Türkiyeli bir grup Yahudi, geçtiğimiz hafta, Ermeni yetimhanesinin yıkımına karşı başlayan direnişi ziyaret etmek için Tuzla'daki Kamp Armen'e gitti.
Riva Hayim'in ziyaret sonrası Şalom gazetesinde çıkan yazısı şöyleydi:
Kamp Armen’e gidilsin mi? Başta çekinildi.
Her ne kadar dünyayı yönettiğimiz iddia edilse de cemaat olarak aktivist değiliz.
Ya da şakasını yapalım... Dünyayı yönettiğimiz için aktivist olmamıza gerek yok.
Solcu eğilimimiz de pek yok çünkü faiz lobisiyiz.
Aşırı zengin olduğumuzdan, ısınmak için evde para yakıyoruz.
Ben de bu yazıyı mega yatımdan yazıyorum zaten.
Az olanlar bilirler... İstimlak edilen bir mezarlık, yıkılan bir cemaatin okulu, kapısına kilit vurulan her bir ibadethane, hepimizin ortak hafızasından hüzünlü bir eksilmedir. Anıları, tarihi olan bir şehirde yaşamak istiyorum ben. Bu ülkenin tarihinden de silinmek istemiyorum. Pek bilinmez ama eskiden Hasköy’de bir Musevi mezarlığı vardı, metrobüs hattının geçtiği otobanların yapıldığı Hasköy’den işe giderken her gün ölülerimizin kemikleri üzerinden geçeriz. Bohor Bey’in, Roza Hanım’ın üzerinden geçiyorsunuz, siz de bilin istedim. Dozerler her üzerimizden geçtiğinde ,ufak ufak bu ülkenin tarihinden siliniyoruz.
Komploların, nefret söylemlerinin yıldızı olduğumuzdan, Kamp Armen’e gitmeye ilk başta çekindik. “Kötü Yahudi olur muyuz, orada Yahudi olarak tepki görür muyuz? Ya da en basitinden soğuk karşılanır mıyız?” diye Henri, Ceni ve ben aramızda tartıştık.
Ekibin Edirne’deki sinagog açılışında ve korumaya alınan Edirne mezarlığı ziyaretimizde, hepimizin unutulmaz anıları olmuştu. Devletin “kul hakkı” konusunda hassas olduğunu da bildiğimizden Kamp Armen için de biz umutluyduk.
Kamp Armen’e gitme kararını aldığımızda Ceni ve Henri’yle birbirimize şöyle dedik: “Ayde gidiyoruz alavantar!”. Ne yalan, Tuzla'daki Kamp Armen’e yola çıktığımızda (saçma biliyorum ama) ilk başta kimliklerimizi çok da fazla ifşa etmeyelim diye düşünmüştük. Bir baktık ki, Henri 5 yaşındaki çocuğu Dani’yi getirmiş. Ceni de üniversitelerde kendini Yahudi vatandaş olarak tanıttığı “Yaşayan Kütüphane” projesinin t-shirtünü giyip gelmiş. Yaşayan Kütüphane, Türkiye'deki “öteki” komşularını tanıtmaya yönelik bir çalışma. TOG’un bu projesi toplumdaki nefreti, ötekileştirmeyi ve önyargıları kırmak adına gerçekten çok değerli. Kısaca, kimliklerimizle içeriye gireceğimiz gibi bir de yanımızda çocuğumuzu da getirmiştik.
Kamp Armen’in yolunu zar zor bulup içeri girdiğimizde tedirgin değildik desem yalan olur. Ortamı soluduğumuzda, her türlü çekincemiz Kemal Gökhan Gürses ve Nor Zortonk’tan Alexis Kalk’ın sıcak karşılamasıyla dağılmaya başlamıştı bile.
DSİP Eş Başkanı Meltem Oral da bizzat yanımıza gelip bizle tanıştığında kırk yıllık kamplı gibi rahatça ortalarda dolaşmaya başladık. Başta birbirimizden çok ayrılmamaya özen gösterirken, bir baktık ki Henri’nin oğlu Ari, bahçede arkadaş olduğu Ege’yle koşturmaya başlamış... İnsanların komşularıyla tanıştığı, şarkı söyleyip halay çektiği, birbirinin sesine kulak kabarttığı bir yer Kamp Armen. Kimliklerle önyargısız var olunabileceğinin ümidi bir yer daha... ne güzel işte..
Malumunuz, biz kampları malum Holokost’tan dolayı çok sevmeyiz. Kamp kelimesi tüylerimizi ürpertir. Bu kamp ise bizi de kucakladı. Bahçesinde kendimiz olarak dolaşırken, Ege’yle Ari boyama kalemleriyle pembe bir kartona şöyle yazmıştı bile:
“Ali topu Agop’a at. Moşe topu tut. Koş Yorgo koş”.
Kartonu duvara asmak için Ege makas, Dani karton buldu. Kartonumuzu çocuklarla kampın duvarına asarken, Kamp Armen’de büyüyen ve oranın sakinlerinden Garabet Orunöz yanımıza geldi. Bize kampı dolaştırıp, yıkım için gelen ve vinci kullanan işçiyle arasında geçen konuşmayı aktardı: “Gel. Yıkmak senin görevindir... Gel yine yetimhaneyi yık ama ne yıktığını bil.. Buranın altında sarnıç var... Kepçeyi vurdun mu tonlarca suyla birlikte bina da üstüne yıkılabilir, dikkat ederek yavaşça yıkman lazım”. Garabet Bey dünya efendisi, gönlü zengin bir insan. Bize planlarından da bahsederken, bizleri pankartların asılı olduğu yere götürdü. Herkes kartonlara bir mesaj yazıyordu. Garebet Bey elimize pembe bir pankart tutuşturdu. (O gün pembe kartonlardan gidiyorduk). Arkadaşlarım Ceni, Henri ve Dani’yle bakıştık ve pankarta şöyle yazdık “Buradayız çünkü öteki değil, komşuyuz”. Biz “Aman çok da şey etmeyelim” derken Kemal Bey isimlerimizi kartona yazdı.
Biz “Aman bizim pankart yırtılır mı, tepki görür mü?” derken Garabet Bey de devasa bir Davut yıldızını kendi elleriyle çizdi.
Biz “Aman bari çok görünür yere asmayalım da yırtılmasın” derken, bu sefer de kartonumuzu en görünür yere astılar.
Kaçacak yerimiz kalmamıştı. Pembe karton orada asılı duruyordu işte!
Şoku atlattıktan sonra, gün içersinde pembe pankartımızı göz ucuyla ara ara kontrol ettik. İçimizde bir yerlerde hayal kırıklığına uğrama korkusu vardı sanırım.
Yine tam tersi oldu... Davut yıldızımıza geçip geçip bakan, önünde duran, şaşıran ve gülümseyenler oldu. Akşama doğru pankartımızı kontrol etme refleksinden “kısmen” de olsa kurtulmuştuk.
Kısmen diyorum çünkü eve dönüş yolunda, Ceni arabanın arkasından telefonuna bakarak sürekli şöyle haber geçiyordu. “Vayyy, pankartımızı Facebook’a koymuşlar, üstelik de 175 like almış! Bir de Yahudi dostlarımız da buradaydı yazmışlar”. Ne yalan, her like moral oldu bizim için… Hepimiz hâlâ Facebook’tan pankartımız ne kadar like almış bakıyoruz.
Bir pankart, bir ziyaret nelere kadirmiş…
Kamp Armen’in yıkılan duvarını bilmem ama bizim içimizdeki duvarlarımız yıkıldı sanırım..
Yıkık hâlinle bile ne güzel şeylere vesile oluyorsun sen Kamp Armen!
Ne diyorduk, “Ali topu Agop’a at. Moşe topu tut. Koş Yorgo koş”.