8 Mart'ın ardından: Vardık, varız, var olacağız

Hayatımız aileye sıkıştırılamaz

Uzun süredir yeni anayasa çalışmaları yapan AKP-MHP iktidarı Meclis’in açılmasıyla birlikte konuyu gündeme getirdi.  Kutuplaşmayı keskinleştirmek ve ikilikler üzerinden kendisini tahkim etmek isteyen iktidarın en idmanlı olduğu araç, dönem dönem yasa değişiklikleri tartışmalarını topluma dayatmak. Son dönemde anayasaya başörtüsü maddesi eklenmesi ve 6284’ün iptali gündeme gelmişti. Daha sonra Adalet Bakanı’nın “aile hukukunu sil baştan ele alacağız” sözüyle medeni kanunda değişiklik yapılmasının planlandığının sinyali verildi.  Otoriter rejimin bu kez şapkadan çıkardığı konu ise “ailenin korunması”. Ve bu aile tartışmasının odağında, LGBTİ+ nefretini yasalaştırma hedefi var.  LGBTİ+’ların varoluşuna saldırı, küresel çapta aşırı sağın repertuarındaki temel meselelerden biri.  Aşırı sağ, LGBTİ+ fobi üzerinden örgütlenirken nefretin “yasal güvenceye alınması” daha önce Macaristan ve Polonya gibi otoriter ülkelerde karşımıza çıkmıştı. Macaristan’da eşcinselliğin kamuya açık şekilde ele alınmasının, TV’lerde, filmlerde vb. eşcinselliğin gündeme getirilmesinin suç sayılması, LGBTİ+’ları destekleyen kurumların tanıtım ve eğitim faaliyetlerinin yasaklanması; Polonya’da ise farklı illerde LGBTİ+ların giremeyecekleri bölgelerin ilan edilmesine varan saldırılar gündemdeydi. Bu saldırıların kılıfı ise “çocukları korumak”tı.     Türkiye’de son dönemde kamu kurumlarının desteği ve teşvikiyle, yine “çocukları korumak” adı altında LGBTİ+lara dönük baskılar, cezalandırmalar, yasaklar kesintisiz biçimde devam ediyor.  Seçim gecesi ilk konuşmasında Erdoğan’ın açıkladığı yeni saldırı rotasının odağında da bu mesele vardı. Meclis’in açılmasıyla gündeme gelecek yasa tartışmasında iki saldırı olması muhtemel. Birincisi, Macaristan’da olduğu gibi LGBTİ+ kurumlarının doğrudan kapatılmasını sağlayacak bir yasa, ikincisi anayasada aile tanımının değişmesi.  Mevcut anayasanın 41. maddesinde, “Aile, Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır” deniliyor. İktidar sözcüleri Macaristan’daki muadilleri gibi 'eşler arasında' ibaresinin muğlak olduğu gerekçesiyle, 'Aile kadın ve erkekten oluşur' tanımını getirmek istediklerini söylüyor. Geçtiğimiz aylarda Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı tarafından 81 ilde kapalı kapılar ardında düzenlenen Aile Çalıştayları da Ekim’de gündeme gelecek anayasa değişikliğinin hazırlıkları gibi görünüyor. Safları sıklaştırmak gerek Derneklerin kapatılması, sansürün ağırlaştırılması, LGBTİ+ toplumunun kapanmaya zorlanması anlamına gelecek yasanın geçmesiyle birlikte bir dizi ağır otoriter uygulamanın da gündeme gelmesinin yolunu açacak.  Muhalefet ise bu sürece güçsüz giriyor.  Bu sorun etrafındaki tartışma sol, sosyalist, özgürlükçü muhalefeti dahi bölüyor. LGBTİ+ fobisi, çoğu zaman yan yana durduğumuz kesimler dahil olmak üzere muhalefetin içerisinde bile etkin. YSP’nin seçim kampanyası sırasında, tüm eleştirilere rağmen konu hakkında sessizliğini korumuş olması, LGBTİ+ların içinde bulunduğumuz süreçte yaşadıkları yalnızlaştırmanın boyutu hakkında bir ipucu verebilir.  İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme tartışmalarının olduğu dönemde çok geniş bir toplumsal meşruiyeti olan bir muhalefet örgütlenebilmiş, birçok kurum ortak bir talep etrafında yan yana gelebilmişti. Şimdi tartışmanın niteliği, rejimin baskı koşulları ve hareketin sokak gücü bakımından farklı koşullardayız. Ancak bu süreçte LGBTİ+ nefretini sıradan baskı biçimlerinden biri olarak görmeyip, sağın kendisini güçlendirme ve otoriter rejimin kendisini yerleşik kılma çabasının bir hamlesi olduğunu fark ederek saf tutmak çok önemli.  Yalnızlaştırmaya müsaade etmemek, kutsal aile anlatısı etrafında nefretin doğallaştırılmasına geçit vermemek için, bulunduğumuz her yerde, yasaya karşı oluşturulacak mücadele zeminlerinin birer parçası olmalıyız. 

İran rejimi kadınları ve özgürlük isteyenleri susturmak istiyor

İran'daki mollalar rejimi, Mahsa Amini'nin işkenceyle katledilmesinin birinci yıldönümünde başörtüsü zorunluluğunu daha da katılaştıran yasayı meclisten geçirdi. Uygunsuz gördükleri kadınlar 10 yıl hapis yatabilecek. İran'da şu anda uygulanan yasalara göre kadınlar ve ergenlik çağını aşmış kız çocuklarının saçlarını örtmesi, vücut hatlarını gizleyen bol ve uzun giysiler giymeleri gerekiyor. Bu kurallara uymayanlara 10 gün ile iki ay arası hapis ya da en fazla 10 dolara denk bir para cezası verilebiliyor. Kadınlar üzerindeki baskıyı artıran ve Mahsa Amini protestolarına katılan geniş kesimleri susturmayı hedefleyen yasa, İran Güvenlik Konseyi'nce onaylandığı zaman yürürlüğe girecek. Mahsa Amini öldürüldükten sonra aylarca büyük protestolar yaşanmış, birçok kadın başını açarak sosyal hayata katılmıştı. Rejim, aşağıdan gelen özgürlükçü değişimi bastırmak istiyor. İran'da bu rezaletler yaşanırken, Mahsa Amini'nin başörtüsünü düzgün takmadığı gerekçesiyle karakolda dövülerek öldürülmesi ve ardından gelişen protestolar gibi baskıcı yasa da hakim medyada yer bulmadı. Bulmadı çünkü İran devleti hem Türkiye'nin bölgesel rakibi hem de Suriye ve Kürt politikalarında Ankara'nın bir tür müttefiki. Bu yüzden Türkiye'deki rejim, İran'daki rejime eleştiri getirmiyor. Oradan kaçıp Türkiye'ye sığınan İranlı mülteciler ise baskı altında.

Mahsa Amini anıldı: 'İran'da, Türkiye'de her yerde özgürlük!'

İran'da başörtüsünü düzgün takmadığı gerekçesiyle polis tarafından vahşice katledilen Mahsa Amini, katledilişinin birinci yıldönümünde İstanbul, İzmir ve Diyarbakır'da eylemlerle anıldı. İstanbul Kadıköy'de buluşan kadın örgütleri, "İran’da, Türkiye’de ve her yerde diktatörlere karşı özgürlük demeye devam ediyoruz" dedi. İzmir Kadınlar Birlikte Güçlü tarafından Alsancak'ta düzenenlene eyleme DSİP üyeleri de destek verdi. Diyarbakır'da Dağkapı Meydanı'nda yapılan açıklamada, "Eşit ve özgür yaşamı kadınlar olarak inşa edeceğimizi söylüyoruz" denildi.

Mahsa Amini anılıyor: Jin-jiyan-azadi!

Mahsa Amini adlı genç kadın bir yıl önce İran'daki mollalar rejiminin ahlak polisi tarafından başörtüsünü düzgün takmadığı gerekçesiyle gözaltına alınmış ve işkenceyle katledilmişti. 22 yaşındaki Mahsa Amini'nin 16 Eylül 2022 günü katledilmesi sonrası başlayan eylemler, aylarca sürerek yakın İran tarihinin en süren protesto gösterileri olmuştu. Protestoların ortak özelliği İran bütün bölgelerine yayılması, başını kadınların ve gençlerin çekmesiydi. Onlara işçiler ve yoksullar ile çok sayıda sanatçı ve yazar destek verdi. Sporcular da Mahsa Amini'ye adalet, örtünme baskısına isyan ve özgürlükler için mücadeleye katılınca İran'da büyük sosyal saflaşma yaşandı. Mollalar rejimi, büyük hareket karşısında başta dağınık ve iç bölünmeler içinde kaldı. Bir süre sonra polis, barışçıl göstericilere ateş açmaya, kitlesel gözaltılara ve tutuklamalara, son olarak ise idamlara girişti. 1500'den fazla kişi hayatını kaybetti. 10 binde fazla kişi hapse atıldı. 7 eylemci idam edildi. Kadına şiddete ve baskıya isyan aylar sonra kanla bastırılmış gibi gözükse de Mahsa Amini ölüm yıldönümü öncesi isyan sesleri yükselmeye başladı. İran'da özgürlük mücadelesinin sembolü olan Mahsa Amini Türkiye'de, İran'da ve dünyanın birçok yerinde anılıyor. Gelişmeleri aktarmaya devam edeceğiz.

Ağustos 2023: En az 31 kadın katledildi

Kadınlara şiddet ve cinayetler, aşırı sağın baskısı altında sürmeye devam ediyor. bianet'in basından derlediği Ağustos ayı verileri, öncekiler gibi kadınların ve çocukların tehdit altında olduğunu ortaya koydu.  - En az 31 kadın, erkekler tarafından öldürüldü. - 20 kadının ölümü "şüpheli" olarak basına yansıdır. -  Erkekler, en az dört kadını koruma kararına rağmen öldürdü. - Erkekler, en az 92 kadına şiddet uyguladı, en az 13 kız ve oğlan çocuğunu istismar etti, en az 11 kadını taciz etti. Ağustos’ta erkekler en az iki kadına tecavüz etti. - Erkekler, Ağustos’ta iki çocuğu öldürdü. Geçen yıl aynı ay bu sayı yedi idi. Bir çocuğu babası, bir çocuğu da arkadaşı öldürdü.  Araştırmanın tamamına ulaşmak için tıklayın

Süresiz nafaka gerçekten süresiz mi?

Genel seçimlerin sonuçlanması ve HÜDAPAR’ın meclise girmesiyle birlikte AKP’li kadınları dahi endişelendiren bir 6284 tartışması açılmıştı. Dolayısıyla seçim sonuçları açıklandığından beri AKP içinde dahi saldırılmasına bizzat AKP’li kadınların karşı çıkarak “kırmızı çizgi” dediği 6284 sayılı yasa seçimlerden beri geniş bir tartışma konusu haline geldi. Bilindiği gibi AKP ile ittifak kurarak meclise giren HÜDAPAR’ın taleplerinden biri de 6284 sayılı yasanın kaldırılması. Ancak ne muhalif haber sitelerinde ne de iktidara yakın sitelerde yasanın içeriği değerlendirilmiyor. Oysaki yasaya bakılmış olsa durumun “süresiz nafaka mağduriyeti” olarak ifade edilmesinin dahi bilgi yanlışlığına sebebiyet verdiği kolaylıkla tespit edilebilir.  Yasa ne diyor? Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesinden çekilmesinden bu yana kadınların yaşam haklarına yapılan saldırılar gözle görülür ölçüde şiddetlenmiş durumda. 6284 sayılı kanun kadınları korumak adına zaten yetersizken bir de nafaka tartışmalarının bağlamından kopuk şekilde yürütülmesi her şeyi çok daha kötü bir hale sokuyor.  Yasada nafakanın hangi ekonomik şartlar altında verilmesi gerektiği ya da gerekmediği konusunda bir ön koşul ya da durum belirtilmemiş. Yani nafaka verilmesi/verilmemesi, nafakayı alacak tarafın nafakaya ihtiyacı olup olmadığı gibi kararlar tamamen davaya bakan hâkime bırakılmış. Yine aynı yasada nafakanın iptaline dair bir başvuru süreci de öngörülmemiş.  Bu durumda “süresiz nafaka uygulamasından” kaynaklı “mağduriyetlerin” eleştiri oklarının hedefinde 6284 sayılı kanunun bulunması için hiçbir mantıklı sebep yok. Konu hakkında mağduriyet iddiasında olanların – eğer kadınların ve çocukların aldığı üç kuruşta gözleri yoksa – yasanın kaldırılması değil geliştirilmesi yönünde bir hat izlemeleri gerekir.  Ancak kadın düşmanlığı ve meclisteki milletvekillerinin politik çoğunluğu göz önünde bulundurulunca tartışmanın muhalif medyada dahi bu şekilde yürütülmesi de şaşırtıcı değil. 

Toplu sözleşme masasındaki cinsiyetçilik

İktidar ile kamu emekçileri sendikaları arasındaki toplu sözleşme görüşmelerinde tuhaf bir fotoğraf ortaya çıktı. Kamu çalışanları sendikalarının üyelerinin yüzde 44'ü kadın olmasına rağmen masada onlarca erkek arasında tek kadın sendikacı var: KESK yöneticisi Şükran Kaban. Tuhaf fotoğraf, cinsiyetçiliğe karşı mücadelenin ne kadar hayati bir mesele olduğunu bir kez daha gösterdi.

EŞİK: Nafakaya dokunmayın!

Eşitlik için Kadın Platformu (EŞİK), Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Ö. Göktaş'ı uyardı: "Kadınların nafaka hakkına dokunmanın da bir şiddet biçimi olduğunu hatırlatıyoruz…" EŞİK platformunun açıklamasının tam metni: Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş’ın, 26 Temmuz Çarşamba günü düzenlediği basın toplantısında, kadına karşı şiddeti önlemek kararlılığından bahsederken, kadınlara karşı ekonomik şiddet anlamına gelen nafaka hakkını sınırlandırmanın adil olacağını söylemesi sürpriz olmadı. Zira nafaka hakkının sınırlandırılması iktidarın seçim sonrasına ertelenen bir “seçim vaadi” idi. Esasen kadın haklarına dair birçok konuyu tartışmaya açan 2016 TBMM Boşanma Komisyonu Raporunda yer alan, o tarihten bu yana raftan bir indirip bir kaldırılan başlıklarından biriydi. Konuşmasında “mağduriyet gidermek” vurgusu yapan Bakan’ın mağdurdan kastı, ne yazık ki, seslerini duyuramayan binlerce gerçek nafaka mağduru kadın değil, nafaka hakkı karşıtlığını siyaset yapma aracı haline getiren çeşitli “mağdur” derneklerinin mensuplarıydı. EŞİK Platformu olarak, yayınlarımızda ortaya koyduğumuz nafaka gerçeklerini hatırlatıyoruz… #       Medeni Kanunda; yoksulluk nafakası boşanma durumunda yoksulluğa düşecek olan tarafa ödenir denmektedir. Küresel cinsiyet eşitliği skalasında son sıralarda yer alan ülkemizde evlilik yoluyla zenginleşen kadınlar değil yüksek oranlarda erkekler olduğu için konu kadınların nafaka hakkı olarak tartışılıyor. Kadın yoksulluğu ortadan kaldırılmadan, hayatın her alanında eşitlik sağlanmadan, 21 yılda çocuk yaşta evlendirilme, 3 çocuk, “annelik kariyerdir” gibi politikalar kadınlara dayatılmışken ve kadın istihdamı 21 yılda %30’un altına düşmüşken yoksulluk nafakası tartışılamaz. Kadın istihdamının % 80’leri geçtiği İzlanda’da nafaka hakkı uygulanmaya devam ediyor. İngiltere, Almanya ve Belçika’da koşulları varsa, nafaka yükümlüsü öldükten sonra bile nafaka yükümlülüğü devam ediyor. #       Medeni Kanun’un 175. Maddesinde düzenlenen yoksulluk nafakası bu maddede belirtilen koşullar çerçevesinde süresizdir. Boşanma nedeniyle yoksulluğa düşme, kusuru daha ağır olmama koşullarıyla nafaka bağlanabileceği belirtilerek sınırlar konulmuştur. Kadın çalışıyorsa ya da başka kaynaklardan geliri varsa mahkemeler yoksulluk nafakasına zaten hemen hemen hiç hükmetmemektedir. Bu sınırları aşarak bağlanan yoksulluk nafakasının hangi koşullarda ortadan kalkacağı, bir anlamda “süresinin dolmuş olacağı” ise madde 176 da belirlenmiştir. Alacaklı tarafın evlenme olmaksızın fiilen evliymiş gibi yaşaması, yoksulluğunun ortadan kalkması ya da “haysiyetsiz” hayat sürmesi halinde mahkeme kararıyla nafaka kaldırılır. Yeniden evlenme durumunda mahkeme kararına gerek olmaksızın kalkar. Tarafların mali durumlarının değişmesi durumunda nafakanın artırılması veya azaltılması da mahkeme kararıyla mümkündür. Kanun bu kadar açıkken, nafaka ödeyecek durumda değilse mahkemeye başvurmak yerine “mağduruz” çığırtkanlığı yapanlar kimdir? ve bunu neden yapıyorlar? diye sormak gerekir. #       Kadınlar çoğunlukla ev içi şiddet hayat memat meselesi haline geldiğinde boşanma kararı vermekte ve bir an önce kurtulmak istedikleri için yoksulluk nafakası talep etmemektedir. Dava açarken yoksulluk nafakası talep etmiş olsalar bile büyük çoğunluğunun mahkeme sürecinde vazgeçirildikleri bilinmektedir. Diyarbakır Barosu’nun boşanma davaları üzerinden açıkladığı veriye göre talebi geri çekme oranı %80’lere varmaktadır. #       İstanbul Barosu Kadın Hakları Merkezinin dava dosyaları üzerinden belirlediği verilere göre karar verilen yoksulluk nafakasının 2018-19 yıllarına ait ortalaması 300 TL civarındadır. 300 TL’yi açıklanan en yüksek enflasyon oranına göre artırsak bile “mağduriyet” yaratacak bir rakam çıkmayacağı açıktır. #          Sözde nafaka mağduru erkekler, sadece yoksulluk nafakasına karşı çıkmıyor, müşterek çocukların bakımını çoğunlukla kadınlar üstlendiği için anneye ödenen iştirak nafakasını da kadınlara ödeniyormuş gibi sunmaya ve toplumu yanıltmaya çalışmaktadırlar. Fiiliyatta pek çok erkek çocuklarının bakım masrafını (iştirak nafakasını) ödemedikleri için yüzlerce kadın dava açmak zorunda kalmaktadır. Nafaka karşıtı erkek ittifakının yarattığı bir diğer bilgi kirliliği ise birkaç zengin ve ünlü erkeğin boşanma hikayesine dayandırılmaktadır. Oysa ki, tartışmaya açılan bu hak asıl olarak milyonlarca yoksullaştırılmış ev kadını ve onların çocuklarını ilgilendirmektedir. Ne yazık ki Aile Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı 2016 yılından buyana bu kirliliği ortadan kaldıracak verileri açıklamamıştır. Sayın Bakan’a soruyoruz: Gerçekler tartışmaya meydan bırakmayacak şekilde net iken, milyonlarca kadının, ev içi rollerini süresiz ve sınırsızca yerine getirdiği için çalışma hayatına katılamamış ve katılma şansını kaybetmişken, aile geliri ağırlıklı olarak erkek uhdesinde iken, boşanma durumunda geçimlik bir geliri olmadan ortada bırakılmaları mı adil olacaktır? Nafaka hakkının tartışılması sadece nafaka hakkı ile sınırlı değildir. Bu tartışmayı ortaya atan ve sürdürenlerin asıl hedefi, kaynağını laiklikten alan Medeni Kanundur. Bu soyut bir iddia değildir. Zira, kadınların nafaka hakkını tartışmaya açan ve gündemde tutanlar, aynı zamanda İstanbul Sözleşmesini, 6284 sayılı yasayı, Anayasa’nın eşitlik ilkesini, yasal evlilik yaşını, karma eğitimi, kısacası kadın erkek eşitliğine dair her türlü yasal ve toplumsal zemini aşındırmaya ve yok etmeye çalışanlardır. Bakan Göktaş’ın, 6284 sayılı Kanun’unla ilgili "Değişmesi gerekmiyor. Bu kanun olduğu gibi kalmalı. Uygulamada hatalar varsa giderilmesi lazım” şeklindeki sözlerinin arkasında duracağına güvenmek istiyoruz. Bakanın 6284 sayılı yasayı hedef alan iktidar ittifakının negatif propagandalarına karşın, “olduğu gibi kalmalı” demesi olumludur. Ancak yasanın etkin uygulanmamasının nedenini; şiddet mağduru kadınların bazılarının koruma hükümlerinden yararlanmak istememeleri olarak açıklaması anlaşılır gibi değildir. Eğer 6284 sayılı yasanın uygulanmasını istemeyen kadın varsa, devletin kendisini korumayacağını bildiği ya da artık kamu kurumlarında da bolca rastlanan “aile arabulucuları” tarafından yanıltıldığı içindir. Bakana uygulamaya dair asıl sorunlara ilişkin gerçekleri hatırlatıyoruz… # Yıllardır yüzlerce kadın; ceplerinde, çantalarında koruma kararı olduğu halde, hatta bazen adliyelerin önünde katlediliyor. Böyle bir gerçeklik yokmuş gibi, yasanın sağladığı, şiddet uygulayan erkeğin, kadının yaşadığı/çalıştığı yerden uzaklaştırılması hükmünün kara propagandalarla aşındırılması; potansiyel failleri cesaretlendirirken, kadınların cesaretini kırıyor. #  Son yıllarda şiddeti önleme politikalarının, kadın erkek eşitliğinden ve kadının insan hakları hukukundan vazgeçilip, erkeklerin bireysel insafına ya da kadınların “idare etmesi, yuvayı koruması” kültürüne indirgenmesi de keza aynı etkiyi yaratıyor. Bizzat Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın şiddeti önleme görevinin sosyal-psikolojik kısmını çeşitli protokollerle, Anayasa’ya aykırı şekilde Diyanet İşleri Başkanlığına devretmesi sonucunda bu durum giderek ağırlaşıyor. #  Boşanmış, hiç evlenmemiş, çocuklu ya da çocuksuz tüm yalnız kadınların yaşamını zorlaştıran ataerkil kültür bilerek isteyerek besleniyor. Dolasıyla kadınlar yalnız yaşamaya cesaret edemiyor. #  Cezasızlık politikaları, faili koruyan mahkeme kararları nedeniyle kadınlar yasal haklarını kullanmaya çekinir hale geliyor. #   Kadının başvurusu ya da şikayeti üzerine şiddeti durdurmak ve şiddetten korumak üzere gerekli yasal tedbirleri almamak için "kadının beyanı esastır” ilkesi içeriği çarpıtılarak tartışmaya açılıyor ve değersizleştiriliyor. Bu tartışmalardan etkilenen kamu personeli etki altında kalarak yasayı uygulamaya direniyor, kadınların bıktırılarak şiddete maruz kaldıkları evlere geri dönmek zorunda bırakılıyor.  #  Bakan aksini iddia etse de, sığınaklarda kalan kadınların en kısa süre içinde yeni bir hayat kurmaları ekonomik olarak desteklenmiyor. Kısacası, şiddetin artarak devam etmesi ve uygulamadaki sorunlar 6284’ün içeriği ile ilgili değil, yasanın kadınlar aleyhine eksik uygulanması ve kadın-erkek eşitliğinin iktidar eliyle hedef alınması ile ilgilidir. Evden uzaklaştırmaya ilişkin “erkek mağduriyeti” söylemi ise eril zihniyet çığırtkanlığından ibarettir. Bakan’ın görevi koruma kararlarına itirazı olan failleri dinlemek değil, onlara şiddetin bir bedeli, cezası olması gerektiği fikrine alıştırmak, varsa her türlü kötüye kullanma bunları önlemektir. Yasaların istisnalara göre tartışılmasına izin vermemektir. Göktaş’a başında olduğu kurumun asıl önceliğinin; “erkek mağdurlar” değil, kadınlar ve çocuklar olduğunu hatırlatıyoruz… Basına yansıyan konuşmasının bir bölümünde Bakan Göktaş’ın; "Mağdur olan erkeklerimiz varsa onun da yanındayız. Bunları da dinlememiz lazım, Sonuçta biz Aile Bakanlığıyız. Kadına, erkeğe, gencine, yaşlısına, engellisine her kitleye hitap eden bir bakanlığız” dediğini görüyoruz. Sayın Bakana, bugün başında olduğu Bakanlığın aslında Türkiye kadın hareketinin özverili mücadelesiyle; “Kadından Sorumlu Devlet Bakanlığı” olarak kurulduğunu, temel işlevinin kadın erkek eşitliğini sağlamak, kadına karşı ayrımcılık ve şiddeti önlemek üzere bütüncül politikalar uygulamak olarak tarif edildiğini, bu temel misyonun süreç içinde yontularak sosyal hizmetlere indirgendiğini hatırlatmak isteriz. Bakan Göktaş bu durumu kabullenmiş olabilir ama ne kadın hareketi olarak ne de kendi hayatlarında eşit yaşam mücadelesi veren kadınlar olarak “Bakanlığımızın” asıl misyonundan uzaklaştırılmasını kabul etmedik, etmiyoruz. Ayrıca, sosyal devletin sosyal hizmetlerle ilgili yükümlülüklerinin “kadın erkek eşitliğini sağlamak” görevi ile bir ilgisi olmadığını, daha önemlisi, kadınları salt “yardıma muhtaç-mağdur” statüsünde görmenin kendisinin eşitsizlik yarattığını altını çizerek belirtmek durumundayız. Konuşmasında bir kere bile “kadın” ve “eşitlik” sözcükleri geçmeyen Bakan, “Aile Gençlik Bankası” modelini anlatırken kadına karşı şiddete çözüm olarak banka kredisi önerdi… Bakan Göktaş’ın basın toplantısında iktidarın seçim vaadi olan “aile gençlik bankası” modeline ilişkin; evlenecek çiftlere aile içi şiddetin önlenmesi hakkında eğitim verilerek sertifika alanların krediden faydalanmasından bahsettiğini okuduk.   Göktaş, sadece kendi kurumunun verilerini derinlemesine incelemiş olsaydı şiddetin önlenmesinin salt güvenlik politikaları ile ya da ekonomik sıkıntı çekmeyen “aile” olmakla mümkün olmadığını görmüş olurdu. Kadına karşı şiddetin her toplumsal kesimde yaşandığını, iki cins arasındaki eşitsiz güç ilişkisinden kaynaklandığını, eşitsizlik pekiştirildikçe şiddetin artacağı evrensel gerçeğinin en tipik örneğinin Türkiye olduğunu bilirdi. Fiziksel, ekonomik, cinsel şiddet gibi bütün şiddet biçimlerini bir yana bırakalım, her gün en az 3 kadının yaşam hakkı elinden alınırken; konuşmasında kadına karşı şiddeti önleme konusunda, İstanbul Sözleşmesinden çıkan Türkiye’nin, sözleşmeyi uygulamakta olan pek çok Avrupa ülkesinden çok önde olduğunu da iddia etmezdi. Kadına karşı şiddetle mücadele aynı anda çok yönlü politikalar uygulanmasını gerektirir. Bir yandan kadınların nafaka hakkını aşındırırken diğer yandan şiddetle mücadele edilemez. Şiddetsiz aileler parayla değil, eşlerinin karşılıklı saygı ve sevgi ilişkisini ayakta tutacak olan eşitliğin hayata geçmesiyle mümkündür. Bakanın asıl görevi, kadın haklarını garantiye alan tüm yasaların etkin uygulanmasını sağlamaktır.  Sayın Bakan’ı; Kadın erkek eşitliğinin sağlanmasında birinci derecede sorumlu bir Bakan olarak, kadınları ve çocukları şiddete karşı korumasız bırakacak, nafakalarının kesilip yokluk ve yoksulluğa terk edilerek eşitsizlikleri daha da artıracak politikalardan vazgeçmeye çağırıyoruz. 4 kadınla evliliğin yasal olduğu bir ülke olan Birleşik Arap Emirlikleri ile “aile birliğini korumak” için yapılacağı açıklanan işbirliğinin ayrıntılarını toplumla paylaşmasını bekliyoruz. “Yerli ve milli” olmadığı gerekçesiyle İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmışken, bir başka ülke ile özel işbirliğinin hangi temelde “yerli ve milli” olacağını açıklamaya davet ediyoruz.  Sanıldığının aksine ülkemizde her toplumsal kesimden kadınların büyük çoğunluğunun Medeni Kanun ve diğer yasalarla garanti altına alınan haklarını gayet iyi bildiklerini, önümüzdeki yerel seçimlerde en temel haklarını aşındıranları unutmayacaklarını hatırlatıyor; hiçbir hakkımızdan ve laik demokratik bir ülkede, eşit, özgür bir yaşam hayalimizden vazgeçmeyeceğimizin altını bir kez daha çiziyoruz. 31.07.2023 EŞİK – Eşitlik için Kadın Platformu

AKP-MHP'den örtülü af: Büyük adaletsizlik

Yeni infaz kanunu ile siyasi mahpuslar içeride tutulurken insan öldürme, yaralama, cinsel saldırı, çocukların cinsel istismarı gibi suçlardan yatanlar dışarı salınacak. Bir torba yasa içinde geçirilen yeni infaz kanununu eleştirmeye geçmeden önce şunları belirtmek gerekir: - Türkiye'de 384 hapishane var. Buralardaki mahkum ve tutuklu sayısı 325 bin kişiyi aşmış durumda. Bu muazzam yükseklikte bir oran, hatta Türkiye tarihinde bir rekor. Hapishaneler öylesine dolu ki mahpuslar yerlerde ya da nöbetleşe yataklarda yatıyor. - Mahpusların 118 bin 738'i açık infaz kurumu, 222 bin 759'u kapalı ceza infaz kurumunda tutuluyor. - 13 bin 977'i kadınlardan, 2 bin 511'i ise çocuklardan oluşuyor.  - Bu yıl 20 yeni hapishanenin açılacağı Adalet Bakanlığı tarafından duyuruldu. Haksız ve keyfi tutuklama haberleri her gün duyulurken, bir o kadar da haksız salıverme ve cezasızlık var. Mahpuslardan ve ailelerinden af sesleri yükselirken, infaz yasasının değiştirilmesi ile birlikte örtülü af geliyor. Kimler çıkacak? Yeni infaz kanununa göre 31 Temmuz'a kadar hapiste bulunan bazı hükümlülere kapalıdan açık hapse geçme imkanı sunulacak. Bundan faydalananlar 3 ay sonra şartlı olarak salıverilecek. Terörle Mücadele Kanunu kapsamına giren suçlar ve örgüt faaliyeti kapsamında işlenen suçlar, kısmi aftan hariç tutuluyor. Buna karşılık insan öldürme, yaralama, cinsel saldırı, çocukların cinsel istismarı, rüşvet gibi topluma karşı işlenmiş suçlardan ceza alanlar dışarı çıkacak Hukukçular bu durumun, genel cezasızlık uygulamasının büyüteceğini söylüyor ve şu örneği veriyor: "Örneğin nitelikli kasten yaralamadan beş yıl alan bir kişinin, kapalı cezaevinde yalnızca bir ayını geçirdikten sonra açık cezaevine geçecek." Sonra da kısa sürede serbest kalacak. Böylece kasten yaralamak cezasız bırakılırken, yeni saldırıların önü açılacak. Sosyalistler, kapitalist devletin hapishanelerine, suç ve ceza yaklaşımına karşıdır. Suçu yaratan sebeplerin - özellikle ekonomik zor - ortadan kaldırılması için mücadele ederler. Fakat adaleti de savunuyoruz. Kadın cinayetlerinin, çocuk istismarının, rüşvetin, ırkçılık ve nefret suçlarının cezasız bırakılmasına karşıyız. Siyasi mahpuslar, kadın ve çocuk mahpuslar, yaşlı ve hasta mahpuslar derhal serbest bırakılmalı. Çeteler, katiller, cinsel saldırganlar, istismarcılar içeride tutulmalı.

Geri 1 2 3 4 5 6 7 İleri

Bültene kayıt ol