İslami hareketin devleti sorgulayan dinamiklerine karşı, TSK ve 28 Şubat marifetiyle uygulanan baskılardan, bugün AKP ve Fethullah Gülen cemaatinin kendi aralarında kesişen ve ayrışan hareketler olarak belirginleştiği günlere geldik. Bu iki hareket, devletle uzlaşan bir sentez ortaya koyarken ve merkezi ele geçirirken, aynı zamanda devlet tarafından “ele geçirildiler”.
Bir Türkiye klasiği olan “vatandaş yapmak” üzere uygulamaya konan “sosyal mühendislik” projelerinden bildiğimiz üzere, devlet katındakiler ne kadar iyi niyetli (ya da kötü niyetli) olurlarsa olsunlar, onların yapıp ettiklerine toplumun vereceği cevapları öngörmek mümkün değildir. Çünkü devlet, tersini söyleyen güzel tanımlarımız olsa da, “tek” değildir. Mesela devletin içindeki farklı koalisyonlar (Susurluk kazasındaki “beş benzemez”in aynı Mercedes’te bulunması gibi) ve gerilimler (Mehmet Ağar’ın meşhur lafı: “tuğlayı çekersek herkes altında kalır”) bu tek olmama ve herkesin devleti sadece kendi “malı” zannetme hâline tekabül eder. Bu gerilimlerin parlak olmayan izdüşümünü ise toplumun gündelik hayatında, en azından bir kısmını açıklayabileceğimiz bir ruh hâlinde görebiliriz.
İşte Gülen cemaatini de içine alan, ancak sahnenin ön planında daha bariz olarak AKP’leşen bu devletin, ya da devletleşen AKP’nin birlikte inşa ettikleri otoriter devrimci söylemler ve özellikle inşaatçılardan oluşan yeni sınıf iktidarı, devletin (ya da AKP’nin) sürekli olarak ürettiği gerilimler dünyası, insanları her konuda bir görüş dile getirmeye zorluyor ve bir tarafa kategorize ediveriyor.
Geçenlerde Besim Dellaloğlu’nun bir toplantıda dile getirdiği gibi, aslında “faşizm” de insanın görüşünü saklaması değil, açığa vurmak zorunda kalmasıdır... Dile gelen bir görüşün ve sözün bir tarafa kategorize edilmek için anında kullanılabilir hâle gelmesidir...
Yani mesela, gazeteciler “tutuklansın” ya da “tutuklanmasın” demektir ve aradaki renk tonlarının, gerekçelerin ortadan kalkması demektir. Akabinde “aptal”, “kullanışlı aptal”, “hain” kategorilerinin, “İşte yüzkarası liste, Pensilvanya gazetecileri. Bu kara listeyi unutma, unutturma Türkiye” diye gaza gelen “sıradan faşizmin” şamar gibi kafanıza inmesi, kara bulut gibi insanların üzerine çökmesidir.
Kabataş’taki taciz olayında “oldu” demek ne kadar baskıcı bir dil dayatmıştı... Ya da olmadı demek ne kadar korkutucu...
Ya da bir gazetecinin televizyondaki tartışma programında kendi safından kopmamak için başvurduğu savunma mekanizması olarak “Evet yolsuzluk yapıldı ama iyi araştırılırsa bunun çoğu paralel lehine yapıldı” demek zorunda kalmasıdır ve bu aslında sıradan faşizmin kurduğu baskının sadece tek bir taraf için geçerli olmadığının delilidir.
Birkaç zaman önce Sabah gazetesi iddia etmişti; şimdi Star gazetesi de “Gezi Parkı’ndaki çadırları ‘paralel’in yaktığı” iddiasını dile getirmiş. Ayrıca “paralelci” polislerin “715 kişiyi kelepçeleyip hiç bir işlem yapmadan saatlerce otobüslerde tuttuğu”, “göstericilere yakın mesafeden 150 bin gaz fişeği atıldığı, 300 ton su sıkıldığı”, polislerin “hem uluslararası kamuoyunda ülkeyi zora sokacak girişimde bulunduğu hem de eylemcileri tahrik ettiği” tespit edilmiş...
Sıradan faşizm, Gezi olayları sırasında o polislerin “kahraman polisler” olarak alınlarından öpülmesi gerektiğini fısıldıyordu bize... Bugün ise o polislerin “paralelci” olduklarını bağırmamız için bizi dürtüyor.
Kimsede faşist bir öz yok ama hepimizi belirli bir şekilde performans sergilemeye zorlayan sıradan faşist bir ağırlık var havada... Bu ağırlık yüzünden, polislere “paralelci” sıfatını yapıştıran ve her türlü komployu anında çözebilecek derecede “akıllı” olanların akıllarına Gezi direnişçilerinden özür dilemek gelmiyor.
Onlar arasında özür dilemeyi bilebilecek birileri varsa, sıradan faşizmin döngüsü de kırılabilir belki.
Ferhat Kentel
(BasNews)