Filistin'e Özgürlük Platformu: Direnişin yanındayız

2023’te Türk usulü başkanlık rejiminin karnesi: Deprem, ırkçılık, seçim yalanları, yoksulluk, doğaya ve özgürlüklere saldırı

Geçtiğimiz yıl Türkiye’de altı öğe belirleyici oldu. İlki, Şubat ayında Maraş’ın Pazarcık ve Elbistan ilçelerinde arka arkaya yaşanan ve bir felakete dönüşen iki depremdi. Nerdeyse tüm yıla yayılan 14 Mayıs-28 Mayıs seçim süreci ile ona dair tartışmalar da ikinci öğeydi. Önemli bir olay da yılın yine tümüne yayılan hukuk skandalları ve yargının bir yıldırma aracı olarak kullanıldığını gösteren olgular oldu. Bu aynı zamanda iktidarın otoriter eğilimlerinin dozunu artırdığının da göstergesiydi. Yıl boyunca LGBTİ+’ların düşmanlaştırılmadığı tek bir gün geçmedi. Yıla damgasını vuran asli sorunsa toplumun büyük çoğunluğunu ezen yoksulluk oldu.  Bitirmekte olduğumuz yıl, iktidarın ekosisteme yönelmiş ağır saldırılarıyla da belirlendi. Orman katliamı, zeytinliklerin yok edilmesi ve Akbelen’de direnen köylülere saldırılar gündemin merkezine oturdu. Ama 2023 Türkiye’de aynı zamanda yoksulluğa, ırkçılığa, göçmen düşmanlığına, ekosisteme yönelik saldırılara ve özgürlüklerimiz üzerindeki baskılara karşı verilen mücadelelerin de yılıydı. Felaketin boyutları 20 Şubat’ta çok uğursuz bir sabaha uyandık. Maraş'ın Pazarcık ilçesinde saat 04.17'de 7,7 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi. Ülke daha tam olarak durumun ağırlığını fark edememişken, öğleden sonra yine Maraş’ın Elbistan ilçesinde, bu kez de 7,6 büyüklüğünde yeni bir deprem daha meydana geldi. 1999 depreminden 3,9 kat büyük olduğu söylenen depremler 11 ilde ve hatta Suriye, Irak, Kıbrıs’ta dahi hissedildi.  İki büyük deprem ve binlerce artçı yaşandıktan sonra, artık kurtarma faaliyetlerine son verildiği açıklandığı sırada, yani Maraş merkezli depremlerden 15 gün sonra bu kez de Hatay merkezli 6,5 ve 5,8 büyüklüğünde iki yeni deprem daha oldu. İlk 2 gün içerisinde gerçekleşen 100’den fazla artçı depremin üç tanesinin büyüklüğü de 6’nın üzerindeydi. Depremlerde resmi ölü sayısı 50.090 olarak tespit edildi ve bu ölümlerin neredeyse yarısı Hatay’da yaşandı, ancak cesetleri dahi bulunamayan binlerce kişi de kayıp olarak kayıtlara geçti. 164 bin 321 bina yıkık, acil yıkılacak ve ağır hasarlı olarak tespit edildi. Yıkılan bina sayısı da 35 bin 355 olarak açıklandı. 7.340 kişi de enkazlardan kurtarıldı. Ölenler arasında 7 bin Suriyeli göçmen de bulunuyordu.  Deprem günlerinde ırkçılık Yoğun bir ırkçı saldırıya ve ayrımcılığa maruz kalan göçmenlerin 50 bin kadarı Suriye’ye göç etmek zorunda bırakıldı. Suriye’de de depremin etkileri son derece yıkıcı oldu. Birçok şehirde onlarca bina yıkıldı, ölü sayısı 6.800 olarak açıklandı. Nerede bu devlet! Afet sonrası altın saatler olarak bilinen ilk 72 saat içinde inanılmaz bir koordinasyonsuzluk krizi yaşandı. İlk gün neredeyse hiçbir kurtarma ekibi bölgeye ulaşamadı, ulaşanlar ise AFAD’ın onları koordine edememesi nedeniyle kurtarma çalışmalarına başlayamadı. Daha sonra Erdoğan ilk günlerde yardım ulaştırılamadığını itiraf eden bir konuşma yaptı ve şöyle dedi: "Sarsıntıların yıkıcı etkisi, olumsuz hava nedeniyle ilk birkaç gün Adıyaman'da arzu ettiğimiz etkinlikte çalışma yürütemedik. Bunun için helallik istiyorum." Sadece yardım ulaştıramamak değildi sorun, halka eziyet etmek dışında bir hazırlığı olmayanlar ekolojik bir felaketi de tetiklemişti. Sultansuyu barajı ve Malatya’nın Sürgü Barajı’nda çatlaklar meydana geldi. Hatay'da afet sonrası ortaya çıkan atıkların ve enkaz yıkıntılarının Türkiye'deki biyolojik çeşitlilik için önemli bir sulak alan olan Milleyha Kuş Cenneti'ne deşarj edildiği görüldü. Enkazlar birçok yerde zeytinlik alanlara veya kentlerin çok yakınına boşaltıldı. Enkaz kaldırma çalışmalarında asbest tehlikesine hiç dikkat edilmedi. Greenpeace Akdeniz’in yaptığı hava kirliliği ölçümlerinde, enkaz çalışmaları sebebiyle, deprem bölgelerindeki hava kirliliğinin Dünya Sağlık Örgütü sınırlarının 5 katından fazla olduğu ortaya çıktı. Afet değil cinayet, yönetim değil vurdumduymazlık Hatay Üniversitesi Öğretim Üyesi Ali Utku Şahin'in 2020 yılında yazdığı raporda Hatay'a yönelik uyarılarda bulunmuş olduğu ortaya çıktı: 52 bin bina yıkılacak, 30 bin can kaybı yaşanacak. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ise gaf demenin dahi yumuşak kaçtığı bir açıklama yaparak “Bizim hazırlığımız İstanbul depremineydi” dedi.  Depremin bu kadar hızla büyük bir afete dönüşmesinin nedeni, Türkiye kapitalizminin ve 20 küsur yıldır bu kapitalizmi yöneten AKP iktidarının kâr dışında hiçbir şeyi düşünmeyen, kural tanımaz yapısıdır. Bu kadar insan, bu kadar canlı deprem nedeniyle değil; depremin yerine rantı, kârı, sermayeyi umursayan rejim mimarisi nedeniyle yaşamını kaybetti. Büyük bir dayanışma dalgası Bir avukat, Maraş merkezli depremlerdeki can kayıplarında sorumluluğu bulunduğu iddiasıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan ile birçok yönetici hakkında suç duyurusunda bulundu. Ekoloji örgütleri ve çeşitli örgütler de ihmali olan kamu görevlileri hakkında suç duyurusunda bulundular.  Depremlerin ardından ara verilen Süper Lig'de maçlar, tribünlerden yükselen "hükümet istifa" sloganlarıyla başladı.  Hem tek tek insanlar hem de sendikalar, sol gruplar, mahalle inisiyatifleri geniş bir seferberlik başlattılar. Dayanışma çok büyüktü. Dayanışmanın gücü, cezaevlerinde bile kendisini hissettirmişti. Gezi davasından haksız bir şekilde tutuklu bulunan Osman Kavala şu açıklamayı yaptı: “Yaşadığımız devasa felaketten sonra gelişen büyük sivil dayanışmanın, kardeşlik ruhuyla birlikte, eşit yurttaşlık anlayışının yaygınlaşmasına, insan hayatı ve insan haklarına yönelik duyarlılığın güçlenmesine büyük katkı sağlayacağına inanıyorum. Depremzede kardeşlerinin acılarını paylaşmak ve hafifletmek için seferber olan tüm dayanışma gönüllülerine başarılar diliyorum. Onların arasında olamamaktan büyük üzüntü duyuyorum.” Fakat dayanışma dalgası çok büyük olmasına rağmen, iktidardan hesap soracak politik bir liderliğin eksikliği nedeniyle bir süre sonra sönümlendi. İktidarın baskıcı politikaları, sınıf hareketinin bölünmüşlüğü ve sendikaların cansızlığı dışında deprem günlerinde oluşan devasa öfkenin sokaklarda aktif bir mücadeleye dönüştürülmesinin önündeki bir engel de muhalefetin hemen tüm kesimlerinin her sorunun çözümünü seçimlere ertelemeseydi. Kısa süre sonra seçimlerin çantada keklik olmadığı da ortaya çıkacaktı. Seçim ertelemeciliği, iktidarın seçimleri kazanmasındaki ana etkenlerden birisi haline geldi. 14 Mayıs seçimleri: ‘Sağa karşı sağcı muhalefet’ kaybetti İktidarın tüm siyasi alanı içindeki figürlerle birlikte sağa çektiği koşullarda işlemeye başlayan seçim takvimi üç ayrı muhalefet anlayışının açığa çıkmasına neden olmuştu. İlki 6’lı Masa’ydı ve 6’lı Masa’nın olumlu bulunmasının nedeni de mevcut iktidar yapısının sağcı aşırılıklarını olağanlaştırmış ve tüm siyasi alanı cenderesi altına almış olmasıydı.  Küçük bir normalleşme vurgusu büyük umutlar doğurabiliyor. Bu açıdan da, aşırı sağcı bir iktidar ittifakına karşı bir dizi “demokratik” adımı atacağını vaat eden bir başka merkez ittifakın vaatleriyle karşı karşıyaydık. Fakat politik bir sürecin platformu olan 6’lı Masa, aslında sadece Erdoğan karşıtlığında anlaşabiliyordu. Onun dışındaki hemen her ciddi siyasi başlıkta bölünme eğiliminde olan sağcı bir zemindi. Elinizdeki gazete ısrarla “Seçim, seçimlere ertelenemeyecek kadar önemlidir. Seçimleri kazanmak istiyorsan, mücadele etmek, mücadeleyi kazanmak zorundasın” diyordu. İktidar bloku Kemalizm ve devletin kadim geleneklerini taşıyan, ittihatçı eğilimlerin, derin eğilimlerin bir ittifakıyken muhalefette Kemalist, milliyetçi, sol Kemalist ya da ulusalcı fikirlerin hegemonya kurması çok tehlikeli bir eğilimin yaygınlaşması anlamına geliyordu. Bir yandan her sorun aslolarak seçimlere ertelenmişken, öte yandan milliyetçi fikirler muhalif saflarda daha da olağanlaşabiliyordu. İktidarı sadece sandığa endekslenmiş bir çabayla yenebileceğini düşünmek ve bu nedenle sokağa çıkmanın, kitleselleşmenin imkânlarını sürekli es geçip toplumsal öfkenin örgütlenmesine yardımcı olmak yerine set çekmek sandık mağlubiyetinin kapısını aralayan asıl etmen oldu. Sık sık vurguladığımız gibi, Trump’ı yenen, sandıktaki Biden değil, sokaktaki Siyah Hayatlar Önemlidir hareketiydi. Milyonlarca insan bu harekete katıldı. Bolsonaro’yu yenen ise ülkedeki tüm ezilenlerin mücadelesi oldu. Türkiye’de milyonlarca insanı içine katabilecek, örgütlenme sürecinin aktif bir parçası hâline getirebilecek, çok somut isteklerle örgütlenecek ve hiçbir emek örgütünün, derneğin, partinin dışında kalamayacağı bir hareket Erdoğan iktidarının milyonlarla yüzleşmesini sağlayabilirdi. Ankara’da milyonların gövde gösterisi yaptığı bir hareket, seçimi garanti altına almanın da biricik yoluydu. Yine de 14 Mayıs seçimleri, muhalefetin tüm beceriksizliğine rağmen, AKP’nin kazanmış gibi görünürken kaybetmesiyle sonuçlandı: 2018’e kıyasla 75 ilde oy kaybettiler. Orta Anadolu’daki kayıp ise çok büyüktü ve çoğu bölgede 2002’nin bile gerisinde kaldı. Sosyalist İşçi’deki seçim analizlerinde vurgulamış olduğumuz gibi, AKP, seçmeni olan yüzde 60-70’lik ücretli emekçiler kitlesini yine seçmeni olan yüzde 20’lik sermaye sahipleri kitlesi adına sömürülmeye ikna eden bir partidir. Devlet açısından bulunmaz Hint kumaşı gibi muamele görmesinin nedeni de bu. Erdoğan bu ikna adımını özellikle Türk usulü başkanlık rejimiyle beraber istikrar ve güvenlik anlatısı üzerine inşa etti. İstikrar akla gelen her alanı kapsıyor: Ücretler, aile, devlet, ordu, sosyal yardımlar, terör ve elbette ekonomi. İkinci turda Erdoğan’a oy verenler tüm bu alanlarda istikrar anlatısını kabullendikleri için, bir değişime direndikleri için, muhalefet değişim için bu emekçileri ikna etme potansiyeli taşımadığı için ve bir hareketin sarsıcı kitlesel etkisi milyonlarca insana, Erdoğan’ın anlattığının tam tersine istikrarsızlığın ve yoksulluğun mimarı olduğunu göstermediği için oy verdi. Seçimleri çantada keklik gören tüm muhalefet, seçim sonuçlarının ardından derin bir bunalıma girdi. CHP karıştı, İYİP hâlâ iç kargaşa içerisinde. İrili ufaklı sol örgütler, Kürt siyasal hareketi ağır bir mağlubiyet duygusunu ve beraberinde politik ve örgütsel bir krizi aynı anda yaşamaya başladı. Bu durum iktidarın yıllardır pervasızca gerçekleştirdiği bir dizi alandaki saldırılarında daha rahat hissetmesine neden oldu. Seçimin en büyük kaybedeni AKP, muhalefet krizinin arkasına saklanmayı başardı. Hukuka veda Türk usulü başkanlık rejimi hepimizin bildiği gibi OHAL rejiminin teorize edilmiş halinden başka bir şey değil. Bunun iki vahim örneği Gezi davası, Kobanê davası ve Anayasa Mahkemesi’nin başına gelenlerdi! 2013 Gezi Parkı eylemleri ile ilgili beraat kararının bozulmasıyla tekrar açılan ve Osman Kavala’nın da aralarında bulunduğu 17 sanığın yargılandığı davada, 2022 yılının Nisan ayında bir karar açıklandı. Mahkeme Osman Kavala’ya ağırlaştırılmış müebbet cezası verdi. Mücella Yapıcı, Çiğdem Mater, Hakan Altınay, Can Atalay, Mine Özerden, Yiğit Ali Ekmekçi, Tayfun Kahraman için de 18’er yıl hapis cezası verildi. Bu yılın Eylül ayında ise Osman Kavala ile hükümeti devirmeye teşebbüse yardım suçundan 18 yıl hapis cezasına çarptırılan TİP Hatay milletvekili Can Atalay, Tayfun Kahraman, Mine Özerden ve Çiğdem Mater’in cezaları onandı. Hiçbir delil olmadan sürdürülen bu dava tam bir intikam gösterisine dönüştü. Milyonlarca insanın katıldığı Gezi eylemleri darbecilik olarak kodlandı.  Gezi ile ilgili, arkadaşlarımıza yönelik bu aşırılaştırılmış yerli-milli zihinsel çarpıklığın ürünü olan suçlamaların ana sorunu hiçbir delile dayandırılmamasıdır. Karşı karşıya olduğumuz olgu, hukuki bir karar değil siyasal intikamcılıktır. Gezi’yi hafızalardan silme isteği Kavala’nın müebbet hapis cezası; Gezi direnişinin özgürlükçü, kitlesel, yaratıcı ve kendiliğinden niteliğinin yerine resmi bir tarih anlatısının, devletin bakış açısını sunan bir Gezi tanımının hâkim hale getirilmesidir. Bu resmi Gezi anlatısının en tehlikeli yanı, kitle eylemlerinin birkaç finansör, küresel bazı gizli figürler ve bunların kullandığı bazı isimlerle örgütlenebilecek bir şey olduğu vurgusudur. Mevcut iktidar blokunun inşası da kitle eylemlerinin darbecilikle eş tutulmaya başlandığı bir komploculukla, milyonlarca insanın birkaç karanlık ve paralı şahıs tarafından harekete geçirilebileceğini vaaz eden, kitleleri güdülen sürüler olarak algılayan yaklaşım ile resmileşmiştir. Zira Kavala’ya müebbet hapis vermek; ağaçları korumak için, demokrasi ve özgürlükler için Gezi’ye koşan milyonlarca insana “kandırıldın” mesajı vermektir. Gezi’de günlerce sabahlayan gençlere, birkaç kirli odağın oyununa geldiniz, demektir. Kitlelerin, siyasetin belirlendiği ve karar alıcıların cirit attığı bir sahada işi yok demektir. Siyasal intikamcılığın hukuku kullanarak iş yaptığı bir diğer örnek de Kobanê davasıydı. Kobanê davasına konu olan eylemlerde ölenlerin yüzde 99’u HDP üyeleri olduğu halde, HDP yöneticileri bu ölümlerin sorumlusu olmakla itham ediliyor, eline silah almamış insanlar terör örgütü üyesi olmaktan yargılanıyor.  Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Türkiye’nin hem Osman Kavala hem de Selahattin Demirtaş hakkındaki AİHM kararlarının uygulanmasını zorunlu kılan maddeleri ihlal ettiğini ve yükümlülüklerini yerine getirmediğini karara bağladı. AYM’yi değil demokrasinin kırıntısını savunmak Hukuk nasıl siyasetin doğrudan bir aracına dönüştürülebilir sorusunun yanıtı ise yılın sonlarına doğru AYM’nin hedef tahtasına oturtulmasında görüldü.  Hatay’dan Milletvekili seçilen Can Atalay'ın dokunulmazlığına rağmen hapiste tutulması AYM Genel Kurulu'nda oy çokluğuyla hak ihlali olarak değerlendirildi. Ve çok garip bir gelişme yaşandı. Yargıtay AYM kararını tanımadığı gibi "hak ihlali" kararı veren hakimler hakkında suç duyurusunda bulundu. Anayasaya göre en üst yargı organı olan ve aldığı kararların mutlak uygulanması gereken Anayasa Mahkemesi'nin üyeleri Yargıtay tarafından suçlandı.  AYM’ye yönelik yıpratma, korkutma ve yıldırma kampanyasının iki yönü olduğunu kavramak önemlidir. Bunların ilki, yeni bir tarih yazma girişimi nedeniyle buna ihtiyaç duyulması. Diğeri ise iktidarın şimdiki ve gelecekteki ihtiyaçları açısından, AYM’nin elinden bazı “kozların” alınmasının bir zorunluluk haline gelmiş olması. 2023 sayısız hukuksal skandalla tamamlanırken, eş zamanlı olarak yoksulluk da nüfusun ezici çoğunluğunu pençesine alıyordu. Fakirden alıp zengine verdiler Tüm AKP iktidarları fakirden alıp zenginin kasasına aktarma konusunda uzman sayılır. Ama Türk usulü başkanlık süresince tanık olduklarımız öncekilerle kıyaslanabilecek gibi değildi.  DİSK’in araştırmasına göre, İşsizlik Sigortası Fonu (İSF) patronlara destek fonuna dönüştü. 2022’de işçilere yapılan ödemeler işsizlik sigortası fonu giderlerinin yalnızca yüzde 22,1’ini oluşturmuş, yüzde 76,1’i ise patronlara aktarılmıştır.   Başkanlık dönemi öncesinde milli gelir içinde emeğin payı yüzde 35,3 iken 2022’de yüzde 25,2’ye geriledi. Buna karşılık milli gelir içinde sermayenin payı başkanlık rejimi öncesi yüzde 48 iken 2022’de yüzde 56,7’ye yükseldi. 2005 yılında asgari ücret, ortalama ücretin yüzde 46’sı iken 2020’de yüzde 60’ına çıktı. 2002’de en düşük emekli aylığı asgari ücretin yüzde 40 üzerindeyken, 2023 Nisan’da asgari ücretin yüzde 88’ine (asgari ücretin altına) geriledi.  AKP’nin iktidara geldiği Aralık 2002’de yüzde 29,7 olan enflasyon Nisan 2023’te yüzde 43,6 oldu. SSK’lıların alt sınır aylığı 1999 öncesinde yüzde 70 iken 5510 sayılı Yasa ile emekli aylıklarının sınırları yüzde 35-40 oranına geriledi. Asgari ücret pazarlıklarının yapılmaya başlandığı bu günlerde şunu unutmamakta fayda var: 2023’ün son ayında yapılan araştırmalara göre, açlık sınırı 14.026 TL'ye, yoksulluk sınırı 45.687 TL'ye yükseldi. Milyonlarca insanın açlık sınırının altında maaş aldığı, kaynakların dolaylı vergiler, vergi afları, zamlar gibi araçlarla doğrudan sermayeye aktarıldığı 2023 yılında yoksulluğa ve açlığa karşı örgütlü mücadelenin ve sendikaların hızla harekete geçmesinin önemi bir kez daha ortaya çıktı. Ekosisteme savaş açan bir iktidar 2023 yılı boyunca, rejim sanki ekosisteme savaş açmış gibi bir durumla karşı karşıyaydık. Akbelen’de ve Hatay Dikmece’de yaşananlar bu sürecin bir özeti gibiydi. Temmuz ayının son haftasında Limak Holding’e ait termik santral için açık linyit alanı genişletme izni kapsamında Akbelen ormanında ağaç katliamı başlatıldı, dört yıldır ormanı savunan köylüler ve aktivistler bölgeye akın etti. Jandarma ise şirketin yanında yer alarak yaşam savunucularına sert müdahalelerde bulundu. Akbelen ile aynı günlerde Hatay’daki köylüler de zeytinlikleri için direnişe başladı, çünkü jandarma eşliğindeki iş makineleri Hatay'ın Dikmece Köyü'ndeki tarım arazileri ve zeytinlikler üzerine yapılmak istenen deprem konutları için bir çalışma başlatmıştı. Ağustos ayı boyunca Akbelen köylüleri ve yaşam savunucuları toprağın traşlanmasına, maden ocağının açılmasına karşı mücadelelerine devam etti. Akbelen’le birlikte Türkiye’de madencilik izni verilen alanlar meselesi bir kez daha gündemin ilk sıralarına yükseldi. Yalnızca 2022 yılında 20 bin 615 hektar orman alanının amacı dışında kullanımına izin verildiği ortaya çıktı. 2012-2022 döneminde 109,804 hektar büyüklüğündeki ormanlık alan için madencilik izni verilmişti. “Enerji İzinleri” adı altında, ormanlık alanlarda ama ormancılık dışı faaliyetler yürütmek için başlatılan bu girişimlerin türlerine göre dağılımı ise şöyle: Nükleer Enerji Santralı, 1,002 hektar; Petrol Arama, 983 hektar; Enerji İletim Hatları, 82 bin 217 hektar; Hidroelektrik Santralı, 11 bin 23 hektar; Petrol İşletme, 66 hektar.  Maden patronlarının, petrol ve enerji şirketlerinin sözcülüğünü yapan iktidar ise ormanlarını, derelerini, göllerini, yaşadıkları yerleri, evlerini korumak için direnen insanları yıl boyunca marjinallikle suçlamakla meşguldü. Direnmek ve Erdoğan’ın yenilebileceğini anlatmak Erdoğan’ın yenilebileceğini anlatmak, Türkiye’de kapitalizmin aşılamaz bir sistem olduğuna dair giderek yaygınlaşan inançla mücadele etmek açısından da önemli. Erdoğan’a karşı mücadele kapitalizmden, kapitalizme karşı mücadele de Erdoğan’dan ayrılamaz durumda. Seçim yenilgisi, iki yıla yakın bir süre estirilen parlamenterist rüzgâr, Erdoğan’ın başkan seçilmesiyle birlikte ağır bir moral bozukluğuna yol açarken gerçeklerin de hızla unutulmasına neden oldu. Oysa Erdoğan, muhalefetsiz tek otoriter lider olmasına rağmen büyük zorluklarla karşı karşıya. Ekonomi, Kürt sorunu ve Kürt halkının talepleri, rejimde yaşanan çürümenin etkileri, iklim krizinin şiddeti, emperyalist kamplar arasında sıkışıp her iki kampa da göz kırpması, Suriye sorunu, yoksulluk, düğüm düğüm olmuş (ve bizzat iktidarın belirleyici olduğu) yargı krizleri, dış sermaye ihtiyacını karşılama yeteneğinden yoksunluk… bu liste uzatılabilir. Üstelik tüm baskı koşullarına rağmen ırkçılığa, milliyetçiliğe karşı çıkanlar, göçmenlerle dayanışmak için canını dişine takanlar, iklim krizine ve ekolojik yıkıma direnen on binlerce insan, hakları için mücadele eden kadınlar, özgürlükleri için ses çıkarmaktan vazgeçmeyen Kürtler, cezaevlerinde haksız yere tutulan binlerce insan hakları aktivisti, sokak hayvanlarının hakları için mücadele edenler, hepimiz 2023 yılı boyunca direnmeye devam ettik. Sendikaların hantallığına rağmen direnen işçiler 2023 yılı boyunca zaman zaman ses getiren eylemler, direnişler örgütlediler. 2024 yılının, açlığa, yoksulluğa ve haksızlığa karşı birleşenlerin, “özgürlük işçilerle gelecek!” diyenlerin seslerinin daha gür çıkacağı bir mücadele dönemi olacağına inanıyoruz.

Gazze’de ateşkes! Filistin’e özgürlük!

İsrail’in Gazze’yi imha girişimine karşı İstanbul, Ankara ve İzmir’de, Filistin’e özgürlük isteyenlerin bir araya gelerek oluşturduğu bir platformun ilk adımları atıldı.  Platform 9 Aralık’ta, hem İnsan Hakları Haftası hem de Birinci İntifadanın yıl dönümü olan bu özel tarihte Kadıköy'de ilk eylemini gerçekleştirdi. Eylemde, Gazze'de katledilen çocukların isimlerinin yazıldığı bir pankartı açan eylemciler insanlık zinciri oluşturdular ve küresel mücadeleyi büyütme çağrısı yaptılar.  Bahariye Caddesi’nde kurulan insan zincirinde Filistin bayraklarına birçok pankart eşlik ediyordu. Hidayet Şefkatli Tuksal, Hacer Ansal ve Nuran Yüce tarafından okunan basın açıklamasında şu temel vurgular yapıldı: Soykırımı durduralım! Gazze benzeri görülmemiş bir saldırı altında. Tam iki aydır yakılıp yıkılıyor. Filistin halkı haftalardır bombalanıyor, katlediliyor, her bir saatte 10 çocuk İsrail ateşiyle öldürülüyor.  Yaşanan, Gazze’nin insansızlaştırılması girişimidir: 21. yüzyılın ilk çeyreğinde tüm insanlığın gözü önünde yeni bir soykırım gerçekleşiyor. 7 Ekim’den itibaren öldürülen Filistinli sayısı 17 bini aştı. Birleşmiş Milletler ve Dünya Sağlık Örgütü raporlarına göre, Gazze’de öldürülenlerin 6 bini (yüzde 40’ı) çocuk, 4 bini aşkını (yüzde 22’si) kadın ve yüzde 4’ü yaşlılar – yani öldürülenlerin yüzde 60-70’ini kadınlar, çocuklar ve yaşlılar oluşturuyor. İsrail savaşın bile hiçbir kuralını tanımıyor. 7-27 Kasım tarihleri arasında Birleşmiş Milletler Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı çalışanlardan 104 kişi İsrail saldırılarında hayatını kaybetti. Bu, tek bir savaşta BM yardım çalışanları kaybında en yüksek sayıdır. BM sığınakları da İsrail saldırılarına hedef oldu: 19 kişi öldü, 310 Birleşmiş Milletler çalışanı yaralandı. Yine Birleşmiş Milletler’e ait 42 sığınak ve acil durum merkezi bombalandı ve çok fazla can kaybı yaşandı.  Gazze’nin 2,3 milyon olan nüfusunun 1,8 milyondan fazlası – nüfusun yüzde 80’i – evini terk etmek zorunda kaldı. İnsanların büyük çoğunluğu hastanelerde, Birleşmiş Milletler binalarında, okullarda ve camilerde yaşamaya çalışıyor. İki aya yaklaşan İsrail saldırılarında Gazze’deki sivil yerleşim yerlerindeki evlerin en az yüzde 60’ı harap oldu veya ciddi zarar gördü.  12 Ekim’den bu yana Gazze’nin elektriği kesilmiş durumda. Elektriğe bağlı tüm hastane, fırın, su pompası, su sanitasyon merkezlerinin faaliyetleri durdu. Temiz içme suyu kesintisi yaşanıyor. 14 hastane ve 51 birinci basamak sağlık merkezi çalışamaz durumda. Hastanelerin yüzde 70’i, birinci basamak sağlık hizmetlerinin ise sadece yüzde 30’u çalışır durumdadır. Saldırıların başlamasından bu yana sağlık merkezlerine 137 İsrail saldırısı oldu, bu saldırılarda hayatını kaybeden sağlık çalışanı sayısı 130’a yükseldi. İsrail askeri yetkilileri 10 bin kez saldırı gerçekleştirdiklerini hiç utanmadan açıklayabiliyor.  Dünyanın en ağır baskısının uygulandığı açık hava hapishanesi olan Gazze on bin kez bombalandı. Binlerce patlama, ölüm, yaralanma, yıkılan binalar, ölen canlılar, yok olan ekosistem, bir bölgenin topyekûn yaşanamaz hale getirilmesi, bölgede yaşayanların yok edilmesi, sürülmesi, evsiz bırakılması, biz burada, şu anda bu basın açıklamasını yaparken süregiden dehşet sahneleri… Bu yüzden, tüm dünyada, İsrail bir soykırım yapmakla suçlanıyor. Bizler, İsrail’in hemen durdurulması için tek bir saniye bile kaybetmeden harekete geçilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Tüm yurttaşları, sivil toplum kuruluşlarını, sendikaları, barışı savunanları, savaşlara, işgallere ve ırkçılığa karşı olanları, İsrail’in ABD destekli savaş suçlarıyla dolu işgaline karşı, Filistin’in özgürlüğü için birlikte, yan yana ses çıkarmaya çağırıyoruz. Gazze için küresel direniş  Dünya İsrail’in yarattığı yıkımın sona ermesi için ayakta. Milyonlarca insan, bu işgalin hemen, pazarlıksız sona ermesini istiyor. İsveç’te, Londra’da, Glasgow’da, Paris’te, Belçika’da, Güney Afrika’da, New York’ta, Jakarta’da, Tunus’ta, Almanya’da, Manchester’da, Avustralya’da, Pakistan’da, Japonya’da, Washington’da, Edinburgh’ta, Somali’de, Bosna’da, Kosta Rika’da, Portekiz’de, Kanada’da, Danimarka’da, Norveç’te, Mauritius adasında, Fas’ta, Mısır’da, Yemen’de, Atina’da, Barselona’da, Brezilya’da, Meksika’da, İrlanda’da, Arjantain’de, Yeni Zelanda’da, Finlandiya’da Gazze’yle dayanışma eylemleri örgütlendi.  Birçok ülkede, İsrail’i destekleyen devletler, Filistin halkıyla dayanışan savaş karşıtlarını antisemitist olmakla suçlayarak hareketleri bastırmaya, bölmeye çalışıyorlar. İklim aktivisti Greta Thunberg, Gazze halkıyla dayanıştığı için Avrupa’da istenmeyen kişi ilan edildi. Ama Greta, her zamanki cesaretiyle “İşgal altındaki topraklarda iklim adaleti olamaz!” diyerek Filistin için ses çıkarmaya devam ediyor. Biliyoruz ki ölen Filistinliler, çocuklar, kadınlar sadece bir istatistik değil; kaybettiğimiz tüm insanların bir hikâyesi var. Ölen o çocukların isimleri var, hayatları vardı. Gördüğünüz bu büyük pankarta sığdırmayacağımız kadar çok... Anne karnında bebekler, çocuklar aralıksız bir şekilde öldürülüyor.  Savaş suçluları yargılansın! Gelin hep birlikte Netanyahu’nun ve İsrail devlet mekanizması içinde savaş suçu işleyen herkesin savaş suçlarından yargılanması için ses çıkartalım. 9 Aralık ayrıca Uluslararası İnsan Hakları Haftası. Hiçbir insan hakkı ihlalinin unutulmayacağını ısrarla vurgulayalım. Yaşam hakkı elinden alınan çocukların, artık sesini çıkartma şansı kalmayan insanların sesi olalım. Tüm dünyada, özellikle bölgede yaşayan halklar olarak ne kadar güçlü, ne kadar etkin, ne kadar kararlı, ne kadar ısrarlı olursak o kadar iyi. İsrail’in sürekli saldırılarını durdurmak için yıllar önce ABD’nin Irak işgaline karşı çıkarken söylediğimiz o önemli mesajı bir kez daha hatırlamamız çok önemli: “Şimdi değilse ne zaman? Biz değilsek kim?”  İsrail’le ikili anlaşmalara son! Bir sözümüz de burada, iktidara. Türkiye bir yandan Filistin halkının yanında gibi görünürken bir yandan da İsrail’le ikili ilişkilerini, askeri ve ticari işbirliklerini sürdürüyor. Son 20 yılda Türkiye-İsrail arasındaki ticaret hacmi yüzde 530 arttı. Türkiye’nin dış ticaretinde İsrail 10. sırada. Türkiye’den şirketlerin İsrail’de enerji yatırımları var.  İsrail’le devlet düzeyinde yapılan ikili anlaşmalar hemen askıya alınsın! Türkiye, bölgede tüm ülkelerle barışcı ve diyaloğa dayalı bir ilişki kurarken, 75 yıllık işgal politikalarını durdurmak için İsrail devletinin yalnızlaştırılması, tecrit edilmesi ve savaş suçlarına cüret edecek cesareti aldığı dünya politik arenasındaki desteği ortadan kaldıracak girişimlerde bulunmalıdır. ABD’nin İsrail’e verdiği yayılmacı desteğin sorgulanmasını sağlamanın yolu, bir yandan bölgede barışçıl politikalarla öne çıkmak iken aynı zamanda ABD’nin Türkiye’deki askeri üslerinin kapatılmasıdır.  Irkçılığa taviz yok! Bugün etkinliğimiz boyunca sık sık “ırkçılığa dur de” sloganlarını attık, atmaya da devam edeceğiz. Bunun çok önemli bir nedeni var. İsrail’e karşı çıkarken genel olarak Yahudileri, özel olarak da Türkiyeli Yahudileri suçlayan, ırkçılık yapan, antisemitist yaklaşımları benimseyenlere de artık dur demenin zamanı geldi! İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırısına karşı duyulan haklı öfkenin, antisemitizmle hedefinden şaşırtılmasına, barış isteyen kalabalıkların mücadele isteğinin ırkçı fikirlerle bölünmesine izin vermeyeceğiz! Halkların eşit koşullardaki eşitliğinden söz eden herkesi, İsrail devletinin saldırganlığıyla Yahudileri ve Türkiyeli Yahudileri eşitlemeye çalışan yaklaşımlara karşı sessiz kalmamaya davet ediyoruz. Gazze’de hastaneleri vurarak Filistinlilere “burada kalırsanız ölürsünüz” mesajı veren israil’e, savaş suçlularına karşı hep birlikte ses çıkartalım! Soykırımı durduralım, savaş suçlularını yargılayalım! Gazze’de ateşkes, Filistin’e özgürlük!

Doğan Tarkan: Devrime adanmış bir yaşam

Doğan Tarkan, ömrünü işçi sınıfının mücadelesinin kazanmasına adamıştı ama Marksist teoriyi sımsıkı kavrayan bir devrimci olduğu için, sadece ekonomik bir birim olarak işçilerin sadece ekonomik bir birim olan burjuvalara karşı mücadelesi olarak kabalaştırılan bir sosyalizm anlayışından fersah fersah uzak bir sosyalist mücadele perspektifine sahipti. Doğan için bir işçi aynı zamanda kadın, erkek, LGBT+, Kürt, Ermeni gibi diğer ezilmişlik biçimlerini de yaşayan ya da bu ezme ezilme ilişkileri içinde emek gücü sömürüsüne maruz kalan somut insan demekti. Her türlü ezen ezilen ilişkisinde, tıpkı Lenin gibi, “ama… fakat” demeden ezilenden yana tutum alırken, bu ezilme biçimlerini basitçe kimlik sorunu olarak tanımlayan ve bu sorunları gündeme getirmenin işçi sınıfını gerçek sorunlarından uzaklaştırdığını iddia edenlerle sürekli olarak tartıştı. Doğan’la sık sık tartışma fırsatı bulanlar, onun, defalarca, “tüm ezilenlerin sorunlarına sahip çıkmayı öğrenmeden ve kendi eylemini tüm ezilme biçimlerine karşı mücadelenin eylem platformu haline getirmeden, bir işçinin sınıf bilinci son sınırına kadar gelişemez” dediğine tanık olmuştur. Doğan Tarkan’ı, Kürt halkı ve Ermeni halkının da mücadeleci bir neferi yapan, benimsediği bu perspektif kadar, Türkiye Cumhuriyetin kuruluş yapısını kavrayışındaki netlikti. Doğan, Ermeni soykırımı konusunda sol hareket içinde kafası en berrak sosyalistti. Ermeni soykırımıyla hesaplaşmak için yükseltilen mücadelenin koç başı olarak DSİP’in öne çıkmasının nedeni budur. Doğan, soykırımı tanımayan, devletin soykırımı tanıyıp özür dilemesi için mücadele etmeyen ve Kürt halkının özgürlüğü için harekete geçmeyen solcuların ve sosyalistlerin ne gerçek anlamda devlete karşı olabileceğini ne de antikapitalist olabileceğini düşünüyordu. Doğan’ın Kürt halkının uzattığı barış elini batıdan tutacak milyonlarca insanı harekete geçirmek için beslediği ve etrafına bıkmaksızın aktardığı inanç ve bu devletin Ermenilerden soykırım nedeniyle özür dilemesi için verdiği aralıksız mücadele güncelliğini koruyor. Bu mücadele kazanmadan işçi sınıfının kazanması mümkün olmayacak, işçi sınıfı kazanmadan bu mücadele istediğimiz kazanımları elde edemeyecek.  Tüm hayatını kitlesel bir devrimci solun yaratılması mücadelesine adayan Doğan Tarkan elinizde tuttuğunuz gazetenin kurucusu ve ölene kadar editörüydü. Aşağıda Doğan’ın bu gazetede çeşitli sayılarda çıkan yazılarından bölümler bulacaksınız. İşçi sınıfının birliği Sosyalistler için en önemli mücadele konusu işçi sınıfının birliğidir. İşçi sınıfının birliğini sağlamak her şeyin üzerinde olan bir görevdir. Çünkü elinde sayısız savaş aygıtı olan egemen sınıflara karşı işçi sınıfının tek silahı birliğidir. Bölünmüş bir işçi sınıfı sermaye karşısında daima yenilmeye mahkumdur.  Greve çıkacak bir fabrikada işçiler bölünmüşse, bir kısmı greve çıkmak istemiyorsa geri kalanının başlatacağı bir grevin işi zordur. Hele greve katılmayanlar çoğunluksa veya önemli bir azınlıksa greve çıkan işçilerin işi daha da zordur. Günlük mücadelenin her alanında işçilerin birliği önemlidir. Eğer işçi sınıfı etnik, dinsel ve politik olarak bölünmüşse işi gene zordur. Egemen sınıf karşısında bölünmüş bir işçi sınıfının kendisini savunması veya kazanımlar elde etmesi mümkün değildir.  Bunların yanı sıra işçi sınıfı içinde toplumun her yanında olduğu gibi nesnel olan bölünmeler de var. Kadın ve erkek işçiler, Kürt ve Türk işçiler gibi. Sosyalistler bu bölünmeleri ortadan kaldıramaz ama görevleri mücadelede farklı kesimleri yan yana getirmektir. Tersine tutumlar sadece egemen sınıfın durumunu güçlendirir.  (…) Türkiye’de işçi sınıfının birliğini zayıflatan bir dizi tutum var. Her şeyden önce işçi hareketi günümüzün en derin politik ayrışmasında laik ve İslamcı olarak bölünmeye çalışılıyor. Egemen sınıf için çok yararlı olan bu bölünme kimi sol gruplar tarafından da körükleniyor. Aynı şekilde Alevi-Sünni bölünmesi, Kürt Türk bölünmesi esas olarak egemen sınıfa yaramaktadır, ama kimi sol gruplar da bu bölünmeleri körüklemektedir. Burada ince nokta solun işçi sınıfının birliğini korurken aynı zamanda işçi sınıfı içindeki iki kere ezilenlerin mücadelesini tüm işçi sınıfına mâl etmek için mücadele etmenin gerekliliğidir. Kürtler kendi dillerini bile konuşamazken, Aleviler kendi ibadethanelerine sahip olamazken, kadınlar aşağılanırken işçi sınıf özgür olamaz. Sosyalistler bu nedenle bütün bu alanlarda mücadelenin en ön safında olmak zorundadır. Oysa Türkiye solunda bu mücadeleleri küçümseyen ve hatta zaman zaman mücadelenin öbür yanına geçen tutumlar hiç eksik değildir. Bu tutum kendisini özellikle Kürt sorununda gösterir. Kürt ulusal mücadelesini tanımayan, küçümseyen tutumlar yaygındır. Hareketin boyutları ve çok zaman biçimi sosyalistlerin bir kısmını ürkütür. Devrimci sosyalistler bunlara karşı da mücadele etmek zorundadır. (Sosyalist İşçi, Sayı 353, 6 Mart 2009) Onların sosyalizmi, bizim sosyalizmimiz (…) Lenin ve devrim  1917 Şubat Devrimi’nden sonra Rusya’ya gelen Lenin devrimin başladığı kent olan St. Petersburg’a ayak bastığı gün istasyonda kendisini karşılayan İşçilere yaptığı konuşmada devrim ‘Rusya’da ancak başlatılabilir ama gelişmiş ülkelerde devrim olmadan, bir dünya devriminin kapısı aralanmadan devrim Rusya’da, tek bir ülkede yaşatılamaz’ diyordu.  Stalin ise dünya devriminin gerilemekte olduğunu söyleyerek Rus Devrimi’nin yalnız kaldığını iddia ediyor ve bu koşullarda önlerinde tek ülkede sosyalizmi inşa etmekten başka bir seçenek kalmadığını söylüyordu.  Onların sosyalizmi  Stalinizmin iktidarı daima dünya çapında bir destek buldu. Stalinistlerin bir sosyalizm anlayışı var. Asıl olarak ikameci, yani kendi partilerini İşçi sınıfının yerine geçiren bir anlayış bu. Stalinizm sönümlenen, yok olacak olan bir devleti değil aksine güçlü ve giderek daha da güçlenen bir devleti savunur. Stalinistler ise baskıcı, İşçi sınıfına karşı zorbalık yapan bir iktidarı sosyalizm olarak savunurlar.  Bizim sosyalizmimiz  Stalin’in karşı devrimine karşı direnenler elbette oldu. Bu direnişin en önemli ögesi Troçki ve yandaşlarıdır ve bu nedenle en ağır baskıya onlar uğradı. Devrimin Lenin ile birlikte iki önderinden birisi olan Troçki Lenin’in ölümünden hemen sonra ülke dışına sürgüne gönderildi ve daha sonra da bir Stalinist ajan tarafından öldürüldü. Troçki Stalinist tezlere karşı hem SSCB’de hem de dünya çapında marksist tezleri savundu, Stalin’in çarpıtmalarına karşı durdu.  Bizim sosyalizm anlayışımız İşçi sınıfının kurtuluşunun kendi eseri olacağını söyler. Sosyalizmi İşçi sınıfının kendisini devlet olarak örgütlemesi olarak tarif eder. Dolayısıyla bir partinin iktidarını sosyalizm olarak görmez. Stalinizmden en temel farklılığı budur. (Sosyalist İşçi, Sayı 353, 6 Mart 2009) Lenin, örgüt ve DSİP (…) Lenin için bir parti modeli yoktur ama bir örgütlenme anlayışı vardır. Daima mücadeleci, sokakta olan, sınıfın tüm öncü unsurlarını birleştirmiş disiplinli ve militan bir örgüttür. Ne var ki Stalin ve Rus bürokrasisi Lenin'in örgüt anlayışının disiplinini bütünüyle bozmuş ve başka bir hale sokmuşlardır. Lenin'in disiplini eylemde disiplin, tartışmada alabildiğine demokratiktir. Bolşevik Partisi daima yoğun tartışmalar yaşamıştır. Lenin bir çok defa parti yönetici organlarında azınlığa düşmüş ve tartışmayı bütün örgüte yayarak, bütün örgütün tartışmalara katılımını sağlayarak savunduğu görüşleri parti içinde hakim kılmıştır. Lenin'in partisi Marks gibi "işçi sınıfının kurtuluşunu kendi eseri olarak" tanımlar. Bu nedenle Bolşevikler Şubat Devrimi ile Ekim Devrimi arasında geçen dönemde ellerine birçok fırsat geçmiş olmasına rağmen işçi sınıfının çoğunluğunun desteğini kazanmadan iktidarı almak için adım atmadılar. Lenin partiyi işçi sınıfının yerine geçirmeyi bütünüyle reddediyordu. (…) Lenin'in örgütü mücadelecidir. Militandır. Disiplinlidir ama aynı zamanda demokratiktir. Tartışmadan karar almaz ama karar aldıktan sonra uygular. DSİP Lenin'in örgüt anlayışı doğrultusunda hareket eden bir örgüttür. Ülkedeki gündemi oluşturan bütün politik gelişmelere işçi ve emekçi sınıfların açısından müdahale eder. Hatalar da yapar. Hatalarından en kısa zamanda öğrenmeye ve kendisini yenilemeye çalışır. Eğer sokaktaki hareketi olumluyorsanız, daha güçlü olması gerektiğini düşünüyorsanız DSİP'e siz de katılın. (Sosyalist İşçi, Sayı 379, 30 Ekim 2009) DOĞAN TARKAN

Ana muhalefet: Sağcı, ırkçı, kavgalı, paramparça

Yerel seçimler Mart ayında yapılacak. Sağcı muhalefet birbirine düşmüş durumda. Ve sol adına konuşan CHP yine berbat adaylar gösteriyor. Millet İttifakı'nı kuran ve Altılı Masayı oluşturan CHP ve İYİP birbirine girdi. Akşener ittifakı bitirdi ve yerel seçimlerde ortak aday gösterilmesini savunanları partisinden atmaya başladı. Büyük bir istifa dalgası yarattı. Kılıçdaroğlu'nun çifte yenilgisinden sonra CHP yönetimine gelen Özgür Özel ve fiili olarak CHP başkanlarından birisi olan Ekrem İmamoğlu ise sol gösterip sağ vurmaya devam ediyor. Önceki dönem CHP'den ihraç edilen ırkçı Tanju Özcan partiye geri alındı ve özerk bölge gibi yönettiği Bolu Belediye Başkanlığı'na yeniden aday yapıldı. CHP içindeki liderlik yarışını kaybeden Muharrem İnce, ayrılıp kendi partisini kurmuştu. Memleket Partisi ideolojik çizgi olarak katı ulusalcılığı ve göçmen karşıtlığını benimsedi. Baş ırkçı Ümit Özdağ ile uzun süre ittifak halinde oldu.  Bugün ise Ekrem İmamoğlu ve Muharrem İnce büyük bir dostluk içindeler. İnce ve partisi, İstanbul'da İmamoğlu'nun adaylığını destekleyeceğini duyurdu. Peki hâlâ siyasette olduğunu hissettiren Kılıçdaroğlu ne yapmıştı? Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turuna kadar demokratik bir çizgi izleyen Kılıçdaroğlu, Tanju Özcan gibilerinin ırkçılığına karşı çıkmamıştı. O da göçmenleri kovmayı vaat etti. İkinci turda ise ırkçı Zafer Partisi ile kol kola girip ırkçı bir kampanya yaptı. Ve yenildi. Bütün bunlar bir kaç şeyi gösteriyor: - Genel seçimlerde, aşırı sağcı iktidar blokuna karşı milliyetçi sağcı bir muhalefetin başarılı olmayacağı görüldü. - Bu muhalefet içindeki bazı unsurların hızla AKP'ye yaklaşabileceği anlaşıldı. - CHP'nin sol olmadığı, değişim sözlerine rağmen yapısının buna izin vermediği bugün daha açıkça görülmeli.

DSİP: Sokak hayvanlarından elinizi çekin!

Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP), sokak hayvanlarına dönük nefret kampanyası ve toplamalar hakkında bir açıklama yayımladı. Açıklama şöyle:  

Devrime adanmış bir yaşam: Doğan Tarkan'ı anıyoruz

Aramızdan ayrılışının 10. yıldönümünde DSİP'in kurucusu ve Marksist.org yazarı Doğan Tarkan'ı anıyoruz. 23 Aralık Cumartesi 17:00'de başlıyor. Adres: DSİP Kadıköy - Söğütlüçeşme Caddesi, Kalem Sokak, No: 11 , Kat: 3 Osmanağa  

Celalettin Can: Özgürlük denebilirse bugün özgürlüğüme kavuştum ama bir tarafım buruk

Ömrünün 20 yılını hapiste geçiren 78'liler Girişimi sözcüsü Celalettin Can, hastalığına ve şartlı tahliye kurallarına rağmen düşünce ve ifade özgürlüğü ihlal edilerek zindana alınmıştı. Nihayet serbest bırakıldı. KHK ile kapatılan Özgür Gündem gazetesi ile dayanışma amacıyla bir günlük yayın yönetmenliği yaptığı için 109 gündür cezaevinde tutulan Can, tahliye oldu.Yeni adıyla Marmara, bilindik ismiyle Silivri hapishanesinden çıkıktından sonra şunları söyledi: "Özgürlük denebilirse bugün özgürlüğüme kavuştum ama bir tarafım buruk. Benim durumumda hatta daha kötü olan yüzlerce arkadaşı cezaevinde bırakarak çıktım. Çok haksız, hukuksuz bir şekilde orada yatıyorlar. Sadece Marmara'da değil, Türkiye'nin her tarafında denetimli serbestlik hakkında insanları yararlandırmıyorlar. Türkiye'nin demokratik, ilerici güçleri muhakkak cezaevi sorununa el atmalı. Örgütler, milletvekilleri, dernekler sayesinde bırakıldım. Bu dayanışma bütün demokrasi mücadelesi gösteren tutsaklara gösterilsin. Dostlarımız serbest bırakılsın"  

'Gazze'deki insani felakete karşı #AteşkesHemen talebimizi büyütmek için buluşuyoruz'

LGBTİ+ ve insan hakları örgütleri, Gazze'ye yapılan saldırıları 18 Aralık Pazartesi günü Kadıköy'de protesto edecek. Çağrıları şöyle "Gazze Şeridi'ndeki insani felakete karşı #Ateşkes talebimizi büyütmek için 18 Aralık Pazartesi günü 19:00'da Süreyya Operası önünde basın açıklaması için buluşuyoruz! #AteşkesHemen" Çağrıcılar: 17 Mayıs Derneği, Hak İnisiyatifi, Adım Zamanı, Kadının İnsan Hakları Derneği, Kaos GL, Lambdaİstanbul, Sivil Alan Araştırmaları Derneği, SPOD, Uluslararası Af Örgütü, Yaşam bellek özgürlük.

Hasta mahpus Celalettin Can: Devletin sorumluluğu altındaki cezaevlerinde insanca yaşamı sağlayın

Düşünce ve ifade özgürlüğünün ihlali sonucunda 108 gündür hapiste tutulan Celalettin Can, kendisine Adli Tıp Kurumu  3. İhtisas Dairesi’den ‘gerekli sağlık kontrollerin yapılması’ kaydıyla cezaevinde kalabilir raporu verildiğini açıkladı Celalettin Can; cezaevinde yaşadığı sorunları ve son durumunu açıklayarak sorunların çözümünü talep etti. Devamla;   “Yaşadığım coğrafyanın güçlükleri içinde demokratikleşme ve özgürlük mücadelesi için gazetecilik, yazarlık yapmaya çalışıyorum. 31 Ağustos’ta infazımın gerçekleştiği günden bugüne 5275 sayılı kanunun 89/3 maddesi kapsamında “Denetimli Serbestlik Hakkım” oluşmuşken, cezaevinde kendilerini ikinci bir yargı merci yerine koyan “idare ve Gözlem Kurulu” tarafından hukuksuz bir şekilde sağlık sorunlarıma rağmen ve de Yargıtay’ın bu konudaki kararına rağmen “bağımsız koğuş”da kalmayı istemediğim için beni 108 gündür rehin tutuyorlar.  Rahatsızlığım nedeniyle götürüldüğüm Cezaevi Kampüs Hastanesi, Silivri Devlet Hastanesi, Adli Tıp ( 2 kez), Yedikule Göğüs Hastanesi ve cezaevi revirinde bana söylenen “uyku apnesi kalbi zorluyor, ciddi risk altındasın” teşhisine rağmen Adli Tıp Kurumu cezaevinde kalabilir raporu vermiştir Coğrafyamızda cezaevleri çoğu kez ağır insan hakları ihlallerinin yaşandığı merkezler olurken, ben ve birçok hasta mahpus İstanbul Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulu siyasi bir tutum izleyerek, sağlık sorunu yaşayan mahpusların tam teşekkülü devlet hastanelerinden almış oldukları raporları da kabul etmeyerek, verdikleri kararlarla yaşam haklarımızı ihlali etmekle birlikte sağlık sorunu yaşayan biz hükümlülerin tahliyelerine engel olmaktadırlar. Buradan Adalet Bakanlığına çağrımdır; ATK verdiği bu raporla 19 Arlıkta cezaevinde toplanacak kurulun kararlarını etkilemeyi amaçlamaktadır. Bu bir yaşam hakkı ihlalidir… Adli Tıp Raporuna göre özgürlüğümü engellemeyin… Cezaevlerinde sağlık sorunu yaşayan mahpusların yaşam ve sağlık hakkının korunması, tahliye koşullarının sağlanması ulusal ve uluslararası mevzuatın, sözleşmelerin gereğidir.  Bu belgelerle ‘mahpuslara yönelik kötü muamele ve işkencenin mutlak suç olduğu ve bu suçların zaman aşımına uğramadığını, mahpusların tüm haklarının devletin koruması altında olduğunu, insan hakları çerçevesinde muamele görmeleri sağlanmalıdır’ diyerek koruma altına almıştır. Tüm bu yükümlülüklere rağmen Adalet Bakanlığı, Adalet Bakanlığına bağlı Ceza ve Tevkifevleri Müdürlüğü, TBMM vekilleri kamuoyunda yapılan sayısızca açıklama, başvuru, çağrı ve raporları görmezden gelerek, cezaevlerinde işkence ve kötü muamelenin, yaşam hakkı ihlallerinin ve ölümlerin sorumluluğunu taşıyanlar olarak görüleceklerdir.” Celalettin Can, taleplerini şöyle ifade etti; “Devletin sorumluluğu altındaki cezaevlerinde insanca yaşamı sağlayın. Devlet olarak yükümlülüklerinizi yerine getirin. İhlalleri yapanlar hakkında gerekli soruşturmaları yapın. ATK’nin yaşam hakkını hiçe sayan kurul kararlarını inceleyin.   Hipokrat yemini ettiğini iddia eden Adli Tıp hekimleri hakkında işlem başlatın. Mecliste, Cezaevleri ile ilgili çalışmalar yürüten sivil toplumla koordineli de çalışacak çok acil cezaevlerini izleme komisyonu kurun.  Bizler siyasi mahpuslarız, haklarımızı biliyoruz… Bizleri ıslah etme yöntemlerinizin tümü kötü muameledir. Vazgeçin… Tüm hasta mahpusların özgürlüğünü sağlayın!” Celalettin Can Marmara L Tipi 5 No’lu Kapalı Ceza ve İnfaz kurumu C-12

Geri 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 İleri

Bültene kayıt ol