Atilla Dirim

Atilla Dirim son yazıları

Atilla Dirim tüm yazıları

03.01.2023 - 10:32

Devrimci parti ve toplumsal hareketler: Dışarıdan mı, içeriden mi?

Kapitalizmin içine girdiği muazzam sosyal ve ekonomik kriz, bütün dünyada egemenler ve ezilenler arasındaki çelişkilerin derinleşmesine neden oldu. Otoriter iktidarlar toplumun geneli üzerindeki baskıyı giderek artırıyor. Paranın değer kaybetmesiyle birlikte işçi ücretleri hızla eriyor ve yapılan sözde zamlar, enflasyondan kaynaklı erimeyi bile karşılayamıyor. Şu anda işçi sınıfının gündemindeki en yakıcı konu, basit bir mutfak alışverişinin dahi aylık maaşın önemlice bir kısmına mal olması. Kiralar birkaç ay zarfında birkaç katına çıkarak, dev bir barınma sorununu ortaya çıkardı.  Temel ihtiyaçlar dahi lüks haline geldi ve “Bu işin sonu nereye varacak? Haydi biz yandık ama çocuklarımız ne olacak?” sorusu, milyonlar tarafından dile getiriliyor. Öyle ki, binlerce ve binlerce genç işçi, daha iyi bir hayat sürebilecekleri umuduyla başka ülkelere gidebilmek için çaresizce çaba harcıyor.

İşçi sınıfının giderek derinleşen sefaleti ve bu duruma karşı büyüyen öfke, şüphesiz egemenleri bazı önlemler almaya zorluyor. Bu önlemlerin bir kısmı boş vaatler ve hiçbir derde deva olmayan sözde ücret artışları şeklinde ortaya çıkarken, bir kısmı da işçi sınıfını bölerek birlikte hareket etmesini engellemek amacını güdüyor. Irkçı, milliyetçi, cinsiyetçi, türcü fikirler hemen her gün çok çeşitli araçlarla karşımıza çıkıyor. Aile içi şiddeti, aslında erkeklerin kadınlara yönelik şiddetini engellemek amacıyla kabul edilen İstanbul Sözleşmesi’nden, sözleşmenin LGBTİ+’lar lehine maddeler içerdiği gerekçesiyle çıkıldı. Her gün onlarca kadının aileye mensup olan ve olmayan erkekler tarafından öldürüldüğü, işkence gördüğü, sömürüldüğü, aşağılandığı, baskının her türlüsüne maruz bırakıldığı bir ortamda İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması, erkek egemen sistemin varlığını sürdürmesine sunulan bir destek anlamını taşıyor. Bu şekilde de sınıfın toplumsal cinsiyet temelinde bölünmüşlüğü derinleştiriliyor.

Keza devletin en yetkili ağızlarından her gün LGBTİ+’lara yönelik nefret söylemleri çıkıyor. LGBTİ+ varlığı bir “sapkınlık” olarak değerlendiriliyor, LGBTİ+’ların toplumun temeli olarak tanımlanan aile kurumuna zarar vereceği dile getiriliyor, böylece milyonlarca LGBTİ+ sosyoekonomik krizin etkisiyle bunalmış işçilere içinde bulundukları durumun sorumlusu olarak gösterilerek, açık hedef haline getiriliyor. Çaresizlik içinde neler olduğunu anlamaya çalışan işçi sınıfının bakışları bulandırılarak, kapitalist sistemin mevcut çöküşün gerçek müsebbibi olduğu gizlenmeye çalışılıyor ve sınıf bir kez daha LGBTİ+ olanlar ve olmayanlar şeklinde bölünüyor. Bu noktada LGBTİ+’ların ezici çoğunluğunun işçi sınıfının bir parçası olduğunun unutulmaması gerekir.

Keza Suriye’de yaşanan devrimci durumun iç savaşa dönüşmesi sonucunda canlarını kurtarmak için dünyanın çeşitli ülkelerine kaçan Suriyeli göçmenler, Afganistan’da Taliban baskısından kaçan binlerce insan, sosyal ya da ekonomik nedenlerle daha iyi bir yaşam için ülkesini terk eden kişiler, “bunlar sizin işinizi elinizden alıyor” benzeri söylemlerle işçilerin düşmanı haline getiriliyor. Oysa göçmenleri çok düşük ücretlere ve hiçbir özlük hakkına sahip olmadan çalıştıranlar, yerli işçileri işten atan patronlarla aynı kişiler ve aynı patronlar öfkenin kendilerine değil de evine bomba düştüğü için çaresizlik içinde hayatta kalmaya çalışan insanlara yönelmesinden büyük bir mutluluk duyuyor. Ve işçi sınıfı bir kez daha bölünmüş oluyor.

Bu örnekler diğer egemen sınıf fikirleri için de verilebilir ve bu sadece Türkiye’de değil, dünyanın hemen her yerinde görülen bir durum. Peki, işçilerin ve ezilenlerin, kadınların, LGBTİ+’ların, göçmenlerin buna karşı verdiği tepki nedir? Bunun sokaktaki karşılığının beklenenden cılız olduğunu söylemek mümkün. Asgari ücretin devletin kendi belirlediği yoksulluk sınırının çok altında kaldığı bir ülkede, sayısız sendikada örgütlenen işçilerin milyonlar halinde sokağa dökülmesi gerekmez mi? Kadınların, LGBTİ+’ların, göçmenlerin, daha iyi bir yaşam isteyenlerin örgütlenerek sokakları ve meydanları doldurması beklenmez mi?

Mekanik bir bakış açısına sahip olanlar, bunun böyle olmasını beklerler. İşçiler ve ezilenler, içinde bulundukları çaresiz durumda sokağa dökülmelidir, ancak bu olmamakta ya da beklenen büyüklükte gerçekleşmemektedir. Bunun sebebini işçilerin ve ezilenlerin “bilinçsizliğine”, örgütsüzlüğüne”, “dini inançlarının neden olduğu uyuşmuşluk haline” ve başka bir dizi neden bağlarlar. Toplumsal mücadele kafalarındaki şablona göre ilerlemediği için derin bir umutsuzluğa kapılır, işçi ve ezilenlere büyük bir öfke duyarak yaşadıkları yalıtılmış kulelerin daha da içlerine çekilir ve anlaşılamamış birer lider oldukları zannıyla hayata küserler. Çünkü aslında sorunları işçilerin ve ezilenlerin içinde yer almamaları, toplumsal hareket ve mücadeleleri dışarıdan emir ve talimatlarla yönlendirebileceklerini sanmalarıdır. Oysa dünya sandıkları gibi bir yer değildir.

Devrimci Marksistler ise toplumsal mücadelelerin ne zaman patlak vereceğinin önceden kestirilemeyeceğini bilirler. Son on yıllarda yaşanan ve Arap Baharı olarak bilinen bir dizi devrim, En umutsuz, en kabullenmiş, en pasif, en “cahil” gibi görünen toplumların işçilerinin ve ezilenlerinin, hiç beklenmedik bir anda ayağa kalkarak yıkılmaz denilen diktatörleri tarihin çöplüğüne gönderebildiklerini ortaya koyarak, bu “önceden kestirilememe” halini doğruladı. Mekanik anlayış, bu devrimleri küçümsemekte ve sosyalizmle taçlanmamasını gerekçe göstererek bunların aslında devrim olmadığını, emperyalizmin oyunlarından biri olduğunu ve benzeri tezleri ortaya sürüyor. Oysa Devrimci Marksistler işçi sınıfının ve ezilenlerin verdiği mücadelenin, sınıfın ve hareketlerin en militan, en kararlı, en bilinçli unsurlarını bir araya getiren devrimci bir partinin olmamasının bu duruma neden olduğunu da bilirler.

Bundan ötürü işçi sınıfının ve toplumsal hareketlerin öncü unsurlarını bir araya getirecek ve mücadeleleri koordine ederek, ileri çekerek, irili ufaklı kazanan mücadeleler örgütlemek suretiyle işçilerin ve ezilenlerin kendilerine güvenini artıracak devrimci bir partinin inşası, dünyanın her yerinde en önemli görev olarak karşımızda duruyor. Türkiye’ye baktığımız zaman, toplumun hemen her kesiminin büyük bir öfke içinde olduğunu tespit edebiliyoruz. Bu öfke kimi zaman irili ufaklı işçi grevleri, kadın direnişleri, LGBTİ+ direnişleri, çevre felaketlerine karşı, doğanın tahribatına karşı gösterilen direnişler şeklinde kendini gösteriyor. Hayatın her alanında görülen muazzam kolluk baskısı ve yasal yaptırım tehdidi, bu hareketlerin çok daha kitlesel olarak sokağa çıkmasını bir ölçüde engelleyebiliyor. Ancak bundan ortalığın süt liman olduğu, hareket diye bir şeyin olmadığı sonucunu çıkarabilir miyiz? Buna verilecek cevap, kocaman bir hayır olmalıdır.

Toplumsal hareketlerin dışında yer alanlar, hareketlere ancak sokakta bir etkinlik olduğu zaman dışarıdan destek vererek dahil olmaya çalışanlar ve/veya fikirlerini yine bu etkinlikler anında orada bulunarak yayınları aracılığıyla yaymaya çalışanlar, hareketlerin özneleri tarafından dikkate alınmadıklarını fark ederek hüsranla içlerine kapanır ve “aslında hareket yok, hareketin yükselmesini bekleyelim” gibi tespitlerde bulunarak, stratejilerini temellendirmeye çalışırlar. Devrimci bir partiyi inşa etmeye çalışanlar ise toplumsal hareketlerin sokakta görünen kısmının aslında buzdağının zirvesi olduğunu bilirler. Buzdağının görünmeyen kısmı canlı tartışmaların yaşandığı, irili ufaklı sayısız örgütlenmenin, kesişimsellik düşüncesiyle çeşitli ittifakların kurulduğu, yaşayan, büyüyen, gelişen bir organizmadır. 

Devrimci parti inşa etmek isteyenlerin yeri bu organizmanın dışı değil, içidir. Toplumsal hareketler, pür sosyalist fikirlere sahip değildir. Aksine, doğası gereği, egemen sınıfın hemen her fikri toplumsal hareketlerin içinde de bulunur. Özlük haklarını azıcık daha iyileştirmek ve ücretlerini azıcık daha artırmak için örgütlenerek mücadele etmeye çalışan işçilerin içinde her türlü fikrin bulunduğu açıktır. Keza bunu diğer toplumsal hareketler için de söylemek mümkündür. İşçilerin ve ezilenlerin sahip olduğu egemen sınıf fikirlerini kırmanın tek yolu, mücadele içinde bu öznelerin güvenini kazanmaktır. İşçilerin ve ezilenlerin, hayatta kalma mücadelesi veren kadınların ve LGBTİ+’ların devrimci fikirlere ilgi göstermesi, ancak devrimcilere duydukları güvenin artmasıyla mümkün olur. İşini kaybetme riskine rağmen grev yapan işçiler, kendilerinden biri olan ve mücadelenin içinde aktif olarak, hatta en önde, militan bir şekilde yer alan, güven duydukları bir devrimcinin fikirlerine ilgi gösterir, dikkate alırlar. Burada temel kavram “güven”dir. Hayatlarını korumak, kazanımlar elde etmek için örgütlenmeye çalışan insanlara güven vermeyen devrimciler, ne kadar parlak olurlarsa olsunlar, bunları fikirlerine kazanamazlar.

Bütün toplumsal hareketleri birleştirecek devrimci bir parti inşa etmek isteyen Marksistler, bundan ötürü her şeyden önce bu hareketlerin öznesi olmak zorundadır. Devrimci parti üyeleri, toplumsal hareketlerin içinde militanca mücadele ederek güven ilişkisi tesis etmeli, bu sayede egemen sınıf fikirlerini kırma yolunda adımlar atmalı, devrimci partiyi hareketlerin içinden büyüterek var etmelidir. Bunun için sihirli bir formül veya araç yoktur; bu, koşulların her an yeniden değerlendirilerek adım adım, ilmek ilmek örülmesi gereken bir mücadeledir. Dışarıdan eylemlere katılmak ve devrimci fikirleri yayınlar aracılığıyla hareketlere ulaştırmak çabasından çok daha zordur, ancak bu strateji devrimci partinin işçilerin ve ezilenlerin içinde güçlü bir şekilde kök salmasını sağlayabilir. İşçilerin ve ezilenlerin hareketleri içinde kök salmayan bir grup devrimcinin, yalıtılmış bir şekilde içe kapanması kaçınılmazdır. Devrimci Marksistlerin bu anlayışa karşı mücadele etmesi ve devrimci partinin “aşağıdan”, hareketlerin militan özneleri olarak inşa edilmesi gerektiği fikrinin kazanmasına çalışması gerekir.

Atilla Dirim


Bültene kayıt ol