Epeyce yıl önce, 2007 olmalıydı, sıradan bir günün sıradan bir saatinde, kim bilir hangi şeytanın dürtmesiyle, bir Cumhuriyet gazetesi satın almıştım. Gazeteye şöyle bir göz atıp, İlhan Selçuk'un "Hepimiz Ermeni'yiz" diyenleri eleştirdiği başyazısında, şu satırları okuyunca kanım donar gibi olmuştu:
"Bu bakımdan hepimiz Ermeni, Yahudi, Çerkes, Kürt, Rum, Laz, Abaza vb. olabiliriz; bu yolda hiçbir sakınca yok… Ama hep birlikte mutlu olmak istiyorsak, gelin şu Türk yurttaşlığında birleşelim… Birleşelim de şu 'Çılgın Türkler'i yeniden çılgınlaştırmayalım."
İlhan Selçuk'un bu satırlarının açık bir tehdit içerdiğini anlamak için öyle derin analizler yapmaya gerek yok. Turgut Özakman'ın "Şu Çılgın Türkler" adıyla yayınladığı ve ırkçılığın/milliyetçiliğin en pespaye örneklerinden biri olan kitaba gönderme yapıyordu; gerektiği takdirde vatanı kurtarmak için "çıldırmak" söz konusuydu ve bu çıldırmanın ne anlama geldiğini resmi değil ama alternatif tarih kitaplarından okuyabiliyoruz: Türk/Müslüman/Sünni olmayan halkların neredeyse son ferdine kadar yok edilmesi, tek parti diktatörlüğünün çizdiği sınırların dışına bir milim çıkanların bertaraf edilmesi, çoğulculuğun lafının bile edilmeyip tekçiliğin hayatın her alanına hakim olması, yani gri, kasvetli, puslu ve acı dolu bir ülke …
Aradan on yıl geçtikten sonra, Eski Türkiye'yi Yeni Türkiye haline getirme iddiasını taşıyan, tekçi yapıyı eleştiren, devletin yanlış yaptığını ifade eden, çoğulculuk iddiasıyla ortaya çıkan Adalet ve Kalkınma Partisi, bugün geldiği noktada, İlhan Selçuk ile aynı çizgide bulunduğunu, AKP İstanbul milletvekili Markar Esayan'ın ağzından şöyle ifade etti: "Bu ülkenin halkı, hangi ırktan, mezhepten, dinden olursa olsun topyekûn bir bütündür. Yerli ve milli bir bilinçle geleceğe yürüyoruz."
Markar Esayan'ın bahsettiği yerli ve milli bilincin ne demek olduğunu, kanunlaşan ve referanduma götürülecek olan anayasa değişikliğinden anlayabiliyoruz: Anayasanın tekçi özü olan ilk dört maddesinin aynen kalması, bunlara ilave olarak koca bir ülkenin ve içinde yaşayan milyonlarca insanın kaderinin tek bir kişiye emanet edilmesi, bütçenin hazırlanmasından yasama, yürütme ve yargının neredeyse tümüyle bu tek kişinin otoritesine verilmesi, kısacası, tek vatan, tek millet, tek bayrak, tek dil söyleminin tek başkanla birleştirilerek, yarım yamalak demokrasinin son kalan unsurlarının da kökünden budanması.
Mahmut Esat Bozkurt tarafından "Kemalizm otoriter bir demokrasidir ki kökleri halktır. Türk milletidir. Piramide benzer, kaideleri halk, tepesi halktan gelen baştır ki biz buna şef deriz. Şef otoritesini yine halktan alır" sözleriyle ifade edilen bu yerli ve milli anlayış, şüphesiz ki yeni bir anlayış değil. Bu, İttihat Terakki'den Kemalizm'e, oradan da Erdoğanizm'e uzanan bir zincirin birbirini takip eden halkaları. Bu anlayışın bugüne dek Türkiye halklarının acılarına çare olmadığı, çare olmayı bir kenara koyalım, müsebbibi olduğu, gözle görülüp elle tutulan bir gerçek.
Bize gereken yerli ve milli tekçilik değil; bu filmi yaşadık, yaşıyoruz, bir üst versiyonuyla neden başa saralım? Bize gereken çeşitlilik, çoğulculuk, çok renklilik, çok seslilik ve demokrasi. Bunları kazanmak zor gibi görünebilir, ancak tekçi cephenin binası sanıldığı kadar sağlam değildir. Güçlü bir "hayır" rüzgârı, sadece hayır da değil, "demokratik hayır!" rüzgarı yeni bir paradigmanın ilk adımı olabilir.
Bunu sağlamak ise sadece ve sadece benim, sizin, bu satırları okuyanların ve okumayanların elinde, başkalarının değil…
Atilla Dirim