Yüz binlerce insanın çoluk çocuk denmeden katledildiği Ermeni Soykırımı’nın üzerinden 109 yıl geçti. Bu uzun zamanın önemlice bir kısmında tarihin gördüğü en ağır soykırımlarından biri görmezden gelindi, yok sayıldı, inkâr edildi, soykırımın yapıldığına dair bir şeyler söylemeye çalışanlara da abanın altından ve üstünden sopa gösterilerek, “Gerekirse yeniden yaparız!” tehdit ve imaları hiç eksik edilmedi.
İnkâr ve çarpıtılan gerçekler
Uzun yıllar boyunca Ermeni Soykırımı hakkında bilgiler son derece sınırlıydı. Daha doğrusu, soykırım gerçeği, ters yüz edilerek anlatılıyor, kurban, düşmanmış gibi gösterilerek yapılanlar haklı çıkartılıyordu. Başta okul kitapları olmak üzere, Türkçe neredeyse bütün kitaplar, o döneme dek “sadık tebaa” olarak bilinen, yüzyıllar boyunca Türklerle iç içe yaşamış Ermenilerin, dış güçlerin etkisi altında kalarak Ruslarla işbirliği yaptığını, dördüncü kol faaliyeti gösterdiğini, ihanet içinde Türkleri arkadan vurduğunu ve düşmanla daha fazla işbirliği yapmamaları için zarar veremeyecekleri bir bölgeye tehcir/sürgün ettirildiklerini anlatıyordu. Üstelik bu tehcir insani koşullar içinde gerçekleşmişti ve savaş bitip de tehdit ortadan kalkınca, geri dönmelerine izin verilecekti. Eh, düşmanla işbirliği içinde Türklere ihanet eden insanlara bu davranış normal değil miydi? Kim kendisine zarar verecek birilerinin varlığına sessizce göz yumardı ki? Ermeniler, içimizdeki haindi. Ve halen de bu potansiyeli barındırıyorlardı.
Egemen anlatı neden kabul görüyor?
Karl Marx, Alman İdeolojisi adlı eserinde “Egemen sınıfın düşünceleri, her çağda egemen düşüncelerdir: Yani, toplumun maddi egemen gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen fikrî güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, bu sayede aynı zamanda zihinsel üretim araçlarının da üzerinde denetim kurar; böylelikle zihinsel üretim araçlarından yoksun olanların düşüncelerini de, genel olarak, kendine tabi kılar” der.
Marx’ın bu tespitine uygun olarak, Türkiye egemen sınıfının yarattığı ve Kurtuluş Savaşı olarak popülerleştirilen kuruluş mitosu halen toplumun geneli tarafından benimseniyor. Kuruluş mitosu, emperyalist devletlerin mazlum ama onurlu bir millete saldırdığını, bu saldırıya iç düşmanların da katıldığını, bunların başında da Ermenilerin geldiğini, ancak Mustafa Kemal liderliğindeki kurtuluş hareketinin yoksul, imkânları tükenmiş halkı örgütleyerek emperyalizmi kovduğunu ve bağımsız cumhuriyeti kurduğunu anlatır. Bu cumhuriyet en son Türk devletidir, yıkılırsa yenisi kurulamayacaktır, bu yüzden de gözbebeği gibi bakılması gerekmektedir.
Çarpıtılan gerçekler üzerine kurulan bu mitos, nihayetinde inkârı gerektirdiği için egemen kapitalist sınıf için büyük önem taşır. Çünkü soykırım gerçeğinin toplumun geneli tarafından kabul görmesi halinde, yalanlar üzerine inşa edilen binanın, yani devletin kalıcı hasarlar alması söz konusu olabilir. Bu tehlikeye karşı kuruluş mitosu daha ana sınıfından itibaren çocuklara anlatılmaya, beynine kazınmaya başlanır. Bu mitosun doğru olmadığını söyleyen ya da mitos aleyhine yazıp çizenlerin düşman olduğu ya da düşmanlar için çalıştığı öğretilir. Bunun başarıyla yapıldığını ve toplumun geneli için kuruluş mitosunun son derece önemli ve hatta dokunulmaz, kutsal olduğunu söylemek gerekir.
İnkâr zırhında çatlaklar
Ancak yine de inkâr zırhında önemli çatlaklar açıldığını söyleyebiliriz. 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren, soykırımla ilgi çalışmalar Türkiye’de de yer almaya, konuyla ilgili kitaplar yayınlanmaya başlandı. Özellikle Hrant Dink’in 2007’de katledilmesinin ardından, soykırımın tanınması için faaliyetler gösteren oluşumların sayısı artmaya başladı. 2010 yılında İstanbul Taksim’de ilk soykırım anması düzenlendi, paneller, sosyal medya yayınları, konuşmalar birbirini izledi.
2008’de dünyayı etkisi altına alan ve giderek derinleşen kapitalist kriz, 2015’ten itibaren dünyanın genelinde otoriter iktidarların işbaşına gelmesine, mevcut iktidarların otoriterleşmesine ya da otoriter eğilimlerin güçlenmesine yol açtı. Türkiye’de de bu süreç yaşandı ve Ermeni Soykırımı’nın tanınması yolundaki çabalar üzerindeki baskılar artırıldı. Ancak cin şişeden bir kere çıktı ve artık tekrar içeri sokulması mümkün değil; esas mesele, bu ağır baskı koşullarında nasıl mücadele vermeli, ne yapmalı?
Nasıl bir mücadele?
İnkâr zırhındaki çatlağa rağmen, kurucu mitosun temelini oluşturan ve “Ermeniler günün birinde geri gelip sizi kovabilir, sahip olduğunuz her şeyi elinizden alabilir” korkusu, hâlen toplumun genelini etkisi altına almış durumda.
Hak ve özgürlük mücadelesi veren öznelerin veya grupların “Ermeni(ci) olmakla” itham edilmediği, milyonlarca işçinin ve ezilenin nezdinde “itibarsızlaştırılmadığı” gün yok gibi. Tamamen bir önyargı halini almış olan bu korkunun üstesinden gelebilmek, işçi sınıfının bakışlarını hayali düşmanlardan çevirerek patronlara yöneltmek, Ermeni Soykırımı’yla yüzleşmeyi ve hesaplaşmayı gerektiriyor. Ancak işçi sınıfını ve ezilenleri bunu yapmaya ikna etmek, sınıfın gündelik mücadelesi içinde, sınıfın güvenini kazanmakla mümkün olur.
Sınıfın gündelik mücadelesi ise çok yönlü ve çok katmanlı bir mücadeledir. Türk-Türk olmayan, kadın-erkek, yerli-göçmen, hetero-LGBTİ+ olarak bölünmüş bir sınıfın birleşerek temel hak ve özgürlük mücadelesi vermesi mümkün değildir. Bundan ötürü dünyanın tüm işçilerini birleşmeye çağıran sosyalistlerin, bu birliği sağlamak için ırkçılığa, milliyetçiliğe, cinsiyetçiliğe ve sınıfı bölen her türden ayrımcılığa karşı amansız bir mücadele vermesi gerekir.
Atilla Dirim
(Sosyalist İşçi)