Devrimci Sosyalist İşçi Partisi'nin (DSİP) duyurusu:
Eskişehir’de kendisini “nasyonal sosyalist” olarak tanımlayan, Nazi sembolleri giyen 18 yaşında bir kişi sokakta beş kişiyi bıçakladı. Bıçaklananlardan ikisinin hayati tehlikesi bulunuyor. Saldırgan internette saldırıdan önce yazdığı metinlerde ilk hedefinin TKP olduğunu söyledi, Suriyelilere, Kürtlere, feministlere, LGBTİ’lere nefret kustu. Onun idolü Anders Behring Breivik, Brenton Tarrant, Stephen Paddock ve Timothy McVeigh gibi kitle katliamcılarıydı. Onlar gibi onlarca kişiyi öldürememiş olmasının sebebi, bunu istememesi değil sadece silaha erişememiş olması.
Saldırganın ruhsal sorunları, gençliği, oynadığı bilgisayar oyunları ön plana çıkarılarak saldırının siyasi niteliği görünmez kılınmaya çalışılıyor. Faşist ve ırkçı saldırılarda her zaman bu saldırıların bireyselleştirildiğini, arkasındaki ırkçı motivasyonların silinmeye çalışıldığını biliyoruz. Eskişehir saldırısının ardından Adalet Bakanı’nın yaptığı açıklamada da saldırganın motivasyonuna değinilmedi.
Oysa biliyoruz ki bu saldırılar yıllardır Türkiye’de yaratılan ırkçı atmosferin bir sonucudur. Kürtçe şarkılarla halay çekenlerin gözaltına alınması, Suriyelilerin defalarca saldırıya uğraması, evlerine ve dükkanlarına saldırılması, İzmir ve Zonguldak’ta Suriyelilerin yakılarak öldürülmesi ırkçılara cesaret veriyor. Suriyeli mültecileri sürekli sınır dışı edilmekle tehdit eden, onları bir yandan AB karşısında koz olarak kullanırken diğer yandan güvencesiz çalışma koşullarına mahkûm eden AKP de, “Kendi ilimden sığıntıların yüzde 90’ını defettim” diyen Tanju Özcan’ı hala partide tutan CHP de, Alman Nazi Partisi’nin Türkiye’deki karşılığı olan MHP de, ondan kopan İyi Parti ve Zafer Partisi de dönüp dolaşıp ırkçı argümanlara alan açıyor.
Irkçılığın, kurt işaretinin, kafa tokuşturmanın, Nazi selamının normalleştirilmesi, Hitler’den Nihal Atsız’a faşist figürlerin meşrulaştırılması her zaman daha şiddet yanlısı, daha radikal düşüncelerin önünü açar. Ana akım medyada Suriyeli mülteci düşmanlığı yapanlar, internette ırkçı argümanların yayılmasının önünü açanlar, Kürtlere, Araplara ve tüm azınlıklara yönelik saldırıları doğallaştırıp normalleştirenler Eskişehir saldırısının gerçekleştiği ortamı hazırlayanlardır.
Türkiye’de ilk kez görülen böylesi bir saldırının bir daha yaşanmamasının yolu, ırkçı fikirler bataklığını kurutmak, neo-nazilerin zayıf gördükleri herkese yönelik şiddet tehdidine birleşik bir yanıt vermektir. Okullarda, mahallelerde, işyerlerinde, sokaklarda ve internette ırkçı fikirlerin, Nazi özentilerinin karşısına dikilelim. Bir yandan onların yalanlarını teşhir ederken diğer yandan saldırılarına hep birlikte karşı koyalım.
Irkçılığa geçit yok!
Faşizme karşı omuz omuza!
13.08.2024
12 Ağustos Pazartesi günü Eskişehir’in Tepebaşı ilçesinde 18 yaşındaki Arda K. beş kişiyi bıçakladı. Çay bahçesinde oturan yaşlılar, tramvay durağında bekleyenlere saldırdı. Yaralananların ikisinin hayatı tehlikesi bulunuyor.
Saldırganın giydiği kaskta ve yelekte bulunan simgeler, saldırı öncesinde yazdığı metin ve saldırıyı canlı yayına kaydetmesi, bunun “bilgisayar oyunlarından etkilenen” psikolojik sorunlara sahip herhangi birinin şiddet nöbeti değil, planlı, hedefli bir neo-nazi saldırı olduğunu gösteriyor.
Saldırgan neo-nazinin yeleğinde “Totenkopf” sembolü bulunuyordu.
Kafatası ve kemiklerden oluşan bu sembol, Almanya’daki Nazilerin Schutzstaffel (SS) birimi tarafından da kullanılıyordu. Toplama kamplarının “idare edilmesi” ile sorumlu olan Nazi birlikleri ise SS-Totenkopfverbände olarak adlandırılıyordu.
Saldırgan hazırladığı ve kapağında SS sembolü bulunan “mass cleaner” (kitle temizleyici) el kitabında saldırıyı hangi amaçlarla gerçekleştirdiğini ayrıntılı olarak anlatıyor. Bu metinde “politik açıdan bir Nasyonal Sosyalist’im denebilir, ama bu yahudi kontrollü … sistemde ve toplumda bu mümkün değil gibi.” ifadeler yer alıyordu. Saldırgan Kürtler için de “çocuk ve yaşlı fark etmeden hepsi temizlenmelidir” diyordu.
“komünistleri, marksistleri, antifaşistleri temizle”
Neonazi’nin ilk saldırmayı düşündüğü yer Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) binasıyken saldırıyı erkene almak zorunda kaldığı için sokaktaki insanlara saldırmaya karar verdiğini anlatıyordu. Kendi ifadesiyle “insanlık nefreti” olan ve insanları böcek olarak gören saldırgan, cami önündeki çay bahçelerinde oturanlara saldırdı. Ancak saldırının son hedefinin rastgele insanlar olması saldırganın ideolojik arka planını gizlememeli. Hazırladığı metinde kendisini örnek alanların saldırması için bir dizi hedef de belirtiyordu ve bu hedefler rastgele değildi:
“Politiklerin ailelerine, arabalarına ve evlerine saldır… Parti binalarını molotofla ve kaç… Suç işlemiş göçmenleri serbest bırakan hakimleri ve onları savunan avukatları döv ve evlerini yak… Göçmen kayıt merkezlerine EYP (el yapımı patlayıcı) yerleştir ve oradaki herkesi hava uçur…Trafikte mendil satmaya çalışan Suriyeli çocuklara zehirlenmiş su ve sahte para ver. Ucuz iş gücü için göçmen çalıştıran şirketlerin fabrikalarını ve binalarını yakmakla tehdit et, eğer vazgeçmezlerse dediklerini yap. Eğer hala akıllanmadıysa ailelerini ve çocuklarını hedef al. … LGBT yürüyüşüne bomba ihbarında bulun. Feminist aktivistlerin arabasının deposuna toz şeker dök ve egzoz borusunu ıslak bir havluyla tıka… İdeolojik düşmanlarını temizle, komünistleri, marksistleri, antifaşistleri.”
Saldırgan gözaltına alınırken Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, x hesabından “Eskişehir’de sokakta kesici aletle rastgele insanlara saldırarak 5 kişiyi yaralayan şüpheli A.K., Eskişehir Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından başlatılan adli soruşturma kapsamında yakalanarak gözaltına alınmıştır. Soruşturma titizlikle sürdürülmektedir. Saldırıda yaralanan vatandaşlarımıza acil şifalar diliyorum.” açıklaması yaptı. Ancak saldırganın ırkçı ve faşist niteliğine dair hiçbir şey söylemedi.
Irkçılığın ve faşizmin normalleştirilmesinin mantıksal sonucu
Eskişehir saldırısı, Türkiye’de ırkçılığın ve faşizmin giderek normalleştirildiği, daha zayıf ve korunmasız durumda olanlara yöneltilen şiddetin sürekli meşrulaştırıldığı bir ortamda gerçekleştirildi. Hayvan katliamının önünü açan yasanın kabulünün hemen ardından başı kesilen, sopalarla öldürülen, katliama uğrayan köpekleri gördüğümüz bir ülkede şiddet artık çok daha meşru, çok daha yaygın. Saldırganın hedef aldığı tüm toplumsal kesimler -Suriyeliler, Kürtler, feministler, LGBTİ’ler- zaten sürekli hedef gösterilen, yalnızlaştırılmaya, susturulmaya çalışılan kesimler. Translar öldürülürken, saldırıya uğrarken, LGBTİ’ler bizzat Cumhurbaşkanı tarafından hedef gösterilirken, feministlerin eylemleri yasaklanırken, Kürtçe şarkılarla çekilen halaylar suç unsuru olarak görülüp gözaltı gerekçesi olurken bir neonazinin bu kesimleri hedef göstermesi çok daha kolay oluyor.
Bu hedef almanın en açık örneklerinden biri Suriyeli mültecilere karşı yöneltilen şiddet dalgası. 2021 yılında Altındağ’da Suriyelilerin evlerine saldırıldı, aynı yıl İzmir’de Suriyeli işçiler Ahmet Elali, Mamun Elnebhan, Muhammed Elbiş yakılarak öldürüldü. Geçen yıl Zonguldak’ta Afgan işçi Mohammed Nourtani yakılarak öldürüldü. Kilis’te dokuz yaşındaki Gina Mercimek’e tecavüz edildikten sonra öldürüldü. Bu yıl gerçekleşen Kayseri pogromunda Suriyelilere ait pek çok ev ve dükkân saldırıya uğradı ve yakıldı. Yine bu yıl Kayseri’de gerçekleşen pogromun ardından 17 yaşındaki Ahmet Handan El Naif öldürüldü.
Bu saldırıların sorumluları sadece bunları gerçekleştirenler değil elbette; MHP’den Zafer Partisi’ne, İyi Parti’den CHP’ye Türkiye siyasetinin ana akımı aslında ırkçılığı her zaman normalleştiren bir tutuma sahip oldu. Böylece Türkiye’de sadece faşist geleneğin kullandığı “kurt işareti” geniş kesimler içinde yaygınlaştırıldı. Daha önce sadece ırkçıların kullandığı Göktürkçe Türk yazısı özel harekâtçı polislerden, MHP ve İYİ partililere, oradan AKP ve CHP tabanına yaygınlaştırıldı. Buna Türkiye’nin en bilinen ırkçı figürü olan Nihal Atsız’ın ve onun ırkçı fikirlerinin normalleştirilmesi izledi. 1944’te ırkçıların yargılandığı gün üzerinden oluşturulan 3 Mayıs, CHP’li Mansur Yavaş tarafından da anıldı.
ABD ve Avrupa’daki alternatif sağ da internet ortamında sürekli Türkçeye çevrildi veya Türkiye’ye uyarlandı. Sokakta bazı insanların “aslında insan olmadığını” anlatan ırkçıların videoları milyonlarca kez izlendi, Ermeni Soykırımı’nın failleri saygıdeğer devlet adamları olarak göklere çıkarıldı. Bütün bu gelişmeler kendisine “seküler milliyetçi” adını veren yeni bir sağ radikalizmin, dünyadaki faşist ve ırkçı dalgayla ilişkili ve sürekli ondan öğrenen bir akımın ortaya çıkmasına neden oldu. En açık şekli Zafer Partisi’nde görülen bu akıma küçük ırkçı grup ve dernekler de dahil. Bu akım kendisini üç ayrı okulda Nazi selamı veren lise öğrencilerinde gösterdi. 2023 yılında Üsküdar Amerikan Lisesi ve Tarhan Koleji öğrencileri Nazi selamı yapmışlardı.
Ancak bu davranış sadece buzdağının tepesini oluşturuyor. Buzdağının asıl bölümünde ise Devlet Bahçeli ve Ümit Özdağ’dan, birkaç on binlerce takipçisi olan Twitter hesaplarına, Tanju Özcan’dan youtube fenomenlerine, ana akım internet sitelerinden televizyon kanallarına, ekşi sözlüğe uzanan, ırkçılığı, yabancı düşmanlığını ve otoriterliği meşrulaştıran devasa bir ağ var. Bu ağın argümanlarına ikna edici ve net yanıtlar sunmadan, bataklığın ürettiği daha çok sineği görmeye devam edeceğiz.
Suriyelilere yönelik saldırıların meşrulaştırılması, Araplara yönelik ırkçılığın önünü açarken, Araplara yönelik ırkçılık, Kürtleri hedef alan ırkçılığın önünü açtı. Irkçı fikirler normalleştikçe, daha radikal düşüncelerin ve eylemlerin de meşrulaşması kolaylaştı. Bu sürecin bir sonu, bir sınırı yoktur. Eskişehir’de olduğu gibi sokaklarda insan avına çıkmak bu fikirlerin mantıksal sonucu ve bu fikri savunanların arzuladıkları eylem şeklidir.
Faşist katliamlar zinciri: Oklohoma City, Oslo, Christchurch
Eskişehir’deki saldırgan hazırladığı metinde Anders Behring Breivik, Brenton Tarrant, Stephen Paddock ve Timothy McVeigh’i örnek olarak gösteriyordu. McVeigh 1995 yılında Oklohoma City’de bombalı ve silahlı saldırıyla 168 kişiyi öldürmüş, 600’den fazla kişiyi yaralamıştı. 2011’de Anders Behring Breivik Norveç’te önce bir devlet binasını bombalamış daha sonra ise Norveç İşçi Partisi’nin gençlik örgütünün kampına saldırarak 77 kişiyi öldürmüştü. Mahkemede Nazi selamı veren Breivik, yazdığı manifestoda Avrupa’nın kültürel olarak intihar ettiğini öne sürmüş, İslamı ve “Kültürel Marksizmi” suçlamıştı.
2017’de Stephen Paddock Las Vegas’ta bir konsere ateş açarak 60 kişiyi öldürmüş, yaklaşık 867 kişiyi de yaralamıştı. 2019’da kendisini etno-milliyetçi, eko-faşist ve ırkçı olarak tanımlayan Brenton Tarrant Yeni Zelanda’da bir camiyle bir kültür merkezine saldırarak 51 kişiyi öldürmüş, 49 kişiyi de yaralamıştı. Tarrant da saldırısını canlı yayında yayınlamış, geride beyaz “ırkın” yerini “aşağı” ırkların aldığını savunan Büyük Yer Değiştirme teorisini savunduğu bir manifesto bırakmıştı.
Ne yasaklar ne ruhsal hastalık tezi: Faşizmi sadece kitlesel mücadele durdurur
Eskişehir’deki saldırının ardından yapılan yorumlarda genelde saldırganın “bilgisayar oyunu oynar gibi” davrandığı, ruhsal dengesizliği vb vurgulandı. Oysa bilgisayar oyunları, insanları belirli insan gruplarına onları öldürecek kadar düşman etmez. Ruh sağlığı sorunları saldırıda bir etken olarak görülse bile, yine bu saldırının arkasındaki motivasyonu tam olarak açıklayamaz. Saldırgan neo-nazinin kullandığı sembollerden arkasında bıraktığı metinlere, saldırıyı canlı yayında yayınlamasından, asıl hedeflerine kadar her şey bunun nasıl bir saldırı olduğunu gösteriyor.
Bu ırkçı/faşist saldırı bir zincirin parçası ve Türkiye’deki bu şekliyle gerçekleşen ilk saldırı olsa da, çok büyük ihtimalle son saldırı olmayacak. Saldırının ardından bazılarının iddia ettiği gibi daha fazla bireysel silahlanma, saldırgana işkence edilmesi veya öldürülmesi, bilgisayar oyunlarının yasaklanması gibi önlemler bu saldırıları durdurmayacak. Bu vahşeti durdurmak için 18 yaşındaki birini hiç tanımadığı insanlara saldırmaya iten fikirlerle mücadele etmek gerekiyor. Bu da Suriyeli mülteci düşmanlığıyla, Araplara ve Kürtlere karşı yürütülen sistematik ırkçılıkla, LGBTİ düşmanlığıyla, Yahudi düşmanlığı ve dünyayı Yahudilerin yönettiğini anlatan komplo teorileriyle aralıksız bir şekilde mücadele etmek demek.
Ancak bu mücadele, hiçbir zaman sadece fikir alışverişiyle kazanılmayacak. İngiltere’de gerçekleşen son ırkçı saldırılar ve bu saldırıları başarıyla bertaraf eden ırkçılık karşıtlarının eylemleri, faşistlere ve ırkçıların karşısında fiziksel olarak durmanın, sokakları onlara dar etmenin önemini gösteriyor. Türkiye sadece 6-7 Eylül’ün, Maraş, Çorum ve Sivas Katliamlarının yaşandığı bir ülke değil. 1940’lardan bugüne bu ülkenin bir anti-faşist geleneği de var. Bugün bu geleneği canlandırmak, ırkçılığa ve milliyetçiliğe dur diyecek bir inisiyatifi oluşturma görevi, sadece sosyalistlerin değil ırkçı ve faşist saldırılardan korkmadan güvenle yaşamak isteyen herkesin önünde duruyor.
D. Konar
AKP bir zamanlar sağlık sistemiyle övünüp oy istiyordu. Tayyip Erdoğan ve Fahrettin Koca'nın alelacele açtığı hastanedE yeni doğan ünitesindeki patlama ve tavanın çöküşü, sağlık sisteminin çöktüğünü gösteriyor.
İstanbul'da, Prof. Dr. Murat Dilmener Acil Durum Hastanesi'nde meydana gelen facia üzerine Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) Aksaray Şubesi'nin duyurusunu olduğu gibi paylaşıyoruz:
"Prof. Dr. Murat Dilmener Acil Durum Hastanesinde dün gece yarısı (3 Ağustos) yeni doğan yoğun bakım ünitesinde sıcak su tesisatının patlamasıyla tavanın çöktüğünü, ünitede 5'i entübe 3'ü ise spontan takip edilen bebeklerin tedavi gördüğünü. Maalesef entübe takip edilen 1 prematüre bebeğin yaşamını yitirdiğini. Sağlık emekçisi arkadaşlarımızın da bebekleri tahliye ederken yaralandığını öğrenmiş bulunmaktayız.
Sendikamızın örgütlü olduğu bu hastanede daha önce teknik ve yapısal sorunlar ilgililere iletilmesine rağmen bu somut olaydan da anlaşılacağı üzere gerekli bakım ve tadilatlar ciddiyetle yapılmamıştır. Isıtma sistemleri bozuk küvezler ve oksijen desteğinin verilemediği bu kaotik faciada bebekleri tahliye eden sağlık emekçilerinde cam kesileri ve yanıklar oluşmuştur
2020 Yılında Pandemide acil durum hastanesi olarak Açılışını bizzat Cumhurbaşkanının yapmış olduğu bu hastanenin 45 gün gibi kısa bir sürede yapılışıyla övünülmesini, büyük bir başarı hikayesi olarak reklam edilişini dün gibi hatırlıyoruz
2023 Nisan ayında Cerrahpaşa Tıp Fakültesi binalarının hasarlı olmasından kaynaklı Prof. Dr. Murat Dilmener Acil Durum Hastanesine taşındı. Üçüncü basamak bir üniversite hastanesi alt yapısı fiziki koşulları üçüncü basamak sağlık hizmeti sunumuna uygun olmayan bir alana tıkıştırıldı. Kervan yolda dizilir misali personelin ve hastaların ulaşımının zor olduğu, hastane etrafında hiçbir eczane, medikal, yerleşim yerinin olmadığı, yılana varana kadar haşerelerin cirit attığı, kışın ısınmanın klima ve elektrikle sağlandığı, sık sık yemekhaneden besin zehirlenmelerin yaşandığı ilkel koşullarda sağlık hizmeti sunulan bir hastaneye dönüştü.
Geçici denerek önlem almayan, açılan soruşturmaları zamana yayarak unutturan hastane idaresi, iş kazalarını da örtbas etmeye devam etmektedir. Yüzlerce personeli ve hastayı etkileyen gida zehirlenmeleri için açılan soruşturma bunun açık göstergesidir. İhmali olanlar tespit edildiği için soruşturma başka birine devredilerek unutturulmaya çalışılmakta, sonuçlandırılmamaktadır. Liyakatsiz idareciler ve yöneticiler görevlerini yapmayarak suç işlemeye devam etmektedirler.
Sağlık kurumları halk ve sağlık emekçileri açısından sağlıklı ve güvenli olmak zorundadır. Şifa vermesi gereken kurumlarımız bizim ve hastalarımızın mezarına dönüşmesin istiyoruz
Bu olay; alınmayan tedbirleri, yeterli ve bilimsel denetim yapılmadan kabulü gerçekleşen tesisleri, yönetimlerin liyakatsizliğini kısaca ihmalin vehametini gözler önüne sermiştir.
Bir bebeğimizin yaşamını yitirdiği bu faciada bebeğimizin yakınlarına başsağlığı ve sabır diliyoruz. Yaralanan sağlık emekçisi arkadaşlarımıza da geçmiş olsun dileklerimizi iletiyoruz.
Bilinmelidir ki yaşanan bu faciaya davetiye çıkaranların ortaya çıkarılması ve gerekenin yapılması için olayın takipçisi olacağız.
SES İstanbul Aksaray Şube Yönetim Kurulu"
Filistin dostları, 3 Ağustos Uluslararası Eylem Günü çağrısını hayata geçirdi. İstanbul'da İsrail Konsolosluğu'na, Ankara'da Yüksel Caddesi'nden Sakarya Meydanı'na yürüyüşler yapıldı.
İstanbul'da Filistin Eylem Komitesi'nin (FEK) çağrısıyla Levent metro çıkışında buluşan protestocular, işgalci İsrail devletini protesto etti.
İsrail Konsolosluğu'na yürüyen kurumlar arasında Filistin'e Özgürlük Platformu'da vardı.
FEK'in yürüyüş sonunda yaptığı açıklamanın tam metni:
"Filistin’de soykırıma ve işkenceye son!
Filistin halkı 76 yıldır süren işgal ve saldırganlığa karşı koyduğu ve direniş iradesinden geri adım atmadığı için, tam 300 gündür soykırıma uğruyor. Ağır bir kuşatma altında gıdasız, susuz, ilaçsız bırakılan Filistinlilerin kendi toprağında özgür bir halk olarak yaşama hakkı elinden alınmak isteniyor. Filistin halkı Batı sömürgeciliğinin himayesindeki İşgal devleti İsrail tarafından toptan biçimde esir alınmaya çalışılıyor.
İşgal gücü, Filistin’e bombalar yağdırıp suikastlarla direniş liderlerini hedef alırken; aynı zamanda çocuk, yaşlı, kadın, erkek ayırmadan binlerce Filistinliyi alıkoyarak cezaevlerinde işkenceye tabi tutuyor. Şu anda işgal hapishanelerinde tutulan Filistinlilerin sayısı 9.960’a ulaşmış durumda. Birçok Filistinli ise kayıp ve akıbetleri bilinmiyor. Hapishanelerden çıkan Filistinlilerin anlattıkları ve insan hakları kurumlarının raporlarına göre; işgal hapishanelerinde Filistinlilere cinsel saldırı, taciz, darp, aç bırakma ve serbest bırakıldıktan sonra hayatını kaybetmesine yol açacak eziyetler sistematik olarak uygulanıyor. Esaret altında tutulan Filistinliler neyle suçlandıklarını ve nerde tutulduklarını bilmiyor, aile ve avukatlarıyla iletişim kuramıyor. Necef Çölü’ndeki Sde Teiman hapishanesinde tutulan Filistinlilerin sürekli kelepçelemeden kaynaklanan yaralanmalar nedeniyle uzuvları kesiliyor. 7 Ekim’den bu yana İsrail’deki askeri tesisler ve cezaevlerinde en az 53 Filistinli tutuklu korkunç işkencelerle öldürüldü. İşgal devleti tüm Filistin coğrafyasından gözaltı ve işkenceyi yaygın şekilde uygulayarak Filistin halkının onurlu direnişini cezalandırmak istiyor.
İşgal devletinin 76 yıldır Filistin’de uyguladığı işgal, etnik temizlik ve sömürgecilik pratiği 7 Ekim’den sonra soykırım boyutuna ulaşmış durumda. Bu saldırıları mümkün kılan şeyin; işgal devletine sağlanan askeri, ticari ve siyasi destek olduğunu biliyoruz. Dünyada sömürgeci saldırganlığın merkezi olan ABD’nin ve müttefiklerinin işgal devletinin hizmetine sunduğu sonsuz askeri ve siyasi desteğin yanı sıra Türkiye devletinin ve sermaye gruplarının da Filistin halkına karşı uygulanan soykırımda önemli bir payı var.
Türkiye’de bulunan İncirlik ve Kürecik üsleri, işgal devleti İsrail’in kendini savunması için anlık istihbarat sağlıyor. Türkiye’nin işgal devletiyle imzaladığı ‘Savunma İş birliği Anlaşması’nın feshedildiğine dair bugüne kadar yetkili kurumlardan hiçbir açıklama yapılmadı.
Türkiye’nin işgal devletiyle ticareti teşvik etmek amacıyla imzaladığı Serbest Ticaret Anlaşması hala yürürlükte. İşgal devletiyle kesildiği söylenen ticaretin 3. Ülkeler aracılığıyla yapıldığı görülüyor.
Azerbaycan’ın devlet şirketi SOCAR tarafından tonlarca petrol Türkiye üzerinden BOTAŞ aracılığıyla İsrail’e ulaştırılarak işgal ve soykırımın sürdürülmesine destek veriliyor. İsrail’deki en büyük Türk yatırımcısı Zorlu Holding, ortağı olduğu enerji santraliyle, işgal devletinin ‘Savunma Bakanlığı’ dahil işgal kurumlarına elektrik temin ediyor. Yılmazlar İnşaat, Filistinlilerin alıkonulduğu işgal devleti karakollarını inşa ediyor.
Bu sermayedarlar ve daha fazlası soykırıma ortak olmaktan gocunmuyor ve Filistinlilerin hayatı pahasına servetlerine servet katıyor.
Dünyanın tüm kaynaklarını talan eden vahşi sömürgeciler, stratejik çıkarlar mavalıyla işgalci ve ırk-ayrımcı bir rejimle ilişki kuran devletler, kar hırsından başka ilahları olmayan sermayedarlar Filistin’de yaşanan soykırımın ortağıdır. Biz dünyada özgürlük, adalet ve eşitliğin hüküm sürmesini istiyoruz. Bu nedenle safımız Filistin halkının ve onun direnişinin safıdır. Filistin halkı direnişiyle tüm dünya halklarına ilham olmaya devam ediyor. Buradan Filistin Direnişini ve onun yanında fiili tutum alan Yemen ve Lübnan halklarını selamlıyoruz. Soykırımcı İsrail’in temsilciliği önünden haykırıyoruz: Siyonizm Yenilecek Direnen Filistin Kazanacak!"
Ankara ise buluşma noktası Yüksel Caddesi oldu. Direniş Çadırı, Filistin İçin Bin Genç ve Filistin'e Özgürlük Platformu buradan Sakarya Meydanı'da yürüdü.
Meydanda yapılan konuşmalarda İsrail tarafından katledilen Hamas lideri İsmail Haniye anıldı.
Türkiye yönetenlerin soykırımcılarla işbirliği yaptığı vurgulanarak Azerbaycan petrollerinin Türkiye üzerinden İsrail'e gönderilmesine son verilmesi, Kürecik radar üssünün kapatılması, ekonomik işbirliği anlaşmasının iptal edilmesi çağrısı yapıldı.
Direniş Çadırı, Filistin İçin Bin Genç ve Filistin'e Özgürlük Platformu, 3 Ağustos Cumartesi günü Uluslararası Filistinli Esirlerle Dayanışma Eylemi’nde Yüksel Caddesi'nden Sakarya Meydanı'na yürüyecek.
Yürüyüş 18:00'da başlıyor.
Filistin Eylem Komitesi, 3 Ağustos Cumartesi günü Uluslararası Filistinli Esirlerle Dayanışma Eylemi’nde işgal devleti konsolosluğuna yürüyecek.
Buluşma yeri ve saati: Levent Metro Çarşı çıkışı, 18:00
Sermaye çevrelerinin alkışladığı Mehmet Şimşek, bir ekonomi sihirbazı değil kapitalistlerin çıkarını hayata geçiren işçi düşmanı bir memurdur.
Göreve geldiğinden bu yana yüksek enflasyon ikiye katlandı.
İlk icraatı ihracatçı kapitalistler daha fazla kazansın diye TL'nin değerini düşürmek oldu.
Yüksek faiz politikasıyla finans sermayesinin gündelik vurgunlar yapıp çekilmesine imkan sağladı.
Hiçbir dış yatırımcı çekemediği gibi borç krizine de bir çözüm bulamadı.
Daha da beteri kemer sıkmayı hepimize dayattı.
Sarayın direktifleri doğrultusunda yerlerde sürünen emekli aylıklarını iyileştirmeyen, asgari ücrete ara zam yaptırmayan, kamuda ve özelde ucuz emek sömürüsünü devam ettiren Mehmet Şimşek istifa etmelidir.
Bazıları Berat Albayrak ve Nebati döneminde geçen 10 yılın kayıp olduğunu, Şimşek işbaşına geldikten sonra uygulanan klasik neoliberal politikalar sayesinde bu durumun değişeceğini söylüyor.
Bunların en başında büyük sermayenin örgütü TÜSİAD geliyor.
Kayıp yıllar denilen zamana bakıldığında bugünkü gibi devasa kârlar elde ettikleri görülüyor.
Ücretlerin düşük tutulması, grevlerin yasaklanması hep onlar içindi.
Şimdi emekçilerin alım gücünün gerilemesi sonucu arz-talep ilişkisi bozulmaya yüz tutmuşken utanmazca çıkarlarımızı savunur gibi gözüküyorlar.
Patronlarla aynı gemide değiliz. Mehmet Şimşek derhal istifa etmeli!
Sosyalistler, MHP ve Ülkü Ocakları'nın gerçek yüzünü yıllarca halka anlattı. Şimdi, öldürülen eski Ülkü Ocakları başkanının eşi Ayşe Ateş (kendisi de ülkücü geçmişten geliyor), verdiği hukuk ve adalet mücadelesiyle faşizmin nasıl bir şey olduğunu gösteriyor.
Sinan Ateş suikastı sonrasında tamamı MHP ile bağlantılı 27 kişi tutuklandı. Davanın ilk duruşmaları geçtiğimiz günlerde görüldü. Fakat her şey ayan beyan ortadayken, siyasallaşmış yargı, adaleti yerine getirmekten imtina eder bir pozisyon aldı.
Tetikçi ve azmettirici olduğu söylenen çete lideri olayın bir adli vaka olduğunu ileri sürdü, diğer tüm sanıklar emniyette verdikleri ifadeleri kökten değiştirdi.
Bir avukat ordusu eşliğinde, cinayetin MHP ile bağlantılarını davadan tümüyle kesip çıkarmak istediler. Fakat suikastı takiben gerçekleştirilen ilk operasyonda yer alan eski bir polis şefinin ifadesi, MHP'nin planına ağır bir darbe vurdu: Dava dosyasında suikastın ikinci azmettiricisi olarak karşımıza çıkan Ülkü Ocakları Genel Merkez yöneticisi Tolgahan Demirbaş'ı, cinayet sonrasında MHP eski milletvekili ve bir dönem ocak başkanlığı da yapmış olan Olcay Kılavuz'un evinde gözaltına aldıklarını söyledi.
Evet, bu başından beri bilinen bir gerçekti. Fakat başka bir polis ekibi bir tutanak hazırlayarak Demirbaş'ı Kılavuz'un evinden değil başka yerden aldıklarını kayda geçirmişti.
Mahkemede konuşan eski polis şefi, bu tutanağın sahte olduğunu söyleyerek meslektaşları hakkında suç duyurusunda bulundu.
Heyet ise verdiği ara kararda Tolgahan Demirbaş’ın Olcay Kılavuz’un evinden gözaltına alınmasının dosyaya girmesini reddetti!
Üstelik Demirhaş'ın tetikçiyi arabasına bindirip götürdüğü görüntüsü de ortaya çıktı.
Ve Ayşe Ateş'in, gerçek azmettiriciler olarak dile getirdiği MHP'nin iki tepe yöneticisi soruşturmaya dahil edilmedi.
Duruşmayı takip eden gazetecilerin notlarına bakıldığında, gerek hakimlerin gerekse savcıların, sanıkların üzerine gitmediği ve Ayşe Ateş'in avukatlarının sorularını keserek MHP ile bağların gündeme gelmesini engelledikleri görülüyor.
Bu hikaye, muhaliflerin siyasi davalarını bilenler için oldukça tanıdık. Fakat yaşadığı dönemde sosyalistlere karşı elinden geleni ardına koymamış bir ülkücü faşisti, soğuk kanlılıkla öldürüp ailesini tehdit edenlerin hukuki koruma altına alınması da adaletsizliğin boyutlarını sergiliyor. Aynı zamanda AKP-MHP ortaklığının sonuçlarını da.
Hakkari Belediyesi'ne kayyım atanması ve DEM Partili başkanın tutuklanmasına karşı başlayan mücadele birçok şehirde devam ediyor.
Hakkari'de halk günlerdir sokakta.
İstanbul'da her hafta kayyıma karşı nöbetler tutulurken 29 Haziran günü İstanbul Kartal'da bir protesto mitingi yapıldı. Sosyalist İşçi yazarları ve okurları da oradaydı.
Protestoların öne çıktığı bir diğer şehir ise Diyarbakır. DEM Partili aktivistler türlü eylemliliklerle tepkilerini sürdürüyor.
Ayrıca tüm Kürt şehirlerinde yürüyüşler ve açıklamalar yapılıyor.
Bu mücadele hayati önemdedir, çünkü mücadelenin ve toplumsal tepkinin yokluğunda sıra diğer DEM belediyelerine gelebilir.
Bunun provası yerel seçimlerden hemen sonra Van'da yapılmış ve seçme-seçilme haklarına sahip çıkan halkın muazzam direnişiyle girişim püskürtülmüştü.
Fakat tehlike geçmedi. Yargıtay'da Van Belediye Başkanı Zeydan Karalar hakkında açılmış bir dava mevcut. Mardin Belediye Başkanı Ahmet Türk ise yargılandığı Kobane davasında 10 yıllık bir cezaya çarptırıldı.
İki dönem kayyım atanan, yani devlet tarafından el koyulan HDP/DEM belediyelerine yapılan özel baskı sadece Kürt halkına değil Batı'da yaşayanlara da baskı, yasaklar, demokratik hakların gaspı olarak döndü.
İşimizi, ekmeğimizi, sendikal haklarımızı savunma mücadelemiz bu demokrasi mücadelesinden ayrı şeyler değildir.