25 Kasım yürüyüşleri: Baskı ve isyan

Kadınlar Futbol Dünya Kupası’nda, LGBTİ+ yasağı sürüyor

FIFA, Avustralya ve Yeni Zelanda’nın ev sahipliğinde düzenlenecek Kadınlar Dünya Kupası’nda takım kaptanlarının LGBTİ+ haklarını destekleyen gökkuşağı ve “OneLove” kol bantlarını artık takamayacaklarını söyledi. 2022 yılında Katar'da düzenlenen Erkekler Futbol Dünya Kupası'nda kaptanlık kol bantları konusunda büyük bir tartışma yaşanmış, gökkuşağının yanı sıra, "One Love" kol bandı da FIFA tarafından yaptırım tehdidi altında yasaklanmıştı. Bu yasak başta Almanya olmak üzere bazı takımlar tarafından protesto edilmiş, Almanya İçişleri Bakanı Nancy Faeser stadyuma "One Love" pazubandı takarak gelmişti. Kadınlar Futbol Dünya Kupası’nda takımlar kollarına “Dahil etmek için birleşin”, “Yerli halklar için birleşin”, “Toplumsal cinsiyet eşitliği için birleşin”, “Barış için birleşin”, “Herkese eğitim için birleşin”, “Açlığı bitirmek için birleşin”, “Kadına karşı şiddete son vermek için birleşin” ve “Futbol; eğlence, barış, aşk, umut ve tutkudur” yazılı bantlar takabilecekler. Ancak LGBTİ+ temalı kol bantlarına kadınlarda da izin verilmiyor. FIFA’nın homofobik kararı, bütün dünyada LGBTİ+ aktivistleri tarafından protesto edildi. İngiliz LGBTİ+ aktivisti Peter Tatchell, gökkuşağı yasağını ve "eşcinselliği dışlayan" FIFA kol bantlarını eleştirdi. 71 yaşındaki aktivist, Twitter mesajında "Alternatifler LGBT+ hakları hariç tüm insan haklarını destekliyor. Bu açıkça homofobi ve straightwashing” dedi. Straightwashing, başta sinema olmak üzere çeşitli kurgularda LGBTİ+ karakterlerin heteroseksüel olarak tasvir edilmesi anlamına geliyor. Türkçede yaygın olarak kullanılan bir karşılığı bulunmamaktadır.

(Seçtiklerimiz) Gezi tutsağı Çiğdem Mater Silivri hapishanesinden yazdı

Kadınlar ceza infaz sisteminde “parantez içi” Şu hayatta en sevdiğim şeylerden biri, dünyanın bir yerinde, adını, sanını, nasıl göründüğünü bilmediğim, hiç tanışmadığım, muhtemelen de hiç tanışmayacağım biriyle, birileriyle (ki genelde kadınlar oluyor, neden acaba?) aynı şeylere takıldığımızı, aynı dertleri mesele ettiğimizi, aynı insanlara ya da hayatlara (ki genelde bunlar erkekler oluyor, neden acaba?) sinir olduğumuzu keşfetmek.  Bu “hal” insana şahane bir “yalnız değilsin” duygusu veriyor, güçlendiriyor. Birileri, bir yerlerde seninle aynı “şeye/şeylere” takık, daha ne! Bu, ne güzel ki kitaplar, filmler, şarkılar vesilesiyle, sıkça hissettiğim bir duygu. Rebekka Endler’in İletişim Yayınları’ndan çıkan kitabı Eşyaların Patriyarkası, Dünya Neden Kadınlara Uymaz? tam da bu duygularımı tavan yaptıran bir metin oldu, kalemine taş değmesin. Endler, Kölnlü bir gazeteci. Kadın erkek tuvaletlerinin eşitsizliğine kafayı takarak çıkmış yola, muazzam bir hayat özeti çıkarmış: Neden hayatta her şey erkekler düşünülerek yapılıyor? Gündelik hayattan söz ediyoruz. Tuvaletten kamusal alana, teknolojik aletlerden kıyafet ceplerine, otomotiv sektörünün güvenlik testlerinden, sokaklara erkeklerin isimlerinin verilmesine, kafayı taktığımız ama ortalık yerde söyleyince (genelde) “amaaan, sıra şimdi de buna mı geldi?” tepkisiyle karşılaştığımız “gündelik hayat dertleri.” Bazılarını hiç düşünmediğim, bazılarını yıllarca “huysuz” damgası yemekten kaçınmadan dile getirdiğim “şeyler”, “anlar”. Otobüste, metroda bacaklarını açarak oturan erkekler, mesela, kamusal alanda on yıllardır büyük düşmanlarım, mecbur muyum ben ya size temas ederek oturmaya? (Bu bana annemden yadigar, Endler de aynı fikirde, seviyorum huysuzluğu(muzu)). Endler, bilimden tuvalete hemen her konuya temas eden kitabını yazarken, tam da, “böyle kadınların” başına gelecek bir şey yaşamış, “uyarılmış”: “Kitabın huysuz olmamasına dikkat et”. Endler bu “uyarıyı” paylaşıp ekliyor: “Şüphe yok ki “huysuz olmasın” şimdiye dek hiçbir erkek yazarın kitabının tonu için tavsiye edilmedi.” Kanıtlayamam ama eminim, Endler haklı, “huysuzluk” pek çok alanda olduğu gibi, entelektüel alanda da kadına ait. Çekinmeden Endler’in yanında duruyorum. Huysuzum ve öfkeliyim. Ebette öncüllerimizden el alıyorum, öfkeli olmayı üzgün olmaya yeğliyorum. * Endler’in muazzam gündelik hayat okumasına, bir küsur yıllık deneyimimle, “kadın hapishanesi”ni ekleme niyetiyle huzurdayım. Adına kadın hapishanesi dendiğine bakmayın, ceza infaz sisteminde kadının adı (annelik hariç) yok. Dava ve koğuş arkadaşım Mine’nin fevkalade yerinde tespitiyle, kadınlar ceza infaz sisteminde “parantez içi”. Şimdi bu “parantez içi” meselesine olumlu bir yerden bakmayı deneyelim. (Niye belli değil ama olsun, huysuzluk etmeyeyim, yapıcı olalım). Kadınlar, erkeklere nazaran daha az hapsediliyorlar. Dünyada da, Türkiye’de de oran son 15-20 yıldır artmış olsa da, yüzde dört civarında seyrediyor, yani “hapse düşenlerin” yüzde 96’sı erkek, haliyle mekân erkeklere göre kurulmuş. Kadın cezaevi “konsepti” o kadar yeni ki, 19. yüzyılda kadınların “kapatılabileceği” hapishaneler olmadığı için kadınlar ceza aldıklarında memleketine göre papazların ya da imamların evlerinde, ahırlarında falan tutuluyorlar. Bulmacalarda kadın cezaevi sorusunun cevabının “imamevi” çıkması oradan yadigâr. Biz Türkiye’nin nüfus olarak (sanırım) en kalabalık kadın cezaevindeyiz, bin küsur kadın var burada. Silivri, Sincan gibi “kampüs cezaevlerinden” farklı olarak, sadece kadınlar. Tutuklandığımız akşam, “mahkûm kabul”de bize bir kitapçık verdiler: “Hükümlü ve Tutuklu El Kitabı”. Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü, İyileştirme ve Topluma Yeniden Kazandırma Daire Başkanlığı tarafından hazırlanmış. Bir çeşit cezaevi kullanma kılavuzu. Haklar, sorumluluklar, falan, falan. Kitap, tam da Mine’nin dediği gibi, kadınları resmen parantez içine alıyor, şaka değil! Buyrun, kitapçığın “Oda ve Eklentilerinde Kişisel Eşya Bulundurabilme Hakkı” bölümünden (s:29) bir kuple:   “Birer adet palto, manto ve mont, iki adet ceket veya ceket yerine kullanılabilen hırka, dört adet pantolon (kadın için dört adet etek ve iki adet elbise), bir takım eşofman, dört adet gömlek, iki adet kazak, iki takım pijama, bir spor ayakkabısı, bir kışlık ayakkabı, bir iskarpin, üç adet tişört, iki adet kravat, bir adet kemer, gerektiği kadar iç çamaşırı, çorap, bir terlik, havlu ve 671 sayılı Şapka İktisası Hakkında Kanun’a aykırı olmayan bir adet şapka.” Gördüğünüz gibi, gerçekten parantez içiyiz, gerçekten! Şapka Kanunu konusuna hiç girmiyorum! Pijama mesela? Gecelik giymek istiyorsak? Yok. Kravat var, fular yok. (Gerçi kravat iyi hal aksesuarı, onu atlamak olmaz, doğru!) Eşya birimi uyum sağlamaya çalışıyor, sağ olsunlar çözüm falan buluyorlar ama neden yani? Kitapçığın üzerinde yayın tarihine dair herhangi bir ibare yok ama bize 2022 Nisan’ında verildiğine ve “yenisiyle değiştirilmediğine” göre, malzeme ve bilgi güncel. Aynı kitapçığın “yükümlülükler” kısmında misal, şöyle diyor:   “Toplu yaşamın bir gereği olarak alışılmışım dışında saç bıyık ve sakal uzatmanıza izin verilmez. Kurum bünyesinde bulunan berber ya da kuaförden faydalanabilirsiniz.” Hah, kuaför, sanırım kadın vurgusu, evet. Kitapçıkta kuaför diyor, gerçek hayatta durum şu: Erkek cezaevlerinde erkekler 15 günde bir kurum berberinde saç, sakal tıraşı olabiliyorlar. Biz Bakırköy’de 14 ayda bir kere kuaför gördük, “saç kesmek için makas” dilekçelerimiz yanıtsız kaldığı için çözümsüzüz. Koğuşlarda çıtçıtlı küçük tırnak makaslarıyla saç kesiyorlar, neyse ki kadınlar yaratıcı diyeceğim ama diyemiyorum, zira bildiğiniz eziyet bu. Hapse düşünce, hapishane üzerine okuyorsunuz, kadın hapishanelerine özellikle dikkat ediyorsunuz. Memleketten de, dünyadan da okuyabildiklerim problemlerin her yerde benzer olduğunu gösteriyor. Mesela, Kandıra Cezaevi’ydi sanırım, ilk kez kadınlar geleceği zaman, cezaevi yönetimi bir “hoşluk” olarak, duvarları “pembeye” boyamış. “Kısıtlı” deneyimlerime göre, bu “pembe” meselesi genel bir “tutum”, zira Bakırköy’de de duvarlar pembe. Geçen sonbahar maltanın duvarları boyandı, mor yaptılar. Neyse ilerleme var yani. :) Cezaevlerinde de, tıpkı hayatta olduğu gibi kadınla erkeğin, erkeğin avantajına ayrıldığı yerler var. Erkek cezaevlerinde erkekler her hafta görüşte kıyafetlerini ziyaretçilerine verip yeni kıyafetler alabiliyorlar, biz Bakırköy’de aynı şeyi ayda sadece bir kez yapabiliyoruz. Niye? Herhalde Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü erkeklerin çamaşır yıkayamayacağını, oysa kadınların tabii ki yıkayabileceğini düşünmüş. Öyle anlaşılıyor, yoksa neden? (Burada çamaşır yıkamanın ne büyük eziyet olduğu konusuna hiç girmiyorum çünkü gerçekten çok zor. Ama bugün küçük dünyamızda çamaşır açısından büyük gün, şahane bir gün! Mayıs başında, Adalet Bakanlığı’nın yeni bir kararıyla, koğuşlara “çamaşır makinesi alma” hakkımız oldu. Tutuklu ya da hükümlü kantinden satın alıyor makineyi. Makinemiz ben tam da bu yazıyı yazarken geldi, çalışırken bir süre kendisini izlediğim doğrudur.) Hapishane, mimari olarak da erkek, hatta şöyle diyelim, sağlıklı cis erkek. Merdiven yüksekliklerinden banyo düzenine, tavan yüksekliğinden mesela mutfak dolabına. Ben standartlardan uzunum, vaziyeti (genelde) kurtarıyorum ama yani neden? Mesela telefon görüşmeleri! Koğuşlarda, Türk Telekom’un Turna adlı kabinleri var. Bir bilgisayar ekranı, TC kimlik numaranız ve parmak izinizle çalışıyor, kabine gir, kapıyı kapat, sistem çalışsın. İki ay hücreden sonra koğuşa geçince, haftalık telefon görüşmelerimizi maltadaki ankesörlü telefon yerine, koğuştaki kabinden yapacağımız söylendi. Turna, basit bir alet. İçeri girip kapıyı kapatıyorsunuz, “kabin” içeride insan olduğunu kamera vasıtasıyla algılıyor, TC, parmak izi derken aramayı yapıyorsunuz, yani bende öyle oldu. Sonra, Mücellâ girdi kabine, kızları arayacak, seslendi: “İçeride insan tespit edilemedi diyor?” Anlamadım, “dur ben deneyeyim” dedim, girdim kabine çalışıyor, sorun yok? Birkaç dakika sonra anladık, kabin Mücellâ’nın boyunu algılamıyor çünkü erkek ölçülerine göre kurulmuş sistem. Ne yaparız ne ederiz diye bakınıyoruz, binlerce sayfa tutan dava dosyaları ilişti gözümüze, Mücellâ dört beş dosyayı üst üste koyup onların üstüne çıkarak yapmaya başladı aramaları, sonra dilekçe falan, problem üzerinde “durabileceği” bir market kasasıyla çözüldü, yoksa sistemin boy sınırı baki. Ceza infaz sisteminin merkezi, bence, kantin ve kantin ekonomisi. Kanıtlayamam ama eminim, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’nde “kantinlerde satılabilecek ürünler” listelerini yapanlar da, onaylayanlar da erkek. Ben regl oluyorum, herhalde bu cezaevindeki kadınların %70’i falan gibi. Hadi devletin gözetimi altındaki kadınların temel ihtiyaçlarını karşılaması gerekliliğini pas geçelim, her şeyi kantinden alalım diyelim. Kantinde sadece ped var, tampon yok. Tampon için dilekçe yazdım, talebim “tampon bakanlık tarafından belirlenen “kantinde satılabilir ürünler” listesinde olmadığı için” reddedildi. Kadın doğum doktoruyla konuşayım, reçete yazsın diye düşündüm, iki haftada bir Sadi Konuk Hastanesi’nden gelen (erkek) doktor talebimi şöyle reddetti: “Türk kadını tampon kullanmaz.” (Tamponun da milliyeti olduğunu anladığımız anlar.) Şimdi mesela, kanıtlayamam ama eminim, kadınlar değil erkekler regl olsaydı, cezaevleri kantinlerinde pedden tampona, boy boy menstural cup’a, her bir şey satılırdı. Hayat tecrübesi konuşuyor! Anlayacağınız hayat kadınlar için cezaevinde de çok zor, çocuklarıyla hapiste olanlara, hastalara, yaş almışlara, yabancılara hiç girmedim bile bakın! Erkekler için düşünülmüş bir sistemde kendimize kovuklar açarak bir yaşam kuruyoruz, yolumuzu buluyoruz. Neyse ki, kanıtlayamam ama eminim, bu konuda erkeklerden daha yetenekliyiz. Ve neyse ki, tıpkı Rebekka Endler gibi, huysuzlukta inat ediyoruz, dışarda da, içerde de! (Bianet)

Cannes’da kadın mücadelesi ve sola dönüş

Merve Dizdar’ın, Kuru Otlar Üstüne (Yön: Nuri Bilge Ceylan) filmindeki rolüyle “En İyi Kadın Oyuncu” ödülüne layık görüldüğü Cannes Film Festivali’nde bu yılın Altın Palmiye ödülü ise Justine Triet’in yönettiği Anatomy of a Fall’a gitti. Triet, ödülü alırken yaptığı konuşmada Macron’un neoliberal politikalarını eleştirdi, kültürü ticarileştirdiklerini söyledi. Yönetmen, Fransa’daki direnişe dikkat çekerek, ülkesinde emeklilik reformuna karşı tarihi protestolar yaşandığını ancak eylemlerin “şoke edici bir biçimde” bastırıldığını da dile getirdi. Bu sözleri üzerine, tıpkı Türkiye’de Merve Dizdar’a yapılmış olduğu gibi, Macron yönetimi ve Kültür Bakanı Rima Abdul Malak tarafından hedef alındı, ülkesini suçlamakla eleştirildi.  Jüri ödülünü Finlandiyalı yönetmen Aki Kaurismäki'nin Ukrayna'daki savaş haberlerinin radyodan dinlendiği sevgisiz bir iş dünyasında filizlenen aşkı anlattığı Fallen Leaves alırken Cannes'ın ikinci önemli ödülü olan Büyük Ödül ise Jonathan Glazer'ın Auschwitz'in bitişiğinde yaşayan Alman bir aileyi konu aldığı tüyler ürpertici Martin Amis uyarlaması The Zone of Interest’e gitti. Festivalin politik tonu 1968’de, toplumsal meselelerin filmlerde yeterince tartışılmadığına ve Cannes’ın bir balonun içinde yaşamaya alışmış olduğuna dikkat çeken Jean-Luc Godard, "Ben size işçilerle ve öğrencilerle dayanışmadan bahsediyorum, siz bana çekimlerimden, yakın planlardan bahsediyorsunuz” diyordu; “Ahmaksınız!" Bu yıl Cannes'ın gündeminde kadınlara yönelik şiddeti, gezegendeki ekolojik krizleri, Ukrayna savaşını ve kapitalizmin varlıklı azınlığını hedef alan pek çok tartışma vardı. Örneğin, festivalin açılış gösteriminde Maiwenn Le Besco'nun yönettiği, Johnny Depp'in başroldüne yer aldığı Jeanne du Barry filmiyle yapıldı ve filmin kendisinden çok, eski eşi Amber Heard'e aile içi şiddette bulunmuş olmakla suçlanan, üstüne bir de Heard’e karşı dava açan Depp tartışıldı. Ünlü oyuncu Jane Fonda ise Trier’e Altın Palmiye’yi vermek üzere sahneye çıktığında "İlk kez 1963'te gelmiştim," dedi; "Festival o zamanlar daha küçüktü. O zamanlar yarışan hiç kadın yönetmen yoktu ve bunda bir yanlışlık olduğu aklımıza bile gelmemişti. Uzun bir yol kat ettik ama daha gidecek çok yolumuz var." Bu yılın yarışma dışı filminin (Killers Of The Flower Moon) yönetmeni Martin Scorsese ise Taxi Driver ile kazandığı Altın Palmiye'den 47 yıl sonra Cannes'a geri döndü ve Rusya'nın saldırısına uğrayan Ukrayna'ya desteğini dile getirdiği konuşmasında ifade özgürlüğünü de savundu. Aktörler Leonardo DiCaprio, Robert De Niro ve Lily Gladstone'un yanı sıra Scorsese'ye filmde konu alınan Osage halkının şefi Geoffrey Standing Bear da katıldı. Standing Bear, "Halkım büyük acılar çekti ve bugün bile bunun etkilerini yaşıyoruz" dedi; "Martin Scorsese ve ekibi güveni yeniden tesis etti ve biz bu güvene ihanet edilmeyeceğini biliyoruz."  Merve Dizdar’a yöneltilen sözlü şiddet Nuri Bilge Ceylan'ın Doğu Anadolu'da geçen filmi, genç bir kadın öğrencisi tarafından tacizle suçlanan Samet (Deniz Celiloğlu) ve kendisi gibi bir öğretmen olan arkadaşı Nuray’ın (Merve Dizdar) ilişkilerini konu alıyor.  Dizdar, ödül töreninde yaptığı konuşmanın hedef gösterilmesinin ardından bir açıklama yaparak şunları söyledi; "Doğduğum ülke, buradaki kadınlar, hepimizin bir mücadelesi var, bu burada ve dünyanın her yerinde mevcut. Kadın olmanın ne kadar zor olduğunu biliyoruz ve ben de bunun hakkında bir konuşma yaptım." Ödülünü alırken yaptığı konuşmasında ise şöyle diyordu Dizdar; "Filmde canlandırdığım Nuray karakteri inandığı şeyler ve varoluşu için mücadele veren ve bu uğurda bedeller ödemek zorunda bırakılmış bir kadın. Onu tanımak ve anlamak için uzun uzun çalışmak isterdim ama ne yazık ki yaşadığım coğrafyada bir kadın olmak Nuray’ın ve Nurayların duygusunu doğduğum günden beri ezbere bilmeyi gerektiriyor. Ödülü Nuray ve onun gibi kadınların mücadelesine güç verebilmek için, kendine layık görülenlere boyun eğmeyip eyleme geçen, bu uğurda her şeyi göze alan ve ne olursa olsun umut etmekten vazgeçmeyen tüm kız kardeşlerime ve Türkiye’de hak ettiği güzel günleri yaşamayı bekleyen tüm mücadeleci ruhlara armağan ediyorum." Oyuncu, Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) Başkan Yardımcısı İbrahim Uslu’nun da aralarında yer aldığı bir grup tarafından hedef alındı; kadının güçlenmesinden korkan ve onu sadece anneliği üzerinden tanımlayan; şiddete, tacize ve her fırsatta istismara başvuran, “kadınları sahiplendirmek” isteyenleri meclise sokan kadın ve LGBTİ+ düşmanı AKP-MHP ve beraberindekiler tarafından sözlü şiddete maruz bırakıldı, ülkeyi “Batı’ya şikayet etmek”le suçlandı.  Kadın cinayetlerini durduramayan, çocuk istismarını ve kadına şiddeti teşvik edenler tarafından hedef alınan Dizdar'a yönelik linç kampanyasını kınayan İnsanlık Hakları Derneği’nin (İHD) yaptığı açıklamada şu ifadeler yer aldı; "Bu linç kampanyasına katılanlara ve ülkeyi yönetenlere soruyoruz; gerçeklerin üzerini örterken kadın cinayetlerini çocuk istismarını meşrulaştırdığınızın, yen içinde bırakmaya çalıştığınızın kadınların ve çocukların hayatı olduğunun farkında mısınız?"

Gülşen yalnız değildir!

Şarkıcı Gülşen’e İmam Hatiplilere hakaret ettiği gerekçesiyle açılan davada hapis cezası verildi. İstanbul’da Nisan 2022’de vermiş olduğu bir konserde alınan görüntü kaydı üzerinden açılan davada imam hatiplilere yönelik sözlerinden dolayı yargılanan Gülşen, mahkeme heyeti kararını açıkladığında "Halkı kin ve düşmanlığa tahrik" suçlamasıyla 10 ay hapis cezasına çarptırıldı.  İstanbul 11.Asliye Ceza Mahkemesi'nce görülen davada hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verdi. Gülşen’in avukatları, kendisi hakkında suç duyurusunda bulunan kişilerden bazılarının ifadelerinin bile alınmadığına, dosyanın bu haliyle eksik kaldığına dikkat çekerek müvekkillerinin beraatini talep etse de mahkeme hapis cezası vermeyi uygun gördü. Kendi halkına ağır hakaretlerde bulunurken Gülşen’e bir şakadan dolayı hapis cezası verdirmek isteyenler, kadınların ‘tedbir’ kararına rağmen katledilmesine göz yumuyor, kadın katillerini, hayvan katillerini, tecavüzcüleri koruyor, serbest bırakıyor.  Sahnede bulunan bir arkadaşına yönelik şakası üzerinden ve üstelik izni olmaksızın çekilen video üzerinden suçlanmakta olan Gülşen’e ortada hiçbir suç olmadığı halde verilen bu ceza kabul edilemez! 

(Seçtiklerimiz) "Şüphesiz" ölümler: Dina ve Gina

Karabük’te üniversite öğrencisi Gabonlu Jeannah Danys Dinabongho Ibouanga’nun 26 Mart’taki şüpheli ölümü… 8 Nisan’da ise Kilis’te 9 yaşındaki Gina’nın cansız bedeninin bulunması...  Her ikisinin de öldürülmeden önce istismar edildiği yönünde bilgiler var. 9 yaşındaki Gina’nın öldürülmesine dair iki erkek tutuklandı.

Özlem Zengin bile tehdit alıyor

Yeniden Refah Partisi Cumhur İttifakı’na katılmak için 6284 Sayılı Kanun’un kaldırılmasını şart koşmuştu. AKP’li Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Derya Yanık ve AKP Grup Başkan Vekili Özlem Zengin bu pazarlığa karşı çıkmışlardı. Zengin, “6284 kırmızı çizgimizdir” demişti. AKP Grup Başkan Vekili bu açıklamasının ardından tehdit mesajları aldığını açıkladı ve partisi dahil güvendiği kurumlar tarafından yalnız bırakıldığını söyledi. Bu denli önde duran AKP’li kadın siyasetçilerin kadın haklarını savunan bir maddeyi korumak için konuşmalarıyla maruz kaldıkları baskı mevcut siyasal iklimin kadın düşmanlığında geldiği aşamayı gösteriyor. Milyonlarca kadın Özlem Zengin’in durumunda olmadığı için bu türden tehditlerle kıyaslanamayacak ölçüde bir şiddete maruz kalıyor. 8 Mart eylemlerinde devlet kadınlara ağır bir şiddet uyguluyor. Özlem Zengin’i yalnız bırakan bu kadın düşmanı politik iklim, Zengin’in bir parçası olduğu siyasi partinin iktidarda kalma stratejisinin bir ürünü. Aşırı sağcı devlet ittifakı, kadın özgürlüğünden nefret ediyor.  Kadınları, üstelik evli olmayan bireyleri de şiddetten korumak için üretilen, şiddet tanımı genişletilerek ve önleyici koruyucu tedbirler tanımlayarak kadına yönelik şiddete karşı anlamlı yaptırımlar öneren 6284 Sayılı Kanun’a karşı çıkanların, açıkça kadın cinayetlerini savunduğunu, şiddetten yana olduklarını söylemek mümkün.

8 Mart'ta kadınlar hükümete yanıt verdi

8 Mart Dünya Kadınlar Günü'ne "Hükümet istifa" sloganları damgasını vurdu.

Pınar Gültekin’in katili Cemal Metin Avcı ağırlaştırılmış müebbetle cezalandırıldı

Muğla’da üniversite öğrencisi Pınar Gültekin’i katleden Cemal Metin Avcı ağırlaştırılmış müebbetle cezalandırıldı. Kardeşi Mertcan Avcı ise 4 yıl hapis cezasına çarptırıldı.

8 Mart'ın gündemi

6 Şubat’ta meydana gelen ve Kahramanmaraş, Gaziantep, Hatay, Diyarbakır, Adana, Osmaniye, Kilis, Şanlıurfa, Adıyaman, Malatya gibi pek çok şehirde hissedilen deprem hepimizin son zamanlardaki tek gündemi. Depreme uygun şekilde inşa edilmemiş binlerce binanın yıkılması, iktidarın sorumsuzluğu ve uyguladığı yanlış politikalar, hızlı reaksiyon göstermemesi ve devlet kurumlarının organizasyon eksikliği yüzünden on binlerce insan hayatını kaybetti.  Enkaz altında kurtarılmayı bekleyenlerin yardımına hızlıca örgütlenen gönüllüler yetişti ve kısıtlı imkanları ile yardım etmeye çalıştı. Göçük altından bulunduğu yerin adresini mesaj atan ve kurtarılmak için yardım isteyen insanların tek seslerini duyurabileceği yer olan Twitter bant daraltma ile yavaşlatıldı. İlk 72 saat oldukça önemli iken, enkaz bölgelerinde büyük çoğunlukla sadece gönüllüler vardı. Ulaşılamayan pek çok köy, ilçe, bina, göçük vardı. Resmi kurumlar çok geç geldiği gibi, organize eksikliği yaşadı ve bu sorun sebebiyle işleri yavaşlattı, ekipman sorunu yaşandı. Deprem alanına gitmiş gönüllü arkadaşlarımızdan duyduklarımızla ve deprem bölgesinden sosyal medyada paylaşım yapan pek çok  gönüllüden ya da depremzededen olayın vahametini öğrendik.  Hepimiz günlerdir haberleri ve sosyal medyayı takip ediyoruz, kimsenin bilmediği bir şey yazmıyorum, sadece yaşananların unutulmaması için tekrar vurguluyorum. Binlerce insanın ölümünün yarattığı öfke silinip gitsin istemiyorum. Öfkemizin, konuyla hiç alakası olmayan kimselere (örneğin Suriyelilere) yönetilmesinin önüne geçmek ve bu ırkçı refleksi engellemek istiyorum. Öfkemiz, ölmemize neden olan gerçek sorumluları hedef alsın istiyorum. Hesap sormak istiyorum. Evlerini ve yakınlarını kaybetmiş binlerce insan 1 ay sonra unutulup gitsin ve kendi hallerine bırakılsın istemiyorum. İstanbul depreminde başka binlerce insan ölmesin diye hemen gerekli adımlar atılsın istiyorum.  Büyük bir yıkım ile sarsılmışken, bir yanda büyük bir dayanışma refleksiyle çok hızlı bir şekilde örgütlenen ve yardım ulaştırmak için canla başla uğraşan insanların varlığına şahit olup umut doluyoruz; bir yandan da LGBTİ+’ların deprem bölgesinde dışlanması, yardım almalarının engellenmesi, evi yıkıldığı için çocuğu ile birlikte eski eşinin evine sığınmak zorunda kalan kadının yüzüne kaynar su dökülmesi, enkazdan kurtarılan bir çocuğun istismara uğraması gibi haberler ile öfkemiz artıyor. Yine her zaman olduğu gibi, depremin yıkıcılığının da en çok kadınları, çocukları, LGBTİ+’ları, göçmenleri vurduğunu gördük. Daha açık olmak adına her birini tek tek açıklamaya çalışacağım. Kadınları örneğin hijyenik ürünlere ulaşım sıkıntısı, hijyenik tuvaletlerin eksiklikleri nedeniyle kadın hastalıkları riski, şiddete ya da istismara açık olmaları gibi sebeplerle etkiliyor; çocukları istismara karşı korumasız olmaları konusunda (pek çok annesini babasını kaybetmiş çocuk olduğunu ya da kayıp olan çocukları hatırlayalım) ya da böylesine travmatik bir şey karşısında yeterli desteği alamamaları konusunda etkiliyor; LGBTİ+’ları kullanmaları gereken ilaçları erişim sıkıntısı, en temel ihtiyaçları olan barınma, karınlarını doyurma, hijyenik tuvalete erişim vs gibi ihtiyaçlarının önüne geçilmeye çalışılması, düşmanca tavırlara maruz kalmaları konusunda etkiliyor; göçmenleri de yine ırkçı reflekslerle suni sebepler yaratmak, yaşananların sorumlusu onlarmış gibi davranılması hayatlarını güvensiz hale sokuyor, yine göçmenler de barınma ya da yemek gibi ihtiyaçlarına erişme sorunu yaşayarak etkileniyor. Yaşanan tüm bu adaletsizliklere karşı çıkmak için, kadınlar ve LGBTİ+'larla  dayanışmak için, çocukların korunmasını güvence altına almak için, deprem bölgesindeki herkesin acil ihtiyaçlarının derhal yerine getirilmesi için, sivil dayanışma faaliyetlerine yapılan baskıların son bulması için, statların ve sokakların özgür olması için, depremi felakete dönüştürenleri göndermek için hep birlikte, sokaklarda yan yana olalım. Özgürlüklerimiz için, hayatlarımız için, adalet için 8 Mart’ta meydanlarda haykıralım. Bizim birbirimizden başka kimseye ihtiyacımız yok. Her yalnız bırakılışımızda, her felakette yarattığımız dayanışma ruhu ile bunu defalarca kanıtladık. Biz birlikte güçlüyüz ve bunu onlar da çok iyi biliyor.  Dila Ak

Geri 1 2 3 4 5 6 7 8 9 İleri

Bültene kayıt ol