Karl Marx ve Friedrich Engels, tüm zamanların en çok satan kitabı olan Komünist Manifesto’da şöyle derler: “İşçilerin vatanı yoktur. Onlardan sahip olmadıkları bir şey alınamaz.”
Özellikle Suriye’deki iç savaş sonrası dünyada “göçmen krizi” olarak adlandırılan süreç ortaya çıktı. Ancak tek sebep tabii ki Suriye değildi; yoksulluk, savaş, politik baskılar, iklim krizi, kıtlık gibi sebeplerle göçmen olmaya zorlanmış milyonlarca insan zaten hareket hâlindeydi. ABD’nin göçmen düşmanlığıyla tanınan bir önceki başkanı Donald Trump, Meksika sınırına inşa ettiği yarım kalan duvarı Suriyelilere karşı değil, ABD tarafından defalarca altüst edilmiş ve yoksullaştırılmış olan Güney Amerikalı göçmenlere karşı inşa etmişti. En son örneğini Avrupa Parlamentosu seçimlerinde gördüğümüz gibi yükselen aşırı sağcılık kendini en temelde göçmen karşıtı ırkçılık üzerinden kuruyor. İçinde faşistlerin de bulunduğu aşırı sağcılık, sahte bir antikapitalizm retoriğiyle göçmenlerin de bir parçası olduğu işçi sınıfını bölüyor. Dolayısıyla “göçmen krizi” diye adlandırdıkları olgu, sadece göçmenlerin değil Avrupalı, ABD’li işçilerin de kabusuna dönüşüyor.
Krizin adını doğru koymak lazım, yaşanan bir göçmen krizi değil kapitalizmin sınır rejiminin krizidir. Kapitalizm ortaya çıktığı günden itibaren dünyayı sınırlar ile bölmeye girişti. Elbette sınır dediğimiz olgu kapitalizm ile ortaya çıkmadı, imparatorluklar çağında da sınırlar vardı ancak erken kapitalizm sermayenin gelişebileceği daha küçük bir birime yani ulus-devlete ihtiyaç duydu. Bunun içinse içinde pek çok halkın -baskı altında- yaşadığı imparatorlukları, yine halkların baskı altında yaşadığı daha küçük devletlere böldü, bunu yaparken ise o sınırlar içinde yaşayanların “ulus” adı altında çıkarlarının ortaklaştığı yalanını uydurdu ve bu yalan günümüzde hâlâ geniş kitleleri etkilemeye devam ediyor.
Bütün göçmen karşıtı retoriğine rağmen kapitalizm aslında göçmenliğe ihtiyaç duyar. Dolayısıyla kapitalizmin göç ve göçmenlere ilişkin tarihi ikiyüzlülüğün tarihidir. Örneğin Türkiye, II. Dünya Savaşı’nda Almanya’dan kaçan Yahudi bilim insanlarını, Irak’ta Saddam Hüseyin’in Halepçe’deki kimyasal katliamından kaçan Kürtleri ülkeye kabul etmekle övünür. Bugün de Suriye’den ve Afganistan’dan gelen göçmenlere “kucak açmak”la övünen Türkiye, asıl olarak göçmenlerin mültecilik hakkını tanımamakta ve Avrupa Birliği ile yaptığı anlaşma uyarınca göçmenleri Türkiye’de “geçici koruma statüsü” diye uydurma bir kavram altında rehine olarak tutmaktadır. Ana muhalefet CHP’den Zafer Partisi gibi faşist partilere kadar muhalefetin önemli bir kısmı ise yükselen göçmen karşıtlığının sözcülüğünü üstlenmeye çalışmaktadır. Tüm bu partilerin ortak bir yönü var, hepsi patronların çıkarını savunuyor ve dünyada olduğu gibi Türkiye’de de patronların hepsi göçmenlerden “ucuz emek gücü” olarak faydalanıyor.
Bu, işçi sınıfının patronlar karşısında pazarlık gücünü azaltan bir olgu gibi görünüyor ve işçileri göçmen işçilere karşı kışkırtıyor. Oysa ücretlerin düşmesinin sebebi göçmenler değil, tam da emek mücadelesine eşit özneler olarak girmelerini engelleyerek ücretleri baskılayan ırkçılık. Bunun karşısında yapılması gereken ise göçmenleri işçi sınıfının bir parçası olarak kabul ederek patronlara karşı omuz omuza mücadele etmek.
Sosyalistler, ülkelerin sınırlarını doğal oluşumlar olarak değil işçilerin ve ezilenlerin hapishanesi olarak görürler. Sermaye istediği gibi seyahat edebilirken, bizlerin hareket serbestisi baştan bu sınırlar tarafından engellenmiştir. O sınırlar için kan dökülür, işçiler birbirine kırdırılır, “ulusal çıkar”, “milli gurur” adına ezenler ve ezilenler aynı potada eritilir. Dolayısıyla isteyenin, istediği yerin vatandaşı olabilmesini savunmak, hele ki baskı ve zulümden kaçanlarla omuz omuza durmak sosyalistlerin temel görevidir. Burada yaşayan buralıdır.
Can Irmak Özinanır
(Sosyalist İşçi)