TRT World'ün belgesel gösteriminde İsrail'e Azerbaycan petrolü akışının durdurulmasını isteyen iki Filistinli geri gönderme merkezinde tutuluyor ve sınır dışı edilme tehdidi altında.
Filistin Eylem Komitesi, bir duyuru yayınlayarak Filistinli gençlerin serbest bırakılmasını istedi.
Duyuru şöyle:
Kürtlerin toplu dans ve müziğini hedef alan resmi ve sivil şiddet ana akım medyada hiç görülmezken, “ilerici” medyada da –görüldüğü ender anlarda– sadece devletin alışılmış Kürt düşmanlığının ve genel zulmün bir parçası olarak kaydediliyor. Kürt basınındaysa bütün bu düğün/halay/şarkı yasaklarına, on yıllardır süregelen bir kültürel ve dilsel soykırımın sadece yeni bir evresi olarak bakma eğilimi göze çarpıyor. Bunlar yanlış değildir, ama eksik, yetersizdir bana kalırsa. Burada sadece baskı ve yasak görmek, bu şiddetin özgül yanının ıskalanmasına yol açar: işin içinde bir haz/eğlence boyutu da vardır ve asıl “iş”, asıl belirleyici boyut da odur. Şimdilik, “Irksal Öteki”nin hazzı karşısında duyulan öfke veya irkilme diye tanımlayalım onu. Bu olguyu hesaba katmazsak, niçin Türkçü solla birlikte Çankaya’nın, Beşiktaş, Ataşehir ve Bağdat caddesinin, Karşıyaka ve Göztepe’nin de olup bitenler karşısında kör ve sağır kaldığını kavrayamayız. “Kürtlerle hiçbir sorunum yok” diyen okumuş ve okumamış on binlerce, yüz binlerce insanın bir Kürt veya Ermeni veya Rum veya Yahudi eğlencesi karşısında kendi varlığından kuşkuya kapılmasını, kaygılar içinde kalmasını, gördüğü manzaradan hoşlanmasa da “adam sen de” deyip geçmek yerine mutlaka bir “tedbire” ihtiyaç duymasını açıklayamayız.(1)
***
Şüphesiz, son haftaların halay yasaklarının siyasal konjonktürle ilişkili bir yönü vardır, sanıyorum en başta da zemin yitirmeye başlamış görünen AKP-MHP iktidarının “konsolidasyon” amaçlı saldırı stratejisiyle. Ama konjonktürü de AKP-MHP’yi de geriye ve ileriye doğru aşan bir olgudur bu. Eskiden Kürt düğünleri olmuyor muydu diye sorabilir bir Çankayalı. Veya Başakşehirli veya Beykozlu. Ona adliyelerde Kürtçeden hâlâ “bilinmeyen dil” olarak söz edildiğini, TRT’nin Kürtçe kanalına rağmen jandarma, polis ve vatandaşın sokaklarda yüksek sesle Kürtçe konuşanın hemen yakasına yapıştığını hatırlatmanın bir faydası olur mu?
Öteki'nin hazzı meselesiyle yüzleşmekten hep kaçınmış ve hep kaçınacak olan sağcı veya solcu okumuş/yazmışın buna cevabı hazırdır: İşin içine siyaset girdiği, bölücülük. DEM, PKK girdiği için oluyor bunlar, yoksa bu topraklarda Kürtlerin yüzyıllardır (?) özgürce “halaya durduğunu” bilmiyor muyuz! Onlara Cumhuriyet tarihinin bazı kısa aralıklar (1923-25, 1955-59, 1985-91, 2003-2006) dışında bu konuda kaskatı ve gaddar bir tahammülsüzlüğün tarihi olduğunu hatırlatmanın bir faydası olur mu? Doğrudur, bu öfke, irkilme ve tahammülsüzlük son kırk yılda Kürtlerin tanınma mücadelesiyle, bu mücadelenin askeri ve sivil-kitlesel tezahürleriyle dolaysızca ilişkilidir. Ama bu mücadelenin dar anlamla siyasalı aşan, bazılarının “biyopolitik” diyebileceği bir yönü de vardır: Kürtler bu son kırk yılda bütün büyük batı ve güney kentlerinde gittikçe daha görünür olmuşlar, o kentlerin metabolizmasına artan ölçüde karışmışlardır. Bunu sadece savaşa, köy ve orman yakmalarına bağlayabilir miyiz, emin değilim.
2000’li yılların ilk yarısıydı, kapım çalındı, biri kız üç genç. O zamanlar çıkan İleri (daha sonra Türk Solu) dergisine abone yapmak istiyorlardı. Oysa temiz yüzlü çocuklardı, niye hakaretlerle kovulduklarını anlayamamış göründüler. Bir kısım eski Maocu tarafından çıkarılan bu dergi, Kürtlerin “Batı”ya taşıdıkları zevkleriyle birlikte şehir hayatından dışlanmasını istiyordu, kebaba, lahmacuna, isota karşı kampanya açmıştı. Ama bu beyinsiz kampanyanın ölü doğmuş olması, hiçbir “sinir ucuna” dokunmadığını da göstermez: konu tastamam zevklerle, iştahlarla ilişkilidir. Sonuçta “benim yurttaşım” her zamanki işbilirliğiyle bu epeyce gauche öneriye uyup ciğer-kebap tıkınmaktan vazgeçmek yerine kebap ve çiğ köfteyi ulusallaştırma/genelleştirme yoluna gidecektir, dostumuz Akif Kurtuluş’un da iyi bildiği gibi.
***
Kürt siyasi hareketinin, hatta sivil Kürtlerin de bir kısmı, “Kürtlerin hazzı/eğlencesi” gibi bir ifade karşısında en hafif deyimiyle duraksayacaklardır. Onlar düğünü, halay ve müziği esas olarak eğlence değil zulme karşı direniş olarak hissetme eğilimindedirler, bir halkın kendini ortaya koyma biçimi, tanınma mücadelesindeki görevlerden biri. Ama karşı taraf, Bağdat Caddesi, Çayyolu, Ataşehir, tam da orada Öteki’nin hazzını, eğlencesini gördüğü için hop oturup hop kalkıyor, silahına davranıyordur. Yüz yılı aşan bir ulusal tarihi vardır bu reaksiyonun: Yakup Kadri’den Tanpınar’a ve daha kalitesizlerine kadar “milli romanımız” esas olarak Mütareke Dönemi’nde İstanbul’un işgaliyle “azınlıkların kapıldığı azgın sevinç” ve “milli güçlerin bu azgınlığa verdiği cevap” (“denize dökme”) motifiyle inşa edilmiştir. Ama bu temanın 30’lu, 40’lı yıllarda kalmadığını, sık sık harlandığını (6-7 Eylül) ve son yirmi yılda kaskatı bir semptoma dönüştüğünü biliyoruz. Şu cümleler Karar gazetesinde, şehir yazılarıyla ve Edebiyatımızda Unutulanlar ve Kaybedenler gibi tatlı kitaplarıyla tanıdığımız Taner Ay’ın “Bir Demet Yasemen, Aşkımın Tek Hâtırası” başlıklı yazısından (17/07/24):
Üçüncü Dünya Savaşı’na hiç olmadığımız kadar yakınız. Belki başladı ama adını koymayı bizden sonrakilere bıraktık.
Savaş şiddetleniyor ama kimse barıştan söz etmiyor.
Konunun uluslararası boyutunu düşünmeden Gazze’den gelen fotoğraflara üzülenler barıştan bahsetmiyor. Mazlumdan mustazaftan yana saf tutanlar direnişten bahsediyor.
Savaş 7 Ekim’de başladı sananlar, Acem’i Arap’tan ayıramayanlar, Yemen’in haritadaki yerini bilmeyenler, mezhepçiler ve İslamofobikler… Kimse barıştan söz etmiyor!
Eskiden, yurtta veya cihanda sulhu bozacak bir gelişme olduğunda hemen barış kampanyaları başlardı. Yazarlar bir manifesto hazırlar, akademisyenler imza kampanyası düzenlerdi. Emek ve meslek örgütlerinin çağrısıyla büyük mitingler yapılırdı. Öğrenciler şaşırtıcı eylemlerle ezber bozar, siyasi partiler üyelerini harekete geçirirdi.
Türkiye’de köklü bir barış hareketi ve önemli savaş karşıtı deneyimler var.
Nazım Hikmet’in dünya barış hareketine mal olmuş şiirleri, Mehmet Ali Aybar’ın katıldığı Uluslararası Savaş Suçları (Russell) Mahkemesi, Vedat Demircioğlu ve Harun Karadeniz gibi gençlik önderleriyle başlayan önemli bir mirasımız var.
Savaş karşıtları birleşin
Tarihi konuşmaya Barışseverler Cemiyeti ile başlayabiliriz. Daha sonra Türkiye İşçi Partisi (TİP) Başkanı olan Behice Boran’ın başkanlığında 14 Temmuz 1950’de kurulan dernek amacını “şerefli ve sağlam bir barışın kurulması” olarak tarif etmişti.
Barışseverler Cemiyeti, kurulduktan hemen sonra, Türkiye’nin Kore Savaşı’na asker gönderme kararını protesto etmek için TBMM’ye telgraf çekti. Yöneticiler apar topar tutuklandı ve dernek kapatıldı.
Davaya bakan askeri mahkeme derneğin siyasal amaçlarla Türkiye-ABD dostluğunu bozmaya ve halkın hükümete olan güvenini sarsmaya çalıştığına kanaat getirerek yöneticilere hapis cezası verdi.
1977’de benzer çizgide “kalıcı ve adil bir barış” hedefiyle Barış Derneği kuruldu. Derneğin başkanlığına Mahmut Dikerdem seçildi. Barış Derneği, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nde kapatılana kadar barışı, nükleer silahların yasaklanmasını ve Türkiye’nin NATO’dan çıkmasını savundu.
Sanatçılar, siyasetçiler ve sendikacılar barış hareketinin öncüleri oldu. Reha İsvan, Aydın Engin, Aziz Nesin, Ataol Behramoğlu, Fakir Baykurt, Sadun Aren, Mehmet Karaca, Gültekin Gazioğlu ve Oya Baydar gibi isimler farklı dönemlerde dernek yönetiminde görev aldı.
Barış Derneği, uluslararası barış gündemlerini yakından takip etti. Dünya Barış Konseyi’ne üye oldu. “1 Eylül Dünya Barış Günü” ve “1 Mayıs” gibi etkinliklerin Türkiye’de kutlanmasına öncülük etti.
Barış Hemen Şimdi
1990’larda Kürt sorununda barışçıl çözüm gündemiyle farklı bir barış hareketi daha ortaya çıktı. İnsan Hakları Derneği (İHD) ve dönemin siyasi partileri öncülüğünde, aydınların ve sanatçıların katılımıyla yıllara yayılan farklı kampanyalar ve etkinlikler düzenlendi. Yarın da Türkiye’nin dört bir yanında 1 Eylül eylemleri gerçekleşecek.
Irak’ta Savaşa Hayır!
2001’de 11 Eylül’ün hemen ardından ve ABD Afganistan’a savaş açmaya hazırlanırken aydınlar bir “Barış Girişimi” başlattı. Gücün terörüne ve terörün gücüne teslim olmuyoruz, dediler. Afganistan’a yönelik saldırıyı protesto etmek için siyasi partilerin öncülüğünde mitingler düzenlendi.
Türkiye’de savaş karşıtı hareketin en güçlü ve en kitlesel olduğu dönem Irak Savaşı günlerinde yaşandı.
Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu (ISHK) farklı siyasi ve toplumsal kesimleri bir araya getirdi. Memleketin her köşesinde yüzlerce eylem ve etkinlik düzenledi.
Hareketin zirvesi 1 Mart 2003 Ankara Mitingi’ydi. Aynı saatlerde TBMM’de görüşülen Irak’a asker gönderme tezkeresi yeterli oyu alamadığı için kabul edilmedi.
ISHK, Türkiye’nin savaş bataklığına sürüklenmesini durdurdu. Irak ve Türkiye halkları arasında onlarca yıl sürecek düşmanlığa engel oldu.
Bu büyük bir barış zaferiydi.
Vicdani retçiler, anti-emperyalistler, canlı kalkanlar, sosyalistler, Müslümanlar, meslek örgüleri, sendikalar… ‘NATO’ya ve Savaşa Hayır Platformu’, ‘Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu’, ‘Barışarock Festivali’, ‘Irak Dünya Mahkemesi’… Bazen birleşen bazen ayrışan savaş karşıtı hareket Bağdat işgal edildikten sonra da devam etti.
Barışa bir şans verin
“Nerede o eski barışseverler” serzenişiyle belki haksızlık yapıyoruz. Nerede olduklarını, nasıl bedeller ödediklerini biliyoruz. Yeterince savaş kahramanımız var. Artık barış kahramanlarına ihtiyacımız var.
Irak Savaşı’ndan önce yaptıklarımızı neden bir kez daha denemiyoruz? Lübnan’a, Mısır’a ve Yemen’e sıçrayan, İran’a doğru ilerleyen savaşa karşı neden birleşmiyoruz.
Neden bir barış politikası geliştirmiyoruz?
Filistin'e Özgürlük Platformu, Gazze'deki katliama ve işgale karşı yine sokaktaydı.
Beyoğlu Tünel Meydanı'nda buluşan aktivistler, Şişhane Meydanı'na yürüdü ve açıklama yaptı.
Açıklamanın tam metni şöyle:
"11 aydır Filistinliler, bombardıman sesi duymadan, silah sesi olmadan, füze sesi olmadan, sirenler çalmadan, yıkılan binaların gürültüsü olmadan tek bir gün bile geçirmediler.
İsrail devleti Filistin’de yaşayan her canlıyı öldürmek üzere hareket eden bir katliam makinesi adeta.
Ekim ayında, Siyonizmin etkisiyle Filistin’de direnenleri suçlayanlar, Filistinlileri iki devletli çözümü kabul etmemekle itham edenler oldu. İşgalin devam eden her saati, her günü, her ayı bu bakış açısının gerçeği yansıtmadığını hepimize gösterdi.
Filistin halkı herhangi bir çözümü kabul etmediği için yaşamıyor bu korkunç şiddet dalgasını. Aksine İsrail, kuruluşundan beri bir işgal devleti olduğu, varoluşu ve sömürgeciliğinin sürekliliği buna bağlı olduğu için, Filistin’i Filistinsizleştirmek perspektifiyle hareket ediyor.
İsrail, resmî rakamlara göre 40 bin kişiyi öldürdü. Tek bir Filistinliye dahi tahammülleri yok.
Çünkü direnen tek bir Filistinli dahi Siyonist yalanlar silsilesinin topyekün çökmesi anlamına geliyor.
İsrail devleti Filistin’i işgal etmeye ara vermeyecek. Tüm dünyada, İsrail’in katliamlarına karşı tepkiler yükseldiğinde, işgal politikasına sadece geçici bir süreliğine ara veriyor. İsrail için ateşkes, sadece iki saldırısı arası kısa bir mola anlamına geliyor.
Son 11 ayda yaşananlar, neredeyse tüm Nakba sürecinde yaşanan yıkıma eşdeğer.
9 Aralık’ta İstanbul’da, Gazze’yle dayanışmak için kurduğumuz ilk insan zincirinde, ölenlerin isimlerini bir pankarta yazmıştık. 7 Ekim-9 Aralık arası İsrail, 6 bini çocuk olma üzere 15 bin Filistinliyi öldürmüştü. Aradan geçen 8 ayda, ölü sayısı 40 bin oldu. Ölenlerin yüzde 44’ü çocuk…
Karşımızda sadece vahşi bir savaş olmadığını görmemiz gerekiyor. Karşı karşıya olduğumuz gerçek: İşgal ve savaş suçlarıyla iç içe geçmiş bir soykırım girişimidir. İsrail, artık soykırımcı bir devlettir. İşgalin 11. ayında bu artık herkesin apaçık gördüğü bir gerçektir. Tüm dünyanın gözü önünde gerçekleşen bir gerçek. Dünya halkları çok öfkeli. İngiltere, Fransa, Almanya acil ateşkes çağrısı yapıyor. Çünkü bu ülkelerin halkları, İsrail’e destek verilmesinin, soykırıma destek verilmesi olduğunu gayet iyi biliyor ve aylardır meydanlarda haykırıyor.
Birleşmiş Milletler’in en üst düzey kurumları Netanyahu’ya karşı açıklamalar yapıyor, İsrail’in soykırım yaptığını ifşa ediyor. Bugüne kadar İsrail’i desteklemiş olan muhafazakar uluslararası kurumlar ve ülkeler dahi bugün artık İsrail’i eleştiriyor ve soykırım yapmakla itham ediyor. İsrail’in köşeye sıkışmasının, aynı zamanda da pervasızlaşmasının sebebi bu. İsrail, bir işgalciden, kitle imha silahı haline dönüşen bir devlettir. Hiçbir uzlaşmaya yanaşmamasının nedeni de soykırımı sonuna kadar götürmek istemesidir.
Bugün yeniden bu sebeple buradayız.
Bu soykırım derhal durmalıdır.
İsrail savaş makinesinin her bir sorumlusu soykırım ve savaş suçlarından yargılanmalıdır.
Şunu da çok iyi biliyoruz, 11 ayda net bir şekilde gördük: Türkiye’de iktidar, İsrail’le ticarete bir türlü son vermiyor. Parayı her şey olarak görenler, işgal devletiyle hâlen hiç utanmadan, “bir verip altı alıyoruz” diyerek ticareti sürdürüyor.
Merak ettiğimiz bir konu var: Ülkemizdeki iktidarın hem soykırım davasına müdahil olup hem de İsrail ile ticareti sürdürmeye devam edip etmeyeceği. Eylemlerde ‘İsrail’le ikili anlaşmaları sona erdirin, Socar gibi Azerbaycan petrol şirketlerinin soykırıma can suyu olan petrolü, Türkiye üzerinden taşımaya son verin!’ dediğimiz için arkadaşlarımız darp edildi, göz altına alındı. İktidar sözcüleri, 7 Ekim’de işgal başlamadan önce yapılan ticari anlaşmalara ‘uymak zorunda olduğu’ yanıtını veriyordu kısık bir sesle. Oysa, soykırımla yargılanan bir ülkeyle yapılan hiçbir ticari ve ikili anlaşmaya uyulmak zorunda değil. Hem İsrail devletiyle ticaret yapıp hem de Filistin halkının yanında olabileceğinizi mi sanıyorsunuz?! Aynı anda hem celladı hem de celladın idam ettiği insanı savunamazsınız.
Bugüne kadar tüm eylemlerimizde şu iki noktanın altını ısrarla çizdik: Öncelikle iktidarın İsrail’le ikili anlaşmalara derhal son vermesi. İktidar, eğer Gazze için olumlu bir iş yapmak istiyorsa, miting meydanlarında hamaset yüklü konuşmaları bir kenara bırakmalı ve İsrail’le tüm ikili anlaşmaları kesmelidir dedik. Bu konuda en başından beri çok ısrar ettik, etmeye devam ediyoruz. İkinci olarak: Güney Afrika’nın açtığı davanın bir parçası olun, İsrail’in dünya politika arenasında yalnızlaştırılması, tecrit edilmesi, soykırım suçundan yargılanması sürecinin aktif bir parçası olunması gereğiydi. Türkiye aylar sonra bu adımı attı. Bu ülkede kalbi Gazze için, Gazze’yle birlikte atan biz milyonlar, iktidarın bu çok gecikmiş adımını, mücadelemizin somut bir kazanımı olarak görüyoruz. Direndik ve iktidarın Filistin için nihayet somut bu adım atmasını sağladık. Ancak iktidar yetkililerinin çok geç kaldığının da altını çizmek zorundayız. Hiçbir yerde, hiçbir alanda geç kalmaya tahammülümüz yok. Filistin halkıyla hemen şimdi dayanışmak zorundayız.
Yanlış anlaşılmasın…
11 aydır sadece bir yıkımla ve bir saldırıyla karşı karşıya değiliz.
Dünya 11 aydır aynı zamanda bir halkın destansı direnişine de tanıklık ediyor.
İnanılmaz koşullara, açlığa, susuzluğa, evsizliğe, işsizliğe, hastanesizliğe rağmen Filistin halkı milim geri adım atmıyor. İşgal devletinin her günkü girişimleri, Siyonizmin yalanları, savaş, insanlık ve soykırım suçları, Filistin halkının bu direnişi sayesinde aşılıyor.
Bu öyle bir mücadele ki, burada sözüm ona Gazze’yle dayanışıyormuş gibi görünen bazı ırkçıların yaptığının tersine, İsrail’in uyguladığı şiddetle, Yahudilerin bir ve aynı şey olmadığının altını da çiziyor. İsrail devleti ayrı, Yahudiler ayrıdır.
Irkçı olanlar batıda Gazzeyle dayanışmayı, Yahudi düşmanlığı yapmak olarak kodlayanlarla, burada ise İsrail devleti yerine Türkiyeli Yahudileri suçlayarak Filistin dayanışmasını bölmek isteyenlerdir.
Filistin direnişi, tüm dünyaya ilham vermeye devam ediyor.
Soykırımcılar, çocuk katilleri yargılanana kadar, Siyonizm yenilene kadar, Netanyahu tutuklanan kadar Filistin için dayanışmaya tek bir gün bile ara vermeyeceğiz.
31.08.2024"
Aya Lefter Kurtuluş Rum Mezarlığı’na geçtiğimiz Cumartesi günü sabaha karşı henüz kimliği belirlenemeyen kişi ya da kişilerce saldırı gerçekleştirildi.
Agos'un ajanslardan derlediği habere göre olay yerinde incelemelerde bulunan güvenlik güçleri mezarlıkta nedeni henüz bilinmeyen derin kazı yapıldığını tespit etti. Mezarlığı tahrip edenler gözaltına alındı.
Görüntüleri inceleyen polis, şüphelilerin adreslerine baskın yaptı. Yapılan baskında definecilik ve define yerleriyle ilgili döküman, patlayıcı madde, kroki ve havalı tabanca ele geçirildi. 4 şüpheli gözaltına alındı.
Ekipler çalışmalarında, şüphelilerin olay yerine Küçükçekmece’den 2 ayrı araçla geldiklerini tespit etti.
Kimlikleri ve adresleri belirlenen V.Ş, N.S, M.A. ile A.A. polis ekiplerince yakalandı.
Şüpheliler N.S. ve V.Ş’nin adreslerinde yapılan aramalarda, definecilik ve define yerleri ile ilgili 48 sayfalık doküman, kaya kırmada kullanılan 6 patlayıcı madde, define aramada kullanılan alan tarama cihazı, kroki ile havalı tabanca ele geçirildi.
Zanlıların mezarlığın yanında gömü olduğunu düşündükleri, olayı bu nedenle gerçekleştirdikleri, kazı sonrası herhangi bir materyal bulamadıkları anlaşıldı.
Aya Lefter Kurtuluş Rum Ortodoks Mezarlığı’na yönelik yapılan saldırı, Rum Ortodoks toplumunda büyük üzüntüye yol açtı.
Aya Tanaş Aya Dimitri Aya Lefter Rum Ortodoks Kilisesi ve Mektebi Vakfı Başkanı Yorgo Teodoridis,olaydan hemen sonra yaptığı açıklamada emniyet güçlerinin olayı en kısa sürede aydınlatacağına dair inançlarının tam olduğunu ve Kurtuluş’un, yüzyıllardır bir arada olan farklı toplulukların kardeşlik ve barış içinde yaşadığı bir semt olarak kalmaya devam edeceğini söyledi.
Teodoridis şunları söyledi: “Toplumumuzun bu tür saldırılar karşısında sağduyulu olması, birliğimizi ve beraberliğimizi korumak adına son derece önemlidir. Vakıf olarak mezarlığımıza ve dini değerlerimize bu çirkin saldırının hukuki süreçlerle en kısa sürede aydınlatılması için tüm yetkililerle iş birliği içinde olacağımızı duyurmak isteriz. Ayrıca toplumun tüm kesimlerinden bu süreçte duyarlılık ve dayanışma bekliyoruz. Bu saldırı, sadece Rum Ortodoks topluluğuna değil, ülkemizin zengin kültürel mozaiğine yapılmış bir saldırıdır. Bu tür olaylar, toplumumuzun dayanışma içinde hareket etme ihtiyacını daha da pekiştirmektedir. Birlik ve beraberlik içinde bu provokatif girişimleri bertaraf edeceğimizden eminiz. Toplumumuza geçmiş olsun dileklerimizi iletiyor; gösterilen dayanışma için teşekkür ediyoruz.”
Filistin'e Özgürlük Platformu diyor ki "İşgal devleti 7 Ekim'den bu yana on binlerce Filistinliyi öldürdü, 2 milyondan fazlasını göçe zorladı. Bu soykırımı durdurmak zorundayız. Sen de katıl!"
31 Ağustos Cmt. 18.00
Tünel Meydanı
Maymun Çiçeği 1970’lerden bu yana varlığı bilinen geçtiğimiz yıllarda dünyaya yayılmaya başlayan çiçek benzeri bir hastalıktır. Hastalık bugün Afrika kıtasının dışında Amerika ve Avrupa ülkelerinde de görülmektedir. Sağlık hizmetlerine erişimin düşük olduğu, bağışıklığı olumsuz etkileyen koşulların yaygın olduğu Afrika ülkelerinde öldürücülüğü daha yüksek olmakla beraber Afrika dışında ölümle sonlanan vaka sayısı son derece azdır. Belirti göstermeyen insanlardan bulaşmaz. Temastan kaçınma, temas sonrası sabunlama veya alkollü dezenfektanlar sürülmesi bulaşmayı önemli ölçüde engeller. Ayrıca Türkiye’de geçtiğimiz yıllarda üretimi olan çiçek aşısı büyük oranda bu hastalıktan da koruyucu olup şüpheli temastan sonra dahi uygulansa koruyucu etki gösterebilmektedir. 1980 yılından önce doğanlar çiçek aşısı olduklarından, önemli ölçüde bu hastalıktan da korunmaktadırlar.
Maymun Çiçeği hastalığı ile ilgili bu kadar çok şey biliniyorken Afrikalıları hedef gösteren açıklamalar yapmak toplumun bir kesimini açık hedef haline getiren bir nefret söylemidir. Bu tür söylemlerde bulunulması ırkçılığın daha da yükselmesine sebep olacak, çok sayıda insanın mağduriyetine yol açacaktır.
Nefret söyleminde bulunanlar hakkında derhal gerekli adımlar atılmalıdır.
Bulaşıcı hastalıklarla ilgili alınması gereken önlemler açıktır. Bu konuda devletin ilgili kurumların daha fazla bilgilendirici yayınlar yapmalı, insanları paniğe, düşmanlığa sevk etmeden önlemler almaya yönlendirecek adımlar atmalı.
Devlet çiçek aşısı üretimine yeniden başlamalı.
Sabun, dezenfektan gibi koruyucu malzemeler özellikle umumi yerlerde ücretsiz bir şekilde herkesin erişimine sunulmalı.
Her şeye rağmen hastalığa yakalananlara nefret öznesi haline gelmelerine sebep olmayacak şekilde gerekli tıbbi destek ücretsiz bir şekilde verilmeli.
Kimileri soruyor: 21. yüzyılda Kürt sorunu nedir? Dilinizi konuşmanız serbest. Artık Kürtçe müzik kasetleri (bugünün CD’leri) yasaklı değil. Kürt siyasi hareketi daha ne istiyor?
2021 yılında Birleşmiş Milletler toplantısına katılmak için Amerika'ya giden Tayyip Erdoğan, "Türkiye'de böyle bir sorun yok. Biz bu işi çoktan çözdük, aştık, bitirdik." demişti.
Yıl 2024.
Pêşî Peya (Önce Yaya), Hêdi (Yavaş) Türkiye'de yaşayan 20 milyon Kürdün anadilinde birer trafik uyarısı.
Diyarbakır, Van, Mardin, Cizre belediyeleri şehrin işlek caddelerine bu uyarıları yazdı. Takdir edilmesi gereken bu çalışma baskıyla karşılandı.
Kimi yerlerde polisler, kimi yerlerde karayolları ekipleri, valiliklerin talimatıyla Kürtçe trafik uyarılarının üstünü boyayla kapatıp yerlerine şunu yazdılar: "Türkiye Türktür Türk kalacak."
Sorunun özü
Kürt sorunun özü Kürtçedir.
Bir halkın anadili yıllarca yasaklı kaldı. Kürtlerin aslında dağ Türkleri olduğu söylendi. Anadilleri yasaklanarak asimile edilmeye çalışıldılar. Bu ‘zorla Türkleştirme politikası’ olarak adlandırılıyor. Ve yıllar sonra yeniden hortladı.
Görülüyor ki son yıllardaki birtakım değişiklikler -devletin TRT'sinin Kürtçe bir kanalı olması, bir üniversitede Kürt dili ve tarihi kürsüsünün kurulması, 2012'den beri ortaöğretimde Kürtçenin seçmeli ders sayılması-Kürtçe yasağının sona erdiği anlamına gelmemiş.
Bu uygulamaların her biri 2009'da devlet ile PKK arasındaki Oslo görüşmeleri, ardından İmralı'daki PKK lideri Abdullah Öcalan ile AKP arasında süren müzakerelerin, yani çözüm sürecinin sonuçlarındandı. 2015'te çözüm süreci bitirildi. Ardından şehirlerde şiddetli çatışmalar yaşandı.
Geriye dönüş
Kürt sorununu çözmekle övünen Erdoğan'ın AKP'sinin yeni ortağı MHP oldu.
MHP sıradan bir parti değil. Devlet Bahçeli tarafından bir merkez partisi olarak sunulan ve hâkim medyada alkışlanan bu hareket, askeri hiyerarşide örgütlenmiş, Avrupa'nın en büyük faşist partilerin biridir.
MHP, sadece bir parti değildir. Emniyet, jandarma, ordu, yüksek yargı ve güvenlik bürokrasisinin temsilcisi olarak karşımıza çıkan, yani devlet içindeki güçlerin görüşünü ve çıkarlarını temsil eden bir organizasyondur.
Faşist partinin AKP ile ittifakının bir sonucu olarak sunulan Türk tipi başkanlık rejimi ile büyük bir geriye dönüş başladı.
Dış politikanın merkezine, Suriye'nin kuzeyinde Kürt yönetimini ne olursa olsun yok etmek konunca, bunun iç politikadaki karşılığı Türkiye'deki Kürtlerin "terörist" ve "ayrılıkçı" olarak kabul edilmesi oldu.
Barışçıl ve siyasi çözümü savunan HDP/DEM'li belediyelere iki dönem kayyım atandı. Üç yerel seçimde de halkın siyasi tercihi değişmedi. 31 Mart yerel seçimleri sonrası Van Belediyesi AKP'ye verilmek istendi fakat halkın büyük tepkisiyle karşılaşılınca bundan vazgeçildi ama Hakkari Belediyesi'ne kayyım atandı. Şimdi kayyım baskısı tüm DEM'li belediyeler üzerinde bir kılıç gibi sallanıyor.
Bütün bunlar faşist partinin belirleyici olduğu otoriter yönetimin sonuçlarıdır. Baskı artık doğrudan, 1980'leri andırır şekilde, Kürtçenin üzerinde.
Çözüm
Oysa bu baskılar ve yasaklar geçmişte en ağır şekilde uygulandığında bile “başarıya” ulaşmamıştı. Kürtler Kürtçe konuşur. Hapse de atsanız, yasak da koysanız milyonlarca insandan oluşan bir halk var olmaya devam ediyor.
21. yüzyılda Kürt sorunu, bir eşitlik sorunudur.
Türkiye'nin kurucu unsurlarından biri olan Kürtlerin dili, kültürü, varlığı anayasal olarak tanınmıyor. Kürtçe resmi dillerden biri olarak kabul edilmiyor, Kürt şehirlerinde ana eğitim dili olarak uygulanmıyor. Böyle olunca Kürtler eşit olmadıklarını biliyor ve eşitlik istiyor.
Devrimci sosyalistler Kürt sorunun barışçıl ve siyasi çözümünden yanadır. Bunun en önemli adımı ise Kürtçe anadilinde eğitim hakkının ve çok dilliliğin tanınmasıdır.
Bu gerçekleştiğinde, eşitlik yolunda büyük bir adımın atılmış olmasıyla kalmaz, Batı'daki siyasi baskıyı azaltan, saldırgan milliyetçilik ve ırkçılığı gerileten, işçiler arasındaki suni bölünmeleri ortadan kaldıran tarihi bir girişime dönüşür.
Yeniden çözüm süreci, hemen şimdi!
AKP’nin 23. kuruluş yıldönümünde konuşan Tayyip Erdoğan, iktidarıyla övünüyordu. Oysaki yaptıklarıyla muazzam bir gelir adaletsizliği yarattılar.
2023 Küresel Eşitsizlik Raporu’na göre 2022 yılında Türkiye nüfusunun yüzde 10’luk en zengin kesimi servetin yüzde 70’ine el koyuyor.
En zengin yüzde 1 ise toplam servetin yüzde 39,5’ine sahip.
En yoksul ilk yüzde 20’lik dilimin ise serveti yok. Borçlarla yaşamlarını sürdürmeye çalışıyor.
Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Dairesi’nin (DİSK-AR) temmuz ayında yaptığı araştırmada bunlar söyleniyor.
Rapor şunları da söylüyor: “2022 itibarıyla Türkiye’de dolar milyonerlerinin toplam sayısı 60 bin 72’ymiş. 1 ile 5 milyon dolar serveti olan 52 bin 392 kişi varken, 5-10 milyon dolar serveti olanların sayısı 4 bin 935, 10 ile 50 milyon dolar serveti olanların sayısı 2 bin 920’dir.”
“50 ile 100 milyon dolar serveti olanların sayısı 124 kişi iken 500 milyon dolar ve üstü servete sahip 31 kişi vardır. Süper servet sahiplerinin toplam serveti ise yaklaşık 350 milyar dolardır.”
Bunlar bizim hayal dahi edemeyeceğiz meblağlar.
Dayatma
Erdoğan yönetimi temmuzda asgari ücrete ara zam yapmadı. Türkiye İstatistik Kurumu, haziran ayı enflasyon rakamını yine düşük gösterdi. Böylece memur, kamu işçisi ve emekli maaşlarındaki otomatik artış en düşük düzeyde tutuldu.
Sendikaların yaptığı araştırmalar ise düşük ücret dayatmasının sosyal yıkım yarattığını ortaya koydu.
Türk-İş’in haziran ayında, Ankara’daki tüketici fiyatlarını baz alan araştırmasına göre dört kişilik bir ailenin gıda harcaması 19.234,43 TL’ye ulaştı.
Giyim, konut (kira, elektrik, su, yakıt), ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için yapılması zorunlu diğer aylık harcamalarının toplam tutarı ise 62.652,87 TL olarak ölçüldü.
Bekar bir çalışanın toplam yaşam maliyeti ise 24 bin lira.
DİSK Birleşik Metal-İş Araştırma Dairesi’nin temmuz ayında İstanbul’daki tüketici fiyatlarını esas alan araştırmasına göre, dört kişilik bir ailenin gıda harcaması 19 bin 423 lirayı buldu. Genel harcamaların tutarı ise 67 bin 186 lira oldu.
Metropollerde durum böyleyken fiyatların artması en ücra yerde dahi görülen bir hadise. Üstelik bununla da kalmayacak.
AKP iktidarı temmuzda elektriğe yüzde 38 oranında fahiş bir zam yaptı. Elektriğe zam demek, her şeyin pahalanması demek. Doğalgaza da yüzde 38 zam getirdiler. Bunun etkisi ise kış aylarında görülecek.
Asgari ücretin 17 bin lira, ortalama işçi ücretlerinin 20-22 bin lira arası, işçi emeklisi maaşının 12 bin 500 lira olduğunu düşünürsek:
Bir ailede 2 kişi asgari ücretle çalışsa dahi o evin geçimini sağlayamıyor.
İki kişi ortalama ücretle çalışsa yine yetmiyor.
Tek başına yaşayan bir işçinin geçinme ihtimali yok.
Emeklilerin durumu ise tam bir sefalet. Bu yüzden işçiler ve emekliler, hiçbir servete sahip değil. Bizlerin sadece borçları var.
AKP eliyle bizden alınanlar, bir avuç azınlığın kasasına aktarılıyor.