İstanbul’da söyleşi- Üniversiteler Filistin için ayakta: Yeni Bir 68 mi?

Hrant’sız 17 yıl: Cinayete giden yol

Hrant Dink, devletin on yıllardır üstünü örtmeye çalıştığı Ermeni Soykırımı gerçeğini ve gayrı Türk düşmanlığını belgelerle ve sözlü anlatımlarla topluma aktaran gözü pek bir gazeteci olarak tanındı. Gazeteci kimliğinin yanı sıra Dink “iyi bir solcu ve iyi de bir Ermeni” idi. Dolayısıyla hem “sığ” hem de derin devletin hedefi haline gelen Hrant Dink, sık sık “Türklüğü tahkir,” “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” gibi suçlardan yargılandı. Bu davalardan ilki Hrant Dink’in 2002'de Urfa'da bir konferansta "Ben Türk değil Türkiyeliyim ve Ermeniyim" demesi üzerine açıldı. Dink, Türk Ceza Kanunu’nun meşhur 301. maddesine istinaden "Türklüğü aşağılamak" suçuyla üç yıl yargılansa da bu davadan beraat etti. Hakkında açılan davalardan bir diğeri ise 6 Şubat 2004 tarihinde, kurucusu ve Genel Yayın Yönetmeni olduğu AGOS gazetesinde kendi imzasıyla yayınlanan “Sabiha Hatun'un sırrı” başlıklı haberde, Atatürk'ün manevi kızı Sabiha Gökçen'in aslında yetimhaneden alınmış bir Ermeni kızı olduğunu akrabalarının aktarımlarına dayanarak ortaya çıkarması üzerine başlayan saldırıların ardından gelmişti. Haberin 21 Şubat günü Hürriyet gazetesi tarafından “Sabiha Gökçen mi Hatun Sebilciyan mı” başlığıyla manşete taşınmasının akabinde 22 Şubat’ta Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreterliği, “ulusal birlik ve beraberliğimizin en güçlü olması gereken bu dönemde,” başta basın olmak üzere tüm kesimleri duyarlı olmaya davet etti. Açıklamadan iki gün sonra İstanbul Valiliği’ne davet edilen Dink, Vali Yardımcısı Erol Güngör ve kendilerini Güngör’ün yakınları olarak tanıtan kişilerce yine Güngör’ün ifadesine göre “tehdit edilmedi, toplumsal infial için uyarıldı.” 13 Şubat 2004 tarihli başka bir yazısındaki “Türk'ten boşalacak zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni'nin, Ermenistan ile kuracağı asil damarında mevcuttur” ifadeleri bağlamından koparılarak Hrant Dink'e "Türklüğü neşren tahkir ve tezyif etmek" suçlamasıyla bir kez daha dava açıldı. Dink, atanan bilirkişinin olumsuz raporuna rağmen Şişli 2. Asliye Ceza Mahkemesi tarafından 7 Ekim 2005'te altı ay hapis cezasına mahkûm edildi. Yargıtay 9. Ceza Dairesi kararı onayladı ve ceza kesinleşti. Hrant Dink'in davanın sonucu hakkındaki açıklamaları nedeniyle “yargıyı etkilemeye çalışmak” suçlamasıyla yeni bir dava daha açıldı.  Ergenekon’un rolü hala karanlık Bu süreçte daha sonra Ergenekon Terör Örgütü davasında da yargılanan Avukat Kemal Kerinçsiz ve (2021 yılında Doğu Perinçek’in danışmanı olarak Vatan Partisi’ne üye olan) dönemin Ülkü Ocakları Başkanı Levent Temiz tarafından defalarca hedef gösterilen Hrant Dink, yine Ergenekon sanıklarından Veli Küçük tarafından da telefonla aranarak tehdit edilmişti. Dink, tehditler ve hedef göstermeler sürerken, 19 Ocak 2007’de, o gün 17 yaşında olan Ogün Samast tarafından AGOS’un önünde arkasından sıkılan üç kurşunla vuruldu ve olay yerinde hayatını kaybetti. Dink’in 23 Ocak 2007’deki cenaze törenine yüz binlerce insan “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz” sloganıyla katıldı. Trabzon Jandarma Komutanlığı İstihbarat Şubesi, Trabzon Emniyet Müdürü Ramazan Akyürek, İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah, istihbaratçı Erhan Tuncel ve Yasin Hayal gibi gedikli tetikçilerin bir araya gelmesini sağlayan ortak payda olan Ermeni düşmanlığı, soykırım inkârcılığı ve milliyetçilik, cinayetin ardından başlayan yargı sürecinde de etkisini gösterdi. Valiliklerin resmi görevliler hakkında soruşturma izni vermemesi, Dink ailesi ve avukatlarının taleplerinin dikkate alınmaması, zamanın ruhuna göre değişen iddianameler ve cinayetin arkasındaki örgütlenmenin ortaya çıkarılmaması gibi bir dizi gelişme, 17 yıldır gerçeklerin ortaya çıkmasını engelliyor. Nitekim başlangıçta Ergenekon sanıklarıyla olan bağlantılara odaklanılan dava sürecinde bu durum yıllar içerisinde yerini Fethullahçı emniyet ve jandarma görevlilerinin ihmallerini ön plana çıkaran iddianamelere bıraktı. Tetikçiye tahliye! 18 yaşından küçük olduğu için yargılaması İstanbul 2. Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi’nde yapılan Ogün Samast’a önce tasarlayarak kasten öldürme suçundan ağırlaştırılmış müebbet cezası verilse de bu süre yaşının küçük olması gerekçesiyle 21 yıl 6 aya düşürüldü. Yasak silah taşımaktan aldığı 1 yıl 4 ay hapis cezasının birleştirilmesiyle birlikte toplamda 22 yıl 10 ay hapis cezasına çarptırılan Samast, 15 Kasım 2023’te tahliye edildi ve kamu vicdanı bir kez daha yaralandı. Tahliyenin ardından açıklama yapan bakanlık, “Yasin Hayal ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ve 14 yıl 22 ay 75 gün hapis cezasına hükümlü olup, koşullu salıverilme tarihi 25.07.2047’dir. Yine aynı suçtan diğer hükümlü Erhan Tuncel ise toplam 96 yıl hapis cezasına hükümlü olup, koşullu salıverilme tarihi 26/07/2040’tır.” ifadeleriyle Hayal ve Tuncel’in bir süre daha cezaevinde kalacağını bildirdi. Öte yandan bugüne dek cinayette ihmali ya da sorumluluğu bulunan kamu görevlilerinin bir kısmı beraat ettirildi veya verilen “cezalarla” bu kişiler adeta ödüllendirildi. Hrant Dink cinayeti ve dava süreci bir utanç vesikası olarak tarihe geçse de Hrant’ın Arkadaşları hala “biz bitti demeden, bu dava bitmez” demeye devam ediyor. --- 301 2002 yılından Nisan 2008’e kadar, “Türklüğü, Cumhuriyeti veya Devletin Kurum veya organlarını aşağılama” suçunu ele alan 301. maddeden toplam 1481 dava açıldı, 6745 kişi yargılandı, 745 kişi mahkûm oldu. Kovuşturmaya uğrayanlar arasında Orhan Pamuk, Hrant Dink, Ragıp Zarakolu, Eren Keskin ve Aydın Engin gibi isimler bulunuyordu. 

Seküler milliyetçilikten 'alternatif sağa': Irkçılık ve milliyetçiliğe karşı mücadele

Son günlerde adına kimi zaman “seküler milliyetçilik” kimi zaman “Türkçülük” denilen yeni bir sağ dalganın ortaya çıktığına şahit oluyoruz. Sokak röportajlarında ırkçılar rahatça “10 milyon tane affedersiniz insan olmayan yaratık var; Araplar, Afganlar, Pakistanlılar… Bunlara insan diyemeyiz, bunlar kesinlikle insan değil.” diyebiliyor, İstanbul’daki üç lisede öğrenciler Nazi selamı veriyor, Suudi Arabistan’da oynanması planlanan ama iptal edilen Fenerbahçe-Galatasaray maçının ardından Arap düşmanı binlerce yazı ve görsel yaygın bir şekilde paylaşılabiliyor. Irkçılığın böylesine normalleştirilmeye çalışıldığı bir ortamda, bu zehirli dille ve bu dilin kışkırttığı ırkçı eylemlerle mücadele etmek için önce bu dalganın nasıl ortaya çıktığını anlamalıyız. Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasının ardından bir ulus devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Müslüman bir Türk milletini temel alıyordu. Bu yüzden gayrimüslimler başta olmak üzere farklı dinden ve farklı etnik kökenden vatandaşlar kitlesel kıyımlarla, ülke dışında sürülerek veya asimilasyona uğratılarak nüfus homojen hale getirilmeye çalışıldı. Resmî ideolojinin söylemleri bu yıllarda ırkçılıkla iç içe girdi; her ne kadar “Ne mutlu Türküm diyene” denilse de gayrimüslimlerin gerçekte Türk olmadıkları ama kanunen Türk sayıldıkları vurgulandı. Kafatası ölçümleriyle Türklerin “sarı ırkla bağlantılı olmadığı” ispatlanmaya çalışıldı.  Ancak Türkiye sağında bu düzeyde bir ırkçılığı dahi yeterli bulmayan bir akım her zaman varlığını sürdürdü. Rıza Nur’dan Nihal Atsız’a uzanan Türkçü figürler için hem Türklük bir “ırk ve kan meselesi” idi, hem de Orta Asya’daki Türklerin Sovyetler Birliği’nden kurtarılması için Nazi Almanya’sı ittifak yapılabilecek bir güç olarak öne çıkıyordu. İkinci Dünya Savaşı’nda etkisini giderek arttıran ırkçılar, Nazi Almanya’sının askeri olarak yenilmeye başlanması üzerine tasfiye edildiler. İsmet İnönü 19 Mayıs 1944’te yaptığı konuşmada “Türk milliyetçisiyiz, fakat memleketimizde ırkçılık prensibinin düşmanıyız. Memleketimizde politika garezleri için uydurulan ırkçılık önderlerinin çok acıklı faciaları hatıralarımızda canlıdır.” diyecekti. Soğuk Savaş koşullarında ABD etkisiyle canlandırılan antikomünizme, ırkçı düşüncelerin iade-i itibarı eşlik edecek, MHP’de somutlaşan faşist hareket hem Türklüğe hem İslam’a vurgu yapacaktı. Ancak Nihal Atsız’ın temsil ettiği, İslamcılığı ümmetçi niteliği nedeniyle olumsuz gören Türkçülük MHP’nin dışında kaldı. Türkiye’de ırkçılığın erken dönem tarihi böyleyken, dünyada bugün yükselişe geçen aşırı sağ daha farklı dinamiklerden beslendi. Hem Avrupa’da hem de dünyanın pek çok yerinde aşırı sağ partilerin oylarını arttırdığını, bir kısmının iktidara geldiğini geliyoruz. Fransa’da eski adı Ulusal Cephe olan Ulusal Birlik partisi son iki AB parlamentosu seçiminden birinci parti olarak çıkarken İtalya’da neo-faşist örgütlerde yetişen Giorgia Meloni başbakanlık koltuğunda oturuyor. Arjantin’de Javier Milei seçimlerden zaferle çıkarken, Hollanda’da Geert Wilders’ın başında olduğu Özgürlük Partisi 22 Kasım 2023 seçimlerinden oyların yüzde 23,5’unu alarak birinci parti oluyor. Bu partilerin yükselişinin ardında 2008’den beri etkisini farklı oranlarda hissettiren ekonomik kriz, merkez sağ ve sol partilerin neoliberal politikalarda ortaklaşıp giderek birbirine benzemesinden kaynaklanan temsil krizi, Avrupa’ya yönelen göç dalgasının bir tehdit olarak gösterilmesi ve İslam düşmanlığının yoğunlaştırılması var. Aşırı sağ partilerin politikaları özellikle son on yıl içerisinde merkez sağ tarafından normalleştirildi ve merkez sağ partiler giderek daha çok bu politikaları benimsediler. Ancak bu benimseme merkez sağın değil aşırı sağın güç kazanmasıyla sonuçlandı. Aşırı sağ partiler tarihsel olarak savundukları Yahudi düşmanlığı ve biyolojik ırkçılık yerine son dönemde daha popüler olabilecekleri kültürel farklılık argümanını öne çıkardılar. Doğu toplumlarının kültürlerinin Batı toplumlardan farklı -ve daha aşağı- olduğunu ve onların Batı toplumlarına entegre olmasının imkânsız olduğunu anlattılar. Küresel iklim değişiminin büyük bir göç dalgası yaratacağını söyleyerek politikalarını korkunun – öteki korkusunun– üzerine kurdular. Bu partilerin yükselişine daha genel bir “alternatif sağ” kültürün yükselişi de eşlik etti. İnternette doğan ve yayılan bu kültür, başlangıçta uluslararası forum sitelerinde karşılarındakini kızdırmak için ırkçı argümanlara başvuran troller tarafından yaratılırken, bu troller giderek o argümanlara ikna oldular ve onları siyasal bir hat olarak savunmaya başladılar. İstikrarsız ve tehlikeli bir dünyada, anlamlandıramadıkları bir değişim sürecindeki binlerce insan bu fikirlere yöneldi; beyazların diğer “ırklardan” üstünlüğü, Yahudi düşmanlığı, envai çeşit komplo teorisi, erkeklerin kadınlar tarafından ikinci sınıf hale getirildiği gibi düşünceler giderek yayılmaya başladı.  Bu düşünceleri yayanlar ABD’de Trump yönetiminde en üst makamlara geldiler; Trump’ın baş stratejistliği görevini yürüyen Steve Bannon’ın Breitbart sitesi tam da böyle fikirleri savunuyordu. Bu fikirler İkinci Dünya Savaşı öncesinin Yahudi Düşmanlığı ile yeni olguları birbirine bağladı; örneğin alternatif sağcıların bazılarına göre Yahudiler göçle Avrupa nüfusunu “melezleştirmeye” ve beyaz ırkı yok etmeye çalışıyordu. Beyazların nüfusunun azalıp yerini başta “ırkların” alacağı korkusuyla doğrudan eyleme geçenler de olmadı değil. Sonuç; Yeni Zelanda’daki Christchurch cami saldırıları, 51 ölü, 49 yaralı. Bu akımların belirleyici özelliklerin biri de her zaman sola ve sosyalizme olan düşmanlıkları oldu. ABD’de Trump yönetimi sırasında yükselen bu akım, Ağustos 2017’de yapılan “Sağı Birleştirin” konferansında Nazilerin simgesi gamalı haç bayrakları taşıyanların da olduğu binlerce ırkçının sokağa çıkmasından ve onlara karşı yürüyen eylemcilerden Heather Heyer’ın ırkçılar tarafından arabayla ezilerek öldürülmesinden sonra ABD’de zayıfladı. Bir kısmı Dönüm Noktası (Turning Point) adlı sosyalizm düşmanlığı temel alan örgüte bir kısmı da şiddet kullanmayı vaaz eden küçük terörist örgütlere katıldılar. Türkiye’de Batı’daki alternatif sağa denk düşen düşüncelerin gelişimi, buradaki ırkçı düşüncenin gelişimine uygun şekillendi. 2000’li yılların başı MHP’nin dışındaki Türkçü/Irkçı odakların hem internette hem de dernekler üzerinden sokakta örgütlenmeye çalıştığı bir dönem oldu. 1996’da kurulan Türkçü Toplumcu Budun Derneği, 2005 yılında İzmir’de “Kürt nüfus artışı durdurulsun” imza kampanyası düzenlemiş, Türk Solu dergisi “Kürt sorunu yok, Kürt istilası var” manşetiyle yayınlanmıştı. Turancı, Türkçü vb adlarını kullanan çeşitli dernekler Türkiye’deki azınlıklara yönelik nefret söylemi ve tehditlerini sürdürdüler. Ancak bu marjinal grupların söyleminin toplumda yayılması, barış sürecinin bitmesinin ardından gelen, çatışmaların yükseldiği dönem ile 15 Temmuz darbe girişimini izleyen olağanüstü hâl ve otoriterleşme dalgasıyla oldu. Daha önce sadece ırkçıların kullandığı Göktürk alfabesiyle yazılan Türk kelimesi, bizzat Kemal Kılıçdaroğlu tarafından yapılan kurt işareti gibi semboller yaygınlaşıp meşrulaşırken, Osmanlı’nın kuruluşunu konu alan hamaset yüklü televizyon dizileri de bu ortama katkıda bulundu. 2013 Gezi direnişi tüm eksiklerine rağmen AKP’ye otoriter olmayan bir muhalefetin nasıl yapılacağını göstermiş ve bir alternatif yaratmıştı. Onun temsil ettiği alternatif maalesef bu 2015-2016 sürecinde susturuldu.  2016 sonrasında giderek gelişen ve yaygınlaşan sağcı iklim kendisini internette de gösterdi. Erdal Eren ve Yılmaz Güney gibi figürleri hedef alan çeşitli internet fenomenleri, bilgisayar oyunu oynarken ünlenip daha sonra siyasal yorumlarıyla öne çıkan kişiler yüzbinlerce takipçili hesaplarından bu türden fikirlerin yaygınlaşmasına büyük katkıda bulundular. Ayrıca 2000’lerin ortalarından internette öne çıkan Türkçü figürler, kurdukları haber siteleriyle bu türden düşünceleri öne çıkardılar. Burada homojen bir hareketten değil, sağcılığın ve ırkçılığın farklı tonlarının yan yana ve birbirleriyle sürekli etkileşim halinde var olduğu bir ortamdan bahsediyoruz. Ancak yine de bazı temaların öne çıktığını söylemek mümkün.  Bu temalar arasında çözüm süreci karşıtlığı, AKP karşıtlığının İslamcılık karşıtlığı üzerinden temellenip bunun giderek İslam, Arap ve mülteci düşmanlığına götürülmesi, CHP’nin Kemalizm’den uzaklaştığı ve “birileri” tarafından ele geçirilip Kürt hareketine “yaklaştırıldığı” söylemi, bu akımın en temel özelliği olan mülteci düşmanlığı, bir yandan Avrupa ülkelerine göç etmek isteyip diğer yandan AB ülkelerinin Türkiye’de fonlar aracılığıyla siyaseti şekillendirdiği düşüncesi, MHP’yi AKP destekçisi olduğu için ve “eskisi gibi Türkçü olmadığı için” eleştirmek sayılabilir. Ayrıca bu yeni sağın özelliklerinden biri de son derece yüzeysel bir siyasal tarih bilgisiyle birbiriyle ilgisiz -ve hatta çelişkili- figürlerin yan yana idol olarak kullanılabilmesidir. Dolayısıyla hem Mustafa Kemal Atatürk’ün hem Nihal Atsız’ın hem İttihatçı liderlerin hem Kenan Evren’in sahiplendiği görülebiliyor. Bu yüzeysel bilgiye dayanan sahiplenme Esat Oktay Yıldıran gibi 1980 darbesi sonrası Diyarbakır Cezaevi’nde komutanken yaptıkları iyi bilinen figürlere kadar uzanabiliyor. Türkiye’deki yeni veya alternatif sağ ortam, bir yandan Türkiye’nin özgün koşullarından diğer yandan dünyadaki sağ yükselişten etkilendi. AKP’nin otoriter politikaları ve şiddeti toplumun her alanında meşrulaştıran söylemi, ona karşı olan muhalefeti de şekillendirdi. Aynı otoriterlik ve şiddeti AKP ile ilişkilendirdiği her şeye uygulamaya ve Erdoğan’a olan nefretini mültecilerden ve Araplardan çıkarmaya teşne bir insan grubunun bu sağ fikirlere yöneldiğini görüyoruz. Dünyadaki istikrarsızlık ve belirsizlik hali Türkiye’deki sağı da büyütüyor. Erdoğan’ın sağcı muhalifleri de onun kullandığı “beka sorunu” argümanına ikna olmuş durumda, savaşların, ekonomik krizlerin ve iklim krizinin öne çıktığı bir ortamda asıl olarak güvenlik arıyor ve güvende olacağı sürece bu güvenliği sağlayanların başkasına ne yaptığı ile ilgilenmiyor. Bu yüzden insan haklarının hiçe sayılması da sınırlara duvarlar çekilmesi de militarizm de bu sağ için son derece doğal ve gerekli önlemler. Bu istikrarsız dünyayı açıklayamamak ve anlamamak giderek insanların en temel kimliklerine sarılmalarına ve dünyayı önce uluslar sonra da ırklar üzerinden anlamlandırmasına yol açıyor. Bunun da gittiği yer ırkların sürekli birbiriyle savaştığı bir kıyamet dünyası tahayyülü. Bu ülkedeki yeni sağ ortam, batıdaki “alternatif sağ” ideolojinin Türkiye’ye uyarlanmasından da besleniyor. Örneğin beyazların yerini, “nüfus artış oranı daha yüksek olan” siyahlar veya Asyalıların alacağı argümanı Türkiye’de “sessiz istila” veya Türkiye’nin Araplaşması argümanlarına dönüştürülüyor. Batıda aşırı sağın feminizmden, sosyalizme, anti-militarizmden iklim mücadelesine kadar her türlü ilerici hareketi içine doldurup itibarsızlaştırmak için bir çuval olarak kullandığı “sosyal adalet savaşçısı” veya “woke” terimleri Türkiye’de yaygınlaştırılıyor. Türkiye’de de İslamcı Refah Partisi’nden Vatan Partisi’ne pek çok siyasal odak erkekliğin yok edilmek istendiğini, LGBT kimliğinin teşvik edildiğini anlatıyor. İlk olarak AKP tarafından ABD siyasetinden alınıp Türkiye siyasetine sokulan “Küreselciler” terimi sağcılar tarafından da komplo teorinde kullanılıyor.  Türkiye’deki yeni sağ ortamın kristalize olduğu yapı Ümit Özdağ’ın başkanlığını yaptığı Zafer Partisi. 2021 yılında kurulan parti, tek bir konuya -göçe- yoğunlaştı ve ülkedeki tüm sorunların nedenini Suriye iç savaşının ardından ülkeye gelen sığınmacılara bağladı. Zafer Partisi sığınmacıları “gerekirse zorla” göndereceği söylemi üzerinden örgütlendi. Parti sığınmacıların gelişini “sessiz istila” olarak tanımlayarak her bir Suriyeliyi düşmanlaştırdı ve hedef haline getirdi. Hem parti üyeleri hem de partiye yakın internet siteleri sürekli Suriyelileri hedef gösterirken, parti bu hedef göstermelerin de etkisiyle gerçekleşen saldırıların -Altındağ pogromu veya İzmir’de 3 Suriyelinin yakılarak öldürülmesi- sorumluluğunu hiçbir zaman almadı. Zafer Partisi, her konuyu genel ekonomik bağlamından çıkarıp mültecilerle bağlantılandırdı ve böylece geniş kitleleri manipüle etti; kiraların artması konut sahiplerinin spekülasyonlarından, devletin kentsel dönüşüm siyasetinden bağımsızdı, Suriyeliler suçluydu. Eğitime sağlığa bütçe ayrılmamasının sonuçlarını yaşayan halka yine Suriyeliler bir günah keçisi olarak işaret edildi. Dolayısıyla hem AKP hem de içinde yaşadığımız ekonomik düzen temize çekilmiş, toplumun en güvencesiz kesimi, linç meraklılarının önüne fırlatılmış oldu. Zafer Partisi 2023 yılında 25.535 olan üye sayısı, 2024’ün ilk ayında 43.515’e çıkardı. Partinin oy oranı ise 2023 genel seçimlerinde yüzde 2,23 olsa da Zafer Partisi’nin ana bileşenini oluşturduğu ATA ittifakının adayı Sinan Oğan Cumhurbaşkanı seçimlerinde yüzde 5,17 oy almıştı. Dolayısıyla Zafer Partisi’nin tüm bu bahsettiğimiz sağ eğilimin yöneldiği, oy verdiği veya üyesi olduğu ve himayesini beklediği bir yapı olduğunu söyleyebiliriz. Parti Avrupa aşırı sağının söylemlerini de kullanıyor, Avusturya Özgürlük Partisi’nin AB sınırlarının güçlendirilmesi ve göç politikalarının sıkılaştırılmasını talep ederken “Avrupa Kalesi” terimini kullanırken, Zafer Partisi de Esad rejimiyle görüşüp sığınmacıların iade edileceği bir “Anadolu Kalesi” projesinden söz ediyor. Benzer şekilde parti Avrupa sağının kullandığı “tacizci göçmenlere karşı mücadele” söylemini sahiplenerek tüm Suriyelileri tacizci ve tecavüzcü olarak damgalıyor ve kendisine Türk kadının namusunu koruma görevini biçiyor. Ayrıca iklim krizini de kendi politikaları için kullanıp, kendi otoriter ve ırkçı politikalarının iklim kaynaklı göçleri durdurabileceğini öne sürüyor. Kendisini yalanlar ve manipülasyonlar üzerinden örgütleyen, katliamlar, tehcirler ve pogromlar üretmeye eğilimli bütün bu siyasal hattı durdurmak ırkçılığa ve faşizme karşı olan tüm insanların sorumluluğu. Bu sağcı siyasetle mücadele etmek, onların yalanlarını ifşa ederken bu fikirleri üreten bataklığı kurutmak mümkün. Bunun yolu öncelikle dünyanın nasıl işlediği, insanların karşısına çıkan somut sorunların nedenleri ve çözümleri konusunda net fikirler sunabilmekten geçiyor. Dünyayı Yahudilerin veya masonların yönetmediğini anlatacaksak, emperyalizmi anlatmamız gerekiyor. Tacize veya tecavüze uğramaktan korktuğu için ırkçı fikirlere açık hale gelenlere cinsiyetçiliğin dünyanın her yanında nasıl işlediğini ve onunla gerçekten nasıl mücadele edilebileceğini anlatmamız gerekiyor. Suriyeliler yüzünden işsiz kalacağını, maaşının düşeceğini, kirasının artacağını düşünenlere kapitalizmi anlatmamız gerekiyor. Çünkü ırkçılığa karşı liberal değerler üzerinden, yalnızca “ırkçılık kötüdür” diyerek mücadele edilemeyeceğini geçtiğimiz on yıl net bir biçimde gösteriyor. Irkçılık, sınıflı toplumun bir ürünü; siyahların aşağı görülmesinin köklerinin Atlantik’teki köle ticaretine dayanmasından, günümüzdeki ırkçılığın işçi sınıfının bölünmesinde kritik bir rol oynamasına kadar bu gerçek son derece açık. Dolayısıyla ırkçılık yalnızca kapitalizmi de teşhir ederek ve hem insanların somut sorunlarına hem de toplumun genel işleyişine bir alternatif önerilerek yenilebilir.  Bir alternatif önermek, ırkçılığı teşhir etmek, bilgilendirmek ve anlatmak yetmez ama. Faşistler ikili bir strateji kullanırlar, bir yandan saygıdeğer bir görünüm çizmeye çalışır, ulusal sembolleri sahiplenir ve kurumsal yapıya uygun olduklarını göstermeye çalışırken diğer yandan sokakta paramiliter bir güç inşa ederek kendi gibi olmayanlara saldırırlar. LGBT bireyler, Kürtler, Araplar, Aleviler, ateistler, sosyalistler kısaca toplumdaki tüm azınlıklar Türkiye’de faşist ve aşırı sağ hareketin hedefi olmuştur. Bugün sosyalistlerin de ikili bir strateji izlemesi gerek; bir yandan ırkçılığı teşhir etmeleri, internetten üniversitelere, basından gündelik sohbetlere her alanda ırkçı fikirlere meydan okumaları gerek. Ancak en az bunun kadar önemli olan faşistlerin sokakta karşısına dikilmek, onların rahatça ırkçı fikirleri yaymasına ve örgütlenmesine geçit vermemek. Tarih bu konuda başarısız örneklerden kaynaklanan trajediler kadar başarılı örnekleri de içeriyor. 1970’lerde İngiltere’de, 2010’larda Yunanistan’daki mücadelenin deneyimleri bize faşizm ve ırkçılık karşıtı birleşik cephelerin başarılı olabileceğini gösteriyor. Bugün de Türkiye’de ırkçı tehdit siyasetin ana halkalarından biri; bu yüzden sosyalistler bu konuyu hiçbir zaman gözden kaçırmamalı. 

Avi Haligua yazdı: Nefret bizi tüketirken

Türkiyeli Yahudilerin altenatif sesi Avlaremoz'da Eli Haligua'nın Filistin'e Özgürlük konseri üzerine Viki Çiprut ile yaptığı söyleşi sonrası İsrail savunucuları tarafından hakaretler, ölüm dilekleri ve tehditler yağıyor. Avi Haligua bu tartışmaya yine Avlaremoz'da yanıt verdi.

İzmir'de panel: Hrant'sız 17 yıl

Etkinlik 18 Ocak Perşembe günü 19:00'da Karakedi Kültür Merkezi'nde başlıyor.

Hrant Dink Ankara'da da anılacak: Bu dava böyle bitmez

Ermeni gazeteci-aydın Hrant Dink katledilişinin 17. yıldönümünde bir anma toplantısı ve basın açıklamasıyla anılıyor. İlk etkinlik 18 Ocak Perşembe günü saat 19:00'da DSİP Ankara bürosunda gerçekleşecek. Söyleşide Hrant Dink'in fikirleri, mücadelesi ve cinayet davasında olanlar konuşulacak. İkinci etkinlik, 19 Ocak Cuma günü İnsan Hakları Derneği Genel Merkezi önünde yapılacak basın açıklaması olacak.

Hrant Dink vurulduğu yerde anılacak

Agos gazetesi kurucusu ve genel yayın yönetmeni Hrant Dink, katledilişinin 17. yılında vurulduğu yerde anılıyor.

İstanbul'da dayanışma konseri: Sesler Gazze için yüksetildi

İsrail'in Gazze'ye saldırısının 100. gününde İstanbul'da Filistin'e Özgürlük konseri büyük katılım ve mücadele çağrılarıyla gerçekleşti. Filistin'e Özgürlük Platformu'nun düzenlediği etkinlik KadıköySahne'de yapıldı. Eyüp Ömer Bal, Suriyeli mülteci sanatçı Omar Alkilani, Anadolu Rock'ın efsane gruplarından Moğollar'ın gitaristi Taner Öngür ve ses sanatçısı Serap Yağız, Suriyeli müzisyen ve ud sanatçısı Hami Hamdoun, Aslı Büyükköksal, Arbil Çelen Yuca, müzisyen Banu Kanıbelli, Çağıl Kaya ve Taner Temel, Stiff, akordiyon ustası Muammer Ketencoğlu ve Balkan Trio, Kardeş Türküler'den Burcu Yankın ve Selda Öztürk, İlkay Akkaya ve Cem Dost İleri Gazze için çaldı, söyledi. Platform adına konuşmalardan ilki Fatma Akdokur tarafından yapıldı: Diğer konuşmacı Hacer Ansal, İsrail'in savaç suçlarını yargılamak için Vicdan Mahkemesi kurulacağını duyurdu: Şenol Karakaş, Filistin Devleti Ankara Büyükelçisi Dr. Faed Mustafa'nın mesajı okudu. Ayrıca Filistinli aktivist Nicola Saafin, belgeselci George Totari ve aktivist Özdeş Özbay birer konuşma yaptı. Aslı Büyükköksal, Filistinli arkadaşının mektubunu okudu. Filistin halkıyla dayanışma sloganlarının atıldığı konser hakkında görüntüler için tıklayın.

Gazze için küresel dayanışmanın sesi İzmir'den yükseltildi

Filisitine Özgürlük Platformu, İzmir'de sokağa çıktı. Aynı anda dünyanın birçok yerinde Gazze halkıyla dayanışma eylemleri vardı. İsrail'in Batı devletleri destekli katliamın protestonun başında Gazze'de katledilen şair Rıfat el-Arir'in ölen yazdığı şiir okundu.  Ölmeliysem, Bir Mesel Olsun bu Ölüm  Eğer Ölmeliysem ben Sen yaşamalısın benim hikâyemi anlatmak için Eşyamı satıp savıp Bir parça kumaş satın almak için Biraz da ip (beyaz olsun, uzun da bir kuyruğu) Ki Gazze’de bir yerlerde bir çocuk Cennetin gözünün içine dalıp gitmiş, Babasını beklerken –  Hani kimseye, kendi tenine ve bedenine bile Elveda bile demeden gitmiş babasını beklerken –  Uçurtmayı görüversin birden o çocuk Yukarılarda bir yerde Benim uçurtmamı, hani o senin yaptığın İşte onu Ve bir an için sansın ki bir melek var orda Sevgiyi yeryüzüne geri getiren Eğer ölmeliysem ben Bırak umut getirsin bu ölüm Filistin'e Özgürlük Platformu adına Hacer Yeşilçay ve Sıdıka Çetin konuştu. Açıklamanın tam metni: Gazze’de haftalardır süren katliama dur demek için buluştuk ama dün Yemen’de ABD ve İngiltere’nin gerçekleştirdiği bombalı saldırılara da ses çıkartmak zorundayız. 2015 yılından Yemen’de süren askeri çatışmalar, gerilim ve savaşta on binlerce insan ölmüştü. Dün gerçekleştirilen saldırıda başkent Sana ve birçok bölge gece yarısı iki emperyalist devletin orduları tarafından bombalandı. 76 nokta hedef alındı. Saldırının ardından ABD, İngiltere, Avustralya, Bahreyn, Kanada, Danimarka, Almanya, Hollanda, Yeni Zelanda ve Güney Kore'den yapılan ortak açıklamada, "amacın Kızıldeniz'de gerilimi azaltmak ve istikrarı yeniden sağlamak" olduğu belirtildi. Bunun baştan sona yalan olduğunu biliyoruz. Saldırının nedeni Yemen'in çoğunu kontrol eden Husi hareketinin, İsrail'e karşı çıkması ve Filistin direnişinden yana olmasıdır. Bu saldırı gerilimi azaltmak bir yana Gazze merkezli savaşın daha geniş bir alana yayılmasına neden olabilir. İsrail’in en büyük destekçisi ABD gezegenin her yerinde kan dökmeye ve patronluk taslamaya devam ediyor. Gazze için, Filistin için, Gazze’de acil ateşkes talebimizi bir kez daha haykırmak için buradayız. Biz bu basın açıklamasını yapacağımızı duyurduktan sonra Güney Afrika’nın İsrail’i Gazze’de soykırım yapmakla suçladığı dava Lahey'de Uluslararası Adalet Divanı'nda görülmeye başlandı. Duruşma sırasında Güney Afrika'yı temsil eden diğer bir avukat Blinne Ni Ghralaigh konuşmasında şunları söyledi:  Dünya Gıda Programı'na göre şu anda Gazze'de her beş kişiden dördü kıtlık ya da felaket türünde bir açlıkla karşı karşıya. Uzmanlar, açlık ve hastalık risklerinden kaynaklanan ölümlerin, bombalamalardan kaynaklanan ölümlerden çok daha fazla olabileceği konusunda uyarıyor. Her gün ortalama 247 Filistinli öldürülüyor. Bunlar arasında her gün 48 anne, her saatte iki anne ve her gün 117'den fazla çocuk bulunuyor. Hiçbir azalma emaresi göstermeyen mevcut saldırı hızla devam ederse, her gün en az üç sağlık görevlisi, iki öğretmen, birden fazla BM çalışanı ve birden fazla gazeteci öldürülecek. Her gün ortalama 629 kişi yaralanacak. Her gün en az 10 Filistinli çocuğun bir veya her iki bacağı kesilecek, çoğuna anestezi yapılmadan." Bu yüzden tüm dünyada milyonlarca aktivist bir soykırımdan söz ediyoruz. Dile kolay, tam 97 gündür Gazze yakılıp yıkılıyor. Filistin halkı dünyanın gözü önünde öldürülüyor. Uluslararası insan hakları kuruluşları hafta başında şu açıklamayı yayınladılar: "Gazze’de hayatını kaybeden Filistinli sayısı 22 bin 835’e yükseldi. Gazze Sağlık Bakanlığı son 24 saat içinde İsrail saldırılarında en az 113 kişinin öldüğünü, 250 kişinin de yaralandığını bildirdi. Hâlâ enkaz altında oldukları tahmin edilen en az 8 bin kişi ise kayıp durumda. Öldürülenlerin 11 bini aşkınının çocuk ve 6 bine yakınının kadın olduğunu biliyoruz. Öldürülenlerin yüzde 90’ı sivil.  Dünyanın gözü önünde bir halk yok ediliyor, bir soykırım yaşanıyor.  Hala ateşkes yok, İsrail hala durmuyor.  Her 10-15 dakikada bir çocuk öldürülüyor.  226 sağlık çalışanı katledildi.  Gazze’de yaşananları aktarmaya çalışan basın mensupları hedef alındı, 110 gazeteci öldürüldü.  135 sağlık merkezi hedef alındı. 165 basın merkezi enkaza döndü. Bu aktardıklarımızın hiçbirisi basitçe bir sayı değil. 2,3 milyonluk nüfusun 2 milyona yakını yerinden, evinden edildi. Sağlık merkezlerinin yarısından fazlası yok edildi. Camiler, kiliseler, su sanitasyon merkezleri yok ediliyor. Bir halk, bir şehir yok ediliyor gözlerimizin önünde. İsrail’in katliamlarını sona erdirmeye niyetinin olmadığını ise İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant’ın açıklamaları gösteriyor. Gallant bölgede "kısıtlı bir Filistin Yönetimi" bölgede güvenlik kontrolünün İsrail’de olacağını belirtti. Bu yüzden soykırım yaşanıyor diyoruz ve İsrail’in savaş suçları nedeniyle yargılanması için mücadele ediyoruz. Sivilleri, çocukları, kadınları, sağlık çalışanlarını, basın mensuplarını bütün savaş kurallarını yok sayarak hedef alan, katleden İsrail bir yandan ağır bir savaş suçu işlerken aynı anda bu suçu işlemeye devam edeceğini de ilan etmiş oluyor. Bu gerçekleri hiç ara vermeden dile getirmeye devam edeceğiz. Kitlesel bir katliamın kanıksanmasına, bu soykırım girişiminin “normalleştirilmesine” asla ama asla izin vermeyeceğiz. Kayıplarımızı hatırlatacağız, her çocuğun, her kadının her Gazzelinin adını hafızalarımıza kazıyacağız, hafızalara kazanması için elimizden gelen tüm çabayı göstereceğiz. Filistinli bir cerrah olan Ghassan Abu Sittah Gazze’de Al Ahli hastanesinin vuruluşunda oradaydı. Ve yaşananlara tanıklık etti. Tüm dünyanın duyması, görmesi için de gördüklerini anlatıyor.  Örneğin, “Öncelikle Al Ahli’yi vurdular . İngiliz hastanesi vurulursa dünya kamuoyundan ne denli bir tepki geleceğini ölçmeyi hedefliyorlardı. Gelen tepkinin cılızlığını görünce diğer hastanelere saldırılarını yoğunlaştırdılar.” diyor. Örneğin, kuzey Gazze’den güneye giderken dar bir koridordan geçmeye zorlandıklarını anlatırken “koridorun iki yanında yüz tanıma teknolojisiyle donatılmış dürbün ve kameralarla izleniyorduk...Zaman zaman bir kişi gruptan ve çocuklarından ayrılıp götürülüyordu, yol boyunca özellikle yol kenarında terk edilmiş cesetlerin önünden geçirildik.” diyor. Bu tanıklıklar, her gün televizyonlarda gördüklerimiz öfkemizin büyümesine, sistematik bir şekilde örgütlenen bir kitlesel cinayet karşısında var gücümüzle haykırmamıza neden oluyor. Bu sesi büyütmek, bu katliamı durdurmak zorundayız. Unutmayacağımız bir gelişme de İsrail saldırılarını ilk haftasında Avrupa Birliği ülkelerinin Gazze’ye insani yardımın ulaştırılmasını reddetmesiydi.  İsrail’e daha da sert bir şekilde, devlet terörünün tüm mekanizmalarını pervasızca uygulaması için ihtiyaç duyduğu destek bu riyakarlıkların arkasında gizliydi. Unutmayacağız! İsrail’in bu cüreti ABD ve İngiltere gibi ülkelere arkasını yaslamasından alıyor. İsrail’e para ve silah yardımının emperyal bir bağlantıyla sürekli bir şekilde aktarılması ve bu soykırım girişimine aralıksız bir şekilde politik destek verilmesi Filistin’i yalnızlaştırmakla kalmıyor sadece. 21. yüzyılda hemen şimdi dur demek zorunda olduğumuz bir vahşet meşrulaştırılıyor. Abu Sittah, Örneğin, “Bu devirde soykırım olamaz demeyin, dünyanın gözü önünde oluyor. İsrail’in hedefi askeri bir zafer değil Filistin halkının bu topraklardan silinmesi.” diyor.  İşte emperyalizmin desteğinin sonucu bu, hiç kimsenin aklına bile getirmek istemediği yeni bir soykırım girişimi ABD destekli İsrail’in aklından tek bir saniye bile çıkmıyor. ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, bölgede Türkiye’nin de aralarında olduğu dört ülkeyi ziyaret etti. Katar’da hiç utanmadan "Filistinli siviller, şartlar elverir vermez evlerine dönebilmeli. Gazze’yi terk etmeleri için baskı yapılamaz, yapılmamalıdır” dedi. Tüm dünyada Filistin için ses çıkartan milyonlarca insan biliyor: Bugün Gazzeliler evlerine dönemiyorsa, sebebi ABD’nin aktif bir şekilde desteklediği İsrail terörüdür. Bu koşullarda, Türkiye’de iktidardan da tam bir şeffaflık istemek hakkımız. İsrail’le Türkiye’nin devletler nezdinde kurduğu askeri ve ticari ilişkiler önce kamuoyuna açıklansın.  Şunu merak ediyoruz: Türkiye limanlarından hangi gemiler İsrail’e hangi malzemeleri taşıyor. Yanıt verilmesini ısrarla istiyoruz:  Türkiye Cumhuriyeti devleti ile İsrail devleti arasında nasıl bir askeri ve ticari ilişki var? Devletler arası bu ikili anlaşmalar hemen sona erdirilmeli. Gazze halkının yanında görünüp, limanlardan gemilerin kalkmasına izin vermek ve İsrail devletiyle ilişkileri normalmiş gibi, olağan zamanlardaymış gibi sürdürmek kabul edilemez. Sadece İsrail’le de değil, ABD ile kurulan tüm askeri ilişkilere son verilmesini istiyoruz. Türkiye bölgede tüm ülkelerle barışcıl ve diyaloğa dayalı bir ilişki kurmalı ama aynı zamanda 75 yıllık işgal politikalarını durdurmak için İsrail devletini yalnızlaştıracak ve dünya politik arenasındaki desteği ortadan kaldıracak girişimlerde bulunmalıdır. ABD’nin İsrail’e verdiği yayılmacı desteğin sorgulanmasını sağlamanın yolu, bir yandan bölgede barışçıl politikalarla öne çıkmakken aynı zamanda ABD’nin Türkiye’deki askeri üslerinin kapatılmasıdır. Bir sözümüz de İsrail’e karşı çıkarken genel olarak Yahudileri, özel olarak da Türkiyeli Yahudileri suçlayan, ırkçılık yapan, antisemitist yaklaşımları benimseyenlere. İnsanların Gazze için duyduğu haklı öfkeyi halklar arasına nefretle örülü duvarlar dikmek için kullanmanıza izin vermeyeceğiz.  Gazze için sokağa çıkan, Gazze için haykıran, halkların eşit koşullarda kardeşliğini savunmayı hayat prensibi haline getirenlerin mücadelesinin antisemitizmle hedefinden şaşırtılmasına, barış isteyen kalabalıkların mücadele isteğinin ırkçı fikirlerle bölünmesine izin vermeyeceğiz. Öfkeliyiz ama umutsuz değiliz. Tüm dünyada milyonlarca insan Gazze’yle dayanışmak için harekete geçti. Ses çıkartıyor, kendi hükümetlerine baskı yapıyor, dayanışma ağlarını örgütlüyor, İsrail’le askeri anlaşmaların dondurulması için yüz binlerce insanın katıldığı eylemler örgütlüyor. Dünyanın birçok yerinde işçiler, kadınlar, akademisyenler, sanatçılar, sinemacılar, gazeteciler Gazze’yle dayanışmanın gündemde kalması için tüm bedelleri ödemeyi göze alarak çabalıyorlar.  Bugün tüm dünyada İzmir’deki bu basın açıklamamızın da içinde yer aldığı çok sayıda eylem var.   İngiltere’de Londra  ABD’de Washington ve Chicago  Almanya’da Bremen, Mainz, Berlin, Stuttgart, Frankfurt ve Mannheim İsviçre’de Basel Danimarka’da Agus ve Kopenhag Nijerya’da Lagos ve Abuga Güney Afrika Cumhuriyeti’nde Johannesburg ve Cape Town Ghana Sierra Leone Malezya Japonya’da Tokyo ve Osaka Endonezya Brazilya’da 3 şehirde Güney Kore Avustralya’da Adelaide ve Sydney Fransa’da Paris  İspanya’da Barselona Ürdün Güney Kıbrıs’ta Limassol Avusturya’da Viyana, Graz, Salzburg, Innsbruck, Wiener Neustadt, Linz İrlanda’da Dublin  Türkiye’de İzmir Hollanda’da Amsterdam Kanada Mauritius Bangladeş Yunanistan gibi onlarca ülke ve şehirde Gazze’yle dayanışma eylemleri var. Bu çabaların sonucunda Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun beş hafta önce Gazze konusunda ezici bir çoğunlukla kabul ettiği karar tasarısı, “İvedilikle insani ateşkes çağrısı” yapıyor, sivillerin korunması konusundaki uluslararası yükümlülükleri hatırlatıyor ve “insani yardıma erişimin sağlanması”nı talep ediyor. Gazze için küresel eylemler sayesinde BM Genel Kurulu’ndan Gazze’de ateşkese ilişkin 27 Ekim’de oylanan ilk kararda 121 ülke lehte oy kullanmışken aralık ayında Gazze’den yana olan ülke sayısı 153’e yükseldi. İsrail ve ABD’yi yalnızlaştıran tüm dünyada Gazzelilerin çektiği ıstırabı yüreğinin en derinlerinde hisseden milyonlarca insanın umut veren eylemleridir. Bizler de bu milyonların parçasıyız. Soykırımı durdurana, Netanyahu’nun savaş suçlarından yargılanmasını sağlayana kadar hiç durmayacağız. Güney Afrikalı kardeşlerimizin mücadelesini, ısrarını devam ettireceğiz. Her şeyimizle Gazze’nin yanındayız. Herkesi Gazze için hiç durmadan ses çıkartmaya çağırıyoruz. Gazze’de ateşkes-Filistin’e özgürlük!

14 Ocak- İstanbul'da Filistin'e Özgürlük Konseri

Müzisyenler, sanatçılar ve aktivistlerin bir araya geleceği gece, 14 Ocak Pazar günü 19:00'da KadıköySahne'de başlayacak. Filistin’e Özgürlük Platformu İstanbul, Ankara ve İzmir’de gerçekleştirdiği eylemler ve insan zinciri etkinliklerinin ardından, 14 Ocak Pazar günü Kadıköy’de ücretsiz bir dayanışma konseri örgütlüyor. www.filistineozgurluk.org sitesinde “Gazze için kaybedecek tek bir saniyemiz bile yok” diyen platform kendisini şöyle tanımlıyor;  “Filistin’e Özgürlük girişimini başlatan bizler, Türkiye’nin bir yandan Filistin halkının yanında gibi görünüyorken bir yandan da İsrail’le ikili ilişkileri ve ticari iş birliklerini sürdürmesine karşıyız. Fakat İsrail’e karşı çıkarken, genel olarak Yahudileri, özel olarak da Türkiyeli Yahudileri suçlayan, ırkçılık yapan ve antisemitist yaklaşımları benimseyenlere de ses çıkarıyoruz. Toplumun çok çeşitli kesimlerinden bir araya gelenlerin oluşturduğu bir platform olarak herkesi bu girişimin aktif bir parçası olmaya çağırıyoruz.”  Çok sayıda aktivistin bir araya geldiği Filistin’e Özgürlük Platformu’nda Ömer Madra, Fatma Akdokur, Ufuk Uras, Hidayet Şefkatli Tuksal, Gürhan Ertür, Fatma Bostan Ünsal, Gençay Gürsoy, Yıldız Ramazanoğlu, Esra Mungan, Şebnem Oğuz gibi isimler de yer alıyor.  Barış Vakfı Başkanı ve Filistin’e Özgürlük Platformu üyelerinden Hakan Tahmaz, 14 Ocak’ta düzenlenecek konser için şu sözlerle çağrı yaptı: “7 Ekim 2023 tarihinde itibaren İsrail’in askerileri 20 binden fazla Filistinliyi, çocuğu, kadınları, sağlık ve basın çalışanlarını öldürdü. İsrail başkanı Netanyahu sırtını emperyalist devletlere dayamış vaziyette dünyanın gözleri önünde savaş suçu işliyor. Tüm dünyada milyonlarca insan aylardır yaşanan bu derin acıları ve yıkımları yüreklerinin en derinlerinde hissediyor ve sokaklara çıkıyor, umut veren eylemler örgütlüyor. Filistin’e Özgürlük Platform’u olarak bizler de İstanbul’da, Ankara’da ve İzmir’de ‘savaş suçluların yargılanması ve Filistin’e Özgürlük’ talebini yükselttiğimiz gibi 14 Ocak Pazar günü de saat 19.00’da İstanbul’daki Kadıköy Sahne’de düzenlenecek Filistin’e Özgürlük konserinde buluşuyoruz. Barıştan, özgürlükten yana her insanımızı yürek atışlarımızı buluşturmaya davet ediyoruz.”  Platformun bir diğer üyesi Fatma Akdokur ise konser çağrısını şu sözlerle yaptı: “Tam üç ay oldu. Enkaz altındakilerle birlikte otuz bine yakın ölüm, kayıp ve binlerle ifade edilen yıkım. Tonlarca bombanın doğadaki tahribatı sürüyor. Gazze bir şiddet ve savaş sarmalının içinde hayatta kalmaya çalışıyor. Gazze savaş alevlerinin ortasında en çok da çocuklarını, bebeklerini kaybediyor. Bebek demek, çocuk demek hayat demektir. Gazze hayattan koparılıyor. Gelin Gazze’nin hayatta kalması için, başta Netanyahu yönetimi olmak üzere dünyanın hangi coğrafyasında olursa olsun, ölüm silahlarını eline geçiren zalim yönetimlerin insanı, hayvanı, bitkisiyle bütün bir hayata yönelik vahşi saldırılarına karşı duralım. Birçok ülkede katil İsrail’in cinayetlerine karşı çıkan Yahudilerin sesine ses katalım. Dünyanın dört bir yanında aylardır eylem ve gösterileriyle savaşa, işgale ve ölüme hayır diyenlere sesimizle destek olalım. Gelin işbirlikçi bütün odakların büründüğü “sessizliğin gürültüsü” karşısında sesimizi şarkılarla, türkülerle yükselterek Filistin halkının yanında olduğumuzu gösterelim. Şarkılar, türküler hafızadır; Gazze için, Filistin halkı için insanlık hafızasına sahip çıkalım. 14 Ocak Pazar akşamı 19.00’da Kadıköy Sahne’de hepimizin sesiyle Filistin halkı için yankılansın. “    Sanatçılardan çağrı Konsere çağrı yapan Filistin’e Özgürlük Platformu aktivisti sanatçıların çağrısı ise şöyle: “İsrail hükümetinin Gazze’yi yıkıcı işgaline ve sürdürdüğü soykırım gerçeğine, ancak bir araya gelip sesini yükselten dünya halkları ve ortak vicdan dur diyebilir. Vicdanın özü insan sevgisi, tüm canlı yaşamına duyduğumuz sevgidir. Türkiye’de ve dünya üzerinde barışı ve insan haklarını savunan, işgale ve ırkçılığa karşı yüzbinler, sadece Filistin halklıyla değil, birbirleriyle de dayanışma içindedirler. Ortak vicdanın sesi ise özgür ve aynı şekilde özgür, mutlu, insan onuruna yaraşır bir yaşam hakkıyla doğmuş herkes içindir. Etnik ayrım gözetmez, sınırlar, ayrımlar ötesidir. Bu koşulların sağlanmadığı her durumda, sesi olmayan içindir. Susmak, şiddeti besler. Birlikte ve ses olmak ise seçeneğimizdir. Adalet ve barışın tohumlarını içerir. Gazze’de ateşkes, Filistin’e Özgürlük! için ses olmaya çağırıyoruz. 14 Ocak 2024’teki Dayanışma Konserinde bize katılın! Şarkılarımızı adalet ve barış için söyleyelim!”  14 Ocak’ta Buluşalım Aktivistler, müzisyenler, sanatçılar, düşünürler ve yazarları bir araya getirmeyi hedefleyen konserde İlkay Akkaya, Serap Yağız, Moğollar Grubu’ndan Taner Öngür, Kardeş Türküler’den Burcu Yankın ve Selda Öztürk’ün de aralarında yer aldığı Türkiyeli, Filistinli ve göçmen müzisyenler kendi şarkılarıyla sahne alırken, kısa birer konuşma yapmaları için sahneye davet edeceğimiz sürpriz isimler de olacak. Ünlü Filistinli grup Le Trio Joubran da konser etkinliğine özel olarak gönderdiği bir video ile katkıda bulunuyor. Ayrıca Mercan Dede ve “Leve Palestina” (Yaşasın Filistin) şarkısıyla bilinen Kofia grubunun kurucusu Filistinli müzisyen George Totari’nin konser için gönderdikleri dayanışma mesajlarını da izleyeceğiz. Filistin’e Özgürlük Konseri ► Tarih: 14 Ocak Pazar ► Saat: 19.00 ► Yer: Kadıköy Sahne Osmanağa Mah. Kırtasiyeci Sok. No 25/E Kadıköy/İstanbul  ► İletişim: 0507 860 83 62 ► Giriş ücretsizdir Sanatçılar İlkay Akkaya & Cem Erdost İleri Taner Öngür & Serap Yağız Kardeş Türküler; Burcu Yankın & Selda Öztürk Muammer Ketencoğlu ile Balkan Trio Stiff Omar Alkilani Ozan Çoban &Güneş Demir İkilisi & Aylin Çankaya  Çağıl Kaya Banu Kanıbelli  Aslı Büyükköksal Hadi Hamdoun Eyüp Ömer Bal Le Trio Joubran (video gösterim) #GazzeİçinSöyle #FilistineÖzgürlük Twitter: @_ozgurfilistin Instagram: filistin.ozgurluk Konserde sahne alacak sanatçılar ve katılım için tıklayın.

Geri 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 İleri

Bültene kayıt ol