerinden itibaren İsrail ordusu militanlarla birlikte kendi vatandaşlarını tank, helikopter ve füzelerle öldürdü.” Çok sayıda kaynak bunun bir gerçek olduğunu doğruluyor.

Kendi vatandaşlarını sadece koruyamayan değil, öldüren bir devletin estirdiği 75 yıllık terör, savaş yalanlarıyla el ele ilerliyor. 

11 Eylül’ün intikamını almak isteyen ABD Irak’ı, kitle imha silahlarına sahip olduğu gerekçesiyle işgal edeceğini söylüyordu. Birleşmiş Milletler silah denetçileri Irak’ta dumanı tüten tek bir silah bulunmadığını söylemelerine rağmen ABD’nin tüm lider kademesi, bu yalanı ısrarla sürdürdüler.

Irak’ı yakıp yıkmak için bu yalanı sürekli olarak anlattılar.

7 Ekim’de kafası kesilen İsrailli bebekler yalanı gibi, Şifa hastanesinin Hamas karargahı olduğu yalanı gibi. 

İsrail’in bu propagandası asla küçümsenemez. 

Etkisini Filistin halkıyla dayanışmak için örgütlenmeye çalışan tüm mücadelelerde hissettiriyor. İklim aktivisti Greta Thunberg Filistin halkıyla dayanıştığı için emperyalistler tarafından lanetleniyor.

Filistin halkıyla dayanışmak, antisemitist olmaya indirgeniyor. Antisemitizmin mucitleri, Naziler, Neonaziler, aşırı sağcılar, göçmen düşmanı ırkçılar Avrupa’da savaş ve işgal karşıtlarını antisemitist olmakla suçluyor.

Çünkü bu propagandanın omurgasını, sorunun İsrail’le Hamas arasında bir savaş olduğu fikri oluşturuyor.

İnanmamızı istedikleri yalan bu.

Bu yalanın çürütülmediği her saniye, Filistin’de bir çocuk ölüyor.

İsrail’le Hamas arasında değil, işgalci bir terör devletiyle bu devletin saldırılarına direnen bir halk arasında bu mücadele.

Yapmamız gereken, bir kez daha Filistin halkıyla dayanışmak için güçlü bir hareketi inşa etmek. Aralık ayının ilk haftasında Filistin’e Özgürlük Platformu’nun düzenleyeceği insan zincirleri, dayanışma konserleri bu yönde adımlar olarak ele alınmalı.


Alex Callinicos Tüm Yazıları

Batı, Gazze’deki savaşın sonucundan korkuyor

Gazze'deki savaş sadece Orta Doğu'da bölgesel bir krizin işareti değil.  Bu, dünya çapında gelişen çatlakları daha da derinleştiren küresel bir kriz. Foreign Policy (Dış Politika) dergisindeki ikna edici bir makale bunu dile getiriyor.

Foreign Policy, genellikle politika entelektüellerinin ABD'nin küresel hegemonyasının karşılaştığı çeşitli zorlukların üstesinden gelmek için nasıl bir strateji izlemesi gerektiğini tartıştığı bir alan. Bu makalenin yazarı Stephen Walt, Harvard Üniversitesi'nde profesör, yani içeriden biri. Ama aynı zamanda uzun süredir ABD dış politikasını eleştiriyor.

Walt, Uluslararası İlişkiler akademik disiplini içinde gerçekçilik ekolünden. Bu ekolün destekçileri, uluslararası sistemin, tek tek devletlerin kendi çıkarlarının peşinde koştuğu ve yalnızca kendilerine uygun olduğunda işbirliği yaptığı anarşik bir siyasi düzen olduğunu savunuyor. Justin Rosenburg ve benim gibi Marksistlerin uzun süredir söylediği üzere, küresel sermaye birikimi sürecinde devletler arasındaki bu rekabetin kökenlerini fark etmeyi beceremiyorlar.

Gerçekçi olmanız, illa savaş çığırtkanı olmanızı gerektirmiyor. Walt, daha ünlü bir gerçekçi akademisyen olan John Mearsheimer ile birlikte 2003 yılında George W. Bush yönetiminin Irak'ı işgal etme planlarını eleştiren bir makale yazmıştı. Ayrıca birlikte Washington'ın İsrail'e verdiği desteğin İsrail lobisinin siyasetteki etkinin sonucu olduğunu (bence yanlış bir şekilde) savunan bir kitap da yazdılar.

Walt ayrıca makalede ifade ettiği şekliyle "ABD ve NATO'daki müttefiklerinin... Ukrayna'da Rusya'ya karşı bir vekalet savaşı yürütmesinin" iyi bir fikir olmadığını düşünüyor. Hamas İsrail'e saldırmadan önce "savaşın iyi gitmediğini" ve Ukrayna'nın taarruzunun başarısız olduğunu belirtiyor. Bu arada Joe Biden yönetimi "Çin'e karşı bilfiil bir ekonomik savaş" yürütmekte ve İsrail ile Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn arasındaki Abraham Anlaşmaları'na Suudi Arabistan'ı da dahil etmeye çalışmakta.

Walt, Lübnan ve İran'ı kapsayacak şekilde yayılmasa bile savaşın "ABD liderliğindeki Suudi-İsrail normalleşme çabalarının tekerine çomak soktuğunu" belirtiyor. Bu aynı zamanda Washington'ın dikkatini ve kaynaklarını ABD hegemonyasının en büyük rakibi olan Çin'den uzaklaştırıyor.

Dahası, "Gazze'deki çatışma Ukrayna için bir felaket." ABD Temsilciler Meclisi'nin kontrolünü ele geçiren Cumhuriyetçi sağ, Kiev'e askeri ve mali yardım yapılmaya devam edilmesi konusunda zaten şüpheciydi. Üstelik artık İsrail, Gazze'yi yok etmek için kullandığı, ABD tarafından sağlanan mühimmat konusunda Ukrayna ile rekabet edecek. Pek çok üye ülke Almanya'nın İsrail'i kayıtsız şartsız desteklemesinden rahatsız olduğu için "bu Avrupa Birliği açısından da kötü bir haber."

Walt son olarak şunu belirtiyor: "Batı için kötü haber ama tüm bunlar Rusya ve Çin için çok iyi haberler. Onların bakış açısında göre, ABD'nin dikkatini Ukrayna ve Doğu Asya'dan uzaklaştıracak her şey makbul, özellikle de tribünde oturup hasarın birikmesini izleyebildikleri zaman... Savaş aynı zamanda Moskova ve Pekin'in eline, uzun süredir ABD liderliğindeki sistemin karşısında destekledikleri çok kutuplu dünya düzeni konusunda kolay bir sav veriyor."

Halihazırda ABD'nin kendilerini Rusya ve Çin'e karşı tugay haline getirme çabalarına direnen Küresel Güney'deki devletlere gelince, “normlar, kurallar ve insan hakları konusundaki gevezeliklerimize pek aldırış etmeyeceklerini tahmin etmeliyiz. Daha fazla devletin Çin'i Washington'a karşı faydalı bir denge unsuru olarak görmeye başlamasına şaşırmayın."

İlginç olan, Washington, Berlin, Paris, Tokyo ve Londra'daki siyasi liderlerin, bu durumun kendileri için ne kadar kötü sonuçlar doğurduğu konusunda çok az fikri varmış gibi görünmesi. ABD Dışişleri Bakanı Anthony Blinken, geçen hafta G7 dışişleri bakanları toplantısından şöyle bir tweet attı: "G7 her zamankinden çok birlik içinde. Rusya'nın Ukrayna'daki savaşını kınamak, İsrail'in uluslararası hukuka uygun olarak kendisini savunma hakkını desteklemek ve kurallara dayalı bir uluslararası düzen sürdürmek konusunda birlik içindeyiz."

G7 kendisini "önde gelen sanayi ülkeleri" olarak tanımlıyordu ama artık Çin'in en büyük imalat üreticisi olması sebebiyle bu kulağa çok boş geliyor. Ve "kurallara dayalı uluslararası düzen"lerinin, egemenliğini sürdürme mücadelesi veren Batılı emperyalist bir blok olduğu her zamankinden daha açık.

Alex Callinicos

Çeviri: Irmak Yavlal


Şenol Karakaş Tüm Yazıları

AYM’yi değil demokrasinin kırıntısını savunuyoruz-II

Önceki yazıda Yargıtay’ın bir dairesinin AYM’nin Can Atalay kararını tanımaması ve bu yetmezmiş gibi AYM’nin bu kararının altında imzası bulunan üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunmasının, iktidar bloku içinde konumlanan, etkisini giderek artıran faşist örgütlenmeyle bağlantısına değinmeye çalışmış ve iktidar blokunun her sözcüsünün gerçeği eğip büktüğünü vurgulamıştım. “Yargısal aktivizm” gibi sözlerin, iktidar cenahının ve bizzat Yargıtay’ın aktivizmini gizlemesi bu tartışmanın can alıcı noktalarından birisiydi. Geçen yazıda önemine vurgu yapmaya çalıştığım bir konu da bu krizin iktidar tarafından çıkartıldığı ve özünde demokrasinin kökünün kazanması tiyatrosunun önemli bir perdesi olduğuydu. Ayrıca yakın geçmişin çok önemli değişikliklerinin hafızalardan silinmesi gerekiyordu. Darbecilerin yargılanabileceği, Kürt sorununda çözüm yönünde adım atılabileceği, referandumda vatandaş lehine düzenlemelerin yapılabileceği gibi radikal süreçler hafızalardan silinmeli. 2010 referandumunda elde edilen bireysel başvuru hakkı da bu kazanımlardan birisi. Yazıyı şöyle bitirmiştim:

Evet AYM’ye bireysel başvuru hakkı, darbeci Kemalist bürokratların yargılanabileceği olgusu, bu talepler için yüz binlerce insan kitlesel hareketinin inşa edilebileceği gerçeği de yakın tarihin hafızalardan silinmesi gereken öğleleri arasında. AYM’nin elinde bireysel başvuruları değerlendirme, kanunların yapılışını denetleme, yargılama süreçlerindeki haksızlıkları açığa serme gibi, iktidardan biraz da olsa mesafeli her özerk karar alma alanı, iktidar ittifakı açısından yakın tarihin demokratik kazanımlarına yapılan göndermelerdir. Bu, elbette ki esas olarak bugün ve yarın iktidarın atmak istediği adımların önünde devlet bürokrasisi, yasama, yargı, yürütme arasındaki ilişkiler bağlamındaki son engellerden birisidir. AYM budandığında hem hafızaya “reset atmak” için çok önemli bir iktidar avantajı oluşacak hem de AYM’nin devleti değil yurttaşları savunmayı aklına getirerek arada sırada aldığı olumlu kararlarla iktidar blokuna çelme takma olasılığı ortadan kalkacak. Dezonfarmasyon yasası, rant alanlarına ilişkin düzenleme, Kobanê davası gibi sayısız başlık AYM’nin gündemine gelecek. Devlet heyetinin Öcalan’la görüşmeler yaptığı koşullardan Demirtaş’ı övmenin yasal açıdan tehlikeymiş gibi kodlandığı koşulları yeterli görmeyen iktidar bloku, Erdoğan’ın AYM ve Yargıtay arasında hakem rolü oynuyormuş gibi yaptığı ama esasen Yargıtay’ı desteklediği yeni dönemin hedefinde, her alandaki krizin sorumluluğunu AYM’ye atarak Türk usulü başkanlık rejimine uygun bir “anayasa” inşa etme arzusunu açığa vuruyor.

Fakat yazıya devam edeceğim bağlamdan önce değinmek gereken iki konu var. Birisi, Hrant Dink’in katilinin tahliye olması. Tahliye edileceğini biliyorduk ancak kuralların bir tetikçiye bu şekilde uygulanması esnasında hapishanelerin hiçbir suçu olmayan, hiçbir gerçek kanıt gösterilemeyen gazetecilerle, yazarlarla, politikacılarla, insan hakları aktivistleriyle dolu olması muhalefetin sinir uçlarıyla oynadı. Gülten Kışanak serbest kalması gerekirken serbest bırakılmıyor, yasal hakkı kullandırılmıyor ama bir tetikçi serbest bırakılıyor. Hukuk alanında yaşanan krizin boyutunu göstermesi açısından kritik bir gelişme bu.

Hafızaya sahip çıkmak lazım

Öte yandan Yargıtay AYM’ye meydan okuduğunda hemen hemen tüm muhalefet temsilcileri haklı bir şekilde anayasaya karşı bir isyanla yüz yüze olduğumuzu ilan etmiş, bu darbe girişimini engellemek gerektiğini söylemişti. Aradan on gün geçmeden, bu “kriz” unutulmuş durumda. Bir darbeden söz edip sonra hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam etmek, yeni bir yargısal krize kadar konuyu halı altına süpürmek, sadece ve sadece iktidar blokuna cesaret verir. Her düzeyde muhalefetin ilk gün mangalda kül bırakmayan ikinci gün ise mangalın yerini unutan bu hafızasızlığı, tuhaf, açıklaması zor bir muhalif şımarıklık olarak da görülmeli.

Buradaki sorun, AYM’ye yönelik bu hedef gösterme ve yıpratma kampanyasının arkasında yeni anayasa girişiminin yattığının ve bu girişimi meşrulaştırmanın bir aracı olarak bu “yargısal krizin” kullanıldığının kavranamaması. Bu, durduk yere gerçekleşen bir “darbe” değil, hayatın olağan akışı içerisinde gündeme gelen bir kriz de değil. Bu Türk usulü başkanlık sisteminin doğal sonucu olan bir tartışma da değil. Bu, Türk usulü başkanlık mekanizmasının mevcut yargısal sistem üzerindeki denetimini yeterli görmeyen iktidar ittifakının koordineli eyleminin ürünü olan bir müdahale. Önceki yazıda yazdıklarımı tekrarlamadan devam edersem, kısa vadede AYM’ye korku salarak iktidar için acil olan hukuki kararların sorgusuzca kabul edilmesini sağlamak bir hedefken, diğer hedef, demokrasiden elde kalan kırıntıların kökünün kazınmasını sağlamak. Bunun için yapılması gereken anayasa değişikliği ve tüm bu değişim sürecinde AYM’nin mevcut yapısının, başkanının paralize edilmesi.

İktidar ittifakı için demokrasinin kırıntısı dahi büyük bir tehlike. Bu hem bu ittifakın hedeflerinin korkunçluğunu hem de kırılganlığının seviyesini gösteriyor. Yoksa Anayasa’nın 153’üncü maddesi açık bir şekilde şunu söylüyor: “Anayasa Mahkemesi kararları kesindir. Kararlar Resmi Gazete’de hemen yayımlanır ve yasama, yürütme, yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar.” 

Herkesi bağlaması gereken AYM hükümlerine bir başka yüksek yargı organı, ben anayasanın tanımladığı çerçeveye uymam diyerek ayak diriyor. Bunu kendi kendisine yapmadığı açık. Hukuki bir kaygı güdülmediği de açık. Buradan 2010 referandumuyla elde edilmiş büyük bir kazanım olan anayasaya bireysel başvuru hakkına yönelik, hatta bu hakkı da aşarak AYM üyelerine yönelik cüretkâr bir saldırı var. Bu saldırı, iktidarın bu saldırı sırasında yakındığı tutum, gerekli görüldüğü her seferinde AYM kararlarının tanınmayabileceği yönünde güçlü bir eğilim oluşturuyor.

Eskiye özlem hatası

Elbette bu yeni bir eğilim değil. Ali Topuz’un listelediği gibi “AYM, Enis Berberoğlu’na tahliye yolu açtı, tabii ceza mahkemeleri direndi… AYM Mehmet Altan İçin de ihlal kararı verdi, iki ceza mahkemesi direndi de işi ancak istinaf çözdü... Şahin Alpay kararı da var, mahkemelerin takmadığı…İki site, sendika.org ve siyasihaber.org kararları var uyulmayan…Barış Akademisyenleri hakkında da tanınmayan kararı var.”

AYM’den önce Erdoğan, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Demirtaş’la ilgili kararını da tanımamıştı. AİHM’in Demirtaş derhal serbest bırakılmalı, tutukluluk hukuki değil siyasi diye özetlenebilecek kararına Erdoğan, “AİHM kararları bizi bağlamaz. Bugüne kadar örgütle ilgili çoğu kararlar hepsi aleyhe. Karşılığında yapabilecek çok şeyler var. Biz karşı hamlemizi yapar, işi bitiririz.” diyerek bugün yaşanan krizin kapısını çoktan açmıştı. Yine Erdoğan AYM’nin Can Dündar ve Erdem Gül kararını da “Karara uymuyorum. Saygı da duymuyorum.” diyerek yorumlamıştı. Perşembenin gelişi Çarşambadan belliydi.

Kaldı ki bugün iktidar karşısında AYM’nin toptan uygulamalarını savunuyor, bu kuruma kol kanat geriyor değiliz. AYM’nin Selahattin Demirtaş kararı dün gibi aklımızda. AYM Demirtaş’ın bireysel başvurusunu uzun bir değerlendirmedi. Değerlendirdiğindeyse Demirtaş’ın suçlu olduğu yönünde kuvvetli şüphe olduğunu söyleyerek bu başvuruyu reddetmişti. Elbette bugün yaşanan krize tepkilerini gösterirken 1982 anayasasını savunan Kemalistlerden, sol bir partiymiş gibi görünerek andımızı savunan milliyetçilerden farklı olarak, ne eski anayasayı savunuyoruz ne de AYM’yi. Devleti, demokrasinin kırıntısını ima eden kendi kurallarına uymaya çağırıyoruz. Bu kurallara uymadığında, Can Atalay kararında olduğu gibi, bireysel başvuru hakkı, elde kalan demokratik kazanımlar, sayısız direnişin tosladığı yargısal alanda bütünüyle kanunsuzluğun hâkim olması gibi problemlerle karşılaşacağız. İstanbul Sözleşmesi, 6824 sayılı Kanun, grev hakkı, örgütlenme hakkı, sıradan bir gösteriyi düzenleme hakkı, Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin yarattığı krizle hızla şekillenen topyekûn bir kanun tanımazlığın dalgaları altında kalacak. 

Bu yüzden eski anayasa kitapçığıyla gezen Kemalistler gibi değil ama aşırı sağcı bir iktidar blokunun kanun tanımaz bir düzeni inşa etmesi anlamına gelecek olan yeni anayasa tartışmalarıyla vakit kaybederek de değil, şimdi, şu anda, elimizdeki kazanımlara göz bebeğimiz gibi bakmak anlamına gelecek bir mücadele önemli olan. Amnezi muhalefete musallat olmuş görünüyor. Hafızamızı canlandırmak ve demokratik haklarımıza yönelik saldırılara karşı yan yana durarak mücadele etmek zorundayız. Yargı alanındaki krizden çıkmak ve demokrasinin hayatımıza dahil olması için yeni anayasa tartışması açanlara yanıtımız net olmalı: Yargısal krizi bilerek çıkarttınız! Demokrasi için ise yeni anayasaya gerek yok, mevcut anayasa ve yasalarda olan demokratik hükümleri uygulayın yeter. Örneğin hasta tutsakları, Demirtaş’ı, Kavala’yı, Çiğdem Mater’i, suçsuz bir şekilde hapiste yatan insanları serbest bırakmakla işe başlayabilirsiniz.


Şenol Karakaş Tüm Yazıları

AYM’yi değil demokrasinin kırıntısını savunuyoruz- I

Yargıtay’ın ilgili dairesinin Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) meydan okumasının ardından AKP’li bazı isimlerin Yargıtay’ı kınayan açıklamaları, AKP içinde bir çatlak mı var şeklinde ele alınıyordu ki imdada yine Erdoğan yetişti. Bu gibi durumlarda Erdoğan bir süre bekler ve herkesten de beklemesini bekler; sabredemeyip kendinden önce tutum alanların da anasından emdiği sütü burnundan getirir. Bu defa da aynısı oldu; Erdoğan sabırsızlara parmak salladıktan sonra açıkça Yargıtay’dan yana tutum aldı:

“AYM, yanlışları arka arkaya yapar hale geldi. Bu bizi üzmektedir. Yargıtay’ın aldığı karar asla bir kenara atılamaz, itilemez.”

Hem Yargıtay’ın AYM’nin Can Atalay’la ilgili hak ihlali kararına imza veren üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunacağını ilan etmesi hem de Erdoğan’ın koskoca AYM’yi arka arkaya yanlışlar yapan bir memurmuş gibi suçlaması AYM’nin miadının dolmak üzere olduğuna ve anayasal düzen yerine Bahçeli destekli Erdoğansal düzene doğru bir geçişin son bir kaç adımının kaldığına yönelik bir işaret olarak okunmalı.

Faşizm iktidar blokunda gizli 

Çünkü hızla hatırlamak lazım. Devlet Bahçeli, bu iktidar blokunun geri planda oyun kurucusu olarak çalışmaya devam ediyor. Çok açık ki Bahçeli ne sadece MHP ne sadece devletin bir kesiminin sözcüsü, aynı zamanda aşırı sağcı geniş politik bloğun bir diğer politik lideri. Erdoğan kadar etkin. Erdoğan’ı her hangi bir siyasetçiye göre çok daha doğrudan etkileme gücüne sahip. MHP’nin olağan partilerden farklı bir yapılanmaya sahip olmasının yanı sıra, her gelişmenin dönüp dolaşıp oy sayımına endekslendiği politik alanda iktidar blokunun yüzde 50 artı 1 oy alması için de kritik bir önemi var. 

Bahçeli iki sene önce Anayasa Mahkemesi’nin kapatılması gerektiğini söylemişti. Hatırlarsak, Bahçeli TTB’nin, Baro’nun kapatılması gerektiğini söylerken ilk kez AYM’nin kapatılması gerektiğini de ifade etmiş, bu arada Osman Kavala’nın da vatandaşlıktan çıkartılması gerektiğini eklemeyi ihmal etmemişti. Bahçeli, AKP’lilerin içinden geçirdiğini çoğu kez açıktan söylüyor.

Bahçeli, “yargı krizi”yle ilgili olarak "Anayasa Mahkemesi adalet ve hukuk düzeninin safrası ve sancısıdır… Yargıtay 3. Ceza Dairesi görevinin gereğini eksiksiz yapmıştır. Bugünkü sorun yumağının temelinde Anayasa Mahkemesi'nin vatan ve millete kasteden lekeli kararları bulunmaktadır.” dedikten sonra, Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesi gerektiğini söylediği konuşmasını "Geldiğimiz aşamada karşımada iki seçenek çıkmaktadır; ya AYM kapatılmalı ya da yeniden yapılandırılmalıdır." sözleriyle tamamlamıştı. 

Mevcut iktidar blokunun hemen her sözcüsü gerçeği eğip bükmeye çok hevesli. AYM’yi yargısal aktivizmle suçlayan mı ararsınız, vesayet inşa etmekle meşgul olmakla suçlayan mı ararsınız, seçilmişlerin iradesine müdahale etmekle suçlayan mı ararsınız, çok daha ağır ifadelerle tıpkı Devlet Bahçeli’nin yaptığı gibi hedef gösterenleri mi ararsınız, saymakla bitecek gibi değil. Ama çıkarttıkları bunca gürültü gerçeği görünmez kılmaya yetmiyor. Ortada tek bir yargısal aktivizm var, bu aktivizm, AYM kararlarını hiçe sayan, dolayısıyla anayasayı, anayasada yazılı olan kuralları imha eden Yargıtay’ın ilgili dairesinin Can Atalay kararı hakkında AYM’ye açıkça meydan okuması. Yargıtay’ın ilgili dairesini savunan siyasilerin, iktidar bloku sözcülerinin her biri, yargısal aktivizmin en hırslı örneklerini sergiliyor. Gözümüzün önünde anayasaya yönelik apaçık bir müdahaleyi örgütleyenlerin bir yandan da AYM’yi aktivizmle suçluyor olmaları, gerçeği nasıl eğip büktüklerine dair net bir örnek.

Bu konuda Yıldıray Oğur’un son yazdığı yazılardan birisinin girişinde yer alan Nazi dönemi “hukukçularına” yönelik atıfları, abartılı bir antoloji olarak görülmemeli:

“Gezegendeki en aktivist yargıya sahibiz.”

“Yüksek Mahkeme başkanının sözleri bir kamu görevlisinin değil, bir siyasetçinin sözleri. Demek ki ülkemizde seçimlere girmeyen, mecliste temsil edilmeyen bir siyasi parti daha varmış.”

Hukuksal alanın AYM’nin değil ama siyasal iktidarın, mevcut iktidar ittifakının vesayeti altında olduğu çok açık. Çeşitli Yargıtay üyelerinin AYM hakkında çeşitli fikirleri olabilir ama Yargıtay’ın bir dairesi anayasayı çiğneme cüreti gösteremez. AYM üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunamaz. AYM’nin ilgili üyeleri de Yargıtay’ın söz konusu dairesi hakkında suç duyurusunda bulunsun, olsun bitsin!

AYM’nin hedef gösterilmesinin nedeni, iktidar ittifakının demokrasiden geriye kalan hak kırıntılarımızı da kazıyarak yok etme aşamasına geçtiğinin bir işareti olarak ele alınmalıdır.

“Demokrasiyi” kazıma girişiminin iki yönü

Yaşanan, iktidar çevreleri ve bizzat Erdoğan tarafından AYM ve Yargıtay arasındaki bir kriz olarak tanımlanıyor. Elif Çakır’ın yazdığı gibi, iki kurum arasında bir kriz yok, iktidarın desteğini alan Yargıtay’ın çıkarttığı bir kriz var. Bu yüzden, sanki kriz iki “güzide” kurumun kendi arasında hayatın olağan akışı sırasında çıkan bir sorunmuş gibi Erdoğan’ın Yargıtay’la görüştüğünü söyleyip AYM başkanıyla da görüşebileceğini söylemesi, bir arabulucu rolü oynaması gerçeği eğip bükmenin bir başka örneği.

Gerçi bu ilk ve son örnek değil. En son Suudi Arabistan dönüşünde “Bireysel başvuruyla ilgili olarak, bunu zamanında Anayasa Mahkemesinin çalışmalarına hız kazandırır diyerek çıkarttılar.” dedi. Bu, gerçekten de çok tuhaf! Bireysel başvuru hakkı 2010’da demokrasi mücadelesinin bir kazanımı olarak Erdoğan’ın başbakanlığı döneminde anayasa değişikliği çerçevesinde gündeme gelmemiş miydi? Biz mi yanlış hatırlıyoruz?

AYM’ye yönelik yıpratma, korkutma ve yıldırma kampanyasının iki yönü olduğunu kavramak bu nedenle bir zorunluluk. Bunların ilki, yeni bir tarih yazma girişimi nedeniyle buna ihtiyaç duyulması. Diğeri ise bugün ve yarın iktidarın ihtiyaçları açısından, AYM’nin elinden bazı “kozların” alınmasının bir zorunluluk olması.

Yeni bir tarih yazma girişiminin önemi, yakın geçmişin tüm önemli demokratik kazanımlarının hafızalardan silinmesinin iktidar açısından ölüm kalım meselesine dönüşmüş olmasında yatıyor. Darbecilerle hesaplaşma, devletin Oslo ve çözüm süreçleri bağlamında Öcalan’la yaptığı görüşmeler, Kürt sorununda çözüm yönünde atılan önemli adımlar, Akil İnsanlar heyetinin oluşturulması, 2010 referandumuyla darbecilerle çok yönlü bir hesaplaşma, İstanbul Sözleşmesi’nin yürürlüğe girmesi, 2012 yılında 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’un yürürlüğe girmesi, Gezi direnişi, demokrasinin sınırlarının olabildiğince genişletilmesi için verilen mücadelelerin bir ölçüde rahatlaması, soykırım anmalarının yapılabilmesi gibi ezilenlerin mücadelesi açısından kilometre taşı olarak görülebilecek gerçek kazanımların, “yerli-milli” iktidar ittifakı tarafından tasfiye edilmesi bir zorunluluk. Bu ittifakın ruhunu bu tasfiye süreci oluşturuyor. Demokrasinin kökünün kazanması hedefiyle devlet erkânı açısından tarihi olan uzlaşmanın ilk işaretleri Roboski katliamı sonrasında Erdoğan’ın, askeri vesayet yanlılarının açıklamalarında görülebilir. Ama biraz daha utangaçça sürdürülen flörtün daha cüretkâr bir şekilde açığa serilmesi, 2014-2015 yılının baş döndürücü gelişmelerine Erdoğan ve Bahçeli’nin gösterdiği reflekslerde netleşti. 

“Çözüm yok”tan HDP’nin flu görülmesine bir ittifakın milli harcı

Bugün AYM’ye yönelik, hepimiz açısından kritik bir önem taşıyan son yıpratma saldırısı, Erdoğan’ın 2014 yılının Şubat ayında Dolmabahçe’de açıklanan çözüm süreci mutabakatına, “Ne çözüm süreci?” diye karşı çıkmasıyla, Bahçeli’nin 2015 yılı 7 Haziran seçimlerinin ardından başlayan koalisyon görüşmeleri öncesinde, daha hemen seçim akşamı, HDP’yi flu gördüklerine dair yaptıkları açıklamanın oluşturduğu ruh birliği anlaşılmadan kavranamaz. Önce bir beka kaygısı anlatısıyla Kürt sorunu bağlamında eldeki tüm kazanımlara, tüm demokratik değerlere yönelik topyekûn bir saldırı başlatıldı. Toplumsal muhalefetin en örgütlü kesimi olan Kürt hareketine karşı başlayan saldırı şimdiki iktidar ittifakı bileşenlerine o kadar moral verdi ki sürecin bir aşamasında, özellikle 15 Temmuz darbe girişimine karşı pekişen ittifak ilişkilerinin de bir yansıması olarak Bahçeli, Türk usulü başkanlığın yolunu açan açıklamasını yaptı. Bir yandan darbe girişimi sonrası OHAL’in uzatılmasını savunan Bahçeli, aynı zamanda Türk usulü başkanlığın neden ihtiyaç haline geldiğini şöyle ifade ediyordu: 

“Karşımızda iki alternatif yol vardır. Biri bizim için de en doğru olanı Sayın Cumhurbaşkanının yasal ve anayasal sınırlara çekilmesidir. Bu olmayacaksa, ikinci yol fiili duruma hukuki yol aranmasıdır. Bu durum karşısında AKP başkanlık sistemiyle ilgili inadını sürdürecekse karşımıza iki seçenek çıkacaktır. AKP bir anayasa hazırlığı varsa, mutabık kalınan diğer maddelerle birlikte TBMM’ye getirmelidir. Vekiller vicdanlarıyla oy kullanacaklardır. Bu anayasa değişiklik teklifi ya 367’yi aşarak kanunlaşacak ya da 330’un üzerinde kalarak referanduma sunulacaktır.”

Hem devlet hem de Devlet Bahçeli açısından Erdoğan iktidarıyla uzlaşmak sorun teşkil etmiyordu, çünkü bu uzlaşmayı sadece Kürt sorununda izlenen şahin politikaların belirleyicisi olarak görmekle kalmıyor, aynı zamanda Fethullahçı darbecilere karşı iktidarın aldığı tedbirleri giderek tüm demokratik alanı altüst edecek bir girişimin kararlı zemini olarak değerlendiriyorlardı. Bu sefer sadece fikirleri değil, devlet bürokrasisi içinde her alanda fiziki varlıkları da iktidardaydı.

İktidar bloku açısından unutulması, hafızlardan silinmesi gereken bir başka olgu da 2010 referandumuyla elde edilen kazanımlar, bu kazanımların kime karşı verilen mücadelenin ürünü olduğu gerçeğiydi. “Yetmez ama evet” kampanyasına yıllardır patolojik bir sorunları olduğunu göstererek düşmanlık örgütleyenler eserleriyle gurur duyabilirler. Erdoğan, Suudi Arabistan dönüşü ayrıca şunu da söyledi: “Şu anda bir öğrendim. Dedim ne kadar bireysel başvuru var? Yanıt 130 bin. Demek ki Anayasa Mahkemesi’nin çalışmalarını hızlandırma hedefini sağlamamış maalesef. Bunların üzerinde durmak, hayali davranmamak lazım.”

Evet AYM’ye bireysel başvuru hakkı, darbeci Kemalist bürokratların yargılanabileceği olgusu, bu talepler için yüz binlerce insan kitlesel hareketinin inşa edilebileceği gerçeği de yakın tarihin hafızalardan silinmesi gereken öğleleri arasında. AYM’nin elinde bireysel başvuruları değerlendirme, kanunların yapılışını denetleme, yargılama süreçlerindeki haksızlıkları açığa serme gibi, iktidardan biraz da olsa mesafeli her özerk karar alma alanı, iktidar ittifakı açısından yakın tarihin demokratik kazanımlarına yapılan göndermelerdir. Bu, elbette ki esas olarak bugün ve yarın iktidarın atmak istediği adımların önünde devlet bürokrasisi, yasama, yargı, yürütme arasındaki ilişkiler bağlamındaki son engellerden birisidir. AYM budandığında hem hafızaya “reset atmak” için çok önemli bir iktidar avantajı oluşacak hem de AYM’nin devleti değil yurttaşları savunmayı aklına getirerek arada sırada aldığı olumlu kararlarla iktidar blokuna çelme takma olasılığı ortadan kalkacak. Dezenformasyon yasası, rant alanlarına ilişkin düzenleme, Kobanê davası gibi sayısız başlık AYM’nin gündemine gelecek. Devlet heyetinin Öcalan’la görüşmeler yaptığı koşullardan Demirtaş’ı övmenin yasal açıdan tehlikeymiş gibi kodlandığı koşulları yeterli görmeyen iktidar bloku, Erdoğan’ın AYM ve Yargıtay arasında hakem rolü oynuyormuş gibi yaptığı ama esasen Yargıtay’ı desteklediği yeni dönemin hedefinde, her alandaki krizin sorumluluğunu AYM’ye atarak Türk usulü başkanlık rejimine uygun bir “anayasa” inşa etme arzusunu açığa vuruyor.

Bu krizin bugün ve yarın taşıdığı anlam ve yetmez ama evet kampanyasının yeminli düşmanlarının iyice belirginleşen Erdoğancılığını önümüzdeki yazıda ele almaya çalışacağım.


Tüm Yazarlar


Alex Callinicos Tüm Yazıları

İşçi Partisi'nin savaş başarısızlığı sol için bir fırsattır

Keir Starmer yönetimindeki İşçi Partisi'nin İsrail'in Filistinlilere karşı yürüttüğü soykırım savaşını desteklemekte Rishi Sunak'ın Tory hükümetinin peşine takılmasına kimse gram şaşırmadı. Bu tutum İşçi Partisi'nden 56 milletvekilinin parti çizgisine meydan okumasına ve geçen hafta çarşamba günü ateşkes yönünde oy kullanmasına neden oldu. Bu vekiller arasında istifa eden ya da görevden alınan 10 bakan da vardı.

Bu isyanın yayılan etkisini, hafta sonu aralarında Starmer'ın da bulunduğu savaş yanlısı İşçi Partili milletvekillerinin ofisleri önünde gerçekleşen yerel protesto dalgasında gördük. Gölge maliye bakanı Rachel Reeves, "gözünün korkutulduğundan" yakındı. Reeves, Starmer  LBC’ye İsrail'in Gazze'nin elektriğini ve suyunu kesme hakkına sahip olduğunu söylediğinden beri ülke çapında partiyi kasıp kavuran öfkeyi küçümsüyor.

Starmer'ın tutumu tahmin edilebilirdi; kısmen bu, selefi Jeremy Corbyn'i İşçi Partisi'nden uzaklaştırmak ve solun geniş kesimlerini tasfiye etmek için kullandığı, antisemitizme karşı sahte kampanyanın devamı olduğu için. Milletvekili Andy McDonald'ın şu sözleri sebebiyle saçma bir şekilde partiden uzaklaştırılması da bunu yansıtıyor: "Adalet sağlanana kadar, nehirle deniz arasındaki İsrailli ve Filistinliler barış ve özgürlük içinde yaşayana kadar durmayacağız."

Ama daha derin bir neden de var. İşçi Partisi kamuoyu yoklamalarında açık ara önde. Sunak'ın hükümetini yeniden canlandırma çabaları başarısızlıkla sonuçlanacak gibi görünüyor. Suella Braverman'ı görevden almak ve hem Brexit yanlıları hem de karşıtları tarafından hor görülen David Cameron'ı Dışişleri Bakanı olarak atamak onu kurtarmayacak.

Bu yüzden Starmer kendisini geleceğin başbakanı olarak hazırlıyor ve egemen sınıfa İngiliz kapitalizminin onun yönetimi altında güvende olacağına dair güvence vermeye çalışıyor. Corbyn'i ve solu tasfiye etmek bu sürecin bir parçası. Reeves'in, dalkavukların iklim krizine yönelik "cesur" ekonomi politikaları olarak övdüğü planları çöpe atarak finans dünyasına kur yapma çabaları da aynı şekilde.

Ve Starmer'ın Gazze savaşına yaklaşımı da böyle. Reeves, oylamadan önce BBC Radio 4'ün Today programına şunları söyledi: "Bir yıl içinde hükümet olmak istiyoruz, G7'nin fikir birliğini bozmak istemiyoruz."

G7, önde gelen Batılı emperyalist güçlerin kulübüdür. Fransa her zaman aykırı bir ülke olduğundan tamamen olmasa da büyük ölçüde, İsrail'in savaşına koşulsuz destek verme konusunda ABD ve Almanya'yı takip ettiler. Joe Biden ateşkes çağrılarını reddetme konusunda Benjamin Netanyahu kadar kararlı.

Starmer kodamanlardan biri olabileceğini göstermek istiyor ve bu kendi partisinde bir isyana yol açmak anlamına geliyorsa, öyle olsun diyor. Yine, bu yeni bir şey değil. İşçi Partisi iktidardayken her zaman İngiliz emperyalizminin çıkarlarını savunmaya çalıştı; örneğin 1949'da NATO askeri ittifakının inşasında merkezi bir rol oynadı. Ve elbette, gölge kabinedeki pek çok kişi için hâlâ siyasi bir kahraman olan Tony Blair, George W. Bush'un “teröre karşı savaşının” ve İsrail'in İkinci İntifada'ya (2000-5) uyguladığı vahşi baskının ateşli bir savunucusuydu.

Ancak geçmişte İşçi Partisi başbakanları zaman zaman ABD ile aralarına mesafe koymaya istekliydi. Aralık 1950'de Clement Attlee, ABD'nin Kore Savaşı'nda nükleer silah kullanma tehdidinden o kadar endişelendi ki Başkan Harry Truman'ı protesto etmek için Washington'a uçtu. 1960'ların sonlarında Harold Wilson, Başkan Lyndon Johnson'ın İngiliz birliklerini Vietnam'a gönderme baskısına direndi.

Böyle bir manevra alanı artık yok gibi görünüyor. Starmer kendisini Batı emperyalizminin sadık bir hizmetkarı olarak damgalamaya hevesli. Corbyn'in "İşçi Partisi milletvekili olduğu günlerin sona erdiğini" söylemesine şaşmamalı. Egemen sınıfın İşçi Partisi lideriyken Corbyn'i hedef almasının ana nedenlerinden biri, anti-emperyalist siciliydi.

İşçi Partisi'nin Starmer yönetimi altında geçirdiği evrim, yalnızca Corbyn'e değil, partide kalan tüm düzgün sosyalistlere bir seçenek sunuyor. Ötekileştirilmelerine ve susturulmalarına izin mi verecekler yoksa kendileri için önemli olan şeyler uğruna mücadele edecek yeni bir alan mı bulacaklar? Filistin'le dayanışma içinde olan dev anti-emperyalist hareket, İşçi Partisi'nin karşısında sosyalist bir alternatif inşa etmek için büyük bir fırsat sunuyor. Böyle anlar nadiren gelir. Kaçırılmamaları gerekiyor.

Alex Callinicos

Çeviri: Irmak Yavlal


Arat Dink Tüm Yazıları

Terazinin tuhaflıkları

Bu yazının amacı davayla ilgili genel bir değerlendirme yapmaktan ziyade, son kararla ilgili olarak herkesin faydalanabileceği bir özet sunmak ve kararın kendi içindeki dengesizliklere bir miktar dikkat çekmek.

Gazetemizin kurucu genel yayın yönetmeni Hrant Dink’in, daha çok tercih ettiğim bir ifadeyle babamın öldürülmesiyle ilgili, ağırlıklı olarak kamu görevlilerinin yargılandığı davanın gerekçeli kararı 14 Temmuz’da açıklandı.

Zamanında kamuoyunda süren, “FETÖ mü öldürdü, Ergenekon mu?” düzeyindeki tartışmalar, bugün ‘15 Temmuz Darbe Girişimi’nin de etkisiyle tek sesli bir hâle gelmiş durumda. Oysa kararda birçok yöne işaret eden noktalar var. Sistemin muğlak ‘terör’ ve ‘terör örgütü’ tanımlarının da davayı incelerken dilimizi esir alması gerekmiyor. Yine de, kararda, bazı konularda farklı ama bazı konularda ortak düşünceler taşıyan, birer zihniyet dünyasına denk düşen, dolayısıyla toplumda bir karşılığı olan bu iki gruba mensup sanıklarla ilgili merakları giderebilecek ipuçları bulunabilir.

Bir diğer konu da, yargının güvenilirliğini iyice yitirdiği böyle bir dönemde çıkacak karara güvenin az olması. Dolayısıyla yargı, beklenti odağı olmaktan çıktıkça ilgi odağı olmaktan da uzaklaşıyor. Önümüzdeki karar, genel siyasi iklimin beklentilerine cevap veren bölümler içerirken, bu alanın dışına çıkan özellikler de taşıyor. Bu anlamda, siyasi olarak ‘kirlenmemiş’ görünen taraflarıyla olumlu ve ‘tarihî’ yönler de barındırıyor. ‘Tarihî’, çünkü devletin siyasi cinayetler geleneğinde, bu sayıda kamu görevlisinin yargılandığı ve ceza aldığı örnek bulmak pek kolay değil.

Bu yazının amacı davayla ilgili genel bir değerlendirme yapmaktan ziyade, son kararla ilgili olarak herkesin faydalanabileceği bir özet sunmak ve kararın kendi içindeki dengesizliklere bir miktar dikkat çekmek. 

Hemen belirtmek gerekir ki söz konusu karar kesinleşmiş değil. Müdahil taraf da, sanıklar da itiraz edecekler, ettiler ve kararın kesinleşmesi için epeyce bir vakit geçecek. Gördüğünüz karar tablosunda adları bulunan kişiler şu an için hükümlü değil, sanık durumundalar (varsa başka davalardan verilen hükümler hariç). Bugüne kadar olduğu gibi bugün de kişiler hakkında ‘suçlu’, ‘suçsuz’ gibi değerlendirmelerde bulunmaktan kaçınacağız. Elbette bu ilelebet sürmeyecek. Ağır aksak ilerleyen yargı sürecinin bitmesini beklemek de bu saatten sonra çok anlamlı değil. Ancak daha ileri yorumları şimdilik başka yazılara bırakalım ve kararı kendi mantığı içerisinde değerlendirmeye çalışalım.

Adaletin üç özelliği, simgeleriyle de vurgulanır: Kör olacak, terazisi hassas olacak ve kılıcı keskin olacak. Kılıcının kör ve kendisinin şaşı olmasını şimdilik bir kenara bırakırsak, şu terazi metaforu, kararı okumak için epey faydalı olabilir. Böylece, farklı kişilere verilen cezaları kendi özgül ağırlıklarıyla değil, kararın kendi tutarlılığı bağlamında, karşılaştırmalı, izafi ağırlıklarıyla okuyabiliriz.
Kararı özetleyebilmek üzere hazırlanan tabloyu bu sayfada görüyorsunuz. Üzerine konuşulabilecek bir resim ortaya çıkarıyor. Ayrıntılı bir irdelemeye geçmeden önce, tablodaki renklerin ve sayıların ne ifade ettiğinin daha iyi anlaşılması için hazırlanan iki cetveli de dikkatinize sunalım.

Öncelikle, sanıklar kurumsal olarak iki kalabalık grupta toplanıyorlar: Jandarma (37 kişi) ve Emniyet (23 kişi). Tabloda, kamu görevlilerinin adları, olabildiğince, rütbeleri dikkate alınarak alt alta sıralanmaya gayret edildi. Bu iki gruba da girmeyen istisnalar mevcut: Cinayetle ilgili idari soruşturmalarda görev alan müfettişler (2 kişi) ve daha çok Samsun’daki kutlama görüntüleri bağlamında anılan ‘gazeteci/yayıncı’ (3 kişi) diye anabileceğimiz grup.

‘Kim kimdir?’ sorusuna ilk bakışta biraz daha kolay cevap bulunabilmesi için, Jandarma ve Emniyet gruplarını da kendi içlerinde, Trabzon ve İstanbul alt gruplarına ayırabiliyoruz. Bir de, yine ‘katil zanlısı’nın yakalanmasının ardından ortaya çıkan, bol bayraklı ve bol kahkahalı kutlama görüntüleri bağlamında yargılanan Samsun grubu var; Jandarma’dan 4 kişi, Emniyet’ten 3 kişi.

Terazideki ilk tuhaflık
Elbette Emniyet ve Jandarma gibi kurumlardan ve bu kurumların İstanbul ve Trabzon gibi iki ildeki sorumlularından bahsediyorsak, bir de genel merkezden bahsetmek gerekir. Emniyet kanadında ortada yer alan grup Emniyet Genel Müdürlüğü görevlileri. Jandarma kanadında ise böyle bir gruptan pek bahsedemiyoruz. Öyleyse Emniyet ve Jandarmayla ilgili kararları terazinin iki kefesine koyduğumuzda ilk tuhaflık göze çarpıyor: Jandarma kanadında bir ‘genel merkez’ eksikliği...

Bu eksiklik, gözün simetri arayışıyla ilgili değil. Askeriyede daha güçlü bir emir-komuta zinciri olduğu bilinir. Onun da ötesinde, davanın genel kapsamında Trabzon Jandarma Alay Komutanı Ali Öz’den yukarı gitmeye imkân tanıyan veriler mevcuttu.

Jandarma Bölge Komutanı Dursun Ali Karaduman, cinayet sonrası karartma işlemlerinin tamamında aktifti. Cinayetten birkaç ay sonra, işi Hrant Dink’i ‘vatan hainliği’yle suçlamaya kadar vardırmıştı.

Öte yandan Ali Öz’ün, cinayetten önceki, kabaca üç yıl süren hedef gösterme ve tehdit sürecinde aktif olarak yer alan Veli Küçük’le ilişkisi de basında yer almıştı. Veli Küçük’ün, eski Jandarma Bölge Komutanı olduğunu da ekleyelim.

Yeri gelmişken, hedef gösterme ve tehdit sürecinin Genelkurmay’ın bir bildirisiyle başladığını hatırlatmakta fayda var. Hrant Dink’in İstanbul Valiliği’nde MİT görevlileri ve Vali Yardımcısı tarafından tehdit edilmesinin de Genelkurmay’ın talebiyle olduğu, yine basına yansıyan ve dosyada bulunan bilgiler arasındaydı.

Mahkeme, görüşmede bulunan MİT görevlisi Özer Yılmaz’ın, sonradan olan olaylar o gün görüşmede olmuş gibi, açıkça yalan beyanda bulunmasına rağmen konuyu kapatmış, irdeleme gereği de duymamış. Bu görüşmede bulunan görevlilerin, Hrant Dink’i korumakla yükümlü İl Koruma Komisyonu’nun üyeleri olduklarını da hatırlatalım.

Yani cinayeti tüm yönleriyle aydınlatabilecek en önemli düğümlerden biri, Trabzon Jandarma Komutanlığı’nda, olduğu gibi bırakılmış denebilir.

Jandarma’daki terazi
Jandarma kanadına kendi içinde bakınca da bazı dengesizlikler hemen göze çarpıyor.

İstanbul grubunda, müebbet hapse mahkûm edilen iki jandarma görevlisi ile (biri iki kez müebbet cezasına çarptırılmış) Trabzon Jandarma Komutanı Ali Öz’ün aldığı cezaların dengesi, tartışılması gereken konulardan biri. 

Bir başka konu, Trabzon Jandarma grubunun kendi içinde verilen cezalar. Burada dikkat çeken iki konu var. İlki, dönemin Trabzon Jandarma İstihbarat Şube Müdürü Metin Yıldız’ın aldığı cezanın, astları ve üstlerinin aldığı cezalardan farklılaşması. Dosyadan takip edebildiğimiz kadarıyla, Metin Yıldız’ın ‘17/25 Aralık’tan sonra ‘Fettullahçı’ görevlilerin tasfiyesi için gösterdiği gayret mahkemenin kanaatini etkilemiş gibi görünüyor. Bu olsa olsa örgüt üyeliği (314. madde) ile ilgili bir kanaat olabilirdi. Oysa o grupta ‘FETÖ’ üyeliğinden ceza almış hiç kimse yok.

İkinci konu ise, Okan Şimşek ve Veysal Şahin’in aldıkları cezaların diğer görevlilerle karşılaştırılması. Bu iki jandarma görevlisi, başta üstlerinin emriyle karartıcı ifade vermekle birlikte daha sonra ifadelerini değiştirmiş ve yargılamanın derinleşmesinde rol oynamışlardı. Azmettirici Yasin Hayal’in eniştesiyle doğrudan irtibatları ve cinayetin işleneceği haberini kritik bir dönemde almış olmalarıyla dikkat çekiyorlar.

Trabzon Jandarma Komutanlığı’nda cinayetten sonra ciddi bir belge imhası başladığı için, netleşmemiş alanlar da var. Mahkeme heyetinde, HTS kayıtlarından hareketle bu iki jandarma görevlisinin, cinayetten önce Gazi Günay’la birlikte keşif yaptıkları ve cinayetin örgütlenmesine doğrudan katıldıkları kanaati oluşmuş. Zira cinayetten bir gün sonra bu görevlilerin hazırladığı bir ‘haber kayıt formu’ (toplanan istihbarat bilgilerinin rapor edildiği form) var. O belgeyi, üstlerinin emriyle, önceden aldıkları bilgileri cinayetten sonra almış gibi düzenlemişlerdi. Ancak en ilginç nokta, o notta yer alan bazı bilgileri nereden aldıklarının halen meçhul olması; bunu açıklayabilmiş değiller. Örneğin cinayet silahının “Ardeşen el yapımı” olduğu bilgisi, daha katil (ve dolayısıyla silah) yakalanmadan, bu bilgi notunda yer alıyordu.

Belirttiğimiz gibi, bu yazıda amaç yalnızca bazı konulara dikkat çekmek. Bir yargıda bulunmak değil. Ancak bu kesinleşmemiş kararın Trabzon Jandarma Alay Komutanlığı görevlileriyle ilgili kısmı, cinayete iştirakle ilgili önemli somut tespitler içeriyor ve özellikle bu yönüyle tarihî bir nitelik taşıyor. Diğer siyasi tartışmalar içinde kaybolmaması gereken bir nokta.

Mahkemenin anlatımından, Trabzon Jandarma görevlilerinin cinayete, Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı görevlilerinden daha aktif bir katılımı olduğu çıkarılabilecekken, cezalarda durum tam tersine. Burada mahkemenin tümdengelimci bakış açısının etkileri belirginleşiyor.

Emniyet’teki terazi
Emniyet kanadında da büyük bir boşluk hemen gözünüze çarpacaktır; İstanbul. Bu grupta zaten sanık sayısı azdı ve yargılama daha başından, buraya odaklanmakta isteksiz görünüyordu. Kararda da ortaya çıkan tablo o ki İstanbul Emniyeti’nin cinayette hiçbir sorumluluğu yokmuş. Oysa Emniyet içindeki farklı grupları, dosyadaki delillerle birlikte terazinin iki kefesine koyacak olursak, kararda en çok ceza alan Ramazan Akyürek ve Ali Fuat Yılmazer’in sorumluluğu ile Ahmet İlhan Güler’in sorumluluğu en hafif deyimle yarışır görünmekteler. Dosyada bu cezasızlığın sebebine dair ikna edici bir açıklama bulamıyoruz.

Mahkeme, kararda kurgusunu neredeyse tamamen, İstanbul’a Hrant Dink’in öldürüleceği bilgisinin kasten ulaştırılmadığı üzerine kurmuş. Oysa bilgi paylaşılmıştı. Gelen yazıyı okuyan herkes bunun öldürmeyi kastettiğini anlayabilir. Bir “bombacı”nın Hrant Dink’e yönelik olarak yapacağı “ses getirici eylem”in ne olabileceğini siz düşünün. Celalettin Cerrah, burada kastedilenin “nümayiş” de olabileceğini söylemişti mesela. Mahkeme neredeyse Hrant Dink’in, Ahmet İlhan Güler’i yerinden etmek için hedef seçildiğini iddia etmeye kadar vardırıyor işi. Devlet içindeki, kırk yıldır bilinen ve takip edilen gruplar arasındaki kavgaya bu davanın alet edildiği iddiaları güçleniyor.

Tekrar belirtelim ki, bu yazıda kim suçlu kim suçsuz tartışması yapmıyoruz. Dosya kapsamında burada ayrıntılarıyla anlatılması zor olan bilgiler ile, verilen kararların kendi içinde tutarlı olup olmadığına bakıyoruz.

İstanbul konusundaki eksiklik, ceza almayan iki sanıkla sınırlı değil. Celalettin Cerrah da İl Emniyet Müdürü olarak İl Koruma Komisyonu’nun üyesi. Ahmet İlhan Güler, İstihbarat Şube Müdürü olarak, bu komisyona, kişilerin korunmasıyla ilgili bilgi vermekle yükümlü. Dosyada başka konularda nasıl koruma önlemleri alındığıyla ilgili örnek vakalar mevcut. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, ‘hedef gösterilme ve tehdit’ sürecinde yaşananların tamamı İstanbul Emniyeti’nin ve İstanbul Valiliği’nin gözü önünde cereyan etti. Hatta bazı Emniyet mensuplarının, Hrant Dink’in yazılarını savcılığa gönderip, yazılarda suç unsuru olup olmadığının incelenmesini istediği bile vaki.

Öte yandan Hrant Dink’in tüm yaptıklarının İstanbul Emniyeti İstihbarat Şube görevlileri tarafından gün gün takip edildiği de anlaşılıyor. Elbette ona karşı yapılanlar da gözlerinin ucuna takılmıştır. Gözlerinin önünde cereyan eden tüm gelişmelere rağmen, ellerine ulaşan, somut tehditler de içeren yazılar da mevcutken İstanbul’da hiçbir görevlinin kılını kıpırdatmamasının nedeni halen açıklığa kavuşturulmuş değil. Bir ucu Trabzon’da, diğer ucu İstanbul’da bırakılan düğümü çözecek bir yargılama henüz gerçekleşmedi.

Emniyet kanadında dikkat çeken bir başka konu, Trabzon grubu içindeki Engin Dinç’in hiç ceza almamış olması. Engin Dinç, yargılama sürecinin büyük bir bölümünde aktif görevde olması ve davaya veri sunması açısından tartışmalı bir isimdi.

Bir diğer dikkat çekecek konu da Reşat Altay’ın cezasızlığı. Cinayetten sonra görevden alınan ilk isimlerdendi. Trabzon İl Emniyet Müdürü’nün geçmişinden, basında çok söz edilmişti; Altay, Jandarma’nın ve Emniyet’in bunca kanunsuz eyleminin olduğu bir ilde, kilit noktadaki yöneticiydi.

Samsun’daki terazi
Kararda, Samsun’daki ‘olay’ tamamen cezasız kalmış görünüyor. Suç bulunamamış, bulunmuşsa da zaman aşımına uğramış. İki polis, dosyayla ilgisi olmayan bir nedenle, örgüt üyeliğinden ceza almış. Samsun’daki olay daha çok görüntülerin sızdırılmasıyla ilişkili olarak, FETÖ’nün ‘ulusal ve milliyetçi cephe’ aleyhine algı oluşturma çabaları çerçevesinde değerlendirilmiş. Bu, ilginç bir saptama. Sondan başa okunan, anakronik bir hâli var.

Görüntüler medyaya yansıdığında, daha çok “Jandarma mı, Emniyet mi?” gibi bir tartışmanın içine oturmuş ve sonradan, her iki kurumdan da görevlilerin bu kutlamada yer aldığı anlaşılmıştı. Görüntülerde yer alan kişilerden biri FETÖ üyesiyse, iş daha da garipleşiyor.

Bir gazeteci
Onca kamu görevlisi arasında ceza alan tek bir sivil var. Zaten yargılananlar da üç kişi idi. Tabloda ‘gazeteci/yayıncı’ diye adlandırılan bu kişilerin yargılamada yer almalarının sebebi, FETÖ’nün kumpası çerçevesinde Samsun’da ‘ortaya çıkan’ görüntülerle ilgili olarak yaptıkları yayınlar. İki kişide mahkeme de bir suç görmediğine göre, ceza alan tek kişi olan Ercan Gün hakkında konuşalım. O kadar dosya okudum, Ercan Gün’ün suçunun ne olduğunu hâlâ anlamış değilim. Yaptığı, bana gazetecilikmiş gibi geliyor. Bu da benim, aşırıya kaçan tek vicdani yorumum olarak mazur görülsün.

Garip çekim kuvvetleri
Babamdan bolca ‘Hrant Dink’ diye bahsettiğim, öldürülmesinden sorumlu olabilecek insanlarla ilgili olarak da sakin sakin kaleme aldığım bu yazının amacı, son gerekçeli karardaki bazı noktalara dikkat çekmekti. Az tartışılan yönler daha çok ele alınmaya çalışıldı. Tıpkı bundan önceki birbirinden kopuk yargı süreçleri gibi, bu yazının da, bu son davanın da, olay’ın bütününü ele almak gibi bir iddiası yok.

Hrant Dink, kabaca üç yıl süren bir hedef gösterme sürecinin sonunda, birçok kamu görevlisinin şu veya bu şekilde bilgisi ve katkısıyla öldürüldü ve cinayetten sonraki soruşturma ve kovuşturma aşamalarındaki seyir, şimdiye kadar bütünlüklü bir yargılamanın konusu olmadı. Bu son yargılama da konunun bir parçasına, kafasındaki başka bir büyük resimle birlikte bakarak cevap arıyor.

Özetlemek gerekirse, bu tarihî kararda adaletin terazisi, bildiğimiz yerçekimi kuralları dışında, başka bazı çekim kuvvetleriyle de çalışmış gibi görünüyor.


Atilla Dirim Tüm Yazıları

Almanya: Faşist partinin lezbiyen ama “kuir” olmayan başkanı!

Almanya’nın faşizan Almanya İçin Alternatif (AfD) Partisi’nin açık lezbiyen başkanı Alice Weidel, bir televizyon programında “Yirmi yıldır tanıdığım bir kadınla evliyim, iki çocuğumuz var ve bir lezbiyen olarak kendimi dezavantajlı hissetmiyorum. Ben kuir değilim” dedi. 

Weidel’in hem açık lezbiyen olması hem de kuir olmadığını söylemesi, kendisini “makbul LGBTİ+” olarak gördüğünün politik ifadesi. Almanya’da eşcinsel çiftler evlenme ve çocuk sahibi olma hakkına sahip. Bu, LGBTİ+ hareketinin yıllarca canını dişine takarak verdiği uzun soluklu bir mücadelenin kazanımı. Weidel, bu mücadeleyi yok sayarak bu kazanımı “verili durum” olarak görüyor. Sonuçta yasalara uygun olarak evlenmiş, sistemle sorunu olmayan bir vatandaş. Ancak konu trans kimliğine gelince, Weidel transfobisini ortaya koyarak “Çocuklarımızı translardan korumalıyız!” çığlıkları atmaya ve trans varoluşunu kriminalize etmeye başlıyor.

Weidel’in bu çelişkili gibi görünen düşünce silsilesi, “LGB Alliance” olarak bilinen bir oluşumda karşılığını buluyor. LGB Alliance, lezbiyen, gey ve biseksüel olarak tanımlanan cinsel yönelimleri “normal” olarak kabul etmekle birlikte, trans varoluşunu reddeden sağcı bir düşünce / oluşum. Bu kişiler cisnormativiteyi, yani insanların kadın ve erkek olarak iki cinsten oluştuğunu kabul ediyor, ancak trans olma durumunu reddediyor, cinsiyet uyum / geçiş ameliyatlarını “bedeni sakatlama” eylemi olarak görüyor ve özellikle trans kadınların kadın değil de erkek olduğunu, hatta trans kadınların kadınların arasına sızmaya çalışan daimi bir tehlike olduğunu öne sürüyor. Türkiye’de de bu düşünceye yabancı değiliz: Sık sık trans kadınları ifşa ederek transfobik nefretin hedefi haline getiren TERF’ler, bu kategori içinde değerlendiriliyor.

Kısacası Weidel ve benzerleri, cisnormativite ile sorunu olmayan, cinsel yönelim çeşitliliğini “verili durum” olarak kabul eden ve sistemle sorunu olmayan “makbul LGBTİ+” tablosu çiziyor. Oysa açık bir lezbiyen evlilik içinde olan ve bunun sistemle çeliştiğini düşünmeyen, lezbiyen olduğu için ayrımcılığa uğramadığını söyleyen Weidel’in partisinin programının “Çocuk ve Aile” başlıklı altıncı maddesi, aile konusunda şunları söylüyor: “Almanya'da geleneksel aileye verilen değer giderek kaybolmaktadır. Anne, baba ve çocuklardan oluşan aileyi toplumun çekirdeği olarak görmek ve çocukların ve ebeveynlerin ihtiyaçlarını karşılamak bir kez daha aile politikasının odak noktası haline gelmelidir.” 

Yani ailenin heteroseksüel çiftlerden oluştuğunu söyleyen AfD programı, eşcinsel çiftlerden bahsetmiyor bile. Aksine “geleneksel aileden”, “değerlerden” söz ediyor. Weidel’in bunu bilmemesi mümkün değil ama belli ki bu durumu görmezden geliyor. AfD’nin içindeki heteroseksüel unsurlar parti programını uygulamaya kalktığında, ki bu eninde sonunda mutlaka gerçekleşecektir, kellesi alınacak ilk kişi hiç şüphesiz Weidel olacaktır. 

Kapitalizm derin krizlere girdiğinde ve işçi sınıfının memnuniyetsizliği giderek artmaya, homurdanmalar giderek daha duyulur olmaya başladığında, egemenler toplum üzerindeki baskı mekanizmalarını güçlendirmeye çalışır. Bu, son yıllarda Türkiye’nin de aralarında bulunduğu pek çok ülkede otoriterleşme şeklinde karşımıza çıkıyor. Otoriter iktidarlar toplumdaki demokratik talepleri bastırmaya çalışırken, bunu sadece zor kullanarak yapamazlar. Bunun için rıza üretimine ihtiyaç vardır ve LGBTİ+’ların toplumun temeline dinamit koymaya çalışan sapkın güruh olarak şeytanlaştırılması bu rıza üretiminin yüzlerinden biridir. 

İşçi sınıfı heteroseksüel bir sınıf değildir. LGBTİ+ işçiler de vardır ve heteroseksüel işçilerin önemli bir kısmının LGBTİ+ varoluşunu bir tehdit olarak görmesi, sınıfı bölerek egemen sınıfın kendi çıkarlarını kabul ettirmesinde önemli bir etki yaratır. Toplumun ana gövdesini oluşturan işçi sınıfının LGBTİ+ olan ve olmayan, cis kadın ve trans kadın olarak bölünmesi, hatta LGBTİ+ hareketinin LGB – Trans+ olarak bölünmesi, işçilerin ve ezilenlerin daha güzel bir dünya için ayağa kalkmasının önünde büyük bir engel ve mücadele edilmesi gereken bir alandır.

Atilla Dirim


Ayşe Demirbilek Tüm Yazıları

Savaşın kazananı barışın kaybedeni olmaz, peki savaşın gerekçesi?

Kalbura emanet edilen su zayi olur...

                                                  Hariri

Birkaç gün önce savaş haberi ile uyandık. Haftalardır süren gergin bekleyiş ve belirsizlik savaş ile sonuçlandı. Yine gerekçeler, haklı ve haksız olan taraf kim? Ne olur? Kim ne adım atar? Piyasalara etkisi? Bunlar konuşuluyor, yazılıp çiziliyor, uzun bir zaman devam eder bu tartışmalar. Elbette konuşulsun, fırtınalı zamanlarda birçoğu da erkekler tarafından yapılan hararetli tartışmaları dinleyelim. Fırtınaların daha önce farkında olmadığımız fazlalık ve çöpleri de kaldırıp önümüze düşürmesi gibi, böyle zamanlarda da ummadık yerlerden ummadık cümleler önümüze dökülebiliyor. Hepimiz fırtınada bahçemize, evimize, sokağımıza dökülen çöpleri temizlemek isteyeceğimizden neyi niye temizlediğimizi de bilmiş oluruz. 

‘Kışkırtılmak’ çok kıyıda kenarda olmasa da bir süredir çok göz önünde olmayan çöplerden biriydi. Bu fırtınada, havada elden ele atılan en popüler argüman oldu. Demokrasi götürmek/özgürleştirmek/ hakkını almak/sınırlarını korumak/ulusal birlik gibi çöp olduğu kesin ve net olan ‘’gerekçe’’lerin yanına üstelik yanında yer almak istediği yeri temiz göstermek için üretilen mis gibi bir gerekçe olarak masaya kondu. 

Diğerleri gibi kışkırtılma da bizim için yeni bir argüman değil. Eli kanlı katillerin en çok kullandığı argüman bu. Biz kadınlar bunu bizi döven, tecavüz eden, taciz eden, hapsedip işkenceler yapan, yükseklerden atan, parçalayıp varillerde yakmaya çalışan sevgililerimiz, babalarımız, kardeşlerimiz ve hiçbir şeyimiz olmayan erkeklerden çok iyi biliriz. Biz bu katillerin, faillerin kışkırtmalarına sığınmayanlar, bugün de yaşanan, yaşanmış olan ve yaşanacak olan hiçbir savaş için ne kışkırtılma ne de başka bahanelere sığınılmasını kabul etmeyeceğiz. Bu bahanenin bir işgali bir savaşı gerekçelendirmek adına kullanılmasına da izin vermeyeceğiz. Bugün kendi düştükleri safları temiz göstermeye çalışanlar rahat rahat değişen saflarını ört bas edebilsinler diye milyonlarca insanın canı ile geleceği ile hayatı ile ödediği barış ve özgürlük mücadelesinin bulanıklaştırılmasına da izin vermeyeceğiz. 

Bugün ikirciksiz bir şekilde ‘’Savaş’a, Rusya’nın Ukrayna müdahalesine Hayır!” diyemeyen ve biz ezilenlerin, eşit görülmeyenlerin, yoksulların geleceği ve daha iyi bir yaşamı ile ilgilisi olmayan emperyalist müdahaleleri ve savaşları gerekçelendirenlerin her türlü özgürlük ve hak mücadelemizde de karşımızdakiler için gerekçe üretmeleri önünde birkaç fırtınalık engel olduğunu görmemiz gerekir. 

Şüphesiz ki Rusya toprakları, dünyanın birçok yerindeki başka topraklar gibi tarihsel deneyimlere şahitlik etti. Tüm o topraklar bugün bize başka bir dünyanın, eşit ve özgür bir toplumun mümkün olduğunu gösteren o gerçeği yaratanların o gün üzerine bastıkları toz ve çamurdan oluşan bir zeminden başka bir şey değildir. İşçilerin, kadınların ve tüm ezilenlerin dünyanın gördüğü en baskıcı rejimlerinden birini devirip yerine sınıfsız özgür toplumu kurması o toprakların coğrafi konumuna ya da minerallerine bağlı olmadığı gibi, milyonların canı ile kanı ile ödenen bu deneyim haritalara bakılarak yapılan bir romantizme de terk edilemez. 

Bugün o topraklarda da dünyanın herhangi bir yerinde de yüzyıl önce olduğu gibi sınıfsız, sömürüsüz, özgür bir toplumu kuracak olanlar, dünyayı paylaşma savaşına girenler değil, St. Petersburg meydanında kendi ülkesinin işgal ve savaş politikasına karşı çıkan yüzbinler olacak. Bugün eşit, özgür, adil ve sınıfsız bir dünya isteyen ve bunun için mücadele edenlerin safları da St.Petersburg ve dünyanın dört bir yanındaki savaş karşıtlarının yanıdır. 

Rusya’da bugün ne sosyalist ne komünist ne de özgür, adil ve eşit bir yaşam biçimi söz konusudur. Söz konusu olsaydı, bunun yayılması için yapılacak olan, işçi sınıfının sınırları aşan dayanışmasını büyütmek ve kendi eylemi için mücadele etmek olmalıydı. Yüzyıllar önce yine aynı topraklarda deneyimlendiği gibi özgürlük ve eşitlik tanklarla götürülebilen bir şey değildir. İşçi sınıfının ve yığınların kendi eylemi ile kurulmadığı ve bugün artık çürümüş ve krizlerin içinde çırpınan kapitalizmi yeryüzünden kazımadığı sürece, biz milyonlar için huzurun olduğu bir dünya ve yaşam ne yazık ki çok zor görünmektedir. 

O gün gelene kadar bugünün somut koşullarında yapılacak şey, dünyanın her yerinde bomba ve mermi seslerine, savaş çığırtkanlığına karşı milyonlarca olduğunu bildiğimiz savaş karşıtlarının sesine katılmak, bu sesi yükseltmek, güçlendirmek bu sesleri işçi sınıfının üretimden gelen gücü ile buluşturmak için mücadele etmek. 

Savaşa Hayır 

Yaşasın Ezilenlerin Birliği! Yaşasın enternasyonalist dayanışma! 

Ayşe Demirbilek

 


Şenol Karakaş Tüm Yazıları

İsrail propagandasını küçümsemek

Bu, kuşkusuz saf bir İsrail propagandası değil. Bu aşırı sağcı batı emperyalizminin propagandası. Tüm gezegenin üzerine yalan kusuyorlar. Hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar. 7 Ekim’den beri, dezenformasyon nasıl yapılır konusunda ders veriyorlar. Önce öldürüyor, sonra neden öldürdüklerini dünyaya açıklıyor, bunu yaparken gözümüzün içine baka baka tek tek gerçekleri öldürüyorlar.

Hastaneye tankla tüfekle girip, hastanenin Hamas karargahı olduğunu iddia ediyorlar. Bir savaş olduğunu ve bu savaşa uzaktan bakıp karar verilemeyeceğini söyleyen ABD yetkilileri İsrail’e kısa sürede 14 milyar dolar savaş desteği aktarıyor. 

Hastane koridorlarında işgalci olduklarını kanıtlayarak gezinen silahlı İsrail askerleri, iddialarını kanıtlayamadılar. Ama İsrail medyası, tersini kanıtladı. 7 Ekim’de İsrail helikopterlerinden ateş açan İsrail askerlerinin muhtemelen Filistinli savaşçılardan daha çok İsrailliyi öldürdüğünü açığa serdi. Fehim Taştekin’in alıntıladığı haberin özetine göre “7 Ekim’de sabahın erken saatlerinden itibaren İsrail ordusu militanlarla birlikte kendi vatandaşlarını tank, helikopter ve füzelerle öldürdü.” Çok sayıda kaynak bunun bir gerçek olduğunu doğruluyor.

Kendi vatandaşlarını sadece koruyamayan değil, öldüren bir devletin estirdiği 75 yıllık terör, savaş yalanlarıyla el ele ilerliyor. 

11 Eylül’ün intikamını almak isteyen ABD Irak’ı, kitle imha silahlarına sahip olduğu gerekçesiyle işgal edeceğini söylüyordu. Birleşmiş Milletler silah denetçileri Irak’ta dumanı tüten tek bir silah bulunmadığını söylemelerine rağmen ABD’nin tüm lider kademesi, bu yalanı ısrarla sürdürdüler.

Irak’ı yakıp yıkmak için bu yalanı sürekli olarak anlattılar.

7 Ekim’de kafası kesilen İsrailli bebekler yalanı gibi, Şifa hastanesinin Hamas karargahı olduğu yalanı gibi. 

İsrail’in bu propagandası asla küçümsenemez. 

Etkisini Filistin halkıyla dayanışmak için örgütlenmeye çalışan tüm mücadelelerde hissettiriyor. İklim aktivisti Greta Thunberg Filistin halkıyla dayanıştığı için emperyalistler tarafından lanetleniyor.

Filistin halkıyla dayanışmak, antisemitist olmaya indirgeniyor. Antisemitizmin mucitleri, Naziler, Neonaziler, aşırı sağcılar, göçmen düşmanı ırkçılar Avrupa’da savaş ve işgal karşıtlarını antisemitist olmakla suçluyor.

Çünkü bu propagandanın omurgasını, sorunun İsrail’le Hamas arasında bir savaş olduğu fikri oluşturuyor.

İnanmamızı istedikleri yalan bu.

Bu yalanın çürütülmediği her saniye, Filistin’de bir çocuk ölüyor.

İsrail’le Hamas arasında değil, işgalci bir terör devletiyle bu devletin saldırılarına direnen bir halk arasında bu mücadele.

Yapmamız gereken, bir kez daha Filistin halkıyla dayanışmak için güçlü bir hareketi inşa etmek. Aralık ayının ilk haftasında Filistin’e Özgürlük Platformu’nun düzenleyeceği insan zincirleri, dayanışma konserleri bu yönde adımlar olarak ele alınmalı.


Özdeş Özbay Tüm Yazıları

İsrail’in yalanları ve gerçekler

7 Ekim’den bu yana İsrail’in Gazze saldırılarında öldürülen Filistinlilerin sayısı 13 bini geçti. Bu sayının beş bin kadarını çocuklar oluşturuyor. Batı Şeria’da İsrail ve paramiliter yerleşimci saldırılarında öldürülen Filistinli sayısı da 200’ü aşmış durumda.

İsrail tüm dünyanın gözünün içine baka baka yalanlar söylüyor ve bir soykırım politikası izliyor. Açık ki Hamas’ın merkezi dediği Gazze’nin kuzeyini boşaltma hedefi sadece kuzeyle sınırlı değil. “Normale dönüşü” ve hatta evlerini terk edenlerin geriye dönüşünü engellemek için tüm altyapıyı, konutları, tarlaları, okulları ve hastaneleri de yok ediyor. Gazze’de hayatın yeniden başlamasını imkânsız hale getiriyor. İsrail’in, Gazze’nin kuzeyinden sonra kara birlikleriyle güneye yöneleceği de ortada. Gazzelileri zorla, bir daha geri dönmemek üzere Mısır’a sürmeyi başaracak olursa sıranın Batı Şeria’ya geleceği de kesin.

İsrail elbette soykırım uygulamakta olduğunu da, topyekun Filistinlilerle savaştığını da, Batı Şeria’da benzer bir saldırı planladığını da kabul etmiyor. Aksine terör örgütleriyle mücadele ettiğini, Filistin’le dayanışmanın antisemitizm (Yahudi düşmanlığı) olduğunu ve İsrail devletinin var olma hakkını koruduğunu anlatıyor. 

Batı medyasında da destek bulan bu iddiaların her birine yanıt vermek son derece önemli.

Terör nedir? Terör örgütü kimdir?

Terör kavramı politik bir amaç doğrultusunda halk arasında veya devletin yöneticileri arasında gerçekleştirilen şok edici, korkutucu şiddet olayları anlamında kullanılır. Geçen hafta Terry Eagleton’ın hatırlattığı üzere terör kavramı ulus devletlerin doğuş sürecinde burjuva Fransız Devrimi sırasında ortaya çıkmıştı: “Fransız Devrimi’nin öncüleri Danton ve Robespierre döneminde terörizm aslen devlet teröründen doğmuştu. Bu terör, muhaliflerin iktidara değil, devletin düşman saydıklarına uyguladığı şiddetti.”

Daha sonra terör, hanedanlara ve üst düzey devlet yetkililerine karşı suikast eylemleri şeklinde “devrimci” terör eylemleri olarak kullanıldı. Ancak bu dönemde henüz “terör örgütü” kavramı icat edilmemişti. Terör, devrimci şiddet eylemleri içerisinde tanımlanıyordu. Lenin ve Troçki gibi devrimci Marksistler bu tarz eylemlerin sosyalist bir devrime yol açamayacağını çünkü işçi sınıfının kitlesel ve kolektif eylemliliğine dayanmadığını söylüyorlardı. Elbette devrim şiddeti gerekli kılabilirdi ama bu dar bir grubun bireysel terör eylemleri şeklinde değil kendisini bir sınıf olarak örgütleyen işçi hareketinin kolektif eylemi olduğunda anlamlı ve başarılı olabilirdi.

Terör eylemleri sonraki on yıllarda ulusal kurtuluş hareketlerinin en önemli mücadele yöntemi haline geldi. İrlanda Kurtuluş Örgütü, Cezayir’in Ulusal Kurtuluş Cephesi ve daha birçok işgal karşıtı örgüt kafelerde, barlarda, meydanlarda sivilleri de hedef alan terör eylemleriyle hem iktidarları sarsıyor hem de bu eylemler aracılığıyla toplumun ulusal sorunu konuşmasını sağlamayı amaçlıyorlardı. Filistin direnişi de Filistin Kurtuluş Örgütü kurulduğundan beri aynı yöntemleri kullandı. 

Terör örgütü kavramı ise çok daha yakın tarihlerde, rejim veya işgal karşıtı hareketleri insansızlaştırmak ve salt şiddetten ibaret gruplar olarak göstermek amacıyla icat edildi. Ayrıca insanlık dışı gruplar olarak gösterildikleri için de teröristlere karşı her türlü şiddet ve devlet terörü meşru kabul edilmiş oluyordu. 

Özetle, terör eylemleri denilen politik şiddet eylemleri bir gerçeklik. Üstelik bu yöntemi en fazla, en acımasız şekilde kullanan da devletler oluyor. Ancak ‘terör örgütü’ diye bir şey yok. Eğer terör eylemlerine başvuran örgütlere terör örgütü denecek olursa tüm devletler kaçınılmaz olarak terör örgütü tanımına girerdi, çünkü egemen sınıfın şiddet aygıtı olan devlet her zaman büyük çoğunluğu baskı altında tutmak için sistematik şekilde ve politik amaçlar doğrultusunda şiddet kullanıyor. Marksizm açısından yaklaşınca da terörü kullansın veya kullanmasın, hareketlerin sınıfsal ve politik içeriği onları tanımlamamızı sağlar; faşist hareket, siyasal İslami hareketler, ulusal kurtuluş hareketleri ve benzeri.

Bu perspektiften baktığımızda Hamas bir ulusal kurtuluş örgütüdür ve meşruiyetini sadece silahlı direnişinden veya zaman zaman kullandığı terör saldırılarından değil politik ve toplumsal örgütlenmesinden de sağlıyor. 

Filistin’le dayanışma eylemleri antisemitizmi mi büyütüyor?

Avrupa’da milyonlarca kişi Filistin’le dayanışma eylemleri için sokağa indi. Son yılların en büyük savaş karşıtı eylemleri gerçekleşiyor. Bu eylemlerle eş zamanlı olarak Fransa ve Almanya’da sinagoglara yönelik saldırılar ve antisemit paylaşımlar da oluyor, ancak bunları yapanların sokağa inen savaş karşıtları olup olmadığı belli değil. Batı basını bu iki gelişme arasında kanıtsız bir şekilde ilişki kuruyor. Yani sanki antisemitizm yokmuş, Filistin eylemleriyle yükselmiş gibi yorumlar yapılarak eylemleri yasaklamak gerektiği konusunda baskı yapılıyor.

Oysa sokağa inen kitleler bariz şekilde birbiriyle dayanışma içerisinde olan ırkçılık karşıtı bir hareket oluşturmuş durumda. Müslümanlar, Araplar, göçmenler, siyahlar ve Yahudi savaş karşıtları omuz omuza sokaklarda, İsrail’in saldırganlığını protesto ediyor. Öte yandan Avrupa’nın aşırı sağı ve faşist hareketi çok net bir şekilde İsrail’i savunan açıklamalar yapıyor. 

Çok uzun zamandan beri, Avrupa’da faşist hareketin hedefi olan Yahudilerin yerini göçmenlerin aldığı analizleri yapılıyordu. Bugün Fransız, İngiliz veya Alman faşizmi için birincil düşman Yahudiler değil. Eskiden Yahudilerin dünyayı yönettiği ve ülkeleri ele geçirdiği komplo teorisi faşizmin antisemit propagandasının ana kuramıydı. Bugün ise “büyük yer değiştirme” (the great replacement) teorisi etrafında İslamofobi en yaygın komplo teorisi haline geldi. Bu teoriye göre, göçmenler Batıya göç ederek ve çok çocuk yaparak Batı medeniyetini çökertiyor ve birkaç on yıl sonra beyazlar azınlıkta kalırken Müslüman Araplar, Afrikalılar çoğunluğu oluşturacak. Nüfus böylece yer değiştirmiş olacak ve beyazlar kendi topraklarında ikinci sınıf insan haline gelecek!

Bu nedenle Avrupa aşırı sağı ve faşizmi için Arap/Müslüman göçünün engellenmesi birincil hedef durumunda. Dolayısıyla, İsrail’in bu “geri kalmış” Ortadoğulu halklarla mücadele eden müttefik bir devlet olarak “desteklenmesi gerekiyor”. İsrail’in ırkçı ve şiddete dayalı politikaları aşırı sağın bu yöntemleri meşru olarak görüyor olmasından dolayı da destek buluyor. Böylece İsrail, faşizan uygulamaları meşrulaştıran bir devlet durumuna dönüşüyor.

Bu ilişkinin en açık örneği geçtiğimiz hafta Paris’te gerçekleşen Antisemitizm karşıtı yürüyüşte görüldü. Fransa’nın sağcı ve solcu eski başkanları, neredeyse tüm büyük siyasi partileri ve Marine Le Pen ile faşist Ulusal Birlik Partisi bu yüz bin kişilik yürüyüşte buluştu. Bir başka aşırı sağcı, göçmen karşıtı bir Yahudi olan Eric Zemour da yürüyüşteydi. Fransız faşistlerinin ve aşırı sağının “antisemitizm karşıtı yürüyüş” adıyla düzenlenen gösteride İsrail ile dayanışmış olması, buna karşılık Fransa’da yüzbinlerce göçmen, Müslüman, Afrikalı ve Yahudi’nin İsrail’e karşı sokaklarda buluşması saflaşmayı açıkça ortaya koymuş oluyordu.

Benzer bir durum Londra’da da yaşandı. Filistin’le dayanışmak için sokağa inen bir milyona yakın gösterici aynı gün Birinci Dünya Savaşı’nın sona erdiği günün kutlamaları dolayısıyla savaş gazileri ile birlikte sokağa inen faşist İngiliz Savunma Birliği ve faşist liderleri Tommy Robinson’ın tepkisiyle karşılaştı. Robinson’ın faşistleri iki grubun karşılaşmasını engelleyen polisle çatıştı ve 100’den fazla kişi gözaltına alındı. Bunun üzerine Robinson “Terörist örgütler, bayrakları ve pankartları sokaklarımızda dalgalanıyor, cihat çağrısı yapılıyor ve kimse tutuklanmıyor ama elinde İngiliz bayrağı olanları gözaltına alıyorlar” diye tepki göstererek Filistin’le dayanışanları terörist ilan etti. 

Başka bir benzer durum da Almanya’da yaşandı. Filistin’le dayanışma eylemleri antisemit olmakla itham edilirken içerisinde Nazi grupların da yer aldığı ırkçı parti AfD gösterilere karşı çıktı ve Yahudi karşıtı yabancılara Alman vatandaşlığı verilmemesi önerisine destek verdi.

Devletin var olma hakkı mı, halkların kendi kaderini tayin hakkı mı?

Dünyanın dört bir yanında Filistin’le dayanışma eylemlerinde atılan “Nehirden denize Filistin’e özgürlük” sloganı İsrail yanlısı çevreler tarafından antisemit olmakla suçlanıyor. 

Bu suçlamaya kanıt olarak iki temel iddiayı ileri sürüyorlar. İlki, bu sloganın Yahudileri yok etmek anlamına geldiği iddiası. İkincisi ise bu sloganın İsrail’in var olma hakkını tanımıyor olduğu iddiası. Bu iddialara iki kısa yanıt vermek mümkün. İlk iddia yanlış, ikincisi ise doğrudur.

İlk iddia hakkında en iyi yanıt bizzat ABD’li Yahudi öğrencilerden geldi. Avlaremoz tarafından Türkçeye çevrilen mektupta Yahudi öğrenciler şöyle diyordu:

“Nehirden denize, Filistin özgür olacak" sloganı Yahudilerin Filistin’den zorla çıkarılması ya da yaygın olarak yanlış anlaşıldığı gibi ‘Yahudileri denize dökme’ çağrısı değildir. Bunun yerine Gazze’de, Batı Şeria’da ve Yeşil Hat içinde yaşayan tüm Filistinlilere yönelik baskının sona erdirilmesi çağrısıdır. Filistin’in tamamının özgürleştirilmesi devrimci bir değişim gerektirmektedir: Bu topraklardaki Yahudilerin yok edilmesi değil, bu toprakları işgal eden apartheid rejiminin tamamen ortadan kaldırılması.”

Evet, özgür Filistin sloganı tek devletli çözümü savunuyor ama Yahudilerin yok edilmesi veya sürülmesini değil özgür, demokratik, laik bir Filistin’de tüm yurttaşların eşit olduğu ve ırk ayrımcılığının var olmadığı bir Filistin’i savunuyor.

İkinci iddiaya gelince: Devletlerin var olma hakkı diye bir hak söz konusu olamaz. Bu, tarih dışı ve tamamen uydurma bir hak tanımıdır. 

Devletler birkaç bin yıldan beri vardır ve tarihin başından beri var olup bugüne gelebilmiş tek bir devlet dahi yoktur. İlelebet yaşayacak olan bir devlet de mümkün değildir. Devletler, içerisinden yükseltildikleri toplumların yapısına ve dış koşullara göre sürekli olarak değişirler. Yıkılır, rejim değişikliği yaşar, sınırlarını değiştirirler, isimleri değişir veya bambaşka bir şeye dönüşürler. 

Devletlerin var olma hakkı, kendine hukuk alanında yer bulan bir hak tanımı değildir. Ancak uluslararası hukukta yeri olan bir başka hak var: Halkların kendi kaderini tayin hakkı. 

İsrail rejiminin var olma hakkını savunanlar zaman zaman bu hak tanımına da başvuruyor. Oysa Bolşeviklerin, Ekim Devrimi öncesinde dünyanın gündemine taşıdıkları “kendi kaderini tayin hakkı”, o dönemde işgal altında tutulan ülkelerde yerli halkların kendilerini kendi istedikleri şekilde yönetmesi anlamına geliyordu. İngiliz işgalcilerin siyahları sürüp Güney Afrika’da bir işgal devleti kurmasını değil aksine siyahların beyaz işgalci ile yaşamak isteyip istemediğine karar verebilmesi anlamına geliyordu. 

Filistin özelinde de bu hak, Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkı anlamında, işgalci İsrail devletine ve İsrail’in resmi ideolojisi olan ırkçı siyonizme karşı bir hak olarak tanımlanabilir. 


Çağla Oflas Tüm Yazıları

Onların kârları bizim ölülerimiz

Maraş merkezli depremde on binlerce insanın ölümü karşısında, ülkeyi yönetenlerin vurdumduymazlığı ile meydana gelen vahim tablo karşısında büyük bir öfkeye kapıldık.  Oysa kapitalist üretim ilişkilerinin hâkim olduğu iş yaşamında güvenlik tedbirlerinin alınmaması sonucunda da binlerce insan yaşamını kaybetmekte. Uluslararası Çalışma Örgütü’ne (İLO) göre dünyada 2 milyondan fazla insan çalışırken ölüyor.  Her gün 6 binden fazla insan patronların kar hırsı uğruna ölüyor. Türkiye, yılda 77 bin iş kazası ile Avrupa’da birinci, dünyada üçüncü sırada bulunuyor. İSİG raporlarına göre; 2023 yılının ilk 4 ayında 585 kişi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi. AKP’nin iktidarda olduğu 2002 yılından bugüne iş cinayetlerinde yaşamını kaybeden işçilerin sayısı 31 bin 131’e ulaştı. Rapora göre bu rakam sadece basına yansıyabilenler. Çünkü son yıllarda artan baskılarla birlikte iş cinayetlerinin basına yansımasında da düşüş var.

İktidara sırtını dayamanın cüretkarlığı

Amasra katliamıyla ilgili Nisan ayında yapılan duruşmasında sanık İşletme Müdürü Selçuk Ekmekçi’nin avukatlığını yapan Avukat Çağla Dursun, kendisine tepki gösteren ailelere, “başınıza gelenleri hak etmişsiniz” sözlerini sarf etmişti ve bu sözler hafızalarımızda hala tazeliğini koruyor.  Dursun, 43 maden işçisinin hayatını kaybettiği bir faciadan sonra yakınlarını kaybeden ailelere çemkirme cüretini gösterebilmişti. Gazete Duvar tarafından yayınlanan haberde Dursun’un bu cüreti nereden bulduğuna ilişkin soruları da yanıtlayan, Yargıtay’dan başlayan devletin en üst kademelerine uzanan ilişkileri de kamuoyuyla paylaşılmıştı. Amasra dışında da, Soma’da, Ermenek’te, Ostim’de, Davutpaşa’da ve pek çok iş yerinde işçiler, görmezden gelinen işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri nedeniyle hayatlarını kaybettiler. Yaşanan insani kayıplarla ilgili yıllarca süren davada, göstermelik cezalar verildi, tazminatlar kuşa çevrildi. Tüm bu katliamlarda hem yapılan düzenlemeler hem de tedbirlerin alınmıyor olması açısından sorumluluğu olan AKP-MHP iktidarından tek bir kişi bile ceza almadı, istifa etmedi. O nedenle de onlarca işçi yaşamını kaybetmeye devam ediyor. 

Çocuklara ayrıcalık yok

İşçi sınıfı krizin faturasını sadece yoksullaşarak ödemiyor.  Kapitalistler arası rekabette avantaj sağlayan en fazla, en az maliyetle ve en kısa zaman içinde üretim koşulları da işçi sınıfının  yaşam hakkını gasp etmekte.  Çocuklar açısından ayrıcalıklı bir durum söz konusu değil. Çocuk işçi sayısı bir milyonu aşmış durumda. Herhangi bir ücret pazarlığı koşulları olmayan, patronların istediği gibi,  istediği koşullarda çalışan çocuk işçi kitlesi artan fakirleşmeyle birlikte  istihdamda giderek daha fazla yer alıyor.

Türkiye’de çocuk işçilik 4 ila 8 yaş aralığında başlıyor. 8 yaşından itibaren mevsimlik tarım işçisi ve sokakta çalışırken işçi sayısında ciddi bir artış yaşanıyor. 10-12 yaşlarda tekstil ve metalde çalışan çocuklar, 13-14 yaşlarından itibaren tarım, inşaat, sanayi ve hizmetlerde çalışan sayıları yüzbinlere ulaşıyor; 15-17 yaş grubunda ise tarım başta olmak üzere konaklama, ticaret, inşaat, metal, tekstil ve gıda gibi işkollarında çalışan milyonu aşkın çocuk işçi var. İSİG raporlarında son 10 yılda 611 çocuk iş cinayetleri sonucu yaşamını kaybetti, deniyor. Rapora göre, SGK her yıl 11 çocuk işçinin öldüğünü açıklarken, her yıl 50 çocuk işçinin ölümü gizlenmekte. Suriyeli on binlerce çocuk da tarım ve sanayide çalışıyor. Göçmen çocuk işçilerin tüm çocuk işçi ölümlerindeki oranı yüzde 10-12 aralığında. 

İş cinayetleri sınıfsaldır. Ve yanıtı da sınıfsal olmalıdır. Kapitalizmin işçi sınıfına dayattığı gayri insani çalışma koşulları meslek hastalıklarına ve ölümlere yol açmakta. Kapitalizmin işçi sınıfının başına açacağı belâların sonu olmadığı gibi, ona reva gördüğü berbat çalışma ve yaşam koşullarının da sonu yok. İşçi sınıfı, kendi can güvenliğinin yanı sıra çocuklarının geleceği ve güvenliğini de ancak ve ancak örgütlenerek koruyabilir. Her gün ve her an en temel haklarımızı gasp eden kapitalizme karşı birleşmek ayakta kalmamızın da tek yoludur. 


Can Irmak Özinanır Tüm Yazıları

Filistin, emperyalizm ve ulusal kurtuluş hareketleri

Filistinli on dört örgütten oluşan koalisyonun İsrail’i şoke eden bir operasyon yapması ve hemen üstüne İsrail’in Gazze’deki nüfusun tamamını yerinden etmeyi amaçlayan saldırısının ardından başlayan tartışmalar Türkiye’de ve dünyada sol içinde emperyalizm teorisinin tartışılmasının önemini bir kez daha ortaya koydu. 

Görebildiğim kadarıyla Türkiye’deki sol örgütlerin tamamı İsrail’in işgalciliğinin karşısında yer alırken, sınırlı da olsa solun etki alanında bulunan kitlenin önemli bir kısmı İsrail’in 75 yıllık işgalindense Hamas’ı öne çıkararak Filistin’i savunanları “Hamas destekçiliğiyle”, “cihatçılıkla” hatta bazı örneklerde “antisemitizmle” suçladı. 

Bu tepkilerin bir kısmı Türkiye solunun önemlice bir kısmının, uzun bir zamandır AKP karşıtı muhalefeti “ilericilik-gericilik” ekseninde kurmasından kaynaklanıyor. Güç ilişkilerinin analizinin üzerinden atlayan bu perspektifle bir muhalefet kurduğunuzda ne kadar sınıf veya emperyalizm derseniz deyin, bu çelişkileri görmezden gelen bir yerden mobilize olmuş oluyorsunuz. Dolayısıyla İsrail’e direnenler ile IŞİD, Müslüman Kardeşler ile AKP bir anda aynı şeymiş gibi görünmeye başlıyor. Oysa siyasal İslam’ın ortaklıkları olmasına rağmen her yerde farklı bir toplumsal formasyon, farklı çelişkiler üzerinden gelişebiliyor. Dolayısıyla solun yeniden güç ilişkilerinin analizini mücadelesinin kalbine oturtacak bir hatta gelişmeleri analiz etmesi gerekiyor. 

Ancak tepkilerin daha büyük kısmı solun tabanından değil, kendini “aydınlanmacı” ve “laik” olarak gören milliyetçilerden geliyor. “Arapların ihanetinden” dem vuranlardan, “Filistinliler toprak sattı” tartışmalarına uzanan bu çizgi, Batı medyasının büyük bir kısmının koruması altında gelişen İsrail propagandasının artık Türkiye’de de daha geniş bir kesime nüfuz etmeye başladığını gösteriyor. 

Emperyalizmin ikiyüzlülüğü 

İsrail’in yaptıklarının ABD öncülüğündeki Batı emperyalizmi tarafından meşrulaştırılması yeni değil. İsrail, 1948’deki kuruluşundan beri ABD emperyalizminin bölgedeki ileri karakolu olma misyonunu üstlenerek hayatta kalabilmiş bir devlet. Bunun karşılığında ise emperyalistler, her fırsatta dile getirdikleri ‘uluslararası hukuk’un çiğnenmesini umursamıyor. Bu basitçe bir göz yumma da değil. İsrail’e yapılan saldırının hemen ardından ABD, Fransa, İngiltere, Almanya; İsrail’e desteğini açıkladı. Almanya, Fransa ve İngiltere’de Filistin’le dayanışma eylemleri, “Hamas’a destek” eylemleri olarak sunularak yasaklandı. Buna rağmen bu ülkelerde binlerce kişi sokaklara çıkarak Filistin halkıyla dayanışmasını gösterdi. 

Mesele sadece Batı emperyalizmi ile bitmiyor, emperyalistler arasındaki ilişkiler daha karmaşık. Ukrayna’da kendisi de işgalci pozisyonda olan ve pek çok halkın sömürüsünde yer alan Rusya, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne “insani duraksama” önerisinde bulundu. Ateşkesin lafını bile etmeyen Rusya, iki devletli bir çözüm için “liderlerle” görüştüğünü bildiriyor. 

Son zamanların bir işgali de Karabağ’a dönük Azerbaycan saldırganlığı. Filistin’de nüfusun sürülmesi gibi Karabağ’da da Ermeniler bölgeden çıkarılıyor. ABD Başkanı Biden, Karabağ konusunda Azerbaycan’a tepki gösterirken, Azerbaycan’ın en büyük destekçilerinden biri ABD destekli İsrail. 

Türkiye, saldırının hemen ardından iki tarafa da “itidal” çağrısı yaptı. Yıllarca “Filistin destekçisi” bir pozisyon takınıyormuş gibi görünen Türkiye’nin İsrail’le askeri ve ticari bütün anlaşmaları devam ediyor.  Bir yandan hükümet yanlısı medya Filistin için mangalda kül bırakmayan bir görüntü çizmeye çalışırken, “çocukları öldürmeyi iyi bilen” İsrail’e karşı atılan tek bir somut adım yok. 

İsrail’in “kendini savunma hakkı” 

Batı medyasının tavrı ikiyüzlülüğün en net örneklerini veriyor. Batı medyasında niyeyse İsrailliler “öldürülüyor”, Filistinliler ise “ölüyor”. İsrail’e saldırının ardından sivil ölümlerini gerekçe göstererek, ‘İsrail’in kendini savunma hakkı’ndan söz edilmeye başlandı.  

75 yıldır işgal altında olan bir halkın işgale direnme hakkı “terör” olarak yaftalanıp toptan görmezden gelinirken, İsrail’in Filistin halkını öldürmesi “savunma hakkı” olarak sunuluyor. İngiltere’nin sol-liberal The Guardian gazetesi, karikatürist Steve Bells’i Netanyahu’yu eleştiren bir karikatürü sebebiyle “antisemit” suçlamasıyla işine son verdi. The Guardian gazetesi, birkaç ay önce kurucularının köleci kökleriyle hesaplaşan bir dosya yayımlamış ve köleliğe ortaklığından dolayı özür dilemişti. Şimdi, açıkça bir apartheid rejimi olan İsrail’in eleştirisini engelliyor. 

“Soldan” desteğin bir başka ismi ise Slavoj Zizek. Son yıllarda mültecilere dönük tutumunu Avrupa medeniyeti üzerinden açıklayan Zizek, New Statesman’a yazdığı yazıda Filistinlilere sempati gösterilmesi gerektiğini söylerken aynı zamanda “İsrail’in kendini terör saldırılarına karşı savunma hakkını koşulsuz olarak destekleyebiliriz ve desteklemeliyiz” diye yazdı. 

“İsrail’in kendini savunma hakkı” argümanı, kendisini çok açıkça 2000’li yılların başındaki “Medeniyetler Çatışması” tezleri üzerine kuruyor. Bu, 20 yıllık savaş karşıtı mücadelenin yenilgiye uğrattığı argümanlardan birisiydi ve bugün eskisinden çok daha doğallaşmış biçimde karşımıza çıkıyor olması bu mücadelenin büyük bir geri çekilişini gösteriyor. 

Ulusal kurtuluş hareketleri ve emperyalizm 

Başta söylenmesi gereken şeyi sonda söyleyeyim: Yöntemleri ne olursa olsun kökleri halkın içinde olan bir direniş hareketinin, sivilleri yani orada yaşayan halkı katletmeden yok edilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla “teröre karşı savaş” argümanı İsrail’in Filistinlileri katletmek için uydurduğu bir yalan. Görülmesi gereken hem Filistin’de hem İsrail’de sivillerin de içinde olduğu binlerce insanın ölümüne yol açan şiddetin temel sorumlusunun Filistin’i 75 yıldır işgal altında tutan ve bütünüyle Filistinlileri yok etmek veya sürmek üzerine kurgulanmış bir savaş aygıtı olan İsrail olduğudur. 

Ortada iki eşit gücün savaşı değil, bir işgal ve karşısında direniş var. Buradaki direnişin niteliği pek çok etmen tarafından belirlenir ancak direnişin liderliğinin niteliğini akıl verir şekilde tartışmak ne barışa ne de direnen halka bir fayda sağlayacaktır. 

Şiddetin dinmesini isteyenlerin savunması gereken, İsrail’in Filistinlilere hayat hakkı tanımayan politikalarına son vermesi. Ancak bu yeterli değil; şiddetin sona ermesini isteyenler öncelikle kendi hükümetlerine baskı yapmalı, İsrail’in şiddetine ortak olan politikalarla ilişkisini kesmesini savunmalıdır. Başka topraklarda asker bulunduran devletlerde yaşayanlar, askerlerin derhal eve dönmesini savunmalıdır. 

Türkiye için bunların hepsi geçerli ancak Türkiye’deki sosyalistlerin önemli bir görevi daha var: İsrail’in her saldırısında Türkiye’de hükümetin de desteğiyle antisemitizm yükseliyor. Siyonizm ve Yahudilik aynı şey değildir. Bir yandan Filistin’e destek verirken bir yandan da Yahudilere dönük ırkçılığa karşı çıkmak zorundayız. 

Son olarak içinde bulunduğumuz durum net bir şekilde gösteriyor ki, sosyalistler dünyadaki kanlı tablonun ‘medeniyetler çatışması’nın değil, kapitalizmin geldiği aşamada bir dünya sistemi hâline gelmiş emperyalizmin ve sınıf çatışmalarının ürünü olduğunu net bir şekilde göstermek zorunda. 


Deniz Güngören Tüm Yazıları

Yan yana, omuz omuza, kol kola ve iç içe

Bir tartışma alanının oluşmasının hepimizi ilerleteceği konusunda Can Irmak Özinanır’a katılıyorum. Bu yazının amacı da elbette bu tartışmayı ilerletmek, yanlış yorumlandığını düşündüğüm şeyleri teker teker düzeltmek değil. Fakat yanıtında kimi zaman benim yazımla değil de uzaklardaki bir sekter gelenekle tartıştığı izlenimine kapıldığımı söylemeliyim. Tabii yazının okumasını yanlış yaptığını iddia etmek oldukça kibirli olacağı için sorunu benim yazımın kusurlarında bulmayı seçeceğim. Dolayısıyla, söylemediğim halde benim iddialarım olarak yansıtılan şeylerin karşısına gerçekten düşündüklerimi daha net bir şekilde koyarak ilerleme ihtiyacı hissediyorum.

Tavuk ve yumurta

Öncelikle Irmak’ın bana Lenin’in 2. Enternasyonal’in çizgisinden kopuş sürecini hatırlatma gereği duymasından, Irmak ve Atilla’nın bu tarihe atıfta bulunarak mekanik sol dedikleri, bugüne ait bir eğilim ile, üzerinden bir dünya savaşı, bir devrim, bir de faşizm geçmiş bir gelenek arasında kesintisiz bir teorik çizgi olduğunun söylendiğini anlıyorum. 

Her şeyden önce Lenin’in teorik olarak kopuşu, Irmak’ın da doğru bir şekilde belirttiği gibi teorinin değil politikanın öncelediği bir olay, yani önce teorideki birtakım yanlışları saptamasından kaynaklanmıyor. Dolayısıyla, nasıl Sosyal Demokratların devrimi boğan bir rol üstlenmesinin teorilerindeki eksikliklerden kaynaklandığını söylemek abes olacaksa, bugün soldaki kimi eğilimlerin kaynağını teoride aramak da bizi aydınlatmayacak. Bununla beraber Türkiye’deki ekseri sol eğilime illa bir çatı isim bulmak zorundaysak, sol oportünizm en fazla grubu kapsayan tanım olacaktır bence. Oportünizm de teoriyi eylemine uydurmasıyla ünlüdür zaten.

Kendiliğindencilik meselesine dair de bir şeyi netleştirmek lazım. Atilla ve Irmak’ın bugünün koşullarını anlamlandırmak için kullanışlı olduğunu öne sürdükleri, 20. Yüzyıl başındaki Marksistlerin arasındaki kendiliğindencilik tartışması toplumsal hareketlerle ilgili değildi. Alman Sosyal Demokratları, işçilerin kendi kendine eyleme geçeceğini düşünmek bir yana dursun sınıfı dev bir parti haline getirmeye çalışıyorlardı. Burada kendiliğinden olup olmayacağı etrafında tartışılan şey devrimdi. Sırf bu bile bu paralelliğin oldukça zorlama olduğunu gösteriyor bence.

Yani kısacası, bugünün soluyla tartışmamızı Lenin’in savaşı destekleyen 2. Enternasyonal çizgisinden kopuşuna benzetmek iyi bir benzetme değil.

Bu benzetmenin her şeye rağmen kullanışlı olabileceği yerler var, örneğin Amerika’daki DSA ve Demokrat Parti ilişkisi bu tarihin dersleri üzerinden incelenmeye değer bir olgu. Fakat bu örnekte bile tarihin aynen tekerrür ettiği anlamına gelebilecek kestirme yorumlardan kaçınmak önemli. Türkiye’de ise şu anki durumda buna benzetilebilecek bir durum ben göremiyorum. Kautsky’ciliğin izlerini bulabileceğimiz popülist sol retorik var elbette ama bunlarla tarihin en büyük işçi sınıfı partisi arasında fikir benzerliği üzerinden karşılaştırma yapmak doğru olmayacaktır.

Kaldı ki Atilla’nın yazdığı ve Irmak’ın savunduğu yazıda, şu an büyüyen sol partilerin heyecanlandırdığı mücadeleci kuşakları kazanabilmek için bu genç aktivistlerin ortalama fikirlerine çok keskin çıkışlar yapmama yönünde bir tedbir seziyorum. Bunun da -illa benzeteceksek bile, 2. Enternasyonal örneğinde Lenin’in tarafına düşeceğini söylemek çok zor. 

Mekanik solun Stalinizm’den kaynaklandığı gibi bir iddia ise benim yazımda yer almamakta. Bugün solda Arap devrimlerini veya kimlik hareketlerini küçümseyen tutumu, mekanistik bakmalarıyla değil politik ve ideolojik bagajlarıyla açıklamanın daha doğru olacağı yönünde bir argüman var sadece.

Kesişimsellik

Kesişimselliğin önemli bir birikim sunduğu olgusu ise yazıda yer alıyor zaten. Bu yüzden bunun bana tekrarlanma ihtiyacının nereden kaynaklandığını anlayamadım.

Kesişimsellik, tarihsel olarak sosyalist feminist hareket içinde, işçi ve kadın olmasının haricinde ırkçılıkla da uğraşan kadınların dezavantajlarının görünmez olmasının önüne geçmek için ortaya atılmış bir kavram. Fakat bugün kesişimsellik, kapitalizmin ürettiği ezilme ilişkilerinin kökenine dair yaptığı tahlil bakımından marksizme rakip bir çizgiyi temsil ediyor.

Ezilenlerin deneyimini daha iyi anlamamızı sağlayan her gerece değer veririz elbette. Fakat kesişimselliğe böyle nötr bir kavramsal gereç olarak yaklaşmak doğru olmaz. Tüm ezilme ilişkilerinin temelinde ekonomik sömürünün yattığı analizini, işçilerin ezilişinin diğer ezilme biçimlerinden üstün olduğu anlamına geleceği sebebiyle reddeden bir çerçevedir bu sonuçta. Ve seçtiğimiz çerçevenin her zaman siyasi sonuçları vardır.

Ben Marksizm ve kesişimsellik arasında bir duvardan ziyade ciddi bir açı farkı olduğunu düşünüyorum. Yani ortak bir noktadan başlayıp ve farklı yerlere giden iki çizgidir bunlar. Kesişimsellik marksizmden pek çok kavram ödünç aldığı gibi, marksistler de kesişimsellikten pekâlâ bir sürü şey öğrenebilirler. Fakat ikisi, nihayetinde çok farklı iki politik projenin ürünleri olarak görülmeli.   

Kesişimselliğe dair hiçbir tartışma yürütmemek gerektiği anlamına gelebilecek herhangi bir ifadenin ise bir kere daha yazıda yer almadığını vurgulamalıyım. Bilakis, Atilla’nın tek bir kelimeyle bahsettiği kesişimselliği tartışmanın parçası haline getiren benim zaten.

Marx’ın yöntemi

Irmak Marx’ın yönteminin tane tane bir özetini vermiş. Fakat bu bağlamda Marx’ın yönteminin temelinin “herşeyin acımasız eleştirisine” dayandığına yapılan vurguyu -Benjamin’in “geleneği konformizmin elinden kurtarmaya” dair söylediklerinin yazının en tepesine konulmasıyla birlikte okuyunca- Irmak’ın benim yazımda eleştirilemez birtakım kutsalların ifade edildiğini ima ettiği sonucuna varıyorum. Oysa böyle bir şey yazıda yer almıyor.

Devam etmeden burada bir ufak vurgu daha yapmayı önemli buluyorum: yanlış bilmiyorsam konformizm kavramı konfordan (comfort) ziyade uyum sağlamak, boyun eğmek anlamına gelen “conform” kelimesiyle daha yakın bir akrabalık ilişkisine sahiptir. Amacım dipsiz bir etimoloji tartışmasına hepimizi birden sürüklemek değil, kavramlarla ilgili fikir birliği içinde olduğumuzdan emin bir şekilde ilerlemek elbette. Zira Benjamin’in de konformizm derken rahata alışmaktan ziyade baskın eğilime yenik düşmeye daha yakın bir şey kast ettiği görüşündeyim. Uyarı, bir konfor alanında alıştığımız şeyleri yapmaya değil, burjuva toplumunun mantığı içinde kaybolup egemen sınıfların aleti haline gelme tehlikesine dair bir uyarı sonuç olarak. Yani tersine çevirirsek, ne pahasına olursa olsun hareketlerin enerjisinden beslenmeyi bir taktik olarak benimsemek örneğin bir tür konformizm olarak tabir edilebilir.

Genç Marx’ın “her şeyin acımasız eleştirisi” cümlesi de pek çok zaman bağlamından koparılıp sloganlaştırılan bir cümle. Elbette Marx’ın her şeyin sırrını bulduğu, bizlere ise yalnızca bunu uygulamanın kaldığını savunan “mekanik solculara” her daim hatırlatılması gereken bir söz. Fakat öte yandan, Marx’ın esas projesinin dogmayla savaşmak olduğu anlamına gelebilecek vurgular da oldukça kaba bir indirgeme yapma riskini taşıyor. 

Sonuç olarak “herşeyin acımasız eleştirisine” yapılan vurgunun, bizi, teoriyi her gün tekrar eleştirip tekrar kendimize ıspatlamamız gerektiği sonucuna götürmemesi gerektir. Yani teorinin koşulları açıklamakta başarısız olduğu durumlarda gerekirse teoriyi didik didik etmekten çekinmeyeceğiz elbette. Fakat bu başarısızlığın faturasını teoriye kesmeden önce çuvaldızı epey kez kendimize batırmamız gerekir diye düşünüyorum.

Bir kere daha: “İçerisi, dışarısı, aşağısı, yukarısı”

Fakat tüm bunların yanında benim ifadelerim olarak bir yerde asılı kalmasına en fazla itirazım olan şey, devrimcilerin hareketlerle ilişki kurmaması gerektiğini söylediğim iddiası. Açıkçası bunun abesle iştigal olacağına tümüyle katıldığımı söylemek zorunda kalacağım bir duruma düşmeyi beklemiyordum. 

Buradaki sorunun ne olduğuysa benim için oldukça açık. Öznesi olmak, içinde yer almak ve ilişki kurmak gibi şeyler eş anlamlı kullanıldığı için bu kavram karmaşasını yaşıyoruz. 

Her şeyden önce ezilen kimliklerin eşitlik ve özgürlük mücadelesinin öznesi olmak -devrimci veya na-devrimci, bir kişinin öylece seçebileceği bir şey değil. Bu yüzden ilişki kurmayı doğrudan “öznesi olmak” olarak değerlendirmenin bizim karar verebileceğimiz bir şey olmadığını düşünüyorum. Dolayısıyla bunları ayrı şeyler olarak ele almak gerekiyor bence.

Burada yapıyor olduğumuz tartışma aslında teker teker devrimcilerin değil, partinin hareketlerin neresinde durduğu tartışması, en azından benim yapmaya çalıştığım bu. Burada da merceği aşırı genişletmek pahasına parti ve sınıf arasındaki ilişkiyi nasıl tarif ettiğimize geri dönmek tek sağlıklı yol olarak görünüyor bana. 

Devrimci parti, işçi sınıfının öz yönetim organları ile kendisi arasında yaptığı ayrımı sürekli kontrol etmek zorundadır; yani kendisini işçi hareketinin yerine ikame edemez. Ezilenlerin eşitlik mücadelesi içinde omuz omuza mücadele verirken de hareketin taleplerini kendi taleplerimiz olarak görmek ile hareketin doğal unsuru olmak arasında fark olduğunu unutmamanın aynı ölçüde önemli olduğunu düşünüyorum. İlişki kurmak, öznesi olmak, parçası olmak, içinde yer almak veya omuz omuza yürümek gibi şeyler arasında ayrım yapmamaya karar vermek, bu tedbirden uzaklaşma riskini de beraberinde getiriyor.

Hareketler ve mücadele: “Sütliman” 

Elbette kimi teorik meseleleri açıklığa kavuşturmamız önemli olmakla beraber, konumuz bugün nerede durduğumuz ve ne yapacağımızla ilgili. 

Burada “sütliman” derken, hatta “mücadele” ve “hareket” derken nelerden bahsettiğimizi netleştirmeye ihtiyacımız varmış gibi hissediyorum. Çünkü Irmak, ortalığın sütliman olduğuna karşı çıkar çıkmaz bir sonraki cümlede mücadele düzeyinin düşük olduğunu kendisi de söylüyor. Benim ortalık “sütliman” derken söylediğim bundan ibaret: mücadele düzeyi şu anda düşük, yüksek değil. Statlarda hükümet karşıtı sloganlar atılması belli bir öfkenin olduğunu gösterir ama ortada bir mücadele dalgası olduğunu göstermez. 

Şu anda kendine futbol maçı gibi çeşitli yerlerde ifade bulan bu öfke ise ne yazık ki büyük ölçüde seçimlere endeksli bir öfke, bu endekslenmede ise şu anda kitleselleşmeye çalışan sol siyasetin büyük etkisi var, benim temel eleştirim bu. Bu yüzden de bu siyasetlerle aramızdaki farkı sıkı bir denetime tabi tutmaktan vazgeçmemenin sekterlik olduğunu düşünmüyorum. Konformizm olduğunu ise hiç düşünmüyorum. Bunların hareketlendirdiği akıntıda yüzmek bizim içinde olduğumuzu düşündüğüm durumdan çok daha “konforlu” olurdu bence. 

Seçime endeksli demek bu öfkenin içinde ekonomik çöküşle ve depremle keskinleşen bir sınıf öfkesi olmadığı anlamına gelmiyor tabii. Bu öfkenin kendine sınıfsal bir kanal bulup seçim hesaplarını aşan bir ufukla hareket etmeye başlamasından ürken siyasi aktörlerin egemen olduğu bir dönemden geçtiğimizi ve ortaya çıkan bir öfke ifadesini potansiyel bir toplumsal hareket olarak yorumlamadan önce bu bağlamı ıskalamadığımızdan emin olmamız gerektiğini söylemeye çalışıyorum sadece. Hegemonya tartışacaksak da buradan başlamak gerekir bence.

Futbola değinmişken, Amedspor’a yönelik linç girişimine Türkiye’nin en büyük hareketi olan Kürt hareketinin sokaktan cevap veremez olduğu gerçeğine değinmeden, maçta slogan atılmasını ortalığın taştığı şeklinde yorumlamak ise Irmak, Atilla ve benim hiç şüphesiz paylaştığımız, bir değişim dalgası görme arzusunun tahlilde aceleciliğe itiyor oluşunun sonucu gibi geliyor bana. Burada seçim sonuçlarına göre durulacak öfke ile durulmayacak öfke arasında bir ayrım yapmanın faydalı olabileceği görüşündeyim. Zira “AKP İstifa” sloganı, göçmenler veya çözüm süreci konusunda taban tabana zıt kutuplara düşeceğimiz kimi siyasi çizginin de rahatlıkla sahiplenebileceği bir slogan. Biz ise bu eğilimlerin AKP karşıtlığı etrafında birbirine karışmasını değil ayrışmasını savunduk bugüne kadar.  

Aynı şekilde tarihin en büyük deprem felaketinde, tek tük eylemler dışında bir sokak hareketliliği, hatta bir miting dahi olamamasını azımsamak da hata olacaktır.

Bize, gözümüze görünmeyen hareket nasıl olabilir onu ise içtenlikle anlamıyorum ben. Hareket göze, kulağa, kola, bacağa değdiğinde harekettir, bundan önce hareketlerin potansiyeli üzerine akıl yürütmekten ötesine geçebileceğimizi ben düşünmem. 

Kayığı şimdiden inşa etmenin gerekliliği konusunda ise bir fikir ayrılığımız yok. Fakat Atilla ve Irmak’ın fırtına çağrısında seçimlerden sonra demokrasinin coşacağı ve hayatın normalleşeceği yönündeki hâkim duyguya eleştirel bakmayı ihmal eden bir tutum var bence. Bu tutum da fırtınanın çoktan içine girmişiz gibi bir resim çizmelerine ve bunun sonucunda partinin tarihsel rolüne yapılan vurguları yük olarak görmelerine sebep oluyor diye düşünüyorum.  

Nerede, kiminle, nasıl?

Partiyi nerede inşa edeceğimiz meselesine gelirsek; devrimci parti her yerde, işyerinde, sokakta, markette, statta ve eğer içindeysek bulunduğumuz kimlik örgütünde inşa edilir elbette. 

Ancak parti teorisinin, güncel koşullara uygulanabilirliğini ispatlayabildiğimiz zaman işe yarar bir şey olduğu gerçeği ile “devrimci parti biz ne olmasını istiyorsak odur” demek arasında bir fark var. Irmak ve Atilla’nın bugünkü görevlerimizi tarif ederken kurduğu çerçeve ise kimi zaman bu ayrımı yapmayı ihmal ediyor diye düşünüyorum. Oysa yapacağımız tartışma tam da bugünkü tarihsel koşullarda bu farkı nasıl hep beraber eylemimizle ortaya koyacağımız tartışması olmalı bence. 

Bu noktada, Türkiye’de tümüyle sağ bir zeminde ve işçi sınıfının hiçbir talebinin öne çıkma şansı bulamadığı bir ortamda gerçekleşecek bir iktidar değişikliğinin tek başına yaratacağı değişimi farklı öngörüyoruz diye düşünüyorum. Yılların baskı birikiminin altından bir çırpıda özgürlük çığlığı çıkmayabilir. Tam da bu sebeple bizim işçi sınıfının merkeziliği, göçmenler, ve Kürt sorununda özel bir pozisyonumuz olduğunu unutmamamız gerekiyor. Unutmamak için ise bu pozisyonumuzu soldaki baskın eğilimle daha barışçıl bir hale getirmenin tam aksine, sağın palazlanmış olduğu günümüzde bir kere daha nasıl ön plana çıkaracağımızın planlarını şimdiden yapmak elzem. 

Kim bağırıyorsa biz de orada olacağız elbette. Ama parlayan hareketlerin enerjisinden sebeplenmeyi ön plana koyup işçi sınıfı bu koşulda nerede duruyor diye düşünmeyi ertelemek, her şeyden önce kazanmanın önünde bir engel teşkil eder. Bizim bu noktada işçi sınıfının merkezi rolüne işaret eden bir perspektifi nasıl hegemonik kılacağımız sorusunu Atilla ve Irmak’ın çizdiği çerçevede gördüğümden çok daha fazla ciddiye almamız gerektiğini düşünüyorum. Zira hareketlerin içindeki insanların kaçınılmaz olarak işçi olduğu gerçeğini vurgulamak bana bu anlamda yeterli gelmiyor. Ayrıca bu ısrarda sol içinde bir kere daha oldukça yalnız kalma ihtimalimiz de oldukça yüksek bence. Bu yüzden de bu sorunun, potansiyel hareketlere dair bir telaşın gölgesinde kalmaması gerektiğini devamlı birbirimize hatırlatmamız gerekiyor diye düşünüyorum.  

Belki hepsinden önemlisi, savaş, salgın, ekonomik kriz, iklim değişikliği gibi pek çok şeyin küresel bir analizi erteleyerek siyaset yapmayı her zamankinden daha zor kıldığı bir dönemde yaşıyoruz. Bu dönemde kitleler, özellikle sağın bu derece baskın olduğu ülkelerde, küresel antikapitalist bir perspektifi fazla keskin ve yarına hizmet etmeyen bir perspektif olarak görebilirler. Biz ne pahasına olursa olsun esas hedefimizin kapitalizmi yıkmak olması gerektiğini anlatmaktan vazgeçmemek ve bu perspektifi nasıl yaygınlaştırırız diye düşünmek, bunun eylemini kurgulamak zorundayız. Anlattıklarımız birlikte yürüdüğümüz insanlarda hemen yankı bulmayınca fikirlerimizi daha kolay sindirilir hale getirmek ise bizi güçlendirmez. 

Devrimci parti denilen şey, bu fikirlerin yaşayan öznesi ve cismi olabildiği ölçüde bu ismi hak edebilir. Burada etiyle buduyla harekete benzeyen bir şeyin henüz olmadığını söylemek ise umudumuzu kıracak bir şey olarak görülmemeli. Fransa’da, İngiltere’de, Almanya’da yönetenleri titreten işçilere bakmalı ve onların mücadelesiyle buradaki potansiyel hareketler arasında nasıl köprüler kuracağımızı konuşmalıyız. Hareketlerin içinde erimek ise bizi bu hedeften ve bu netlikten uzaklaştırma tehlikesini barındırıyor.   


Dila Ak Tüm Yazıları

25 Kasım’da yine birlikteyiz

Bir süredir, var olan bir sorunu çözüme ulaştırmadaki en önemli adımın, öncelikle o sorunun kendisinin doğru tanımlanması olduğunu düşünüyorum. Yaşadığımız sorunun farkına varıp onu doğru bir şekilde tanımlayamazsak, soruna ilişkin doğru ve kalıcı bir çözüm üretmek de zor olacaktır.

Bu giriş, yazının 25 Kasım’a dair olduğunu belli etmiyor olabilir elbette, fakat neden böyle bir giriş yaptığımı da açıklayacağım. 

Yıllar boyunca oğlan ve kız çocukları olarak pek çok saçmalıkla büyütüldük. Kız çocukları sürekli “edepli ve ahlaklı” olduğunu belli edecek şekilde davranma, öyle giyinme gibi kurallarla büyütülürken, oğlanlar ise sürekli güçlü olma, duygusuz olma ve hep bir şekilde – annesi olabilir, kız kardeşi ya da ablası olabilir – belli bir kadını koruması gerektiği bilgisi ile büyütüldü. Tüm bu saçma sapan toplumsal normlar, gelenekler, adetler, inanışlar erkeğin şiddetini bir şekilde meşrulaştırmayı temelinde görev edinen şeyler olarak hayatımızda yer etti. “Babandır/abindir/kocandır, sever de döver de” dendi örneğin. 

Hal böyle olunca, uygulanan şiddet normalleştirilmiş oldu. Toplumda böylesine yer etmiş bir şiddetin karşısında durmak elbette kolay olmuyor. Ancak, neyse ki kadın dayanışması bugün öyle bir yerde ki, bu dayanışma ruhu sayesinde pek çok kazanım da elde ettik. Bu kazanımlardan bir tanesi olarak, kadına uygulanan şiddeti bir sorun olarak ele almaya, sorunu tanımlamaya ve çözüme gidecek yolları keşfetmeye başladık. Tek şiddet biçiminin fiziksel şiddet olmadığını, duygusal, ekonomik, dijital şiddet türleri gibi farklı türlerinin de olduğunu ve tüm şiddet biçimlerinin karşısında durmamız gerektiğini konuşmaya başladık, kadın bedeni üzerinde kurulmaya çalışılan tahakkümün karşısına dikildik. 

Daha da önemlisi, tüm bu şiddet biçimlerinin bazı coğrafyalara özgü olmadığını, dünyanın her yerinde mevcut olduğunu dile getirdik. Çözüme giden yolda birbirimize ışık tuttuk. Dünyanın farklı yerlerinden kadınlar olarak Afganistanlı kadınların sesi olmaya çalıştık, Filistinli kadınların sesini duyurmaya çalıştık, başka bir kadın daha erkek ve devlet şiddetiyle öldürülmesin diye mücadelemizi yükselttik.

Bu yıl da, haklarımızdan vazgeçmeyeceğimizi göstermek için, şiddeti cezasızlıkla ödüllendiren kararlarına karşılık adalet saraylarını yakabileceğimizi göstermek için, yalnız olmadığımızı birbirimize hatırlatmak için, kadına yönelik şiddetin karşısında durabilmek için 25 Kasım’da saat 16:00’da Mecidiyeköy’de buluşuyoruz.

Dila Ak

(Sosyalist İşçi)


F. Levent Şensever Tüm Yazıları

George Floyd cinayeti: ABD Adalet Bakanlığı’nın raporu, ülkedeki kurumsallaşmış ırkçılığın teşhiri niteliğinde

Raporda öne çıkan saptamalar:

  • Yasadışı ölümcül güç ve makul olmayan şok tabancası kullanımı da dahil olmak üzere aşırı güç kullanıldı,
  • Şüphelileri soruşturmaya yönelik vakalara ilişkin güç kullanımı da dahil olmak üzere, gözaltı uygulamalarında siyahlara ve Amerikan yerlilerine karşı hukuka aykırı bir şekilde ayrımcılık yapıldı,
  • Yasalarla koruma altında olan konuşmalara ilişkin kişilerin hakları ihlal edildi,
  • Yardım çağrılarına yanıt verirken, davranışsal engeli olan kişilere karşı ayrımcılık yapıldı.

ABD Adalet Bakanlığı’nın George Floyd’un 2020 yılında Minneapolis eyaletinde görevli polisler tarafından vahşi bir şekilde öldürülmesine ilişkin yürüttüğü soruşturmanın sonuçları, geçtiğimiz cuma günü açıklandı. Adalet Bakanı Merrick Garland’ın bir basın toplantısıyla açıkladığı 92 sayfalık raporda, Minneapolis Emniyet Müdürlüğü’ndeki sorunların, George Floyd’un ölümüne yol açtığının altı çiziliyor. 

25 Mayıs 2020 tarihinde, 46 yaşındaki siyah ABD vatandaşı George Floyd, sigara almak için ödediği 20 dolarlık kâğıt paranın sahte olduğu şüphesi üzerine, ırkçı bir grup Minneapolis polisi tarafından gözaltına alınmıştı. Floyd, defalarca “nefes alamıyorum” diye uyarmasına karşın, ekipten beyaz bir polis olan Derek Chauvin’in diziyle ensesine dokuz dakikadan fazla bir süreyle baskı uygulaması sonucu yaşamını yitirmişti. 

Floyd’un ölümünün, Floyd’un ve çevrede bulunan çok sayıda tanığın uyarılarına rağmen polisin gözaltına alma sırasında uyguladığı aşırı güç sonucu gerçekleşmiş olması, başta Amerikan kamuoyu olmak üzere tüm dünyada büyük tepki çekmişti. Bu vahşetin tanıklarının çektiği video kayıtları, tüm dünyada milyonlarca insan tarafından izlendi ve ardından ABD tarihinin en büyük protesto eylemlerinin gerçekleşmesine yol açtı. Daha önce de ABD polisinin vahşeti ve ırkçılığına ilişkin çok sayıda suç duyurusu yapılmış ve haber yayımlanmış olmasına karşın, bu görüntüler bir anlamda Amerikan polisinin özellikle siyahlar ve diğer etnik azınlıklara yönelik uyguladığı aşırı güç kullanımının dünya kamuoyu tarafından naklen izlenmesi etkisi yarattı ve ırkçı Amerikan polislerine yönelik büyük bir öfkeye yol açtı.

Floyd’un ölümü, ülkedeki kurumsal ırkçılığın başlıca temsilcilerinden biri olan Trump döneminde gerçekleşti

George Floyd’un katledildiği tarihte, ABD tarihinin en ırkçı başkanlarından biri olan Trump iktidardaydı. Trump, iktidarı boyunca başta mülteciler ve Müslümanlar olmak üzere, aşırı sağın anti-demokratik, ırkçı ve ayrımcı ideolojisiyle ters düşen her türlü azınlığa karşı zalimce ve düşmanca politikalar uyguladı.

Trump’ın bu ırkçı ve ayrımcı uygulamalarından bazıları şunlar oldu:

2017 yılında, nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan altı ülkeden gelen vatandaşların ABD'ye girişini yasaklayan ve mültecilere kapıları kapatan bir kararname imzaladı. 28 Ocak'ta, nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan yedi ülkeden gelen mülteci ve pasaportlu yolcuları engelleyen bir kararname yayımladı.

Trump yönetiminin ayrımcı politika, uygulama ve söylemlerinin tek mağduru Müslümanlar olmadı. Trump, bir yandan kurumsallaşmış İslamofobi vaat edip bunu hayata geçirirken, Latin ve Afrikalı göçmenleri insandışılaştıran ve aşağılayan ırkçı politikalar da uyguladı. Örneğin, güney sınırını geçenleri tanımlamak için defalarca “hayvanlar” ifadesini kullandı ve göçmenleri suç işlemekle ve çete üyesi olmakla suçladı: “Bu insanların ne kadar kötü olduklarına inanamazsınız. Bunlar insan değil. Bunlar hayvan.”

Oval Ofis'te milletvekilleriyle yaptığı göçmenlik konusundaki görüşmeler sırasında, Haiti, El Salvador ve Afrika ülkelerinden aşağılayıcı bir şekilde bahsederek, “Neden bütün bu bok çukuru ülkelerden gelen insanları buraya alıyoruz?” diye sordu. Ardından Norveç gibi Avrupa ülkelerinden gelen göçün artmasını tercih ettiğini ifade etti.

2020 seçim kampanyası sırasında sıradan insanların yabancı düşmanlığını körükleyen korkuları ve diğer toplumsal kutuplaşmalar üzerine oynamaya devam etti. Güney sınırındaki göçmenlere atıfta bulunulan kampanya reklamlarında, “istiladan” söz edilmekteydi. 2019'daki siyasi bir miting sırasında, kitleye göçmenlerin ülkeye girişini nasıl durduracaklarını sordu. Mitinge katılanlardan bir destekçisi, “vurun onları” diye yanıt verdiğinde, Trump sırıtarak başını salladı ve herhangi bir düzeltme yapmadı. 

Adalet Bakanlığı, dönemin Arizona şerifi Joe Arpaio'nun “ABD tarihindeki en kötü ırkçı profilleme modelini denetlediği” sonucuna vardı. Tespit edilen kullandığı yasadışı taktikler arasında, “aşırı ırkçı profilleme ve Latin kökenli mahkumlara işkence, aşağılama ve küçük düşürmeyi içeren sadist cezalar” vardı. Bakanlık, yasadışı ayrımcı davranışları nedeniyle kendisine karşı dava açtı. Şerif, Bakanlığın emirlerini göz ardı etti ve daha sonra Latin kökenli ABD vatandaşlarının ırkçı profilini çıkarmaya devam ettiği gerekçesiyle, mahkemeye itaatsizlikten mahkum edildi. Başkan Trump Arpaio’yu “büyük bir Amerikan vatanseveri” olarak niteleyerek, daha hüküm giymeden affetti.

Trump’ın ırkçılığına ilişkin yukarıda sıralanan örnekler çoğaltılabilir, ancak tüm örnekler bu yazının sınırını aşacak kadar fazla.

Bununla birlikte, herhangi bir kuşkuya mahal bırakmayacak bir şekilde şu tespiti yapabiliriz: Trump, her ne kadar aşırı bir ırkçı başkan olsa da ABD’deki kurumsal ırkçılığın yegane üst düzey temsilcisi değil. Üyesi ve adayı olduğu ve Amerikan siyasetinin merkezinde yer alan iki partiden biri konumundaki Cumhuriyetçi Parti vekillerinin çoğunluğu da tıpkı liderleri Trump gibi, aşırı sağ ve ırkçı politikaların temsilcilerinden oluşuyor.

Floyd’un ölümü Amerikan polisinin kurumsallaşmış ve sistematik şiddetinin bir sonucu

Amerikan polisinin başta siyahlar olmak üzere, etnik azınlıklara yönelik aşırı güç kullanımı ve bunun sonucu gerçekleşen ölümcül vakalar, tekil olaylarla sınırlı olmayıp, sistematik ve yapısal bir örgü teşkil ediyor. 

ABD’de her 20 cinayetten biri polis tarafından işleniyor. 2022 yılında ülkede silahlı bir cinayete kurban giden yaklaşık 25 bin kişinin en az yüzde 5’ini oluşturan 1.192 kişi polis tarafından öldürüldü. 1980 yılından bu yana polisler tarafından öldürülen Amerikan vatandaşlarının sayısı 32 binden fazla. Gerçek sayının bu resmi verilerin çok üstünde olması muhtemel. Zira, Washington Üniversitesi tarafından 2021 yılında gerçekleştirilen bir araştırmanın sonuçlarına göre, ölümcül vakalara ilişkin açıklanan resmi verilerin, gerçek rakamların çok altında olduğunu ortaya koydu. Ölümcül vakaların birçoğu FBI kayıtlarına ilişkin istatistiklerde, “tamamlanmamış soruşturmalar” kategorisi altında yer alıyor. 

Bazı bölgelerdeki emniyet müdürlüklerinin yetki alanlarında polisler tarafından gerçekleştirilen ölümler ortalamanın oldukça üstünde. Örneğin, Kaliforniya eyaletindeki Vallejo bölgesi polis şiddeti konusunda öne çıkıyor. Bu bölgedeki emniyet müdürlüğüne bağlı polisler, 2012 yılında bölgede işlenen cinayetlerin yaklaşık yüzde 30’undan sorumluydu. 

Öte yandan aynı araştırmanın sonuçlarına göre, Son 40 yılda polisler tarafından gerçekleştirilen ölümcül vakaların kurbanları arasında siyahların oranının, polis şiddetinin beyaz kurbanlarının 3,5 katı düzeyinde olduğunu, İspanyol kökenli ve yerli Amerikaların ölüm oranlarının da beyazlara göre aşırı yüksek gerçekleştiğini ortaya koyuyor. 

ABD, gelişmiş diğer ülkelerle karşılaştırıldığında, polisler tarafından gerçekleştirilen ölümcül vakalarda çok daha yüksek oranlara sahip. Örneğin, Avrupa’nın bütününde polislerin sorumlu olduğu ölümcül vakaların yıllık ortalaması 10 vakanın altındaki düzeylerde gerçekleşiyor. ABD’de polisler tarafından gerçekleştirilen ortalama yıllık binden fazla ölümcül vaka sayısı, Brezilya, Kolombiya, Venezüella, Libya veya Sudan gibi ülkelerle karşılaştırılabilecek düzeyde. 

Bu veriler karşısında, Biden yönetiminin Çin ile olan jeopolitik hegemonya mücadelesinde demokrasiyi bir kaldıraç olarak kullanma taktiğini de tartışılır hale getiriyor.

F. Levent Şensever

---

Kaynaklar:

Investigation of the City of Minneapolis and the Minneapolis Police Department, United States Department of Justice, Civil Rights Division and United States Attorney's Office District of Minnesota Civil Division, June 16, 2023 (Erişim tarihi: 17 Haziran 2023).

Beckett, Lois, "One in 20 US homicides are committed by police – and the numbers aren’t falling," Guardian, 15 Şubat 2023, https://www.theguardian.com/us-news/2023/feb/15/us-homicides-committed-by-police-gun-violence (Erişim tarihi: 19 Haziran 2023).

Fatal Police Shootings in the United States Are Higher and Training Is More Limited Than in Other Nations, New Jersey Devlet Üniversitesi, 27 Eylül 2022, https://www.rutgers.edu/news/fatal-police-shootings-united-states-are-higher-and-training-more-limited-other-nations (Erişim tarihi: 19 Haziran 2023).

Abdelkader, Engy, "When It Comes to Religion and Politics, Race Trumps," Berkley Center, Georgetown Üniversitesi, 24 Mayıs 2021, https://berkleycenter.georgetown.edu/responses/when-it-comes-to-religion-and-politics-race-trumps (Erişim tarihi: 19 Haziran 2023).


Faruk Sevim Tüm Yazıları

İktidardan hesap sormanın en garantili yolu, kitlesel eylemlerdir

Yunanistan’da çoğunluğu öğrenci 57 kişinin ölümüne yol açan tren faciasının ardından işçi sınıfı hesap sormak için büyük eylemler düzenledi.  

28 Şubat’ta meydana gelen olaydan sonra, işçi ve kamu çalışanları sendikaları sürekli grevler yapmaya başladı, sorumluların istifasını, özelleştirmelerin geri alınmasını ve sistemde kalıcı olarak iyileştirmeler yapılmasını talep etti. Sonuçta Ulaştırma Bakanı istifa etti. 

İşçiler bakanın istifasını yeterli bulmuyorlar, eylemlerine devam ediyorlar. Özellikle özelleştirme sonucu işletmeyi yönetmeye başlayan İtalyan firmanın güvenlik konusunda somut adımlar atmasını talep ediyorlar.

Türkiye’de de demiryolu faciaları oluyor, ama bir istifa bile olmuyor

Türkiye’de Demiryollarının, TCDD’nin özelleştirilmesi konusunda AKP hükümeti epeyce yol aldı. 2013 yılında çıkarılan bir kanun ile TCDD bölünerek şirketler topluluğu haline getirildi, amaç parça parça satmaktı. Personel sayısı yüzde 70 azaltıldı, 10 yıl önce 46 bin olan personel sayısı 13 bine indirildi. İktidar TCDD’nin özelleştirilmesi konusunu sürekli gündemde tutuyor.

TCDD’nin gündemimize gelmesinin diğer bir sebebi de sürekli olan kazalar. Son 20 yılda pek çok kaza yaşandı, en az 94 kişi öldü, yüzlerce kişi yaralandı. Bunların en önemli ikisi halen hafızalarımızdadır. Birisi Pamukova’da olması gerekenden daha hızlı gitmesi talimatı verilen ve bu nedenle raydan çıkan “hızlı” trenin devrilmesi sonucu 41 kişinin ölmesi. Diğeri ise Tekirdağ’ın Çorlu ilçesinde, yolcu treninin devrilmesi sonucu 25 kişinin hayatını kaybetmesi.

Pamukova faciasından sonra iki tren makinistine 1’er yıl hapis cezası verildi. Çorlu faciası davası ise devam ediyor, davada tutuklu sanık yok. Ancak siyasetçiler ve üst düzey bürokratlar bu facialarla ilgili hiçbir ceza almadılar, üstelik istifa bile etmediler.

Yunanistan’da bakanın istifasına kadar giden ve halen devam eden hesap sorma süreci, işçilerin eylemleri sonucu ortaya çıkmıştır.

Türkiye’de de yapılması gereken bu: kitlesel eylemler. Bu eylemler ölümlerin sorumlusu olan iktidarlardan ezilenlerin hesap sorması için en önemli araçtır. 

İktidarın kurduğu korku rejimi ve emek örgütlerinin yöneticilerinin sağcılığı, işçileri ve ezilenleri eylemsizliğe sürüklüyor. Buna karşı mücadele etmeliyiz.

Faruk Sevim


Figen Dayıcık Fırat Tüm Yazıları

Üçüncü darbe!

Çocukluğum, gençliğim Adapazarı’nda geçti. 

Kasabalarında, köylerinde akrabalarım ve tanıdıklarım çok. 

Bu tanıdıklarımın içinde doğal olarak hiç Suriyeli yok çünkü o tarihlerde topraklarını bırakıp gelmek zorunda kalmamışlar. 

99 depreminde tanıdığım bir iki kişinin Migros’u yağmalama haberini almıştım.

Yine 99 depreminde yeni evlenen bir tanıdığım hasarlı binasını bırakıp ailesinin yerle bir olan apartman enkazının başına gittiğinde, evdeki tüm eşyalarının çalındığından habersizdi. 

Ve yine 99 depreminde enkazlardaki ziynet eşyalarının peşine düşenler vardı.

Yağmalama maalesef afet ortamlarında yaşanabiliyor.

Bu nedenle “yağma” sözcüğünün TDK’deki anlamlarını inceledim. Birinci anlamı zor kullanarak ele geçirilen malın alınıp kaçılması, ikinci anlamı ise “akıncılar”ın düşman topraklarına yaptıkları baskın, çapul olarak geçiyor. İkinci anlam konumuzun dışında ama yağmacılık Türklerin bir savaş geleneği aynı zamanda.

Yağma, kabul edilecek bir şey değil, yağma yapanlara kanunun ilgili maddesi uygulanmalı, suçlular adliyeye sevk edilmeli.

Jean Luc Godard’ın yıllar önce adliyede çektiği bir belgeselini izlemiştim. Savcı araba teybi çalan, marketten bir şey çalan ve genellikle bu tarzda adi suçlar işleyen insanların ifadelerini alıyor. Hepsi aynı sosyo-ekonomik düzeyde. Yönetmenin vurgulamak istediği adi suçları işleyenlerin arasında zengin bir gence rastlanmamasıydı. Zengin aile fertlerinin ya da çocuklarının adi suçlardan sorgulandığını, gözaltına alındığını duymayız. Yokluk suçu artıran bir durum. Nice fakir var yapmıyor diyenlerin sesini duyar gibiyim de dünyanın yüzde sekseninin fakir olduğu bir ortamda bu doğal. Övülen İskandinav ülkelerindeki suç oranlarına bakarsanız, yok denecek kadar az. O zaman sorun sistemde. Sistem bozuk olunca toplumun zayıf halkaları, en korunmasızları oluyor. 

Suriyeliler de son yıllarda Türkiye’nin en zayıf halkası.

6 Şubat depremi, insanları binaların altında yaralayıp öldürürken, bazı insanların da ”insanlığının olmadığını” bir kez daha hatırlattı.

Bunlardan biri de Ümit Özdağ. Her şeyi bırakmış, Suriyelilerle ilgili yalan haber yayma çabasında. Neyse ki vicdanlı insanlar, bu adamın gerçek yüzünü gözler önüne seriyor. Suriyeli diye hırsızlıkla suçladığı kişi, arama kurtarma ekibindeki Türkiyeli bir hafız çıktı. Fenerbahçe tırlarının yağmalanmasıyla ilgili haberini hem Fenerbahçe kulübü hem de kendi partisi yalanladı.

Bu adam gibi olan niceleri var: Halk TV’ye Maraş’tan bağlanan Zeki Çekici adlı bir avukat Suriyelilerle ilgili konuşmaya başlayınca televizyon kanalının sunucusu bu haksızlığa dayanamayıp avukatın yayınını sonlandırdı. Hatayspor Asbaşkanı Ethem Sunar da TV 1’de yağma yapıldığını söyledi. Bu adamın kimleri suçladığı malumumuz.

Sağduyulu TV programcıları ve vicdanlı insanlar, karnını doyurmak için makarna alan herhangi birinin yağmacı olarak hedef gösterilmesinin yanlışlığını dile getirdiler. 48 saat ulaşılamayan deprem bölgesinde aç olan herhangi birinin marketten bir şey almasının doğal olduğunu söylediler.

Yağmacılara kızalım da rahat koltuklarından ırkçılık yapanlar, yalan haber üretenler ne olacak? Yağmacıları sosyo-ekonomik nedenlerden dolayı anlayabilirim ama ırkçıları anlamam mümkün değil.

Birleşmiş Milletler Mülteci Örgütü sözcüsü Matthew Saltmarsh, salı günü Cenevre’de düzenlenen basın toplantısında, milyonlarcası depremden önce hayatta kalmak için insani yardıma muhtaç olan, yerinden edilmiş Suriyeliler için bu depremi “çekiç darbesi” olarak tanımladı.

Depremin etkilediği 10 ilde 15 milyonluk nüfusun 1,7 milyonunu Suriyeli mülteciler oluşturuyor. BM raporları, Antep, Urfa, Hatay'da her 4 ya da 5 kişiden birinin mülteci olduğunu belirtiyor. Onlar savaştan kaçtılar, depremde yaşamlarını yitirdiler. 

Suriyelilerin ırkçıların hedefinde olmaları da savaş ve deprem darbesinden sonra üçüncü darbe olsa gerek.

Sağduyu ve vicdan sahibi insanlar sayesinde bu üçüncü darbeden yara almamaları mümkün.

Figen Dayıcık Fırat



Hakan Tahmaz Tüm Yazıları

Gazze savaşı ve terör güvenlik parantezi

Çağımızda terör ve güvenlik, toplumların her kesimi için en kutsal kavramların başında yer alıyor. Aynı kavramlar devletler ve muktedirler için en kullanışlı araçlar. Neden olduğu sonuçları düşünmeye, tartışmaya fazlasıyla değer.”

İsrail’in Gazze’den Hamas’ı ve Filistinlileri süpürme savaşının 47. gününde İsrail ile Hamas arasında geçici ateşkes ve esir takası anlaşması yapıldı.

ABD Başkanı istedi, Katar Emiri  ve Mısır  Hamas ile İsrail arasında arabulucu oldu, Netanyahu kabul etti.

Bu yazı yazıldığında anlaşma taraflarca yürürlüğe sokulmamıştı, savaş sürüyordu. İsrail kabinesinden üç bakanın ateşkese karşı çıktığı haberleri medyada yer aldı. Anlaşmaya uyulmacağına ilişkin kuşkular ve kaygılar sürüyor.

İsrail lideri Netanyahu ateşkes kararı sonrası yaptığı, “tüm hedeflerimize ulaşana kadar savaşa devam edeceğiz” açıklaması ile kaygıları, kuşkuları haklı çıkarıyor.

Kaygının, kuşkunun kaynağı, ABD ve Batı devletlerinin Filistin sorunu konusundaki aktüel tutumları.

Savaşın ilk gününden itibaren İsrail’in Hamas’ı Gazze’den süpürme savaşına ve soykırım planına alabildiğince sahip çıkmaları, uluslararası savaş kurallarını ve hukukunu yok sayan tutumları; Filistinlileri için, Hitler’in hayvani mahluklar tanımını kullanmasına sessiz kalmaları gibi şeyler bu kuşkulara yol açıyor.

ABD Başkanı’nı ve emperyalist Batı merkezlerini geçici ateşkes yapmaya zorlayan etkenlerden biri, son iki haftadır başta ABD olmak üzere ve birçok Avrupa ülkesinde hızla gelişen savaş karşıtı, Filistin’e Özgürlük gösterileri ve protestolar oldu.

Diğeri ise İsrail’in savaş ve soykırım politikalarının, Filistin topraklarda ulaştığı, insanlığa dehşet veren boyutları.

İsrail’in yıllardır işgal altında tuttuğu Gazze’ye yönelik etnik temizliği yaygınlaştıkça, savaş uzadıkça tepkiler de yükselmeye ve kitleselleşmeye başladı. Milyonlarca insanın barış ısrarı, vicdani bir sorgulama başlattı. Faşist, otoriter ve popülist emperyalist iktidarların insanlık adına ne denli tehlikeli ve yıkıcı sonuçlar doğurduğu gözler önüne serildi.

Netanyahu okulları, hastaneleri bombaladı. Canlı varlık bırakmamaya çalıştı. Bütün dünyaya ve insanlığa meydan okuyarak insanları su, yiyecek, ilaç gibi en temel ihtiyaçlarından mahrum bıraktı. Gazze halkını sürgün veya toplu ölümü tercih etmeye zorladı. İşte böyle bir dönemde geçici ateşkes yapıldığı unutulmamalı.

Bütün bunlar, uluslararası savaş hukuku kurallarına göre İsrail lideri Netanyahu’nun savaş suçlusu olarak yargılanmasını gerektiren suçlar.

Bu açıdan Filistin’e Özgürlük talebi ile Netanyahu ve savaş suçluları yargılansın taleplerinin birlikte ele alınmasını gerektiren bir dünyada yaşıyoruz.

Kafalar karıştırılıyor, evrensel insancıl hukuk, değerler ve temel insan hakları tartışmaya açılmış durumda. İnsanlık “yeni bir hukukun ve dünya statükosunun inşa edileceği” bir tür vekâlet savaşlarıyla ve politikalarıyla karşı karşıya.

Günümüzde “terör ve güvenlik” kavramları, toplumların her kesimi için en “kutsallarının” başında yer alıyor. Aynı kavramlar devletler ve muktedirler için en kullanışlı araçlar. Uluslararası insan hakları sistemi bir referans kaynağı olmaktan çıkarılıyor.

Bütün toplumlar bu iki kavram üzerinden dizayn ediliyor, yeni statükolar oluşturulma savaşları veriliyor. Barış süreçleri zora sokuyor.

Bunun en tipik örneklerinden birini, dört Alman ( Nicole Deitelhoff, Rainer Forst, Klaus Günther ve Jürgen Habermas,) profesörün, geçenlerde yayınladıkları bildiri oluşturuyor. Açıklamada açıkça İsrail’e destek veriliyor.

Ama çok daha önemlisi, söylem ve açıklamalarında tercih ettikleri dil ve tarzlarıydı. Batı entelektüellerinden çok sayıda eleştiri aldığı bilgisi, medyada az da olsa yer aldı.

Bildiriyle ilgili daha detaylı bilgi ve Türkçe çevirisi için, Alex Callinicos’un yazısına bakmakta yarar var.

Benzer olmasa da kafa karışıklığı veya çifte standart, ayrımcılık diyebileceğimiz tutumlar, Türkiye’de de  var.

Her ülkenin terör örgütü tanımı, tehdit algısı farklı olduğu gibi, farklı toplumsal kesimler için de bu algı farklı olabiliyor.

Hamas örgütüne yaklaşım farklılığı, Filistin sorununa ve çözümüne yaklaşımda da farklılığa dönüşüyor. Barış, savaş hukuku, soykırım konularındaki yaklaşımlar, Filistin halkının İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde kabul edilen, uluslararası insancıl hukukta anlamını bulan temel insan hakları için hızla ikincilleşiyor veya asıl değerler aşınabiliyor.

Hamas’ı terör örgütü parantezine alanlar için İsrail’in soykırımı yanlış ama katlanabilecek, ses çıkarılmayabilecek olmaya başlıyor. Filistin’in işgali unutturuluyor, İslamofobi ve anti-Semitizm köpürtülüyor.

Tıpkı, PKK silahlı eylemleri sonrasında devletin on yıllardır sürdürdüğü Kürt karşıtı siyasi veya askeri politikaları gibi. Kürtlerin temel hakları, terör ve bölücülük parantezine alınması gibi.

Çözüm sürecinin bitmesinden sonra, 2016’da Kürt illerinde başlayan şehir savaşına karşı ‘Barış için Akademisyenler’, 1128 imzayla ‘Bu Suça Ortak Olmayacağız’  başlıklı bildiri yayınlamıştı. Barış için Akademisyenlerle,  Hamas İsrail savaşının tam ortasında hükümetlerini eleştirmek için gösterilere katılan barış yanlısı İsraillilerin gördükleri baskı arasında niteliksel olarak ne türden bir fark var? Her iki barışçı kesimin de terör örgütü propagandası yapmakla suçlanması bir tesadüf olabilir mi?

Her daim yönetenlerin çıkarları, hedefleri ile geniş toplumun çıkarları ters düştüğünde devletler, uluslararası ve ulusal hukuku askıya alır, evrensel ve çağdaş toplumsal değerlere savaş açar.

Hamas’ın sivillere yönelik silahlı eylemlerine “mazlumların isyanı” diyen iktidar ve ana akım Türk siyaseti, bu toprakların yüzyıldır, kimliği, dili, varlığı inkâr edilmiş mazlum halklarının her türden siyasal, demokratik talep ve direnişini, çok rahat terör ve güvenlik parantezine alabiliyor.

Toplumun büyük çoğunluğu da tıpkı İsrail’de olduğu gibi bu politikalara rıza gösterebiliyor veya boyun eğiyor. Ortak yalan paydası, devletin güvenliği oluyor.

Bir zamanlar Diyarbakır’da “taş atan çocuklara karşı güvenlik güçlerinin şiddetinin eleştirisine  “çocuk, kadın fark etmez” diyen bir başbakan, şimdi cumhurbaşkanı olarak Gazze’de İsrail’in kadınları, çocukları vahşice öldürmesinin vicdansızlık olduğunu söylüyor. Muktedirlerinin vicdan dedikleri işte bu olsa gerek.



Melike Işık Tüm Yazıları

Sahipsiz köpeklere yönelik saldırılara son!

Sokak köpeklerinin konumunu ve fotoğraflarını yayımlayan web sitesi Havrita’nın son aylarda gerçekleşen köpek cinayetleriyle ilişkisi gündeme gelince toplumdan tepki yağdı. 

Uygulamada önce kendi halinde öylece yatan sahipsiz köpekler, ardından kimi sahipli köpekler ve hatta köpekleri besleyen insanlar sanki varlıkları birer suçmuş gibi ifşalanarak hedef gösterilmeye başlandı. 

Uygulamanın son aylarda artan köpek cinayetleriyle ilişkili olduğu ve uygulamada işaretlenen bölgelerdeki köpeklerin zehirleme gibi saldırılarla karşılaştığı belirtiliyor. Sosyal medyada bu işaretlemelerin gündem olmasıyla sitenin kapatılması için binlerce imza toplandı. Nihayetinde siteye ve sosyal medya hesaplarına erişim engellendi fakat sahipsiz köpeklere yönelik saldırılar devam ediyor.

Uygulamanın sahipleri her ne kadar uygulamanın “önlem ve bilgilendirme” amacı taşıdığını ve hatta hayvan refahını gözettiğini iddia etse de “başıboş köpek çeteleşmesi”, “köpek saldırısı” gibi başlıklarla daha en başından çözüm sunma amacından ziyade bir korku ve nefret aşılama amacı güttüğü anlaşılıyor. Üstelik Havrita, diğer pek çok köpek düşmanı sosyal medya hesabı tarafından destekleniyor. Tüm bu siteler ve sosyal medya hesapları, sokaktaki sahipsiz köpeklere yönelik bir nefretin örgütlenmesi ve yöntemi muğlak bir “başıboş köpeklerden kurtulma” gayesinde birleşiyor. 

Sokakların köpekler için güvenli bir yer olmadığı ve sahipsiz köpek nüfusunun kontrol edilmesinin hem hayvanlar hem insanlar için gerekli olduğu konusunda herkes hemfikirken yapılan bu “başıboş sokak hayvanlarından kurtulma” vurgusu, yöntemi ne olursa olsun başıboş köpeklerden kurtulmak için başvurulan her yöntemin meşru olduğu fikrini pekiştiriyor. 

Oysa medyada sokak hayvanlarını hedef göstererek sunulan saldırıların sorumlusu sokak köpekleri değil; hayvan hakları savunucularının yıllardır dile getirdiği güvenli kısırlaştırma seferberliğini yürütmeyenler, hayvanları birer silah olarak kullanan sahipler ve hayvanların barınma, beslenme gibi temel haklarını hiçe sayan yönetimlerdir. Gelgelelim hesap vermeye, sorumluluk almaya pek de niyeti olmayan tüm bu sorumlular, sahipsiz köpekleri toplamayı, zehirlemeyi ve hatta öldürmeyi bir çözümmüş gibi sunmaya cesaret edebiliyorlar.

Havrita gibi, hayvanların temel haklarını doğrudan tehdit eden uygulamalar tamamen kapatılmalı, bu uygulamalar aracılığıyla hayvanlara saldırılar düzenleyenler 5199 sayılı Hayvanların Korunması Kanunu’nu ihlalden cezalandırılmalı. 

Sokak köpeklerine yönelik saldırılar ve onları hedef alan söylemlere derhal son verilmeli. 

Melike Işık

(Sosyalist İşçi


Meltem Oral Tüm Yazıları

Direnişin yanındayız

Filistin meselesi, nedenleri ve sonuçları itibariyle küresel ve bölgesel güçlerle çok ilişkili ancak emperyalist güçler arasındaki gerilimlerin yansıdığı bir saha, iki devlet arasındaki askeri gerilim, bölgesel çıkarlar veya ulusal kurtuluş mücadelesi karşısında egemen ulusun savaş politikaları gibi meselelerden kategorik olarak çok farklı. Ve bu farkın kökeni, İsrail devletinin kolonyalist niteliğinde, yerleşimci sömürgeciliğinde yatıyor. 

Bize Filistin ortak operasyon odasının direniş eylemini kınamadığımız için, sivillerin ölümünü mü savunuyorsunuz diye soruyorlar. Hayır. Filistin direniş güçleri eylem yaptığı için değil, İsrail sömürgeciliği yüzünden insanlar ölüyor. Tam da bu yüzden İsrail'in sömürgeci bir terör devleti olarak varlığının sona ermesi gerekir. 

Bize Shani Louk’un müzik festivali alanındaki insanların esir alınırken maruz bırakıldığı muameleyi onaylıyor musunuz diye soruyorlar. Hayır. Sömürgeci devletin esir aldığı 5 bini çocuk binlerce Filistinli varken, Filistinliler sistematik olarak cinsel şiddet dahil her türlü zorbalığa maruz bırakılırken sadece bazı bedenlerin maruz bırakıldığı şiddet dünyayı şoke ediyorsa burada eşitsizlik var diyoruz. Yapısal şiddeti görünmez kılmak günün sonunda İsrail’in sömürgeciliğine yarıyor. Tıpkı Afganistan-Irak savaşlarında ABD’nin yaptığı gibi, kadın bedeni üzerinden katliamlar meşrulaştırılmaya çalışılıyor. İsrailli tarihçi Ilan Pappe son yazısında kolonyalizm ne kadar sürerse karşısındaki direnişin de o kadar yozlaşacağını yıllardır vurguluyoruz diyordu. Steril bir mücadele ne yazık ki yok ve bu konu özelindeki esas sorumlu İsrail sömürgeciliği. 

Bize cihatçıları mı onaylıyorsunuz diye soruyorlar. Hayır. Yaşananlar seküler devlet-islamcı cihatçılar çatışması değil. Zaten vaadedilmiş topraklar şiarıyla sömürge devleti inşa eden İsrail’in ne kadar seküler olduğu tartışmalı. Hamas’ın ise İslamcı olması cihatçı terör örgütü olduğu anlamına gelmiyor. IŞİD, Hamas, Hizbullah, Boko Haram, İhvan vs bunlar bir ve aynı şeyler değil. 

Karşımıza çıkan bu soruların neredeyse hepsinin kökeninde temel bir problem var. İsrail’i meşru ve mutlak bir devlet olarak görmek. Bu da aslında İsrail’in 1948’den itibaren filistinlileri kendi topraklarından katliamlarla sürerek yerleşimci sömürgeci bir devlet kurduğu gerçeğini gölgeleyip, kendi halinde bir devletken birtakım cihatçıların saldırısına uğradığı şeklindeki propagandasında ne kadar başarılı olduğunu gösteriyor.

Direnişi Hamas’a indirgeyenler, Hamas’ın bu eylemiyle Gazzelileri tehlikeye attığını ve İsrail’i savaş başlatmaya kışkırttığını söylüyor. Oysa bölgeyi takip eden birçok kişi çok uzun zamandır bölgeyi tamamen Filistinsizleştirme hamlesine girişmeye hazırlandığını, bir şekilde bir yerden “olayların” patlak vermesinin an meselesi olduğunu anlatıyordu. Birincisi bu zaten İsrail’in yapısından kaynaklanıyor. Filistinliler nakbanın yani topraklardan sürülmenin, yersiz-yurtsuzlaştırılmanın sürekli yapısını vurguluyorlar yıllardır. 

75 yıllık haritadaki değişim de zaten bunu gösteriyor. Son dönemde Batı Şeria’daki silahlı ırkçı yerleşimci politikası bunu gösteriyor. O yüzden Filistinlilerin varlığı, varoluşu İsrail’in kurumsal sömürgeci politikasının sonlanmasına bağlı, birinin varlığı ötekinin yokluğuna bağlı. Bu yüzden biz tek devletli çözümü yani özgür laik birleşik Filistin’i savunuyoruz. 

İkincisi ise son yıllarda Arap coğrafyasındaki ülkelerin İsrail’le normalleşme sürecine girmiş olmaları. 16 yıldır etrafı duvarlarla çevirli Gazze’de açık hava hapishanesi koşullarında yaşayan filistinlilerin davası giderek gündemden düşmeye başladı. Birleşik Arap Emirlikleri, Fas, Bahreyn gibi ülkelerin 2020’den itibaren İsrail’le imzaladıkları anlaşmalar Filistinlilerin sömürgeleştirilmesini olağanlaştırırken diğer yandan da zaten Batı’nın askeri, ekonomik, kültürel vb tam desteğini alan İsrail’in bölge ülkeleriyle de normalleşmesi Filistinsizleştirme politikası için İsrail’e güç verdi. Aksa Tufanı başlamadan iki ay önce İsrail Mescidi Aksa’ya saldırmıştı ve ertesi gün de Batı Şeria’da silahlı yerleşimciler Filistinli sivillere saldırmıştı. Dolayısıyla Aksa Tufanı, kaybedecek hiçbir şeyi olmayan bir halkın, tüm dünyanın kendisine sırtını döndüğü koşullarda yaklaşmakta olan felaketi beklemek yerine direnmeyi tercih etmesidir. 75 yıllık direniş tarihinin en büyük eylemlerinden birisidir. Arkasına en büyük emperyalist gücün desteğini almış İsrail’in yenilmez denilen askeri kalkanı, demirden kubbe denilen gücü delindi. Filistinliler ablukayı kırdı, yıllar önce kovuldukları topraklara geri dönüş haklarını kullandılar. 


Nevzat Onaran Tüm Yazıları

Mustafa Suphi, Ankara’nın tuzağına düştü

Mustafa Suphi, yoldaşlarıyla ne büyük umutla kar kış demeden yola çıkmıştı. Davet sahibi TBMM Reisi Mustafa Kemal’di. Kabul eden de Suphi liderliğindeki Türkiye Komünist Fırkası’ydı (TKF). Kars’ta Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir’in konuğu olarak üç haftaya yakın kalmalarından şüphelendiler mi? Bilemiyoruz. 22 Ocak’ta Erzurum’a geldikten sonra artık geç kalınmıştı. Çünkü, Ankara-Kars-Erzurum üçgeninde belirlenen plan yürürlükteydi. Büyük olasılıkla Erzurum’da esir alındılar ve Trabzon yolculuğu böyle başladı; 28 Ocak 1921 gecesi Karadeniz sularında bitti. Erzurum ve Trabzon Kuvayı Milliyecileri görev başındaydı. Suphi ve yoldaşlarının katli, siyasal cinayet zincirinin 1921’deki halkasıydı. Öncesinde 1915’te Ermeni mebuslar Krikor Zohrab’la Vartkes ve sonrasında 1948’de Sabahattin Ali, 1979’de Abdi İpekçi, 1980’de Kemal Türkler, 1991’de Vedat Aydın, 1992’de Musa Anter, 1993’te Uğur Mumcu ve 2007’de Hrant Dink… Hiç şüphesiz onlarca isim sayabiliriz. Onlarca fiil, ama fail yok; ne tesadüf?

Suphi’ye resmi davet

TBMM Reisi Mustafa Kemal ile TKF Merkez Heyeti Reisi Mustafa Suphi arasında doğrudan ve dolaylı ilişki kuruldu. Mustafa Suphi, Mustafa Kemal’le ve Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir’le hem yazıştı hem de parti görevlileri görüştü. Süleyman Sami, “BMM Reisi M. Kemal Paşa Hazretlerine” hitabıyla başlayan 15 Haziran 1920 tarihli mektupla Ankara’ya gitti. Sonra 2 Ağustos’ta [Ermenileri imha edenlerden eski Zor Mutasarrıfı] Salih Zeki, Karabekir’le görüştü ve Karabekir’in mektubuyla[1] Trabzon üzerinden Ankara’ya ulaştı. Kâzım Paşa'nın sırf memleketin yararı için komünist ve Bolşevik göründüğünü[2] belirten Mustafa Kemal, Salih Zeki’den de bir mektup aldı. Mektupta komünist teşkilatın amacı açıklanıyordu. Mustafa Suphi’ye, Mustafa Kemal yazılı ve Kâzım Karabekir şifahi cevap verdi. Mustafa Kemal’in “Mustafa Suphi Yoldaş” hitabıyla başlayan 13 Eylül 1920 tarihli mektubunda, halk hükümeti ve idarenin esas olarak seçimle belirlendiği gibi şuralara atıf yapıldı. Aynı hedefe yüründüğü için TBMM’ye yetkili bir delegenin gönderilmesini isteyen Mustafa Kemal’in ikili görüşmede önemle üzerinde durduğu bir konu da Sovyetlerden gelen yardımdır.[3]

Yardımların başladığı bir dönemde Sovyet Rusya’yla ilişkiye önem veren Mustafa Kemal ve diğer muhatapların Suphi’ye yazılı veya şifahi verdiği ortak mesaj, tek yetkili makam TBMM’dir. Suphi de sonraki iki mektubunda bu düşüncede olduğunu beyan edecektir.

Mustafa Kemal’in 14 Eylül’de Garp Cephesi Kumandanı Ali Fuat’a (Cebesoy) gönderdiği şifresinde konu, Mustafa Suphi ve komünizmdir. Mustafa Kemal, “Mustafa Suphi Yoldaşa da yazdığım veçhile ne yapılacak ise hükümet vasıtasıyla” yapılmasını ve alenen komünizm ve Bolşevizm aleyhtarlığını uygun bulmadığını yazdı. Mustafa Kemal, Ali Fuat’a 26 ve 31 Ekim tarihlerinde de gönderdiği iki şifredeyse, “hükümetin malûmatı tahtında” 18 Ekim’de resmen TKF’nin kurulduğunu ve “maksadı millimizin kahramanı arkadaşlarımız[ın] bu teşkilâtta” bulunacaklarını bildirdi.[4]

Suphi, Kasım 1920’de ikinci mektubunu Mustafa Kemal’e cevaben yazdı, yedi maddeydi. Karabekir’in Ermenistan harekâtı ve gönderilen ‘Türk Kızıl Alayı’ hakkında değerlendirme yapılan mektupta, temel talep, Türkiye’de kendiliğinden doğan komünist teşkilatların kanuni bir şekle sokulmasıydı.[5]

M. Kemal’in Suphi’ye yazdıktan sonra resmi TKF’yi kurdurması, gerçekte neyi amaçladığını anlaşır kılmaktaydı. İki tane TKF olamayacağına göre öncelikle tasfiye edilecek olan Suphi’nin partisiydi. Suphi ve yoldaşlarının imhası, hiç kuşkusuz bu yönde bir icraattır ve devamında komünizme yasak dili resmileştirildi.

M.Kemal-M. Suphi yazışması ve ilgililer arasındaki ikili görüşmeler ortaya koymaktadır ki, resmen Suphi şahsında TKF heyeti davet edilmiştir. Bu genel kabule rağmen, Yavuz Aslan “gönüllü davet” olmadığı iddiasındadır. M. Suphi de davete icabet edecek tavrındadır.[6] Suphi’ye davet Meclis’te de müzakere edildi; hem de Suphi ve yoldaşlarının Erzurum’a geldiği 22 Ocak 1921’de. Mustafa Kemal, Erzurum Mebusu Hüseyin Avni’nin TKF ile ilişki kurmak ve mektuplaşmakla ilgili ağır ithamına cevaben net konuştu: “Mustafa Suphi ile ilk temasta bulunduğu[m] zaman yalnız muhabere etmedim. Benim nezdimde ademi mahsus göndermişti. Hakikaten Eskişehir’de bulunduğum sırada Mustafa Suphi’nin ve daha bir adamın [Azadan Mehmet Emin] imzasıyla bir vesikayı ve bir [15 Haziran 1920 tarihli] mektubu hamilen bir zat [Süleyman Sami] bana mülaki oldu (ulaştı). Mustafa Suphi bana müracaat ediyor ve diyor ki, bizim hariçte maksadı teşekkülümüz dâhildeki maksadı millimizi teshil (kolaylaştırmaktan) ve teminden (sağlamaktan) ibarettir […] Bu adam [Mustafa Suphi] Lenin’in yegâne adamıdır. Lenin, Türkiye hakkında bir iş yapmadan evvel mutlaka Suphi ile [görüşmektedir.] […] Ben doğrudan doğruya Mustafa Suphi’nin mektubuna cevaben [13 Eylül 1920 tarihli mektubu] yazdım […] Asıl mektubu getirip de mahrem tebligatta bulunan, söylediğim şeylerin hepsi hakkında müspet, müeyyid delaili (doğrulayan deliller) kafiye (yeterince) mevcuttur. Tekrar delile hacet yoktur.”[7]

Mustafa Kemal'den plana onay

Suphi ve yoldaşları Kars’a gelmeden çalışmaya başlandı. Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir, 25 Aralık 1920’de Müdafaa-i Milliye Vekâleti’ne yazdı. Önerisi, Suphi’nin refakat eşliğinde Ankara’ya gönderilmesiydi. Telgraf, TBMM Reisi Mustafa Kemal dâhil ilgililere aktarıldı. Bunun üzerine Mustafa Kemal’in Karabekir’e gönderdiği 29 Aralık tarihli şifresinde, Suphi’nin komünizm cereyanlarını körüklemesinin mahzurlu olduğu belirtildi.[8] Bu, Ankara-Kars hattında ne yapılacağını belirlenmenin yazışmasıydı.

Suphi liderliğindeki TKF heyeti ancak 28 Aralık’ta Kars’a gelebildi ve üç haftaya yakın burada tutuldu. Neden beklendi veya bekletildi? 2 Ocak 1921’de Suphi, Moskova’ya giden ekipten Moskova Sefiri Ali Fuat, Maarif Vekili Rıza Nur’la görüştü[9] ve elbette buradan notlar Ankara’ya aktarıldı. Hem bu görüşme notları hem de Mustafa Kemal’in 29 Aralık tarihli şifresinde belirtildiği gibi, Kâzım Karabekir’in Suphi’yle görüşmesinden ne yazdığıyla ilgili bilgi, anıları saymazsak gün yüzüne çıkmadı.

Mustafa Kemal’in, Suphi’nin Kasım 1920 tarihli mektubuna cevap verip vermediği bilinmiyor. Kars’ta bulunan Suphi, 2 Ocak’ta TBMM Riyaseti’ne bir mektup daha yazdı.[10] Resmi TKF’nin kurulmasının memnuniyetle karşılandığı belirtilen mektupta, “Emelimiz memleketin müdafaa cephesini zayıf düşürmek değil […] hükümete yardımcı olmaktır. Bu gayeyi kanunların veregeldiği müsaadeler dâhilinde gereken kolaylığın gösterilmesini rica […] ve sizlere katılmakla onur duyacağımızı arz ederiz” denildi. Mektupta hükümetin 4 Ocak’ta okunduğu notunun varlığı çok önemlidir.

Suphi, sonunda bu iyi niyetinin kurbanı oldu. Zaten TKF’nin dönemsel politik analizi Ankara’dan ayrıksı değildir. TKF’nin 8 Kasım 1920’de aldığı kararda ve sonraki değerlendirmelerinde[11] Anadolu [Türk] millî kuvvetlerine, Hıristiyan milletlere ve Sevr’e bakışında Ankara ile paralellik vardır. Paralellik sonrasında daha da derinleşti. 1986’da TKP MK ve 1988’de TBKP MK Üyesi Ahmet Kardam’a göre, TKP, Ermeni soykırımını göremedi ve “Kürt isyanlarını gerici feodal isyanlar olarak” değerlendirdi.[12]

Mustafa Kemal’in vurguladığı gibi hükümetin Kâzım Karabekir’e verdiği talimat[13] ve Ankara-Kars hattında belirlenen plan, Erzurum Valiliği’ne Ankara emri olarak bildirildi. 2 Ocak’ta Kâzım Karabekir, Erzurum Valisi Hamit’e Suphi ve heyetinin Ankara’ya gönderilmemesinin Ankara emri olduğunu yazdı. Valinin yaptığı hazırlıkta öne çıkan teşkilat, Erzurum Müdafaa-i Hukuk Heyeti’nin istifa etmesiyle 15 Ocak’ta kurulan Erzurum Muhafaza-i Mukaddesat ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’dir. Anlıyoruz ki, cemiyet, 1960’lardaki Komünizme Mücadele Derneği’nin 1920’ler versiyonudur. Mete Tunçay’a göre, bu cemiyetin Erzurum’daki kışkırtmalarının arkasında Erzurum Valisi ‘Deli’ namıyla tanınan Hamit (Kapanlı) ve Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir vardır. 16 Ocak’ta vali, Mustafa Kemal’e gönderdiği telgrafında hem yeni kurulan cemiyeti hem de Kâzım Karabekir’le alınan kararı aktardı. Buna göre, Suphi ve TKF heyeti halkın galeyanından korunacak ve hudut haricine sevk etmek amacıyla Trabzon’a gönderilecektir.[14]

Erzurum’da Suphi ve yoldaşlarına ne yapılacağı, 3/4 Ocak’ta Kâzım Karabekir-Vali Hamit yazışmasına göre netleştirildi. 11 Ocak’ta Kâzım Karabekir, plan hakkında hem Ankara’yı bilgilendirdi hem de valiye cevaben onaylandığını yazdı. Aynı gün Kâzım Karabekir, Mustafa Suphi ve Ethem Nejat’la görüştü[15] ve onlara hükümeti haberdar ettiğini bildirdi. Üç gün sonra Karabekir, validen, saldırının olmaması için tedbir almasını istedi. 16 Ocak’ta valilikten Mustafa Kemal’e plan bilgisi aktarıldı ve 18 Ocak’ta Ankara’dan cevaben “Tedabiri âliyeleri musiptir (isabetlidir)” denildi.[16] Böylece valilik, ‘onay’ bilgisini Kâzım Karabekir’in bildirmesine rağmen, Ankara’dan ikinci kez aldı.

İmhadan üç gün önce 25 Ocak’ta Mustafa Kemal, Erzurum Mebusu Mustafa Durak ve Elcezire Cephesi Kumandanı Nihat Paşa’ya Suphi ve yoldaşlarına yapılacakları, o güne kadar yapılanları yedi maddede özetledi. 22 Ocak’ta gizli celsedeki müzakere, birinci maddede “Komünizm sorunu, Meclis’te gizli toplantıda konuşuldu. Meclis ve hükümet komünizmin ülkede uygulanmayacağı hakkındaki kanısını kesin ve heyecanlı bir surette açıkladı” diye aktarıldı. Doğrudan plan, icrası ve onay hakkında olan beşinci maddede, “Erzurum’da Mustafa Suphi hakkında ulusal tepkilerin planını, daha önce Kâzım Karabekir Paşa’nın ve sonra [vali] Hamit Beyin yazılarıyla öğrenmiş ve uygun bulmuştum. Herhalde doğrudan gelecek yıkıcı herhangi bir akıma karşı Erzurum ve Trabzon’un ve bütün ülkenin bir demir duvar durumunda bulunacağına güveniyorum” denildi. Diğer maddelerde, hükümetin komünizme karşı gerekli önlemi aldığı, Rusya ile dostça ilişkilerin bozulmayacağı, Erzurum’daki cemiyetin önemli görev icra ettiği ve ayrıca Karabekir’e yazıldığı da ifade edildi.[17]

“Teçhizat ve para yardımı yapan Sovyetler gücendirilmeyecek” koşuluyla Ankara-Kars-Erzurum üçgeninde belirlenen ve Ankara’nın onayladığı plan şöyledir: 1- Heyet [Suphi ve yoldaşları] Erzurum’a vardığında halk kışkırtılmalıdır. 2- Heyette, Ankara’ya gidemeyecekleri ve kalamayacakları izlenimi uyandırılmalıdır. 3- Heyet Trabzon’a yönlendirilmelidir. 4- Trabzon’da da halk heyete karşı kışkırtılmalıdır. Yazılmayan 5’inci maddeyse, komünistlerin Karadeniz’de imhasıydı.

18 Ocak’ta Suphi ve yoldaşları, imha planından habersiz ve başlarına ne geleceğini bilmeden Kars’tan Erzurum’a trenle hareket etmiştir.

Ferman TBMM tutanağında

Suphi ve yoldaşlarının Kars’a gelişinden imhasına, Yahya Kâhya’nın[18] ve Trabzon Mebusu Ali Şükrü’yle Topal Osman’ın öldürülmesi bir bütün olarak dikkate alındığında, Erzurum üzerinde karar/onay mercii Ankara’dır. 22 Ocak 1921 tarihli TBMM gizli celse zaptı[19] da İsmail Hakkı’nın (Tekçe) itirafı öncesinde konumu itibariyle Mustafa Kemal’in rolünü anlaşılır kılmaktadır. Tutanak aslında “komünistlerin katli vaciptir” fermanıdır.

22 Ocak’ta Mustafa Kemal, Hüseyin Avni’nin bazı konularda bilgilendiğini kabul ederek, “Kâzım Karabekir Paşaya Heyeti Vekile’den verilen talimata vakıf mısınız?” diye sordu. Mustafa Kemal, Kâzım Karabekir’i takdir ediyor ve onay makamının hükümet olduğunu hatırlatıyordu! Sonraki aylarda TBMM’de Mustafa Kemal’in I. Grubu’na karşı oluşacak II. Grup lideri Hüseyin Avni’nin, yaptığı konuşmanın dört mesajı vardı: 1- Mustafa Suphi’ye millet ve hükümet namına mektup yazılmış ve söz verilmiştir. Bununla Kâzım Karabekir ve Mustafa Kemal, ismi verilmeden suçlanmıştır. 2- Mustafa Suphi’yle ilişki kuran ve heyeti davet eden cezalandırılmalıdır. 3- Mustafa Suphi, şarkta yalnız başına değildir. Bir heyet gönderilmeli ve tetkik edilmelidir. 4- Ankara’da kurulan [resmi] TKF’ye para aktarılması usulsüzdür.

TBMM Reisi Mustafa Kemal de Hüseyin Avni’yi yanıtladı: 1- Komünizm “memleketimiz, milletimiz ve dinimiz” adına kabul edilemez. 2- Resmi TKF, Mustafa Suphi’nin TKF’sine karşı özel izinle kuruldu ve gerektiğinde kendileri dağılacaktır. 3- Evet, Mustafa Suphi ile ilişki kuruldu ve mektuplar yazıldı. 4- Bundan sonra Mustafa Suphi ile görüşülmeyecek ve mektup yazılmayacaktır. 5- Mustafa Suphi’yi şarkta karşılayan Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir’dir. 6- Mustafa Suphi’yi ve heyettekileri “sınır dışına tard” etme yani Ankara’ya gelmesini engelleme planını hazırlayan Kâzım Karabekir’dir. 7- Suphi ve yoldaşlarıyla ilgili [imha] planın gereği yapılacaktır.

Anlıyoruz ki, Mustafa Kemal ve Hüseyin Avni anti-komünizmde yarışıyor. Tutanak ortadadır, Mustafa Kemal net konuşmuştur: Anti-komünizm ötesinde Suphi ve partisini TKF’yi bitirecek plan icra edilecektir! Plan gereği 22 Ocak’ta Erzurum’dan kovalanan Suphi ve 13 yoldaşı, 28 Ocak’ta gece Trabzon’a sokulmadan Batum’a gönderilmek gerekçesiyle motorlara bindirildi ve Karadeniz’de imha edildi. Böylece Ankara’nın Türk millî güçleri, Türk komünistlerini, Yunan işgalci askerinden önce denize döktü!

Komünistlerin imhası

Plan icrasının ilk adımı teşkilatlanmaktır. 15 Ocak’ta Muhafaza-i Mukaddesat ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kuruldu ve Ankara’yla temasa geçti. Mustafa Kemal, 22 Ocak’ta gizli celsede cemiyetin okunan telgrafına cevabını 25 Ocak’ta gönderdi. 22 Ocak’ta heyecanlı görüşme yapıldığı ve milletin komünizmi kabul etmeyeceği belirtilen cevapta, “Hükümetin, bu görüşe uygun olarak hareket edeceği tabii bulunmakla, Erzurum’un sayın ahalisini, milli birliğimizi daima yenileyip güçlendirici olan sağlam durumlarını iç rahatlığıyla” sürdüreceği vurgulandı.[20]

Suphi ve yoldaşları, Erzurum Valisi’nin Bayburt kaymakamına ve Ankara’ya yazdığı gün, 22 Ocak’ta Erzurum’a geldi. Mustafa Kemal, planın Erzurum’daki icrası hakkında tekrar bilgilendirildi. Buna göre, cemiyetin faaliyetiyle, Suphi ve yoldaşları kovuldu, onlar da Trabzon’a kaçtı ve halk yiyecekle yatacak yer vermedi. Trabzon’a kovalanan Suphi ve yoldaşları için 24 Ocak’ta Kâzım Karabekir, Bayburt kaymakamını ve 12. Fırka Kumandanlığını uyardı: TKF mensupları kabul edilmeyecekti.[21]

TKF heyeti öncelikle Erzurum’dan, ardından Bayburt, Gümüşhane ve Torul güzergâhında Trabzon’a kadar kovalandı. Heyet ancak 28 Ocak’ta gece Trabzon’a vardı. 2/3 Şubat’ta, Trabzon’a sokulmayan Suphi dâhil 14 kişinin motorla sahilden uzaklaştırıldığını Genelkurmay’a bildiren Kâzım Karabekir, ölümden bahsetmedi. Heyet 19 kişi olup beş kişi alıkondu. Bunlardan biri de Suphi’nin karısı Mariya (Meryem) Suphi’dir. Trabzon’da imhayı organize eden Yahya Kâhya, Mariya Suphi’yi “kendisine kapatma yapmış” ve heyetin maddi imkanlarına da el koymuştur.[22]

TKF’ye göre 16 partili öldürüldü.[23] Canını kurtaranlardan biri de Süleyman Sami’dir ve 3. Fırka Kumandanı Rüşdü’nün 20.7.1921 tarihli raporuna[24] göre, heyette Ankara’yla temaslı kişidir. TKF’de de bu yönde tartışma[25] olmuştur, ama o sıra bitirilememiştir.

TKF, aylar sonra yoldaşlarına ne olduğunu gündemine alabildi. Merkez Komitesi, Suphi ve yoldaşlarının katledilmesini 3 Mart 1921’de ilk kez görüştü ve ancak bir ay sonra 2 Nisan’da Moskova’ya bildirdi.[26] Bu arada 16 Mart’ta Sovyetlerle antlaşma imzalandı. Peki TKF teşkilat merkezi, katliamı Bolşeviklere bildirmekte neyi bekledi?

Sovyetlerle ilişkinin bozulmasının istenmediği koşullarda, Suphi ve yoldaşlarının katli hemen o anda akla gelmiş ve uygulanmış olamazdı. Nitekim ilgili yazışma ve görüşmeler, heyetle ilgili Ankara-Kars-Erzurum hattının işletildiğini, imhanın kararlaştırıldığını ve M. Kemal’den onay alındığını göstermektedir. Anadolu’daki varlığından bahsedilen komünist-Bolşevik hareket de o denli zayıftır ki, Suphi ve yoldaşlarını karşılamada ve katliam sonrasında bir varlık gösteremedi.

‘Öldürün’ diyen bellidir

Ankara hükümeti, Sovyet Dışişleri’ne M. Suphi ve yoldaşlarının ölümünün bir deniz kazası olduğunu yazdı. Yahya Kâhya’ya kimin emir verdiği bilinmiyor[muş]! Mete Tunçay, “Yahya’ya Suphi grubunun ortadan kaldırılması için kimin emir verdiği kesinlikle belli değildir. Bu buyruğun Karabekir’den çıkmış olması muhtemeldir. Ankara’nın ise, önceden haberinin olup olmadığını kestirmek güçtür” ve “eğer günün birinde M. Suphilerin öldürülmesinin onun [M. Kemal] emrettiği kanıtlanırsa, çok şaşacağım!” değerlendirmesini yaptı.[27] Ayrıca Yahya’ya emri verenin ya İttihatçılar[28] ya da doğrudan Ankara veya Ankara insiyatifiyle Kâzım Karabekir-vali Hamit ikilisi olabileceği[29] de öne sürüldü. Kâzım Karabekir[30] ise, Mustafa Suphi’nin İttihatçı aleyhtarlığı yüzünden öldürülmüş olacağını belirtti ve Enver Paşa’nın Sovyetlerle mücadelesinden dolayı Bolşeviklerin de Yahya Kâhya’yı öldürtebileceğini iddia etti.

Yahya’nın tutuklanması, beraat etmesi ve ardından 3 Temmuz 1922’de öldürülüp susturulması, iç çekişme ve saireyle gerekçelendirilirse de dönemin ‘özel muhafızı’ ve sonra Çankaya Muhafız Alay Komutanı İsmail Hakkı’nın (Tekçe), Topal Osman’ın iki fedaisiyle Yahya Kâhya’yı (300 kurşunla)[31] öldürdüğünü açıkladığı 4 Aralık 1977’de, düğüm çözüldü. Çünkü İsmail Hakkı Tekçe, Mustafa Kemal’e rağmen Trabzon’a gitmiş olamazdı. TBMM heyeti, zaten bu adrese ulaşmıştı; Yahya’yı öldürenler Ankara’dan gelen Topal Osman’ın adamlarıydı; bu kadar! İstihbarat Müdürü’yken Trabzon’da soruşturma yapan Feridun Kandemir’e göre, suikastın faili Yahya da “Yalnız değildim” tehdidini savurmuştu.[32] İsmail Hakkı Tekçe, bu fiiliyle ilgili beyanı öncesinde 16 Kasım 1968’de de Trabzon Mebusu Ali Şükrü’nün öldürülmesini organize eden Topal Osman’ın 2 Nisan 1923’te kendisinin yer aldığı ekip tarafından öldürüldüğünü açıklamıştı.[33] Bitmedi İsmail Hakkı Tekçe, Çankaya Muhafız Alay Komutanı Albay olarak 1937 yılı Nisan-Eylül döneminde, Dersim’de de görevlidir.[34] İcrasıyla İsmail Hakkı Tekçe, kelimenin tam anlamıyla Çankaya’nın özel fedaisidir.

Ankara’da Suphi ve yoldaşlarının 28 Ocak 1921’de katlinden ve 16 Mart’ta Sovyetlerle antlaşmanın imzalanması sonrasında komünizme karşı taktikte yeni aşamaya geçildi. Mustafa Kemal, 16 Mayıs 1921 tarihli mektubunda, komünizme müsamahanın bittiğini yazdı.[35] Artık resmî TKF’ye de gerek kalmayacaktır. Ve zamanla anti-komünizm, Türk devletinin ideolojik konumlanmasında içselleştirdiği bir unsuru olacaktır!

Buraya kadarki tüm yazışmalardan/anlatımdan çıkardığım yalın gerçek şudur:

1- Mustafa Suphi ve yoldaşları resmen Ankara’ya davet edilmiştir.

2- TBMM Reisi Mustafa Kemal’le Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir yazışmasıyla belirlenen plan, TKF heyetinin Erzurum-Trabzon hattında kovalanması ve Karadeniz’de imhasıdır. Bunun için Erzurum ve Trabzon Kuvayı Milliyecileri seferber edildi.

3- Planı onaylayan BMM Reisi Mustafa Kemal’dir.

4- Planın sahada teşkilatlandırılmasını yapan kumandan Kâzım Karabekir’dir

5- Trabzon’da imhayı yapacak görevli Yahya Kâhya’dır.

6- Plan icrası sonrasında Yahya Kâhya, ardından mebus Ali Şükrü ve Topal Osman öldürüldü. Çankaya fedaisi İsmail Hakkı Tekçe’nin beyanlarıyla sabittir ki, Çankaya, cinayet zincirinin ortasındadır!

1915’lerden, 1921’e ve bugüne, faili meçhul siyasal cinayet zincirinin herhangi bir halkasını kopartacak hukuki sistem oluşturulamadığı için yeni halkalar eklendi, ekleniyor. Zincirin kopartılması, hiç kuşkusuz siyasal cinayetleri var eden Türkçü-Sünni İslamcı ekonomik politiğin ilgasıyla mümkün olacaktır!

NOTLAR

[1] Kâzım Karabekir, İstiklâl Harbimiz, Türkiye Yayınevi, İstanbul-1960, s. 831-832, 834.

[2] TBMM GCZ, cilt: 1, 22 Ocak 1921, s. 335-336.

[3] Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar-1 (1908-1925), BDS Yayınları, İstanbul-2000, s. 100-101 ve Belgeler-s. 338-339; Yavuz Aslan, Türkiye Komünist Fırkası’nın Kuruluşu ve Mustafa Suphi, Türk Tarih Kurumu, Ankara-1997, s. 269-280; Dönüş Belgeleri-1, TKP MK 1920-1921, çeviren: Yücel Demirel, TÜSTAV, İstanbul-2004, s. 49-50, 112-117.

[4] Ali Fuat Cebesoy, Millî Mücadele Hâtıraları, Temel Yayınları, İstanbul-2000, s. 515-518, 551-554; Mete Tunçay, age, s. 151.

[5] Dr. Samih Çoruhlu’dan aktaran Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 339-340.

[6] Mete Tunçay, age, s. 102 ve Belgeler-s. 354; Yavuz Aslan, age, s. 288-291; Hamit Erdem, Mustafa Suphi, 3. Baskı, Sel Yayıncılık, İstanbul-2010, s. 200-202; Dönüş Belgeleri-1, s. 72-78, 123, 160, 238, 271.

[7] TBMM GCZ, cilt: 1, 22 Ocak 1921, s. 336.

[8] ATASE’den aktaran Yavuz Aslan, age, s. 299-301.

[9] Mete Tunçay, age, 102, 152; Yavuz Aslan, age. S. 301-303; Hamit Erdem, age, s. 225-229.

[10] Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 341, 345.

[11] Dönüş Belgeleri-1, s. 152-155 (8 Kasım 1920), 323, 331; Dönüş Belgeleri-2, TKP MK 1920-1921, çeviren: Yücel Demirel, TÜSTAV, İstanbul-2004, s.79.

[12] Birikim, Eylül 2020, sayı: 377, s. 43.

[13] TBMM GCZ, cilt: 1, 22 Ocak 1921, s. 337

[14] Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 351; Yavuz Aslan, age, s. 306-307, 312-314.

[15] Kâzım Karabekir, age, s. 909-910.

[16] Mete Tunçay, age, s. 152 ve Belgeler-s. 351, 353; Yavuz Aslan, age, s. 307-315; Hamit Erdem, age, s. 230-237.

[17] Cihat Akçakayalıoğlu’ndan aktaran Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 246.

[18] Yahya Kâhya olarak bilindi, ama hakkındaki çalışmada adı Kâhya Yahya’dır (Uğur Üçüncü, Kâhya Yahya, Serander Yayınları, Trabzon-2015).

[19] TBMM GCZ, cilt: 1, 22 Ocak 1921, s. 326-337.

[20] TBMM GCZ, cilt: 1, 22 Ocak 1921, s. 326; Cihat Akçakayalıoğlu’ndan aktaran Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 245-246.

[21] Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 352-353; Yavuz Aslan, age, s. 316-320.

[22] Mete Tunçay, age, s. 102, 153 ve Belgeler-s. 356; Yavuz Aslan, age, s. 321, 331-332. Türkiye Komünist Gençler Birliği azası Abdülkadir’in 1 Ekim 1921 tarihli anlatımı, Dönüş Belgeleri-2, s. 157-169.

[23] Dönüş Belgeleri-2, s. 151-153

[24] ATASE’den aktaran Yavuz Aslan, age, s. 271-273.

[25] Dönüş Belgeleri-2, s. 131-136, 141-142.

[26] Dönüş Belgeleri-2, s. 115-121, 128-130.

[27] Mete Tunçay, age, s. 153-154 ve Belgeler-s. 356.

[28] Yavuz Aslan, age, s. 353-359.

[29] Hamit Erdem, age, s. 267.

[30] Kâzım Karabekir, age, s. 1147-1148.

[31] Lazistan Mebusu Ziya Hurşid açıkladı (TBMM ZC, devre: 1, cilt: 28, 29 Mart 1923, s. 231).

[32] Mete Tunçay, age, s. 154 ve Belgeler-s. 355; Yavuz Aslan, age, s. 339-342, 353-354; Feridun Kandemir, Atatürk’ün Kurduğu Türkiye Komünist Partisi ve Sonrası, Yakın Tarihimiz Yayınları, İstanbul-1965, s. 184-186.

[33] TBMM ZC, devre: I, cilt: 28, 29 ve 31 Mart 1923, s. 226-233 ve 243-244 ile 2.Nisan 1923, s. 304-308; Cemal Şener, Topal Osman Olayı, Ant Yayınları, 3. baskı. İstanbul-1998, s. 101.

[34] Reşat Hallı, Türkiye Cumhuriyeti'nde Ayaklanmalar (1924-1938), Genelkurmay Basımevi, Ankara-1972, s. 399-401; BCA-F: 030.10/K: 110, D: 745, S: 19; BCA-F: 030.10/K: 111, D: 745, S: 18; BCA-F: 030.10/K: 111, D: 745, S: 19; BCA-F:490.01/K: 1137, D: 146, S: 4.

[35] Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 246-247.


Nuran Yüce Tüm Yazıları

Sezgin Tanrıkulu yalnız değildir

CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu, katıldığı bir canlı yayın programında şu sözleri dile getirdi: 

“TSK’nın yaptığı her şey, eleştiriden azade değil. Biz milletvekiliyiz bunları sorgularız. TSK değil mi 12 Eylül’de darbe yapan? Bu ordu değil mi 15 Temmuz’da darbe girişimi yapan, köyleri yakan... Benim takip ettiğim davalar var. 15 köylüyü helikopterden atan TSK değil mi? AİHM kararıyla sabit hale gelen... Biz eleştirel yaklaşırız. Soru sorarız, doğru olup olmadığını sorarız, TSK üzerinden bu tür şaibelerin kalkması amacıyla bunu sorarız. 40 yılda her şeyi doğru yapsaydı Türkiye bu durumda olmazdı. AİHM kararı orada, 15 tane köylüyü kim attı? Bu kadar köyü kim yaktı? Daha yeni Roboski Uludere oldu... Sizler de eleştirel yaklaşamadığınız için Türkiye bu noktaya geldi.” 

Bu sözlerinin ardından da iktidar, TSK ve kendi partisi tarafından hedef haline getirildi.  Ve Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı bir tatil gününde alelacele Sezgin Tanrıkulu hakkında “Türk Milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Devletin Kurum ve Organlarını Aşağılama ve Halkı Kin ve Düşmanlığa Tahrik veya Aşağılama” suçlamalarından soruşturma açtı. Tanrıkulu’nun dokunulmazlığının kaldırılmasına ilişkin fezleke de TBMM’ye iletilmek üzere Cumhurbaşkanlığına gönderildi.

Tanrıkulu’nun televizyondaki sözleri kendi yargıları değil belgelerle, görgü tanıklarıyla, ifadelerle kanıtlanmış ve AİHM’in de Türkiye’yi mahkum ettiği davalara ilişkindi. 

1990’lı yılarda yakınları kaybedilmiş insanların yıllara yayılan, her türlü hukuksuzluğa mahkum bırakılan zorlu mücadelelerinin sonrasında açılan davalar ile sabitlenmiş suçlara ilişkindi. 

Tanrıkulu’nun ifade ettiği, Diyarbakır Kulp’ta kaybettirilen 11 kişi için AİHM’de açılan dava dosyasının başlığı “Mehmet Salih Akdeniz ve diğerleri vs Türkiye”. 

97-98 yıllarında iki kere Türkiye’ye gelen üç hukukçunun yaptığı incelemeler sonucu, 99 yılında yayınlanan raporda TSK’nın bölgede yaptığı operasyon sırasında gözaltına alındıkları ama hiçbir resmi gözaltı işlemi yapılmayan 11 kişinin en son helikoptere bindirilirken görüldüğü ve bir daha kendilerinden haber alınamadığı söyleniyor. 

2001 yılında AİHM bu davada Türkiye’yi, kaybolan 11 kişinin ailesine toplamda 311 bin sterlin ödemeye mahkum etti. 2003 yılında ise aynı bölgede köylüler tarafından bulunan kemik ve eşyalar için bölgeye savcının gelmesi talep edildi. Savcı güvenlik gerekçesi ile gelmeyi reddedince köylüler kemikler ve diğer eşyaları çuvallara doldurup savcıya götürdüler. Adli Tıp Kurumu tarafından verilen raporda kemiklerin en az dokuz kişiye ait olduğu ve bunlardan ikisinin Mehmet Salih Akdeniz ile Behçet Tutuş’a ait olabileceği (yüzde 99.99 oranında) söylendi.

Sezgin Tanrıkulu yıllardan beri hak, adalet ve eşitlik mücadelelerinin içinde yer alıyor. 

Kendisine karşı başlatılan, başta AKP milletvekilleri, yöneticileri olmak üzere İYİ Partiden MHP’sine dek uzanan tepkiler ve tabiî ki kendi partisinden de yapılan “milletimizin gözbebeği Türk Silahlı Kuvvetleri’ni töhmet altında bırakan ifadeleri kabul edilemez” açıklamasına karşı hakikatlerin şimdiki siyasi atmosfere göre eğilip bükülemeyeceğini dile getirerek gerçekleri söylemeye devam ediyor.

Bu gerçekleri ifade eden kişilerin yanında, amasız fakatsız durmak, bugünkü karanlık ortamı aşmanın tek koşuludur. 

Sezgin Tanrıkulu’nun yanındayız.


Onur Korkmaz Tüm Yazıları

İğneada’ya nükleer santral tasarıları kabul edilemez!

Türkiye'nin enerji politikaları ve özellikle nükleer enerji kullanımı hakkındaki tartışmalar son yıllarda büyük bir önem kazandı. Hükümetin Akkuyu ve Sinop'tan sonra İğneada'ya da bir nükleer santral kurma girişimleri, çevresel ve güvenlikle ilgili endişeleri de beraberinde getiriyor. 

Nükleer santrallerin potansiyel sızıntılar ve çekirdek erimeleri gibi felaketlere yol açabileceği bilinse de Enerji Bakanlığı bu sorunları görmezden gelerek iklim krizini nükleer enerji için bir fırsata dönüştürme çabası içinde. Hükümet, nükleersiz bir dönüşüm ile karbon nötr olmanın ancak 2050’lerden sonra sağlanabileceğini iddia ediyor.

Bahaneler ve Gerçekler

‘Karbon nötrleşme’ yolundaymış gibi anlatılsa da Türkiye fosil varlıkları yakıt olarak kullanmaya devam etmede ısrarlı gözüküyor. 

Hükümet dünyanın en verimsiz kömürü ve bir o kadar verimsiz termik santralleri için Akbelen’i her türlü tepkiye rağmen yok ederken, bir yandan da nükleer santral inşa ederek karbon salımlarını düşüreceğini söylüyor. 

Görünen köy kılavuz istemiyor ama burada çelişkili olan sadece durumun kendisi değil aynı zamanda bakanlığın “nükleersiz karbon nötr olamayız” söylemleri. 

Nükleer enerjinin yatırım süresi uzun ve maliyetlidir. Ayrıca anlatıldığı gibi yüksek kapasiteli falan da olmaz. Bunu görebilmek için Akkuyu Nükleer Güç Santrali ile Karatay Güneş Enerjisi Santralinin verilerine bakmak yeter:

  • Neredeyse 11 milyon dönümlük bir araziye inşa edilen Akkuyu NGS’nin kapasitesi 4,8 GW, kurulum maliyeti 20 milyar dolar ve inşaat süresi 10 yıl. 
  • 1 GW kapasiteli Karatay GES 20 bin dönümlük arazi üzerine yalnızca 2 yılda kuruldu ve inşası 1,3 milyar dolara mal oldu. 

Akkuyu’nun aldığı güneşin daha fazla olacağı gerçeği de görmezden gelindi. Oysa Akkuyu’ya kurulacak 4,8 GW’lık bir fotovoltaik GES santrali, nükleer santralin 10’da biri kadar bir araziye, 3’te 1’inden ucuza ve 5’te 1’i kadar bir sürede yapılabilirdi. 

Dahası, işletme maliyetlerini göz önünde bulundurunca nükleerin yanında 8’de 1 seviyelerinde kalacağı da anlaşılıyor. Benzer bir hesabı Sinop’ta rüzgâr enerjisiyle de yapmak mümkün.

Acaba benim 10 dakikalık bir araştırmayla yaptığım bu hesaplamayı Enerji Bakanlığında yapabilen kimse yok mudur? 

İğneada’ya çivi dahi çakamazsınız: Bu, gezegene ihanettir

Nükleer santral başlı başına bir sıkıntı iken bir de bu santrali İğneada’ya yapma planı var ki bu da başka bir savsata. 

Kırklareli’ne bağlı Karadeniz sahilindeki İğneada, 3155 hektarlık eşsiz bir Longoz ormanına sahip. Amazon ve Afrika Kongosu longozları ile birlikte dünyadaki üç longoz ormanından biridir. 

Türkiye’de biyoçeşitliliğin en zengin olduğu bu bölgeye bir enerji santrali yapılmasının akla gelmesi bile korkunç! 

Longoz’a en ufak zarar verecek hareket, dünya tarihindeki en büyük ihanetlerden biri olur. Bu eşsiz doğal alanın korunması ve gelecek nesillere bırakılması gerekiyor.

Tüm nükleer santral planlarından acilen vazgeçin! 

Türkiye’nin güneş ve rüzgâr potansiyeli yüksek bir coğrafyada, enerji ihtiyaçlarını karşılamak için nükleer kullanması ne akla ne de mantığa sığar. 

Nükleer santrallerin çevresel ve güvenlik risklerini göze alamayız. 

“Karbon emisyonlarını azaltmak için vaktimiz yok” gibi kılıfların arkasına sığınmadan hemen tüm nükleer inşaat ve projelerini durdurun! 

Karbon salımlarına hemen son vermek için bir yol haritası çıkarın, yıllardır beklediğimiz iklim acil durumu ilan edin! 

Dönüşümün maliyetini kamu kaynaklarından değil, sorumlusu olan fosil yakıt şirketlerinden karşılayın. 

Dönüşüm sırasında, kapanan santral ve maden işçileri için göç etmek zorunda kalmayacakları, aynı kalifiyede ve ücretteki işlere kavuşabilecekleri programlar oluşturun.

Hem Adil hem de Acil bir geçiş istiyoruz!

Onur Korkmaz

(Sosyalist İşçi)



Ozan Tekin Tüm Yazıları

Agresif dış politika çöktü

Milliyetçiliğe göre tarih farklı ulusların arasındaki rekabet ve güç hiyerarşisi tarafından belirlenir. Deprem ise asıl olanın farklı uluslardan sıradan insanların bu yaşamdaki ortak çıkarları olduğunu gösterdi.

6 Şubat günü sabaha karşı 04:17’de olan deprem Türkiye’de 10 milyondan fazla insanın yaşadığı 10 şehri sarstı. Depremden hemen bir saat sonra 4. seviye alarm ilan edildi. Bu, uluslararası yardım çağrısını da kapsıyordu. Ve hemen bunun ardından onlarca ülkeden Türkiye’de yardım seferberliği başladı. İnsani yardımlar, arama ve kurtarma çalışmaları, sahra hastanesi kurma gibi birçok alanda çalışan 80’den fazla ülke 7 binden fazla personelle çalışmalara sahada katkı verdi.

Türkiye’nin son birkaç yıldır izlediği agresif dış politika, “yerli milli” söylemler, “Mavi Vatan” tezleriyle komşuların düşman ilan edilmesi gibi birçok gelişmeye rağmen, deprem sonrası gösterilen uluslararası destek muazzamdı. İlk yardıma koşanlar arasında, AKP-MHP iktidarının düşman olarak kodladığı Ermenistan’dan ve Yunanistan’dan gelen ekipler vardı. Hükümet sık sık “Atina’ya füze atarız” tehditleri savururken, “bir gece ansızın gelebiliriz” derken, Yunanistan’dan sınıf kardeşlerimiz Türkiye’deki farklı halklardan depremzedelerin yardımına koştular ve olanca güçleriyle hayat kurtarmak için uğraştılar. Benzer şekilde Ermenistan’dan gelen ekipler de, Türkiye defalarca Azerbaycan-Ermenistan geriliminde taraf olmuşken ve savaşa bizzat müdahale etmişken, insanlığın temel bir gereğini yerine getirerek Türkiye’deki yoksulların acısını kendi acıları olarak görüp yardıma koştular.

Oysa faşist MHP’nin de bir parçası olduğu iktidar bloku, yıllardır Mavi Vatan tezleriyle etrafımızdaki herkesin bize düşman olduğunu anlatıyor. Yunanistan’a karşı Doğu Akdeniz’deki gaz arama çalışmaları ve adaların konumu üzerinden saldırganlık gitgide tırmandırılıyor. Libya’nın yalnızca yarısını kontrol edebilen bir hükümetle bölgedeki hiçbir ülkenin tanımadığı anlaşmalar imzalanıyor. Bütün bunların hepsi “Türk’ün Türk’ten başka dostu olmadığı”, dolayısıyla güç yoluyla “çıkarlarımızın” korunması gerektiği söylenerek yapılıyor. Benzer şekilde Ermenistan’la bundan 15 yıl önce esen daha ılımlı rüzgarların yerine düşmanlık politikası esas alınıyor. Suriye’nin kuzeyindeki Kürtler sürekli askeri operasyon arayışında bulunulması gereken “milli güvenliğe tehdit” unsurları olarak görülüyor.

Depremde ise hem Türkiye’nin farklı kimliklerden halkları, Türkler Kürtler, mülteciler el ele vererek hayatlarını kurtarmak için ortak bir mücadele veriyorlar. Buna dış ülkelerden gelen yardım ekipleri de katılıyor. Milliyetçiliğin çizdiği yapay sınırlar ve ayrımlar unutuluyor, sıradan insanların, emekçilerin dayanışması öne çıkıyor.

Üstelik bu, asıl olarak devletler arası diplomasiye dayanan sınırlı bir dayanışma. Bir de farklı coğrafyalarda işlerin kontrolünün işçi sınıfına geçtiğini, aşağıdan inisiyatiflerin belirleyici olduğunu düşünelim. Burada tüm halkların yaralarını sarmak için çok daha muazzam bir enerji ve seferberlik ortaya çıkacaktır. Sosyalizm mücadelesi bu yüzden enternasyonalisttir, farklı uluslardan ve ülkelerden işçilerin çıkarlarının farklı uluslardan ve ülkelerden patronlara, sermaye sahiplerine karşı ortak olduğunu savunuruz.

Devletlerin bütün milliyetçi kışkırtmalarına rağmen, halkların dayanışması böyle zor dönemlerde esas oluyor. Nasıl ki bundan birkaç yıl önce Yunanistan’da yaşanan yangınlara karşı Türkiye işçi sınıfı, sendikalar ve tüm demokratik kurumlar dayanışma için elinden geleni ortaya koyduysa, şimdi de bir benzeri komşu ülkelerdeki sınıf kardeşlerimiz tarafından yapılıyor. Öyle ki, Ermenistan’la 30 yıldır kapalı olan sınır kapısından insani yardım geçiriliyor. 

Depremden çıkarmamız gereken sonuçlardan biri de Türk milliyetçiliğinin bölücü argümanlarına karşı enternasyonalizmin işçi sınıfını birleştiren ruhunu baskın hâle getirmenin ne kadar önemli olduğu. Bunun pratikteki karşılığı ise iktidardaki aşırı sağcılığın içe kapalı savaşçı anlayışını geriletmek, Doğu Akdeniz’den Suriye’ye savaş politikalarının terk edilmesine yönelik bir basınç oluşturmak, Yunanistan’dan Ermenistan’a, Suriye de dahil tüm komşu ülkelerle diyalog ve diplomasiye dayalı barışıl bir dış politikanın hayata geçirilmesini savunmak.




Roni Margulies Tüm Yazıları

Mutlu bitmiş bir göç öyküsü

Başta Kılıçdaroğlu ve CHP olmak üzere tüm muhalefetin milliyetçiliğe, ırkçılığa, Kürt düşmanlığına ve en önemlisi göçmen düşmanlığına kapılması, teslim olması, ödün vermesi ve hatta dört elle sarılması ne sonuç verdi?

Basit. Ortalık zafer çığlıkları atan, oylarını yükseltmiş, beklenmedik başarılar kazanmış faşistler ve milliyetçilerle doldu. Sağın politika ve söylemlerini kullanarak sağdan oy kapmak mümkün değildir, böyle yapıldığında siyaset sahnesi tümüyle sağa kayar ve bundan yine sağcılar kârlı çıkar, bir kez daha kanıtlanmış oldu.

Yabancı/Arap/Suriyeli/Rus/sığınmacı/göçmen düşmanlığına kendini kaptırmayanlar için bir göç öyküsü anlatmak istiyorum. İnsanların keyif veya eğlence olsun diye göç etmediğinin, yerlerini yurtlarını, doğup büyüdükleri mekânları, atalarının yaşayıp öldüğü toprakları şımarıklıktan değil ancak mecburiyetten terk ettiklerinin bir örneğini vermek için.

Benim baba tarafım Polonya’dan gelmiştir. Dedem 1897’de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun bir vatandaşı olarak Krakow’da doğmuş, Birinci Dünya Savaşı’nda çarpıştıktan sonra Viyana Üniversitesi’nde okumuş, Berlin’de mühendis olarak ilk işine girmiş ve 1925 Nisan’ında evlendikten hemen sonra Türkiye’ye göçmüş. Kalıcı olmasını düşünmüyorlarmış bu göçün, bir yıl çalıştıktan sonra geri döneceklermiş, ama iş uzamış ve Naziler’in Polonya’yı işgal etmesiyle beraber geri dönülecek yer kalmamış, göç mecburen kalıcılaşmış.

Anlatacağım göç dedeminki değil ama. Kardeşininki.

Frederik Margulies’e Krakow’daki gençliğinde Fredek derlermiş. Keman çalan ve hayatta tek isteği hep ve daha iyi keman çalmak olan Fredek zengin bir ailenin kızına aşık olmuş 1920’lerde. Kızın ailesi evliliklerine izin vermenin koşulu olarak Fredek’in kemancılıktan vaz geçip ailenin tekstil işinin başına geçmesini dayatmış. Margulieslerin tarihinde bildiğim tek yüz kızartıcı olaydır: Fredek bir kadın için sanatı terk etmeyi kabul etmiş! Evlenmişler. Çocukları olmuş. Bilebildiğim kadarıyla mutluymuşlar.

Alman ordusu 1 Eylül 1939’da Polonya’ya girdiğinde, Fredek eşi ve iki küçük çocuğuyla birlikte Fransa’da tatildeymiş. Kemanı bırakıp zengin bir kadınla evlenmenin bazı yararları da var kuşkusuz: Maddî durumları iyi olduğu için, Polonya’ya dönme olanağı ortadan kalkınca Fransa’da kalmaya karar vermişler. Uzun sürmemiş ama; 1940 Mayıs’ında Nazi orduları Paris’e doğru harekete geçince Fredek’le ailesi de önce Fransa’nın güneyine, oradan da zor bela İspanya’ya kaçmış. Artık Avrupa’da barınamayacaklarına ikna olduktan sonra, vize almak için Amerikan elçiliğine gitmişler. Vize bir yana dursun, içeri bile alınmamışlar. Çaresizlik ve korku içinde, tüm Güney Amerika elçiliklerinin kapılarını aşındırmaya başlamış, hepsinden geri çevrilmişler.

Bir gün Fredek ilk kez geçtiği bir yolda yürürken yüksek bir duvarın ardındaki büyük bir bahçe içinde süslü, elçilik olması muhtemel bir bina görmüş. Yaklaşmış, duvarda “Dominik Cumhuriyeti Büyükelçiliği” tabelasını okuyup dalmış içeri. Varlığından bile haberdar değilmiş böyle bir ülkenin, adını bile duymamış; ama ne önemi var, Avrupa’dan, faşizmden uzak bir yer olduğunu tahmin edebiliyormuş. İçerde uyuklayan iki memura vize istediğini söylemiş, herhalde ilk kez böyle bir taleple karşılaşan memurlar pasaportları damgalayıp uyuklamaya devam etmiş.

Dominik Cumhuriyeti, Karayiplerde, Küba’nın yanı başında yatay ve ince uzun Hispanyola adasının doğu yarısını kaplıyor; adanın geri kalanı Haiti. Göçmenlerden çok çekmiş Hispanyola. Kristof Kolomb Avrupalıların ilk yerleşimini burada kurmuş, adını La İsabela koymuş; yerli Taíno halkı ise Avrupalıların getirdiği virüsler nedeniyle kısa süre sonra grip ve çiçek hastalığından tümüyle telef olmuş. İspanyolların altın şehir Eldorado peşinde“Amerika” adını verdikleri kıtaya göçü ve burada yüzlerce yıl sürecek egemenlikleri La İsabela’yla başlamış.

Fredek daha sonra, California’da yaşlı bir adam olarak hayatının zengin coğrafyasını hüzünlü bir hayretle incelerken belki de bunları okuyup öğrenmiştir, ama 1940’ta uzun bir vapuryolculuğundan sonra Santa Domingo limanına ayak bastığında bilmiyordu herhalde. Günümüzün turist broşürleri, Kolomb’unoğlu Diego ile eşi Doña María de Toledo’nun şimdi müze olan evinin muhakkak görülmesi gerektiğini yazıyor. O zaman da müze miydi, bilmem, ama öyle de olsa, herhalde Fredek’in çokfazla ilgisini çekmemiştir. Dominik Cumhuriyeti’nde bir hayat kurmayı hiç düşünmemiş çünkü, amaç kapağı Amerika’ya atmakmış. Küba’nın ‘göç kotası’ olduğunu öğrenmiş. O yıllarda, Amerika güçmen göndermek üzere çeşitli ülkelere belli kotalar verirmiş. Fredek ve ailesi önce Küba’ya geçmeyi, sonra da Amerika’ya göçmeyi becermiş. Nasıl becermiş, neler yaşamışlar, nasıl olmuş, bilemiyorum. Krakow’dan Los Angeles’e uzanan, yaklaşık iki yıl süren bu öykü ne korkular, eziyetler, umutsuzluklar, mutsuzluklar içermiştir, kim bilir? Bildiklerim, yukarıdaki dört paragraftan ibaret işte.

Hiç olmazsa ama, Fredek’in öyküsünün mutlu bittiğini biliyorum. Amerika’ya girişte, memur “Margulies ismi burada zor okunur, zor anlaşılır” deyince, Marr soyadını almış aile. Ve benim bugün Amerika’nın çok çeşitli yerlerinde Bill Marr, Bob Marr gibi isimler taşıyan, tanışmadığım uzak akrabalarım var.

Böyle mutlu biten göç öyküsü çok nadirdir. Göç, “gitmek” değil “kaçmak” anlamına gelir: Nazilerden, savaştan, yoksulluktan, işsizlikten, açlıktan kaçmak.

Kaçarak hayata tutunmaya çalışan insanlara nefret ve düşmanlıkla bakanlara ömrüm boyunca nefret ve düşmanlıkla baktım. Ve hep öyle bakacağım.

Roni Margulies

(Bu yazı ilk kez 30 Mayıs 2023 günü Serbestiyet’te yayınlanmıştır.)



Sibel Erduman Tüm Yazıları

‘Yasadışı’ geçişten 52 yıl hapis cezası

Geçen yıl 27 Şubat'ta Reuters haber ajansının geçtiği haberde, ismi açıklanmayan üst düzey bir Türkiyeli yetkili, Türkiye'deki Suriyeli mültecilerin artık karadan ve denizden Avrupa'ya ulaşmalarının durdurulmaması kararını aldıklarını söylemişti. Yetkili aynı zamanda sahil güvenliğe ve sınır polisine mültecileri engellememe emri verildiğini de sözlerine eklemişti.

Bu haberin ardından Türkiye'deki mülteciler Türkiye-Yunanistan sınır kapısı Pazarkule'ye doğru gitmeye başladılar. Ertesi gün açıklama yapan Erdoğan, “Biz bu kapıları bundan sonraki süreçte de kapatmayacağız ve bu devam edecek. Neden? AB’nin sözünde durması lazım. Biz bu kadar mülteciye bakmak, onları beslemek durumunda değiliz” ifadelerini kullanmıştı.

Zor şartlarda sınır kapısında bekleyen mülteciler için Edirne halkı ve Hepimiz Göçmeniz başta olmak üzere çeşitli sivil toplum kuruluşları mültecilerin yiyecek, su, battaniye gibi temel ihtiyaçlarını sağlamak ve konuyu haberleştirmek için seferber oldu, sınır kapısında bekleyen mültecilerin yanına gitti. Kendileriyle konuşulan mülteciler Yunanistan’a geçme kararlılıklarını vurguluyorlardı.

Bu süreç içerisinde Yunanistan, pek çok kez Ege denizi üzerinden geçmeye çalışan mültecilerin botlarını batırdığı iddiasıyla gündeme geldi. Hatta Report Mainz, Lighthouse Reports ve Alman Der Spiegel'in ortak araştırmalarına dayandırdıkları bir haberde, geçtiğimiz yılın Mayıs ayında, Yunan sahil güvenlik gemisinin bir grup mülteciyi şişme bir cankurtaran salıyla Türk karasularına doğru çektiği ve sığınmacıları açık denizde kaderlerine terk ettiği anlatılıyordu.

Bir tarafta Türkiye’nin mülteciler için yeteri kadar para ödemediğini söylediği Avrupa Birliği’ne, sınırları açınca neler olabileceğini gösterme girişimi, diğer tarafta Avrupa Birliği’nin kendi yasalarına uymayarak mültecileri Türkiye’de ‘bekleme odasında’ bekletmesi, geçen yıl Yunanistan-Türkiye sınır kapısında yaşanılan trajediye neden oldu. Bu arada bir kısım insan Yunanistan’a geçebildi.

İşte şimdi Yunanistan’a ailesiyle birlikte geçenlerden Suriyeli bir kişi (adı verilmiyor), Yunan mahkemesi tarafından ‘yasadışı’ olarak ülkeye girmekten 52 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Yunanistan, Avrupa Birliği üyesi bir ülke olarak topraklarına giren ve mültecilik başvurusu yapanları kabul etmek ve durumunu değerlendirmek durumundadır. Böyle diyoruz ama Yunanistan’ın böyle bir cezayı neye göre verebildiğini bilmiyoruz. Bu yazının amacı da kanunlara uyulup uyulmadığını ortaya çıkarmak değil. Çünkü Avrupa Birliği zaten Suriye savaşından itibaren kendi yasalarına uymuyor. Dolayısıyla yasalar ‘askıda’. 

Mülteciler pandemi öncesi de bir krizin cisimleşmiş haliydi. Avrupa’nın ‘mülteci’ krizi (Türkiye’yi de dâhil edebiliriz) sınıra dayanan mülteci sayısından doğmuş gibi gözüküyor. Ama aslında mesele gelenlerin gitgide artması değil; mülteciler daha önce kriz olmayan yere kriz taşımadılar. Daha ziyade gittikleri ülkede kurucu mahiyette ama gizli, bastırılmış, görünmeyen bazı sorunları şiddetlendirip görünür hale getirdiler. Yani hiçbir yerde olmayan ırkçılığın ‘binlerce insanın akın etmesiyle’ baş göstermesi söz konusu değil. Türkiye için de böyle bir durum söz konusu. 

Hükümet mülteci meselesinde Türk kültürünün yardımsever, misafirsever olduğuna dair söylemlerine yaslanıyor. Ancak, geçen seneki olayda insanları bir deneme tahtası gibi sınıra sürmeleri ve pazarlık konusu yapmalarında görüldü ki, Suriyeli ve diğer sığınmacıların Türkiye’de zorunlu olarak kalmasıyla ortaya çıkan bu sözde misafirperverliğin altı boş. 

Aslında zaten hiçbir zaman misafirperverlik söz konusu olmadı. 1941 yılı Aralık ayında Hitler’den kaçıp gelen bir gemi dolusu Yahudi’yi kabul etmeyip denizin ortasında açlık ve susuzluktan ölmeye bırakmalarını düşünün.

Muhalefet partilerine gelince, şimdiye kadar bir şekilde genel bir milliyetçiliği elden bırakmadılar (Türkiyelilerin bir de ırkçı olmadığı söylenir hep). Suriyeliler ile birlikte ırkçı söylemleri gayet açık ve net bir şekilde söylemekte bir beis görmediler ve görmüyorlar. Türk milliyetçiliğinin ırkçı olmaması diye bir şey hiçbir zaman söz konusu değildi zaten. Türkiye’de yaşayan ‘Türk’ olmayanlar, ama Türk vatandaşlığına sahip olanlar, her zaman hedef tahtası oldular ve katledildiler. Dolayısıyla mültecilerin doğurduğu bir kriz olmaksızın bir ‘mülteci krizi’ yaşanıyor, gerek Avrupa’da gerekse Türkiye’de. 

Aslında mülteciliğe ve içinde bulunduğumuz pandemi koşullarında yaşadığımız sorunlara herhangi bir siyasi çözümün yokluğu, gerçek anlamda siyasetin yokluğu anlamına geliyor, bizler buna tanık oluyoruz. Mültecilerle cisimleşen sorunun hukuki bir çözümü yoktur (konu başlığında da görüldüğü gibi). Bu insanların korunmaya ihtiyacı olduğunu pekâlâ herkes biliyor ama bilmiyormuş gibi davranıyor. Sorun siyasidir.

Sibel Erduman


Sibel Erduman Tüm Yazıları

Müteahhitlere ve binaların yapılmasına izin verenlere değil mültecilere saldıranlar

Antep’in Şahinbey ilçesi, depremzedelerin yoğun yaşadığı yerlerden birisi, ayrıca mültecileri de barındırıyor. Kendilerine ‘sen Suriyelisin, sana çadır yok” denildiği için kendi yaptıkları çadırlarda kalıyorlar. Depremin ikinci gününde battaniye ve kıyafet gibi ihtiyaçlar dağıtılmış ama mülteciler yararlanamamış, daha doğrusu onlara verilmemiş. Pek çok mülteci ise parklarda hiçbir şeyleri olmadan bekler haldeler. Genel olarak zaten herkesin perişan olduğu bir deprem bölgesinde mülteciler ayrıca dışlanabiliyor. 

Durum buyken, Ümit Özdağ gibi Suriyelilere ve genel olarak mültecilere yönelik ırkçı tutumu olan bir adam, kalkmış bile bile yalan haber yayarak mültecilerin ‘talan’ yaptığını söylüyor. Buna da bir dolu insan teşne oluyor. Ve ilginç bir şekilde AKP ne zaman dara düşse Ümit Özdağ ve mülteci düşmanları hükümetin önüne siper oluyorlar. Orman yangınları sırasında da bu adam ‘ormanları Suriyeliler yakıyor’ demişti. 

Bu tür ırkçı saldırılara karşı net olmak ve şunu söylemek lazım;

Bize ev diye tabut satanlar, onlara imar izni verenler, depremden sonra askerin, madencilerin ve yardım ekiplerinin müdahalesini geciktirenler, en fazla ihtiyaç duyduğumuz anda sosyal medyayı kapatanlar mülteciler değil. Öfkenin yönünü değiştir.

Talan denilen şey de aç ve susuz kalan insanların bir iki dükkâna girip karınlarını doyurmaya çalışmalarından ibarettir sonuçta. Bu kadar vahim bir deprem sonrasında, inanılmaz derecede organize olmayan bir devlet aygıtıyla karşı karşıyız. Devlet organize olup müdahale edemediği gibi bir de yardım götüren insanları ve grupları engelliyor ya da onların yardımlarına el koyup kendisi dağıtıyor. AFAD gibi doğru dürüst hiçbir eğitim almamış gönüllüler ve belki çok az profesyonelle çalışan bir merkezi örgütün bu işi yapamamasından dolayı birçok insan ölmüşken, öfkeyi mültecilere yönlendirmek bilerek yapılan ve devletin beceriksizliğinin üstünü örten bir eylemdir.

Ama görebildiğim kadarıyla bu ırkçı yalanlar pek rağbet görmüyor, en azından sosyal medyadan takip ettiğim kadarıyla. Ama yine de bu ırkçı yalanlardan dolayı saldırıya uğrayan mülteciler oluyor ve canlarıyla ödüyorlar. 

Hiçbir zaman bu tür saldırılarda tarafımızı unutmayalım.

Sibel Erduman


Tuna Emren Tüm Yazıları

Filistin’in özgürlüğüne kavuşamadığı bir dünyada iklim adaleti sağlanabilir mi?

Greta Thunberg geçtiğimiz haftalarda Amsterdam’da 70 bin kişinin katıldığı muazzam bir iklim eylemindeydi. Eyleme Filistin puşisi takarak gelen ve “Antikapitalista” sloganları atarak yürüyen Thunberg bir konuşma yapmak için sahneye çıktığında “İşgal altındaki topraklarda iklim adaleti olamaz!” sloganı attırdı ve hemen ardından müthiş bir fırtına koptu. 

Thunberg’in Filistin’e destek vermiş, bununla da kalmayıp antikapitalist olduğunu açıkça sergilemiş olması bazılarını çok rahatsız ederken sosyal medyada da günlerce tartışılan bir konuya dönüştü. Kimileri onu radikal bir biçimde Filistin yanlısı olmakla suçladı, kimileri antisemitizmi yeterince kınamıyor olmakla itham etti ve bu tartışmalar iklim hareketine de sıçradı. Almanya Fridays For Future grubu, Thunberg'i hedef alan utanç verici açıklamalarda bulundu; “Greta Thunberg mevcut duruşuyla pek çok insana zarar veriyor. Bizim için önemli olan, onun Fridays for Future Almanya’yı temsil etmiyor olduğunun bilinmesidir." 

Thunberg ise şöyle diyordu; “İklim adaleti hareketi olarak ezilenlerin, özgürlük ve adalet için mücadele edenlerin sesine kulak vermek zorundayız.” 

İklim mücadelesi ve Filistin’in özgürlük mücadelesi farklı evrenlerde yaşanmıyor

İklim hareketinde Filistin'e destek çağrısı yapılıp yapılmaması hakkında bir tartışma başlatılması bile aslında hareketin antikapitalist unsurlarının henüz tüm bileşenler tarafından yeterince anlaşılamamış olmasının bir sonucu. 

İklim adaletinden, ‘Adil Geçiş’ten bahsederken tüm bunların kapitalizmde başarılabileceğine dair boş bir umut sergilemiyor bu hareket; dünya üzerindeki en zengin ve güçlü şirketlere (fosil yakıt şirketlerine) yöneltilmiş bir meydan okumada bulunuyor. Fakat meydan okunan sadece bu şirketler değil, çünkü onlara meydan okuduğunuzda onları koruyan devletlere de meydan okumuş olursunuz. Dolayısıyla karşısında durduğunuz şey, sistemin ta kendisi oluyor. 

Bu derece radikal bir duruş sergileyen iklim hareketinin Filistin’de işlenen insanlık suçlarına sessiz kalma, biraz ezilen halkın biraz da ona bu zulmü yaşatan terör devletinin yanında öyle tuhaf bir yerde konumlanma gibi saçma sapan bir tavrı olabilir mi? Filistin’in özgürleşemediği bir dünyada iklim adaletinin sağlanabilmesi mümkün mü? 

Çocukları hedef almış bombaların sponsoru olmaya devam eden bir sistemden bahsetmiyormuşuz gibi, iklim mücadelesi ile Filistin’in özgürlük mücadelesi farklı evrenlerde yaşanıyormuş gibi davranacak bir iklim hareketinin bu çetin mücadeleyi kazanma şansı olabilir mi?

Tüm gücümüzle Filistin halkının yanındayız!

Neoliberal politikaların yayılmasına hizmet etmek amacıyla var edilmiş Dünya Bankası gibi bir kurum bile hazırladığı raporda şöyle diyor; iklim krizi, 2050 yılına kadar 143 milyondan fazla insanı iklim göçmeni olmaya zorlayacak – daha tarafsız raporlarda buradakinin 10 katı kadar bir nüfustan bahsedildiğini görüyoruz. Bu göçlerin ilk büyük dalgasının dünyanın en savunmasız toplumlarından çıkması bekleniyor. Bu arada, iklim göçleri, 4 milyon insanın içme suyuna, 500 milyonluk bir nüfusun da gıdaya erişimde sorun yaşadığı kabus gibi bir dünyada başlayacak. Açlığa ve susuzluğa itilen bu insanlara her yıl 200 milyon kişi eklenirken aşırı sağcı ve baskıcı rejimlerin neler yapabileceğini biliyoruz. Gıdanın ve suyun hepimize yetmeyeceğini söyleyip her şeyin sorumlusu olarak duvarların ötesindeki o insanları işaret ettiklerinde onları düşman olarak görmek gerektiği üzerine tezler de sunacaklar elbette. Tıpkı bugün Filistinlilere yaptıkları gibi… 

Greta Thunberg, fosil yakıt şirketlerinin karşısına dikilmekle İsrail’in, ona destek verenlerin, aşırı sağın, ırkçıların, faşizmin karşısına dikilmenin birbirinden farklı mücadeleler olmadığını gösteriyor. Bugün tüm gücümüzle Filistin halkının yanında durmamız, Filistin özgürlüğüne kavuşana dek bu mücadeleden vazgeçmeyecek kadar kararlı olmamız gerek. Bunu başaramadığımız, gözlerimizin önünde gerçekleşen bu soykırımın dahi meşrulaştırılabildiği bir dünyada iklim adaleti talebinin ne bir yeri ne de bir karşılığı olabilir.


Volkan Akyıldırım Tüm Yazıları

Sendikal hareketin gündemleri

DİSK, İstanbul’dan Ankara’ya “Gelirde adalet, vergide adalet” talebiyle yürüdü. Yol boyunca çeşitli duraklarda basın açıklamaları yaptı:

► En zengin yüzde 20’lik kesim (bu, nüfusun yüzde 1’lik kısmıdır) toplam servetin yüzde 48’ine el koyuyor. Kalan yüzde 80’lik ezici çoğunluk ise (tüm nüfusun yüzde 99’u) onlardan kalan yüzde 52’lik serveti paylaşıyor.

► Vergi tarifelerindeki eşitsizlik sonucu en fazla kazananlar, toplam vergi gelirinin az bir kısmını öderken, devletin kasasını dolduran vergilerin çoğunu biz ödüyoruz. Oysa çok kazanandan çok, az kazanandan az vergi alınmalıdır.

Fakat yürüyüşün Ankara’daki final ayağı hiç de iyi olmadı. Eylem alanında, belediyelerde yönetimde olan, yani patron konumundaki CHP’nin genel başkanı ile kol kola girmeleri ise kabul edilemezdi. 

***

2024’te asgari ücretin belirleneceği pazarlıklar yaklaşırken, işçi tarafını temsilen masaya oturacak en fazla üyeye sahip sendikal konfederasyon olan Türk-İş ise daha önce bu köşede desteklenen çıkışlarına devam ediyor:

► Asgari ücretli bir işçinin maaşı gıda harcamalarına, kira, faturalar vb. zorunlu masrafların karşılanmasına yetmiyor. Bir evde iki asgari ücretli işçi olsa bile bu miktarı karşılayamaz durumdalar. Ve asgari ücret Türkiye’deki 30 milyondan fazla işçinin çoğunluğuna dayatılıyor.

► Asgari ücret, 15 üyeden oluşan bir komisyon tarafından belirleniyor. Karar alınması için 10 üyenin oyu gerekli. İşçi tarafı adına sendikaya verilen kontenjan ise sadece 5 ile sınırlı. Türk-İş bu beş üyelikten birini asgari ücretli bir işçiye ayırıyordu. Fakat son iki pazarlıkta sözleşmeye imza atmayan sendika, bu kez kontenjanından dördünü çeşitli sektörlerde çalışan işçilere verecek.

► Türk-İş sendikalarının üyeleri arasında asgari ücretle çalışan işçi bulunmuyor. Asgari ücretli işçiler, özellikle de özel sektörde çalışan sendikasız çoğunluk halindeler. 

Antidemokratik olan ve baştan itibaren işçilerin kaybetmesi için çalışan komisyona müdahale etmek için demokratik işçi eylemlerine ihtiyaç var. Asgari ücret pazarlıkları canlı yayında yayınlanmalı. Türk-İş bu girişimi mücadeleyle desteklemediği takdirde sonuç alınmayacak, biçimsel olacak.

***

Bir hareketlilik de KESK’te yaşanıyor. Devlette memur statüsüyle çalıştırılan işçiler arasında en fazla üyeye sahip 3’üncü sendikal konfederasyon, iktidar tarafından meclise sunulan 2024 bütçesine 2 Aralık’ta İstanbul ve Diyarbakır’da bölgesel mitinglerle karşı çıkacak.

► 2024 bütçe teklifinin büyük bölümü kapitalistlerin borç faizlerine, silahlanmaya, devlet-kapitalist ortak projelerine, Diyanet İşleri gibi devlet kurumlarına ayrılmış durumda.

► Kamu emekçilerinin ücretleri, TÜİK’in resmi enflasyon rakamları tarafından belirleniyor ki bu rakamların gerçekte yaşanan yüksek enflasyonun yanına yaklaşmadığı da biliniyor.

Düşük ücret dayatması işçi-memur-sözleşmeli, hangi statüde olursa olsun tüm işçilerin ortak sorunudur. Kamu emekçilerinin ücretleri ise kemer sıkma politikalarının asıl hedefidir. Vergi gelirlerimizden oluşan devlet bütçesindeki kaynaklar yettiği halde kamuda çalışanlara hak ettikleri insanca ücretler verilmiyor.

***

Ücretleri yükseltmek, ekonomik-sosyal hakları genişletmek, vergi adaletsizliğine ve servet eşitsizliğine son vermek için tüm sendikalar yan yana gelmeli, birleşik mücadele vermeli. 

Bize düşen ise böyle bir süreci tabandan zorlamaktır.



Yıldız Önen Tüm Yazıları

Yağmacıları vurmak mı?

Faşistlerin ortak bir özelliği vardır. Bir kriz anında egemen sınıfı ve devletin kadim güçlerini kendi iktidarlarına ikna etmek için toplumun en zayıf olduğu düşünülen kesimlerine yönelik ısrarlı bir düşmanlaştırma kampanyası yaparlar. 

Bu kampanya linç talebi, öldürme talebi, imha edilmeleri talebi, sürgü edilmeleri talebi gibi bastıramadıkları arzularını yüksek sesle dile getirmeleriyle, sık sık tekrarladıkları için sıradanlaştıracakları ırkçı inançlarıyla el ele ilerler.

Holokost’un nedeni, 1920’lerin başından itibaren Yahudileri imha etmeyi savunan fikirlerin hoyratça dile getirilmesiydi. 

Şimdi ırkçılar ve faşistler Türkiye’de devrede. 

Üstelik deprem gibi bir felaket yaşanmışken, zaten çok ağır havayı daha da zehirliyorlar.

Ekranlara yansıyan “yağma” görüntülerini fırsat bilen bir göçmen düşmanı, yağmacılar için vur emri çıkartılmasını talep etti. Eş zamanlı bir şekilde bazı sosyal medya hesapları da Suriyeli göçmenleri hedef gösteren paylaşımlarla, nefret tohumları ekmeye devam etti.

Bir deprem anında, devlet enkazda kalanlara, karakışta çaresiz kalan insanlara hiçbir yardım elini uzatmadığında bu insanların birkaç mağazaya girip temel ihtiyaçlarını almalarına yağma değil, hak denir.

Vurma değil ama haklarında hukuki soruşturma yapılacak insanlar depremi ve her türden felaketi fırsata çeviren esnaflar, emlakçılar, market sahipleri ve sırtını iktidara yaslayan müteahhitlerdir. 

Öte yandan aynı anda Suriyelileri de ve Suriye’yi de vuran bu depremi göçmen düşmanlığı yapmak için kullananlar, işte bu türden insanlar ırkçı bir kitlesel linç girişiminin örgütlenmesi için depremin yarattığı koşulları kullanıyorlar. 

Oysa sınırın her iki tarafında çok sayıda göçmen hayatını kaybetti. Sığınmacı hakları aktivisti Taha Elgazi’nin söylediği gibi, “Antakya, özellikle Cumhuriyet Mahallesi, Narlıca Mahallesi, Akevler Mahallesi gibi fakirlerin ve göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı yerlerde yüzlerce insan yıkılmış evlerin altında.”

Göçmenlerle dayanışan STK’lara gelen bilgilere göre yaklaşık 3 bin Suriyeli depremde hayatını kaybetmiş durumda.

Rojava ve Suriye’nin çeşitli bölgelerinde ise ölenlerin sayısı 2 bin 530’a, yaralananların sayısı ise 4 bin 645’e yükseldi. Bu bölgelere Suriye rejiminden, uluslararası yardım kuruluşlarından ve Türkiye’den giden yardımın yetersizliği ortada. Halk Türkiye’de olduğu gibi çıplak elleriyle sevdiklerini çıkarmaya çalışıyor.

Deprem sınır dinlemiyor.

Dayanışma da sınır dinlememeli.

Suriye Büyükelçisi Bassam Sabbah, yardımların Esat hükümeti üzerinden verilmesi gerektiğini söylüyor. Hükümet kontrolünde olmayan bölgelere yardım ulaşması bu nedenle zorlaştırılıyor.

Bir yandan Türkiye’de ırkçılara yüksek sesle karşı çıkmamız ve göçmenlerle dayanışmayı örmemiz lazım, öte yandan sınır ötesi askeri harekatlara devam eden iktidarı, operasyonlara son vermeye çağırmalı ve Suriye’de depremin vurduğu insanlarla hızla insani dayanışmanın örgütlenmesi için çağrıda bulunmalıyız.

Irkçılık ve göçmen düşmanlığı, depremin etkilerini daha da artıran felaketlerdir.



Zilan Akbulut Tüm Yazıları

Yasal, güvenilir ve erişilebilir kürtaj haktır!

Kadın bedeni ya da kadınları ilgilendiren pek çok konuda olduğu gibi kürtaj da oldukça tartışmalı ve kadınlara atfedilen soyun devamı için çocuk doğurma rolünü üstlenmiş işlevler üzerinden varlığını sürdüren bir konu. Gebeliğin devam edip etmemesi, kürtajın ücretsiz olup olmaması ya da hangi yöntemlerle veya ne zaman sonlandırılacağına yönelik dönen tartışmalar bu odağın ekseninde şekillendiği gibi yıllardır kadın mücadelesinin önemli bir ayağını oluşturmuş ve bu konuda oldukça önemli kazanımlar elde edilmiştir. 

Kadınlara yüklenen bu üreme rolü “kutsal annelik” kisvesi adı altında kadınlar haricinde herkesin konuşabileceği “iyi niyetli tavsiyelerin” havada uçuştuğu bir nitelik kazanmış ve kadını yalnızca bu role indirgemiştir. Kapitalizm ve ailenin kurumsallaşmasıyla birlikte kadının işgücünü yeniden üretme göreviyle baş başa kalması kadın bedenin nüfus politikalarının aracı haline gelmesine neden olmuştur. Hal böyleyken kürtaj gibi kadın bedenini doğrudan ilgilendiren bir mesele hala dünyada birbirinden farklı kısıtlamalarla sunulan ya da yasaklanan bir işlem olmuştur. Kimi zaman doğrudan bir yasak konulmasa bile maddi ve manevi türlü engellerle birlikte üstü kapalı bir yasak halinde sunulmaya devam etmektedir. 

Türkiye’de ise kürtaj, 10. gebelik haftasının sonuna kadar yasal olmasına rağmen uygulamada böyle bir yasanın pek bir karşılığı yok. Kadınlar hastanelerde kadının evli veya bekar oluşuna ilişkin prosedürlerin farklılaşmasından tutun da böyle bir uygulamanın yasak olduğunu söylemeye kadar pek çok sistematik engellere maruz kalır. Ancak kürtajı kısıtlayan ve kısıtlamayan ülkelerdeki kürtaj oranları birbirine çok yakın olmasından da anlaşılacağı gibi kürtaj yasaklamakla ya da maddi ve manevi bir dizi engelle son bulmuyor. Kadınlar kürtaja ulaşamadığı hallerde gebeliği sonlandırmak için ağırlık kaldırmak, yüksek bir yerden atlamak, düşüğe neden olacağına inandıkları ilaçları içmek, vajinalarına sivri cisimler sokmak gibi tehlikeli, sağlıksız veya geleneksel yöntemlerle bedenlerine zarar verebiliyor. Dolayısıyla kürtajın yasal ve ulaşılabilir olmamasının pratikteki karşılığı kadınların bedensel ve ruhsal sağlığından vazgeçmesine neden oluyor.

Bedenlerimizin, cinselliğimizin ve hayatlarımızın nüfus politikalarına alet edilmesine; kocalar, babalar, sevgililer tarafından denetlenmesine izin vermeyeceğiz. Biliyoruz ki kürtaj değil, kürtajın yasaklanması ya da kürtaj olmak isteyen kadınlara zorluk çıkarılması cinayettir. Bedenlerimiz bizim, kararlar da yine bizim olacaktır!

Zilan Akbulut