Örgütlenme hakkı, iş güvencesi, çalışma saatleri ve ücret politikaları gibi iş yaşamının doğası ve sürekliliği ile ilgili en temel konularda bile hak mücadelelerinin bitmediği ve işveren-devlet işbirliğinde yeni hak gaspı metotlarının üretildiği Türkiye gibi ülkelerde, verilen emek mücadelelerini de çok boyutlu bir şekilde ele almak gerekiyor. Kapitalizmin ve neoliberal politikaların gittikçe artan sertliğinde devam eden emek mücadeleleri içinde kadınların mücadelesi; istihdam edilmemekten eşitsiz ücret politikalarına, ev-iş yükü kıskacından, farklı mobbing biçimlerine ve tacize uzanan daha da geniş bir alanı kaplıyor. Toplumsal yaşamın tüm alanlarına yansıyan ayrımcı politikaların ve eşitsizliklerin, çalışma hayatı ve emek mücadelelerinde de keskin bir şekilde hissedildiğini; bu nedenle kadınların emek mücadelesine daha yakından bakmamız gerektiğini söyleyebiliriz.
Pandemi ile birlikte gözle görülür şekilde artan işsizlik oranları, kısa çalışma ve ücretsiz izin uygulamaları gibi pek çok güncel gerçekle karşı karşıya kalınan emek dünyasında, 31 Ocak 2021’de Resmi gazetede yayımlanan sendikalaşma rakamları şu şekilde:
- Son 1 yılda Türk İş 113.657 yeni üye kazanarak 1.131.749 üyeye ulaştı.
- Hak-İş bu dönemde 44.992 yeni katılımla 711.295 üyeye ulaştı.
- DİSK’in toplam üye sayısı ise 9.014 artarak, 193.866 oldu.
- Bağımsız sendikaların toplam üye sayısı ise 3.190 azalarak 25.764 oldu.
Uzmanlara göre; taşeron işçilerin kadrolara alınması ve buna bağlı olarak belli işkolu tanımlarında ortaya çıkan bu niceliksel artışlar, büyük oranda kamu işçi sayısında karşımıza çıkıyor. Sendikalaşmanın en önemli alanlarından biri olan özel sektördeki sendikalaşma oranlarının düşük olduğunu dile getiren uzmanlar, işkolları kısıtları ve siyaset bağlantılı sendikalaşma eğilimleri nedeniyle, mevcut rakamların asimetrik bir tablo ortaya koyduğunu belirtiyorlar. Küresel salgının etkisinde geçen son bir yılın ardından, genel eğilim ve değişimi görmek açısından genel bir tablo sunan bu rakamlar, cinsiyete dayalı bir veri toplama metodu izlenmediği için, kadın çalışanlar özelinde bir bilgi vermiyor.
Resmi rakamlara göre sendikalaşma oranının yüzde 14,40 gibi düşük bir oranda kaldığı Türkiye’de, kadın çalışanların sendikalaşma oranları ve süreçlerine ilişkin herhangi bir bilgi üretilmemesi, sendikal hareket açısından üzerinde ısrarla durulması gereken bir problem olarak karşımıza çıkıyor. Kadınların ağırlıklı çalıştığı hizmet, tekstil, sağlık, büro işleri gibi alanlarda toplumsal cinsiyete dayalı bir veri filtreleme ya da örgütlenme çalışması yapılmaması konfederasyonlarda ve bağlı sendikaların büyük çoğunluğunda, bu konuları özel olarak çalışacak birimlerin olmaması ile doğrudan ilişkili. Toplumsal cinsiyet temelli sorunların, emek mücadelesi içinde tali bir alan olarak görüldüğünü gösteren bu gibi tablolar, bir süredir zaten tartışılmaya başlanan “erkek işi sendikacılık” gerçeğini de ortaya koyuyor. Her ne kadar emek alanında hak mücadelesi yürütmekte olan bir alan gibi görünse de, pek çok sendikanın patriyarkal düzeni devam ettiren, temel işleyiş mekanizmalarını bu alışkanlıklar ve gelenekler üzerine kuran yapılar olduğu söylenebilir. Kullanılan dilden, temsiliyet aşamalarındaki eşitsiz yaklaşımlara kadar pek çok alanda bu eşitsizlikleri yeniden ürettikleri de, mücadele içinde her geçen gün güçlenen kadınlar tarafından sıklıkla dile getirilen bir gerçek. Başta muhafazakâr sendikalar olmak üzere, genel olarak bir erkek alanı biçiminde örgütlenen sendika yönetimlerinin, kadın üyelere kendi onay mekanizmaları içinde temsili olarak yer vermeleri, sayısal verilerin çok ötesinde, katmanlı bir ezber-bozma pratiğinin, sendikalar için elzem olduğunu gösteriyor.
Kadınların ev ve iş yaşamında güçlenmesi ve toplumsal cinsiyet temelli eşitsizliklerin temel politik mücadele alanları haline gelmesi, yaşamın pek çok alanında ısrarcı, uzun soluklu ve emek-yoğun bir mücadele gerektiriyor. 1947 yılında kurulan Tütüncüler Sendikası’nın ilk başkanı olan Zehra Kosova’dan bugüne, kadınların hem eşit işe eşit ücret hem de örgütlenmenin her alanında eşit temsiliyet mücadeleleri, uluslararası kadın hareketinin kazanımları ve yarattığı farkındalıklar ile de söylem alanını genişleterek yol almaya devam ediyor.
Sendikaların mevcut örgüt yapıları içindeki durumunu ele alan, 2014 yılında Betül Urhan ve bir dizi araştırmacı tarafından yayıma hazırlanan “Sendikasız Kadınlar, Kadınsız Sendikalar” başlıklı araştırma, sendika - kadın ilişkisine dair somut durumu ve önerileri içermesi bakımından hala güncelliğini koruyor. Araştırmaya göre, kadınların sendikalarda örgütlenmesi ve temsilinin de önündeki en ciddi engel; sendikalardaki cinsiyetçiliği yeniden üreten, kadınların kolektif hareketini ve çabalarını etkisizleştiren mevcut söylem ve zihniyet. Toptancı, toplumsal cinsiyet temelli eşitsizlikleri yok sayan sendika faaliyetlerinin zayıflamaya mahkûm olduğunu, taban örgütlenmesinden karar alma mekanizmalarına kadar her alanda kadın mücadelesini kendi mücadele pratiğinin bir parçası olarak göremeyen yaklaşımların artık sonlanması gerektiği de, araştırmada ortaya konan ve güncelliğini koruyan tespitler arasında.
Bir kadın çalışanın keyfi bir şekilde işten atılmasının ardından Tez-Koop-İş Kadın Dergisi’nin editörlüğünden istifa eden feminist gazeteci Necla Akgökçe’nin, birartibir web sitesinde Sendikalar Nasıl Kadınlaşır? başlığıyla 2018’de yayımlanan röportajında dile getirdikleri, 2014 yılında araştırmada çıkan tespitleri, somut bir şekilde doğrular nitelikte:
“İlk girdiğim sıralarda, legal sol partilerde siyaset yapmış, sonra sendikacı olmuş insanlardı yöneticilerin çoğu; daha medeni, elini ayağını nereye koyması gerektiğini bilen kişilerdi. Petrol-İş’te çalışırken onların giderek azaldığını gördüm. Ne söylediğini anlamayan, okumayan, yönetime gelince, ele geçirdikleri iktidarla her şeyi yapabileceğini sanan, her işi para üzerinden düşünen adamlar gelmeye başladı. Sendikacı tipolojisi değişti. Sendika kültürü de değişti. Erkek sendika uzmanlarının büyük bölümünün bu değişen kültür içinde patriyarkal sendika bürokrasilerinin üretimine “cinsiyetçilik bilgi ve birikimleriyle” epey katkıda bulunduğunu düşünüyorum. Erkekler arası bu cinsiyetçilik alışverişi sendika yönetimlerini de kadınlara karşı güçlendiriyor. Bu kültür, sendikanın günlük pratiğini, fikir üretme süreçlerini, sendikalarda uzman olarak çalışan ve sendika üyesi olan kadınlara karşı tavırları da etkiliyor.”
Sendika içlerindeki bu patriyarkal yapılanmanın görünür kılınması, yakın dönemli kadın özgürlük mücadelelerinden alınan deneyim, eşitsizliklerin, işyerinde mobbing ve tacizin ifşa edilmesi, kadın emek hareketinin de bir bütün olarak güçlenmesi için umut veriyor. 2019 yılında, Genel-İş Kadıköy şube seçimlerinde Mor Liste ile yönetime aday olan kadınlar, şube seçimlerini kazanmasalar da 18 Şubat 2021 yılında, uzun süren müzakereler ve üç günlük grevin ardından Kadıköy Belediyesi ile imzalanan Toplu İş Sözleşmesi’ne toplumsal cinsiyet eşitliğini ön plana çıkaran maddelerin dâhil edilmesine öncülük ettiler. Kadın mücadelesi ve emek dünyası içinde hem büyük moral kaynağı olan hem de pek çok alanda ilk niteliğini taşıyan bu kazanımlar kısaca şöyle özetlenebilir:
- İstihdamda toplumsal cinsiyet eşitliğine yönelik ücretsiz kreş hakkı
- 15 günlük babalık izni
- Hamilelikleri süresince doktor kontrolüne gittikleri günlerde kadınlara ücretli izin
- Yasal mevzuata ek olarak işverenin verdiği doğum sonrası iznin altı haftaya çıkarılması
- 8 Mart'larda izinli sayılmak
- Ayda bir regl izni
- Mobbing vakalarına bakacak beş kişilik Mobbing Kurulu’nun yarıdan çoğunun erkeklerden oluşamayacağı
- Cinsel taciz ve cinsel saldırı vakalarına bakacak beş kişilik disiplin kurullarının çoğunluğunun erkeklerden oluşamayacağı
- Aile içi şiddete maruz kalan kadın çalışanların korunması ve barınması için işveren desteği
Kadın mücadelesi içinden emek dünyasının ana gündemine taşınan bu kazanımlar ve yaklaşımlar, daha kapsayıcı ve güçlü bir sendikal alanı inşa etmek için oldukça önemli görünüyor. 25 Haziran 2021 tarihinde yürürlüğe girecek olan Uluslararası Çalışma Örgütünün (ILO)190 sayılı “Çalışma Yaşamında Şiddet ve Tacizin Önlenmesi Sözleşmesi”, iş yerinde şiddet ve tacize karşı mücadelede ulusal yasaların oluşturulmasında önemli bir dayanak oluşturması açısından önemli görünüyor. İstanbul Sözleşmesi ve 6284’ün etkin kullanımı alanında verilecek mücadeleler ile birlikte anlamlı ve bir bütün olacak olan bu gelişmeler, iş ve ev içi alandaki eşitsizliği temel alacak bir mücadele hattına örnek olabilir. İşyeri kadar ev içi alanda yaşanan şiddet ve eşitsizliği de temel gündem maddesi haline getiren böyle bir mücadele hattı, özel olanın politik olduğu gerçeğiyle daha eşitlikçi ve özgürleştirici bir toplumun inşasına aracılık edebilir.
Esra Akbalık
Yararlanılan Kaynaklar:
“Sendikasız Kadınlar, Kadınsız Sendikalar: Sendika - Kadın İlişkisinde Görülen Sorun Alanlarını Belirlemeye Yönelik Bir Araştırma” (Aralık, 2014) Yazan: Betül Urhan, Araştırma görüşmelerini yapan: Nuran Gülenç, Yayına Hazırlayan: Serap Güre Şenalp, Yayın Danışmanları: Necla Akgökçe, Nebile Irmak, Nilgün Yurdalan, Esen Özdemir, Serap Güre Şenalp. Kadav Yay: İstanbul
https://www.ilo.org/ankara/news/WCMS_749655/lang--tr/index.htm
https://www.kadinisci.org/2021/04/27/feminist-kadin-oncu-iscilere-ihtiyacimiz-var/
https://catlakzemin.com/kadinlar-ve-sendikalar-tablo-vahim-ama-umutsuz-degil/
https://www.birartibir.org/emek/109-sendikalar-nasil-kadinlasir
https://sendika.org/2021/02/ocak-2021-istatistiklerinin-isiginda-bir-2-sektorel-ve-orgutsel-duzeyde-buyuyenler-ve-daralanlar-607500/
Geçtiğimiz ay, Arnavutluk’ta kadın cinayetleri protesto edilirken Teksas’ta yeni kürtaj kısıtlaması yüzlerce kadını sokağa döktü. Türkiye’nin pek çok ilinde İstanbul Sözleşmesi eylemleri devam etti.
Teksas’ta kürtaj eylemi
Teksas’ta kürtaja erişimdeki yeni kısıtlamayı protesto eden yüzlerce kadın hükümet binasında bir araya geldi. Bu yeni kısıtlamaya göre kürtaja erişim, ceninin gelişimine göre 6 hafta gibi kısa bir süreyle sınırlandırılabilecek. Yasa, ceninde kalp atışı tespit edilmesinden itibaren kürtajı yasaklıyor. Bu, hamileliğin altıncı haftasından itibaren kürtajın engellenebileceği anlamına geliyor, altıncı haftada pek çok kadın henüz hamile olduğunu bile bilmiyor.
Yasanın tecavüz ve ensest vakalarını da kapsaması büyük bir tepkiye sebep oldu. Yalnızca tıbbi acil vakalar yasaktan muaf tutulmuş durumda.
Protestocular, bu yeni kısıtlamanın aşırı olduğunu ifade etti. Kadın hakları aktivistleri, uzun zamandır Teksas’ta gündeme gelen en aşırı yasa olduğunu söyleyerek bu yeni kısıtlamaya karşı mücadele çağrısı yapıyor. Yasanın önümüzdeki Eylül ayında yürürlüğe girmesi bekleniyor.
Teksas Valisi Abbott, yasa tasarısını imzalarken doğmamış tüm çocukların hakkını savunduğunu öne sürerken eylemciler, yasama gücünün gebelikte ölümleri, konut güvensizliği ve yoksullar için sağlık yardımı gibi konularda kullanılmamasını eleştiriyor.
Arnavutluk’ta kadın cinayetleri protestosu
Elbasan’da 58 yaşındaki Koco Buzo’nun kendisinden boşanmak için süreci başlatan karısı Liljana’yı öldürmesi büyük bir öfkeye neden oldu. Cinayetin ardından, kadınlar 54 yaşındaki Liljana’nın öldürüldüğü yerde toplandılar ve kadınları korumayan devleti protesto ettiler. Liljana, daha önceden şiddet gördüğünü bildirmiş ve koruma kararı talep etmişti. Fakat yetkililer, pek çok kadın gibi Liljana’nın sesine de kulak vermedi.
Protestocular, “Devlet kadınları koruyamıyor” diyerek isyan ederken bunun münferit bir vaka olmadığını tekrar tekrar vurguladı. Polisin istatistiklerine göre 2020’de ev içi şiddet şikayetlerinin yalnızca %13’ü takip edilmiş. Arnavutluk’ta son beş ayda 5 erkek daha evli oldukları veya boşandıkları kadınları öldürmüştü. Liljana’nın öldürülmesiyle başlayan protestoda öldürülen diğer beş kadının ismi de anıldı ve kadın cinayetlerine karşı hiçbir önlem almayan yetkililer protesto edildi.
İstanbul Sözleşmesi için mücadele devam ediyor
İstanbul Sözleşmesi Cumhurbaşkanı kararıyla feshedilmesi büyük bir tepkiye sebep olmuştu. 20 Mart’tan beri pek çok şehirde eylemlerine devam eden kadın ve LGBTİ+lar Mayıs ayında da İstanbul Sözleşmesini savunmak için nöbetlere devam ettiler. Haziran ayında gerçekleşecek kadın mitinginin duyuruları yapılmaya başlandı.
88 kadın örgütünün imzası ile düzenlenen “İstanbul Sözleşmesi’nden Vazgeçmiyoruz Büyük Kadın Mitingi” 19 Haziran 2021 Cumartesi günü, ülkenin dört bir yanından kadınlar ve LGBTİ+’ları sokağa çağırıyor. “Kadınların ve LGBTİ+’ların şiddetten korunması ve eşitlik haklarımızın güvenceye alınması için temel önemde olan İstanbul Sözleşmesi’nden ayrılmaya dönük, bu hukuksuz kararı tanımıyor ve kabul etmiyoruz!” diyen kadın ve LGBTİ+lar, haklarından vazgeçmeyeceklerini bir kez daha ortaya koyuyor.
Dünyanın pek çok yerinde kadınlar, bir yandan haklarını kazanmak için diğer yandan da kazanılmış haklarını korumak için mücadele ediyor. Kadın cinayetlerine karşı hiçbir sorumluluk almayan, eşitlikçi politikalar geliştirmeyen hükümetler, protestoların odağında yer alıyor. Gündemleri farklı olsa da tüm bu kadın mücadelelerinin ortak talepleri: eşitlik, şiddete karşı etkin önlemler, cinsel ve bedensel özgürlük.
Mayıs ayında en az 18 kadın erkekler tarafından öldürüldü. Öldürülen 4 kadının koruma veya tedbir kararı vardı. Aynı zamanda en az 25 kadın şüpheli bir şekilde ölü bulundu.
Bianet’in yerel ve ulusal gazetelerden, haber sitelerinden ve ajanslardan topladığı verilere göre, Mayıs ayında öldürülen 18 kadının 12’si kocası, eski kocası, sevgilisi tarafından 2’si ise abisi, oğlu gibi aile üyeleri tarafından öldürüldü. 1 kadını komşusu öldürdü. 3 kadını öldüren erkeğin yakınlık derecesi basına yansımadı.
Öldürülen 18 kadından 14’ünün hangi bahanelerle öldürüldüğü basına yansımazken 2 kadın ayrılmak istediği bahanesiyle katledildi. Erkekler 2 kadını da kıskançlık bahanesi ile öldürdü.
9 kadın ev içinde, 5 kadın sokak, hastane gibi ev dışı alanlarda erkekler tarafından yaşamdan koparıldı. Erkeklerin 4 kadını nerede öldürdüğü bilgisi basına yansımadı. 10 kadın ateşli silahlarla, 7 kadın kesici aletlerle katledildi. Erkekler 1 kadını boğarak öldürdü.
Aynı verilere göre, Mayıs ayı içerisinde erkekler en az 67 kadına şiddet uyguladı, en az 13 kadını taciz etti, en az 9 kadına tecavüz etti ve en az 54 kadını da seks işçiliğine zorladı. Aralarında oğlan çocukların da olduğu en az 16 çocuğu istismar eden erkekler, en az 1 çocuğu öldürdü.
Kadına şiddet tolere edilemez!
Kadınların artık bir kişi daha eksilmeye tahammülü kalmamışken Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Derya Yanık, pandemi döneminde artan kadına yönelik şiddetin “tolere edilebilir” düzeyde olduğunu söyledi. Tolere ettiğiniz şiddet yüzünden erkekler 2020’de 284 kadını katletti, en az 792 kadına da şiddet uyguladı. 2021’in sadece ilk 5 ayında, 126 kadın erkekler tarafından öldürüldü.
Hem ev içinde hem de kamusal alanda artan erkek şiddetiyle her gün burun buruna yaşarken, hayatta kalmak için mücadele etmeye çalışırken Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı’nın bu söylemleri, tavrı tolere edilemez!
Kadınların yaşamlarını hiçe sayan, değersizleştiren; kadına yönelik şiddeti münferit ve meşru gören bu anlayış tolere edilemez!
Aynı zamanda Bakan Yanık, 2014 yılından bu yana şiddet araştırması olmadığını belirterek, “Araştırma olmadığı için şu anda görmek ve yorumlamak çok mümkün değil fakat ben de bu artış nedenlerini merak ediyorum” dedi. Şiddetin artış nedenini araştırmakla, çözmekle yükümlü olan; kadınları, çocukları, LGBTİ+’ları, mültecileri koruması gereken bir bakanlığın şiddetin artış nedenini merak etmekle yetinmesi kabul edilemez.
Şüpheli kadın ölümleri aydınlatılsın!
Yalnızca bu ay en az 25 kadın şüpheli bir şekilde ölü bulunmuşken İçişleri Bakanı Süleyman Soylu yaptığı bir açıklamada, “Türkiye’de faili meçhul cinayet yok.” dedi. Peki bunun üzerine soruyoruz, faili meçhul cinayet yoksa şüphelileri belli olan Yeldana Kaharman'a, Nadira Kadirova'ya, Gülistan Doku'ya, Rabia Naz'a, İpek Er’e ne olduğu neden açıklanmıyor? Bu davalarda neden etkin bir soruşturma yürütülmüyor, neden bu kadınların failleri dışarda elini kolunu sallayarak geziyor?
Faili meçhul bırakılan kadın cinayetleri, şüpheli kadın ölümleri bir an önce aydınlatılmadır. Ekonomik ve siyasal olarak nüfuzlu kişilerle ilgili cinsel saldırı ve cinayet iddialarının üzeri kapatılmamalıdır. Aynı zamanda faillerin ve soruşturmaların kapatılmasında rolü olanlar da yargılanmalıdır.
İstanbul Sözleşmesi bizim, vazgeçmiyoruz!
Devlete şiddeti önleme, kadınları koruma, kadınları güçlendirecek destek mekanizmalarını oluşturma ve failleri cezalandırma yükümlülüğü veren İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesine yönelik hukuksuz kararı kabul etmiyoruz. Haklarımızdan, hayatlarımızdan vazgeçmiyoruz.
Şiddet faili erkekleri koruyanların, kadına yönelik şiddeti "tolere edilebilir" bulanların, mafya-devlet hesaplaşmasını kadın bedeni ve hayatı üzerinden yürütenlerin İstanbul Sözleşmesi'nden çekilme kararına karşı hep birlikte haykırmak için 19 Haziran Cumartesi günü İstanbul Sözleşmesi’nden Vazgeçmiyoruz Mitinginde bir araya geliyoruz!
Türkiye'nin ilk imzacısı olduğu Sözleşme'nin 10. yıldönümünde, iktidarın ayrılma girişimine karşı 78 baro başkanı ortak bildiri yayınladı.
Bildiri şöyle:
“İstanbul Sözleşmesi’nin 11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul'da imzaya açılmasının ve Türkiye tarafından ilk imzacı olarak imzalanmasının 10. yıldönümünde, Sözleşme' den 20 Mart 2021 tarihinde Cumhurbaşkanlığı Kararıyla çekilmenin; hukuka, Anayasaya ve uluslararası sözleşmelere aykırı olduğunu bir kez daha beyan ediyoruz.
Kadına karşı şiddeti, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin ve ayrımcılığın bir sonucu olarak gören; kadına yönelik şiddeti insan hakkı ihlali olarak kabul eden İstanbul Sözleşmesi’nin tüm hükümleriyle etkin uygulanması taleplerimizi yükselttiğimiz bir dönemde, Türkiye'nin İstanbul Sözleşmesi’nden üstelik “hukuka aykırı bir şekilde” çekilmesi kabul edilemez. Devletin görevi bireylerin haklarını, hayatlarını korumak, eşitsizliği ve ayrımcılığı ortadan kaldırarak şiddetsiz bir ortam ve yaşam hakkı sağlamaktır.
Biz aşağıda imzası olan Baro Başkanları olarak; kadınları korumasız bırakacak çekilme kararının geri alınması için yetkilileri göreve davet ediyor, İstanbul Sözleşmesi’nin yürürlükte olduğunu, İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçmediğimizi, hukuki mücadelemizi sürdüreceğimizi kamuoyuyla saygılarımızla paylaşıyoruz.”
Sözleşmenin ilk imzacısı Türkiye idi. O dönem İstanbul Sözleşmesi'ni imzalayan AKP iktidarı, 1 Temmuz itibarıyla Sözleşme'den çıkmak istiyor.
Geçtiğimiz günlerde Türkiye hükümetinin İstanbul Sözleşmesi'ni feshetme kararı, Resmi Gazete'de yayınlanmıştı.
Küçük bir azınlığı memnun etmek ve onlardan oy almak için eşitlik ve sosyal koruma yolunda önemli bir kazanım olan İstanbul Sözleşmesi'nin feshedilmesine karşı kadınların ve LGBTİ+'ların mücadelesi, pandemi yasaklarıyla fiilen engellense de bir dizi sembolik eylem ve sosyal medya kampanyalarıyla sürüyor.
► İstanbul Surları gece saat 12:00'de 'İstanbul Sözleşmesi Bizim Vazgeçmiyoruz!', 'İstanbul Sözleşmesi 10 yaşında' yazılı ışıklarla kaplandı.
► Sabah 11:00'dan itibaren #İstanbulSözleşmesi10Yaşında #Vazgeçmiyoruz etiketleriyle sosyal medya kapmayası yapılıyor. Her iki etiket de atılan on binlerce ileti sonucu, Twitter'de gündemde üst sıralarına çıktı.
► HDP'li kadın milletvekilleri kadın cinayetlerini anlatan pankartlarıyla İstiklal Caddesi'nde yürüyüş ve basın açıklaması yaptı.
► Danıştay, Cumhurbaşkanlığı’ndan İstanbul Sözleşmesi savunması istedi. Birçok kadın örgütü ve kişi fesih kararının iptali için Danıştay'a başvurmuştu.
► 19 ülkenin Ankara'daki büyük elçilikleri ortak bir açıklama yayınladı. Açıklamada "İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararının iptalini umuyoruz" denildi.
İstanbul Sözleşmesi’nin imzaya açılmasının 10’uncu yıldönümüyle ilgili ortak açıklamaya imza atan ülkeler, Avusturya, Belçika, Kanada, Çekya, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Almanya, Yunanistan, İrlanda, İtalya, Lüksemburg, Hollanda, Norveç, İspanya, İsveç, Birleşik Krallık, Amerika Birleşik Devletleri ve Yeni Zelanda.
8 haftada 8 Quebec’li kadının öldürülmesine karşı kadınlar sokaklara döküldü
Aralarında aktör, bakan ve çeşitli kadın örgütlerinin de bulunduğu, çoğunluğu kadın, onlarca kişi Quebec-Kanada’da son 8 haftada 8 kadının öldürülmesi sonucu, kadına şiddete ve kadın cinayetlerine karşı sokaklara döküldü.
Eylemleri düzenleyen grup, öldürülen her bir kadının sonucunda günlük hayatında binlerce kadının korku içerisinde yaşadığını belirterek kadın cinayetlerine dikkat çekti.
Aile içi şiddete karşı mücadele etmenin en etkili yolunun şiddete maruz kalanlarla dayanışma göstermek olduğunu söyleyen kadınlar, şiddetin tekrarlanmasının önlenmesinin de önemli olduğu vurgularken, pandeminin problemi daha da kötü bir hale getirdiğinin altını çiziyorlar.
Öldürülen 13 kadının anısına saygı duruşusunda bulunulan ve her bir kadının adının okunduğu Quebec protestosunun yanı sıra, 20 farklı şehirde de gösteriler düzenlendi.
Sudan’da yüzlerce kadın cinsel şiddete karşı yürüyor
Sudan’ın başkenti Hartum’da yüzlerce kadın, cinsel şiddete ve kadına yönelik kısıtlamalara karşı yürüyüş gerçekleştirdi.
Kadınlar hem internette hem de sokakta “Sokaklar hakkımızdır”, “Ayrımcı yasalara hayır” gibi pankartlar paylaştılar. Katılımın artması için sosyal medya üzerinden protestonun yeri ve zamanı paylaşıldı.
Sosyal medyada bu soruna dikkat çekmek için çeşitli hashtag’lerin kullanılmasının yanı sıra, “Women’s parade” hashtag’i 17binden fazla insanın kullanımıyla trending topic (tt) listesinde birinci oldu.
Tıpkı diğer ülkelerde olduğu gibi, Sudan’da da, Covid-19 pandemisi boyunca cinsiyete dayalı şiddette artış görüldüğü haberlere yansıdı.
Protestocular tarafından bulunulan talepler arasında, gerek ev içinde gerek ev dışında kadınları taciz ya da rahatsız etmenin ya da kadınlara tecavüz etmenin daha ağır yasalar ve yaptırımlar uygulanması vardı. Protestocular aynı zamanda cinsel şiddet mağdurları için destek, hizmet ve yardım çağrısında bulundu.
Kuveyt’te bir kadının tacizcisi tarafından öldürülmesi protestolara sebep oldu
Daha önce yetkililere, taciz edildiği için şikayette bulunan bir kadının, şikayette bulunduğu erkek tarafından öldürülmesi, Kuveyt’li kadınları, erkek şiddetini protesto etmek ve daha iyi koruma talebi için sokaklara döktü.
Cinayet, Kuveyt’in #MeToo hareketi olarak bilinen ve kadınlara karşı uygulanan taciz ve şiddete karşı daha iyi bir koruma talep eden sosyal medya hareketinin başlamasından 2 ay sonra gerçekleşti.
İnsan Hakları İzleme Örgütünden Rothna Begum, kadınların, polisin şiddet şikayetlerini ciddiye almadığını ve şikayeti bildirdiklerinde kendilerini daha fazla risk altında bıraktıklarından yakındıklarını belirtiyor.
Ailenin avukatı, daha önce şikayette bulundukları erkeğin, kadını takip ederek kaçırdığını ve bıçaklayıp, bir hastanenin önünde bırakarak kaçtığını belirtiyor.
Bu yıl pandemi ve yasaklarla geçen 1 Mayıs'ta kadın işçilerin sorunları, talepleri ve cinsiyetçiliğin kökleri hakkında 3 yazı.
Kadın hareketi aşırı sağ otoriter hükümetlerin kadın haklarına saldırılarına rağmen büyüyor. Daha örgütlü ve kolektif bir şekilde sokakta yerini alarak mücadele ediyor. Kadınlar eşit işe eşit ücret, kürtaj hakkı, nafaka, ayrımcılık gibi konularda mücadele ederken pek çok konuda da tartışıyorlar. Aile içi emek de hareket içerisinde oldukça sık tartışılan bir konu.
Kadının aile içi emeği konusunda elbette farklı görüşler mevcut. Kadının ezilmesini ataerkilliğe bağlayan, erkek egemenliğinin ve beraberinde getirdiği eşitsizliğin, cinsiyetçiliğin kapitalizmin değil, ataerkilliğin bir ürünü olduğunu, bunun sebebinin de kadın ve erkek arasındaki biyolojik farklılıklar olduğunu savunanlar var. Bu analizi yapanlar, aile içi emeğin ücretlendirilmesini talep ediyorlar.
Yazımın en sonunda kuracağım cümleyi baştan kurarak, nedenlerini açıklamaya çalışacağım. Kadının ezilmesinin sebebi; tıpkı göçmenlerin, LGBTİ+’ların, vasıfsız işçilerin ezilmesi gibi, erkekler değil, sermayenin, egemen sınıfın, başka bir deyişle kapitalizmin ta kendisidir.
Bunun nedenlerini daha iyi açıklayabilmek için önce meta ve artı(k) değerin ne olduğuna bakıp, daha sonra tarihsel sürece bakmak gerekecek. Meta, kelime anlamı ile satılmak amacıyla üretilen alınır satılır mala denir. Meta, bir ihtiyacı gidermek amacıyla kullanıldığı için kullanım değerine sahip olduğu gibi; malın kendi fiyatı üzerinden ölçülen değil, iki malın birbiriyle kıyaslanarak eşitlenen emek miktarı üzerinden ölçülen mübadele/değişim değerine de sahiptir. Yani değişim değeri, malın alınıp satılabilir bir meta haline gelmesini sağlar, dolayısıyla kârın kaynağını oluşturur. Emek gücünün bir metaya dönüşmesinde bu nokta belirleyicidir. Aile içi emeğin bir değişim değeri yoktur. Sermayenin temeli olan kâr ise işçi sınıfının emeğinin bir bölümüne el konularak elde edilir ve buna artı(k) değer denir. Aile içi emek, artı(k) değer üretmez.
Sınıflı toplumların tarihine baktığımızda kadınların ezildiğini görmek mümkün. Tarımsal hayata geçilip, artı değer elde edilmeye başlandıktan ve bu artan değer üzerinde söz sahibi olan bir kesimin oluşmaya başlamasından sonra, toplumda sınıfsal farklılıklar oluşmaya başladı. Bu farklılığın oluştuğu evrede söz sahibi konumlara erkekler geldi, çünkü hamilelik ve çocuk doğurma gibi sebeplerden dolayı kadınlar giderek, ağırlaşan işlerden uzak tutuldu. Kapitalizmin hemen öncesi dönem olan feodal dönemde kadının rolüne bakıldığında da erkeğe bağlı bir rolü olduğunu görüyoruz. Fakat o döneme dair unutulmaması gereken nokta, erkeklerin büyük bir kısmının da şimdi olduğu gibi ezilen olduğudur. Bütün erkekler egemen ve ezen rolünde değildir.
Kapitalizm egemen sistem olduğunda, elbette tarihte diğer egemen sistemlerin yaptığı gibi, kendisinden önce var olan sistemi, feodalizmi, değiştirmeliydi. Eski sistemi değiştiremeyen yeni sistem, yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalır. Kapitalizm bu açıdan oldukça devrimcidir. Tüm kurumlar ya kapitalizme uygun şekilde değişti ya da yok oldu. Marks’ın da söylediği gibi “egemen fikirler, egemen sınıfın fikirleridir” ve kapitalizmin egemen sınıfının fikirleri, tüm kurumları ele geçirmeli ve kendisine uygun bir şekilde değiştirmeliydi.
Kapitalizm elbette değiştirdiği kurumlara aileyi de ekledi ve aileyi oldukça da önemli bir yerde konumlandırdı. Yeni sistemde aile; baba, anne ve çocuktan oluşuyordu. Ailenin kapitalizmdeki yerinin önemli olmasının birkaç sebebi var. Bunlardan ilki ailenin yeniden üretime olan katkısı. Bir diğer sebebi ise ailenin, yaşam mücadelesi içerisinde, yaşanan zorluklar karşısında dayanışma gösterilecek bir yer olarak görülmesi. Her ikisinin de ayrıntısına gireceğim.
Kapitalizmin ilk dönemlerinde parça başı üzerinden ücretlendirme olduğundan, bu durum kadını erkeğin boyundurluğundan çıkararak, kadına, feodal dönemine nazaran, bir özgürlük de getirmiş oldu. Küçülen aile içerisinde, sadece erkeğin çalışması evin geçimini sağlayamaya yetmediği için kadın da emeğini satarak aile bütçesine katkıda bulunmak durumunda kaldı. Dolayısıyla kadın ve erkek beraber emeğini satmaya başladı.
Teknolojinin gelişmesiyle birlikte fabrikalar çoğaldı ve parça başı üretimden seri üretime geçiş yaşandı. Çalışma koşullarının ağır olduğu bu dönemde işçiler oldukça uzun saatler çalışmak durumunda kalıyordu. Üstelik sadece kadın ve erkekler değil, çocuklar da bu ağır çalışma koşulları içerisinde çalıştırıldılar. Çok küçük yaşta fabrikalarda, zor koşullarda çalışmak zorunda kalan çocuklar ve hamilelik dönemi ve doğum sonrası da dahil olmak üzere herhangi bir izni olmayan kadın işçilerin zor şartlar altında yeni doğan çocuklarına bakmak zorunda kalışı, çocuk ölümleri sayısı üzerinde oldukça olumsuz etkiler yarattı. Kadın işçiler yeni doğan çocuklarını başkalarına emanet etmek ya da çocuklarına sürekli uyuması için afyon vermek zorunda kalıyordu. Üstelik tüm bu ağır koşullar sebebiyle, işçi sınıfı ailesinin ev içerisindeki emeğe ayıracak vakti kalmıyordu.
Hem ekonomiye olumsuz katkısı hem de devlete oluşturacağı yük sebebiyle, aile, egemen sınıf tarafından kutsallaştırıldı, kadının kutsal görevinin annelik olduğu vurgusu yapıldı. Erken dönem kapitalizmde kadınlar ve çocuklar erkeklerden daha fazla kazanabiliyorken, alınan önlemler ile çocukların çalışması, olması gerektiği gibi, yasaklandı; kadınlar ise kutsallaştırılan aile ve annelik rolleri ile eve bağlanmaya çalışıldı. Fakat buradan da anlaşılacağı gibi kadının eve hapsedilmesinin sebebi erkekler değil, tehlikeye girme ihtimali olan kapitalizmi kurtarma girişimidir. Kadın, aile içerisinde benimsetilmeye çalışılan kutsal annelik rolü ile hem çalışan işçinin (baba) bakımı için gerekli işleri görecek, hem de geleceğin işçisinin (çocuk) eğitimi, bakımı, beslenmesi gibi şeylerle ilgilenerek tüm bu ihtiyaçları devlete bir kuruş bile yük olmadan, kendi evine giren paranın içerisinden harcayarak giderecekti. Üstelik bu sayede geleceğin işçileri olacak bebek ölümlerinin de önüne geçilmiş olacaktı. Devlet için oldukça kârlı bir sistemdi bu.
Her ne kadar, günümüzde, özellikle aşırı sağ otoriter hükümetlerin söylemlerinde, aile ve anneliğin kutsallığı safsatası hala devam ediyorsa da, ne o dönemde ne de şimdi kadını çalışma hayatına girmekten alıkoyamadılar. İş gücünde yer alan kadınlardan, ev içine geri dönmek istemeyenlerin sayısı her geçen gün daha fazla artıyor. Doğum kontrol yöntemlerinin de gelişmesiyle birlikte, kadınlar çocuk yapmamayı seçebiliyor ve hayatlarına yön verme gücünü elde ediyorlar. Bir erkeğe bağımlı olmadan yaşabilen kadınlar, mutsuz oldukları evlilikleri sonlandırma veya hiç evlenmemeyi tercih etme gibi seçeneklere sahip oluyor. Kapitalizmde çekirdek ailenin, yukarıda belirttiğim sebeplerinden dolayı, önemini göz önünde bulundurunca, kadının özgürleşmesinin, kutsal aile yapısında egemen sınıf açısından istenmeyen sorunlara yol açabileceğini görmek kolaylaşıyor.
Anneliğin kutsallaştırılmasının sistem açısından bir diğer getirisi de, kadınların esas işlerinin annelik olduğu, geri kalan herhangi bir şeyin aslında kadının işi olmadığı fikrinin yaygınlaşması oluyor. Bu durum, kadınların daha düşük ücretlere, daha kötü koşullara mecburen katlanmak zorunda kalmalarına sebep oluyor.
Kapitalizm değişen koşullarda değişen politikalar uygulamıştır. Örneğin I. Dünya Savaşı’nda savaşa katılan erkeklerden doğan iş gücü açığını kapatmak için, sermaye, “kutsal” anneliği bir kenara bırakıp kadınları iş yerlerine çağırmıştır. Aynı sermaye, savaş sonrası yurda dönen erkekleri eski işlerine iade edebilmek için tekrar anneliği yücelterek kadınları evlerine yollamaya çalışmıştır, fakat tüm kadınları evlerine yollayamadığını çünkü kadınların seçim hakkı doğunca evde durmak yerine çalışmayı tercih ettiklerini görüyoruz. Dolayısıyla burada kadını değişen çıkarları doğrultusunda iş gücüne sokan ya da eve yollayanın erkekler değil, sermaye olduğunu söylemek mümkün.
Ailenin gerekliliği, kapitalist sistemin devamı için oldukça önemli. Çünkü sistem, aile yapısı üzerine kurulu. Aile, hem işçinin kendisine daha iyi yaşam standartları sunduğu için günümüz işçilerinin verimliliğinin artmasını sağlıyor; hem çocuk, hasta, yaşlı bakımını aile içindeki dayanışmaya bırakarak devletlerin ücretsiz kreşler, hasta ya da yaşlı bakım evleri açma sorumluluğunu ortadan kaldırıyor; hem de gelecek kuşağın potansiyel işçilerinin bakım ve eğitim masraflarını aileye yıkıyor. Üstelik aile aracılığıyla, devam etmesini istediği her türlü egemen sınıf fikrinin öğretilmesini, devam ettirilmesini de sağlamış oluyor.
Kadınların özgürleşmesinin önündeki engelin erkekler değil, sistemin ta kendisi olduğu konusunda hemfikir olmak, ataerkil teoride karşı karşıya getirilen kadın ve erkeğin, aynı noktada buluşarak birleşik bir mücadele vermesinin önünü açacaktır.
Aile içi emeğin ücretlendirilmesi demek, kadının rolünün gerçekten de anne olmak ve ev işlerini çekip çeviren olduğunu kabul etmek demektir. Bu durum sırf biyolojik sebeplerden doğum yapan kadının aynı zamanda çocuk büyütme sürecinden ve bunun yanı sıra ev işleri ve hasta ya da yaşlı bakımı gibi işlerden de tek başına sorumlu olduğunu meşrulaştırmak demektir. Kadının özgürleşmesinin önünü açacak şey, kadının omuzlarına bindirilmek istenen tüm yükleri meşrulaştıracak aile içi emeğin ücretlendirilmesi değil, aksine çocuk, hasta, yaşlı bakımının ve ev işlerinin toplumsallaştırılmasıdır. Kadının özgürleşmesi ancak kadının işçi sınıfının bir parçası olduğunun kabullenilmesi ve işçi sınıfının birleşik mücadelesi için örgütlenilmesinden geçmektedir. Tabii ki sistemi topyekün değiştirmek bugünden yarına olacak bir şey değildir ve bugünün egemen sınıf fikirleri ile devrim sonrasında mücadele etmeyi gerektirecek bir zamana ihtiyaç duyulacaktır ve bu süreç ancak örgütlü bir mücadele ile mümkün olacaktır.
Dila Ak
Kadınların uğradığı eşitsizlikler, diğer pek çok alanda olduğu gibi iş hayatında da karşılığını buluyor. İşe alım sürecinden başlayıp verilen ücretlere ve çalışma koşullarına kadar devam eden bu süreç kadınların ya iş gücüne katılımını engelliyor ya da daha ucuz ve güvencesiz çalıştırılmasına sebep oluyor.
Kadınların işgücüne katılımları üzerine yapılan çalışmalar göstermektedir ki kadınların belirli mesleklere ve alt statülere hapsolmasının yanında her sektörde çeşitli ayrımcı tutumlara maruz kalıyor. Dünyada ve Türkiye’de kadın istihdamı ile ilgili neredeyse bütün politikalarda kadının esas ve öncelikli görevi hangi vasfa ve niteliğe sahip olursa olsun ev işleri ve çocuk bakımı olduğu vurgulanırken, tüm politikalar bu bakış açısı ile şekilleniyor. Dolayısıyla bu eşitsizlik bizzat devlet eliyle destekleniyorken kadınların işgücü piyasasındaki karşılaştıkları engeller varlığını sürdürüyor. Tüm bu politikalar karşısında kadın hem aile yaşantısını hem de iş yaşantısını dengede tutmaya çalışıyor. Bu denge ancak işteki konumunu, kariyerini ikinci planda görmesiyle ve uzun vadeli kazançlarından vazgeçtikleri takdirde sağlanabilir gibi gösteriliyor. Kadınların daha yoğun olarak çalıştığı alanlarda ise ücret seviyelerinin benzer sektörlere göre daha düşük olduğu görülüyor.
İşe alımda yalnızca kadınlara sorulan “Çocuk sahibi olmayı düşünüyor musun, evlenecek misin?” gibi cinsiyetçi soruların yanında kadınlar yine geleneksel rollere uygun olan çocuk ve yaşlı bakım hizmetleri gibi, hane içinde ücretsiz biçimde yapılan ve sadece kadının sorumluluğu olarak görülen işlere hapsoluyor. Yani onca engele rağmen çalışma hayatına giren kadınların önemli bir kısmı yine biçilen rollere uygun işlerde çalışıyor ve çoğunlukla kayıt dışı ekonomiye itiliyor.
Kadınların iş hayatında maruz kaldığı ayrımcılığın en somut göstergelerinden birisi ise çalıştıkları yerde aldıkları ücret. Kadınlar aynı işyerinde büyük ölçüde aynı işi yapmalarına, aynı beceriyi göstermelerine ve aynı sorumluluklara sahip olmalarına rağmen yani eşit işi yapmalarına rağmen daima erkeklerden daha az ücret alıyor. Kimi çalışmalar kadınların daha az eğitimli oldukları için daha az kazandığını iddia etse de istatistikler bunun aksini gösteriyor. Dünya genelinde pek çok ülkede yapılan araştırmalar, çalışma hayatına katılan kadınların eğitim düzeyinin, çalışma hayatındaki erkeklerden daha yüksek olduğunu gösteriyor. Yani, kadınlar daha az eğitimli oldukları için değil var olan sistem bu eşitsizlik üzerine kurulu olduğu için erkeklere göre daha düşük ücret alıyor.
“Cinsiyete dayalı ücret farkı”, kadınların ücretli işgücüne katılmaya başladıkları günden beri tüm dünyada süregelen temel bir sorun ve net bir biçimde tüm dünyada kadınlar erkeklere kıyasla hala daha düşük ücret elde ediyor. Bunun dışında kayıt dışı çalıştırma, güvencesiz çalıştırma daima erkeklere göre kadınlarda çok daha fazla. Ayrıca COVID-19 krizi kadınların işgücü piyasasındaki konumlarını daha da dezavantajlı hale getirdi. Kadınlar ya eve hapsoldu ya da ilk gözden çıkarılan grup olarak ekonomik bir güvencesizliğe itildi. Bu durum var olan eşitsizliğin derinleşmesine neden oldu. UN Women Türkiye tarafından gerçekleştirilen “Türkiye’de COVID-19 Etkilerinin Toplumsal Cinsiyet Açısından Değerlendirilmesi” Raporu’na göre, COVID-19’dan sonra işini kaybeden kadın oranı, erkeklere kıyasla daha yüksek ve kadınların ev içindeki yükü erkeklere kıyasla daha da artmış vaziyette.
Kadınların tüm problemleri yalnızca işe alımla ve ücret eşitsizliği ile son bulmuyor. Kadınların ortalama 21-35 günde yaşadığı regl dönemi pek çok kadın için her ay yaşanan zorlu bir süreç. Bazı kadınlar bu dönemi oldukça ağır geçirebiliyor. Karın ve kasıklarda şiddetli ağrı, baş ağrısı, baş dönmesi, aşırı yorgunluk yaşanan semptomlardan bazıları. Bu dönemi ağır geçiren kadınlar özellikle reglinin ilk 2-3 gününde yataktan çıkmakta bile zorlanabiliyor. Kadınların büyük çoğunluğu bu süreci ağır atlatmasalar bile bu onların regl dönemini ağrısız geçirdiği anlamına gelmiyor. Yani regl döneminin, kadınları zihinsel ve fiziksel olarak etkilediği bilimsel bir gerçek. Kadınların bu konudaki talepleri de çok açık ve net. Aslında regl izni dünyada bazı ülkelerde çoktan beri uygulanıyor. Bu hakkı ilk tanıyan ülke olan Japonya'da kadınlar 1947'den beri regl döneminde evde kalma hakkına sahip. Tayvan, Güney Kore, İtalya ve Endonezya'da çalışan kadınlar regl iznine sahipler.
Pek bilinmese de regl izni bir dönem Türkiye’de uygulama alanı bulabilmiş. 2004 yılında yayınlanan Ağır ve Tehlikeli İşler Yönetmeliğinin 6. Maddesi’ne göre, ‘ay hali’ adı altında regl iznine yer verilmiştir. Bu maddeye göre ağır ve tehlikeli işlerde çalışan kadınlar, ayda beş gün ve doktor raporuyla daha da uzun süre olabilecek şekilde regl izni kullanabilmekteydiler. Ancak önce kadınların yoğun olarak çalıştığı bazı işkolları tehlikeli sınıfından çıkartılarak daha sonra 2013 yılında ilgili yönetmelik tamamen yürürlükten kaldırılarak regl izninin fiilen uygulama imkânı engellendi. Böylece Türkiye’de çok kısa süren ve neredeyse hiç uygulanamayan bir regl izni dönemi yaşanmıştır. 2019 yılında ise İzmir Barosu Yönetim Kurulu Türkiye’de bir ilke imza atarak, baronun kadın çalışanlarına her ayın belirledikleri bir günü regl izni verme kararı aldı. İzmir Barosu'nun bu kararının ardından Dersim Belediyesi de kadın çalışanlarına regl izni verdiğini açıkladı.
Çalışma hayatında yaşanan tüm eşitsizlikler kapitalist düzenin kadına ve kadın emeğine biçtiği rolün bir yansıması. Hem sermayenin hem siyasi iktidarların bu konudaki yaklaşımları toplumsal yaşamın tümünde cinsiyetçi tutumları yeniden üreten politikalar iken, kadınlara yalnızca ayrımcılıklarla dolu bir zemin sunar. Eşitsiz ücreti yasaklayan yasalarla bu sorun çözülmüş gibi gösterilse de maalesef gerçek bu değil.
Toplumsal hayatın tümünde çok ciddi ayrımcılığa maruz kalan kadınların günümüzde iş hayatındaki regl izni, eşit işe eşit ücret gibi talepleri son derece anlamlı ve değerli. Kapitalist toplumda kadınların çalışma düzeni ve iş hayatına katılımları bakımından pozitif ayrımcılık uygulaması olması gereken bir durum. Ancak pozitif ayrımcılık, eşitliğin sağlanabilmesi için tek başına yeterli değil. Dünyanın her yerinde, kadınlar ve LGBTİ+ bireyler hala hayatın her alanında, sistematik olarak cinsiyetçiliğe maruz kalıyor ve büyük zararlar görüyor. Siyasi iktidarlar fırsat buldukları her yerde kadınlara yönelik ayrımcılığı, cinsiyetçi dili devletin bütün kurumlarına ve bireylerine entegre etmiş durumda. Dolayısıyla cinsiyetçiliğin yoğun olarak yaşandığı, insanları sömürmeye dayalı bir mekân olarak kurulmuş işyerlerinde, cinsiyete dayalı ücret farkını devam ettiren politikalar ortadan kaldırılıp yerine kadınların özelliklerini görmezden gelmeyen, eşitliği sağlayan uygulamalar getirilmeli. Ayrıca kadınların başvurabileceği şikâyet mekanizmaları da yaratılmalı ki bu politikalar etkin bir biçimde uygulanabilsin, yerlerine yenileri eklenebilsin ve kadınların yıllardır korkusuzca ilerlediği mücadelesindeki kazanımları korunabilsin.
Zilan Akbulut