Siz hiç...

24.12.2017 - 08:33

Ahed El-Tamimi daha çocuk yaşlarda Siyonist işgale karşı gösterdiği direnişle pörsüyen ruhlarımıza yeniden hayat suyu verdi. Onun için bir yazı yazmayı düşünürken Muhammed Cemal Durra düştü yüreğime…

Yıllar önceydi, bir çöp bidonunun arkasında yalvaran gözlerle yavrusunu siyonist işgalcilerin kurşunlarından gizlemeye çalışan bir babanın ve arkasında gizlenen on yaşındaki oğlu Muhammed Cemal Durra’nın katledilişini izlemiştik akşam haberlerinde. Görüntüleri tekrar tekrar seyrederken aşağıdaki yazı dökülmüştü ellerimden… Tam on yedi yıl geçmiş üzerinden fakat Filistin’de çocuk olmak hâlâ aynı.

Siz hiç...

Önce şöyle bir gözlerinizi kapayıp en mesut günlerinizden bazılarını hatırınıza getirin, zira bu hikayemin kahramanı belki de sizsiniz, siz değilseniz bile belki bir kardeşiniz, belki de bir dostunuz…

Gözlerinizi kapatın ve hayal edin…

(1)

Sevdiklerinizle berabersiniz. Belki maddi olarak bazı sıkıntılarınız var ama ailenizle birliktesiniz, sıhhatiniz yerinde, hürsünüz, özgür iradenizle istediğiniz tercihleri yapabiliyorsunuz; dindar iseniz ibadetlerinize hiçbir engel yok, değilseniz sosyal faaliyetleriniz üzerinde baskılar yok, en azından hayal kurabiliyorsunuz… Kısacası mutlusunuz…

Belki ülkenizi yönetenlerden pek memnun değilsiniz, belki geliriniz sizi tatmin etmiyor ama akşam gidebileceğiniz bir yuvanız var. Orada sizi bekleyen eşiniz, çocuklarınız, anne babanız, kardeşleriniz, dostlarınız var, onların sıcaklığı ile ısınan bir kalbiniz var. Kısacası mutlusunuz…

Bir gece yarısı kapınız çalınıyor, dışarıda silah sesleri var. Açıp açmamakta tereddüt ediyorsunuz ama kapı ısrarla çalmaya devam ediyor, korkarak da olsa kapıyı açıyorsunuz. Karşınızda uzun zamandır tanıdığınız, aynı okulda bir süre birlikte okuduğumuz fakat inançlarınız, değer yargılarınız, hayat anlayışınız farklı olduğu için pek bir araya gelmediğiniz, sadece çarşıda pazarda birbirinizi gördükçe selamlaştığınız bir kişi var. Korkunuz biraz hafifliyor, ne de olsa tanıdığınız bir insan gülümsemeye çalışarak

“Buyurun” demeye çalışıyorsunuz. Ama onun gür ve hiddetli sesi sizin sesinizi bastırıyor:

“Evi hemen boşaltın, terk edin burayı!” diye emreder bir üslupla bağırıyor…

“Neden?” diyorsunuz, fakat onun arkasındaki silahlı kişileri görünce daha cümle bile kuramadan sesiniz kısılıyor…

O, sert ve kibirli üslubuyla emir verir şekilde sözüne devam ediyor:

“Buraya yurtdışından getirdiğimiz kardeşlerimizi yerleştireceğiz, artık burada işiniz bitti…”

Aklınızdan önce “Nereye?” sorusu geçiyor, sonra buralarda geçirdiğiniz güzel yıllar, sonra “Neden terk edecekmişim ki?” diyorsunuz kendi kendinize. Öyle ya senelerdir o evde yaşıyorsunuz, hatta evinizi babanızın kendi elleriyle yaptığı geliyor aklınıza. Dedeniz de bu mahallede yaşamıştı, hatta onun dedesi de…..

Direnmeyi düşünüyorsunuz fakat çocuklarınız geliyor aklınıza. Onlar da uyanmışlar zaten, annelerinin eteğine tutunmuş ağlaşıyorlar. Onların gözlerinden akan yaşlar kor gibi düşüyor kalbinize. Bundan daha acı olan ise eşinizin karşısında küçük düşmüş olmak. Boynunuz bükülüyor, boğazınız düğüm düğüm düğümleniyor, hırsınızdan yumruklarınızı olabildiğince sıkmışsınız… Ama masum yavrularınıza bir şey olmasın diye (belki de kendiniz de korktuğunuz için) olayı kabulleniyorsunuz. Eşyalarınızı toparlamak için içeri yöneliyorsunuz ki aynı sesle ürperiyorsunuz:

“Hadi üzerinize bir şeyler giyin ve defolun buradan.”

Çaresizsiniz, boyun büküp düşüyorsunuz yollara…

(2)

Vakit alacakaranlık, gün ışımaya yüz tutmuş, yollarda kalabalıklar, eli silahlıların ite kaka bir yerlere yönlendirdiği insanlar... Vakit alacakaranlık, gün ışımaya yüz tutmuş, yollarda cesetler, yollarda barut kokusu, yollarda ağlaşan çocuklar, kadınlar ve erkekler... Yollarda kan kokusu, hüzün, gözyaşı ve nefret, diğer tarafta küstah kahkahalar, silah sesleri… İnsanlar, dostlarınız, komşularınız zorla yollara dökülmüş sürülüyorlar. En küçük itirazın karşılığında makinalı tüfeklerle kurşunlanan insanlar…

Yürüyorsunuz nereye gittiğinizi, neden gittiğinizi, suçunuzun ne olduğunu bilmeden. Size silah çekenler yıllarca sizinle iç içe yaşayanlar…

Yürüyorsunuz kaç gündür yürüdüğünüzü, en son ne zaman yemek yediğinizi bilmeden… Yürüyorsunuz kah yere düşen yavrunuzun kafasına bir kurşun sıkılmasın diye kucaklayarak, kah bir kurşun sesinin ardından gelen acı inlemeleri duyarak...

Ve sonunda mahşer yeri gibi kalabalık bir yerde durduruyorlar sizi…

Tel örgülerle çevrilmiş geniş bir alan: içinde bitkin, bezgin, yorgun, yaralı, üstü başı paramparça binlerce insan ve tel örgülerin dışında yüzlerinde küstah gülümsemeleri ve alaycı bakışlarıyla o kalabalığı gözetleyen eli silahlı üniformalı asker kılıklı başka insanlar. Tel örgülerin dışında yüksek gözetleme kulelerinde size doğru yöneltilmiş, her an üzerinize mermi kusmaya hazır makinalı tüfek namluları…

Birden bir kulenin üzerinde elinde megafonla birisi beliriyor. Konuşmaya başlıyor:

“Bu tarafa toplanın” diye başlıyor böğürtüyle karışık bir ses tonuyla. Tüm dikkatler o yöne çevriliyor; topluluğu umursamaz, aşağılayıcı bir edayla süzdükten sonra devam ediyor:

“Eğer nefes alıp vermeye devam etmek istiyorsanız emirlerimizi dinleyeceksiniz. Artık bundan sonra bu topraklar bizim, siz başka ülkelere göç edeceksiniz. Çok az bir kısmınıza, bize hizmet etmek şartıyla bu topraklarda yaşama izin vereceğiz. Burada kalanlar da evlerine dönemeyecek, bizim gösterdiğimiz yerlerde yaşayacak. Bu konuda söyleyecek sözü olanlar kulelerdeki keskin nişancılara söylesinler.”

Herkes gibi sizin de söyleyecek çok sözünüz var ama kelimeler boğazınızda düğümleniyor. Olduğunuz yere yığılıp kalıyorsunuz. İtiraz edenler de oluyor ama cevapları vücutlarını delik deşik eden mermiler oluyor. Silahlar susunca inlemeler, feryatlar, beddualar inletiyor yeri ve göğü…

Dostlarınız, akrabalarınız, tanıdıklarınız, tanımadıklarınız, bir toprağın tüm insanları farklı farklı yerlere sürgün ediliyor. Belki de daha önce adını hiç duymadıkları yerlere gönderiliyor. Siz kendi topraklarınızda fakat farklı bir yerde yaşamasına müsaade edilen şanslı (!) azınlıktasınız. Sizi oraya sürenler oraya mülteci kampı diyorlar ama olsun kendi topraklarınızdasınız ya buna da şükür (!).

Günler ayları, aylar yılları kovalıyor. Kendi topraklarınızda yarı esir hayata alışmaya çalışıyorsunuz. Topraklarınızdan gelen haberler sizi kahrediyor. Sizi kovanlar sizi kovdukları evlere, topraklara başka yerlerden getirdikleri dostlarını, akrabalarını, yakınlarını, aynı düşüncensinin insanlarını yerleştiriyorlar. Bir zamanlar azınlıkta oldukları topraklarda hüküm sürüyorlar. Bu işgallere karşı en küçük itirazlar dahi en sert şekilde cezalandırılıyor. Hatta itiraz etme ihtimali olanlar (!) dahi öldürülüyor veya zindanlara atılıyor. Bu yaşananlardan çocuklar da nasibini alıyor. Gün geçmiyor ki onların askerleri tarafından öldürülen çocuklara ait haberler duyulmasın…

(3)

Ve bir gün... 10 yaşındaki evladınızı topraklarımızı işgal edenlerin arasında görüyorsunuz. Yaka paça sürükleyerek götürüyorlar onu. Koşarak onu kurtarmaya gidiyorsunuz, arka arkaya silah sesleri... Omzunuzda ve bacağınızda bir yanma, ardından büyük bir acı hissediyorsunuz. Artık takatiniz bitmiş bir hâlde yere yığılıyorsunuz.

Düştüğünüz yerde gözünüz evladınızı arıyor. Gördüğümüz manzara vücudunuzdaki yaralardan daha acı. Evladınız biri üniformalı ve silahlı, ikisi sivil giyimli üç kişinin arasında yerde yatıyor. Biri bir ayağıyla omzuna basmış, diğer ayağıyla evladınızı tekmeliyor. Diğerleri ellerindeki taşlarla evladınızın kollarına vuruyorlar, acımadan vuruyorlar, vuruyorlar, vuruyorlar…

O, “Baba, anne kurtar beni! Kurtarın beni” diye yalvarıyor ama siz kımıldayamıyorsunuz, sadece ağlayarak seyrediyorsunuz. Evladınıza vuranları öldürmek, hatta parçalara ayırmak istiyorsunuz ama ağlamaktan başka bir şey yapamıyorsunuz

(4)

Şimdi bu hikayenin içinden biraz ayrılın ve gerçek hayatınızı bir düşünün…

Sizi hiç evinizden kovdular mı? Ailenizin ve size güvenen insanların karşısında küçük düşürdüler mi? Size böyle bir şey yapsalar ne yapardınız?

Siz kendi topraklarınızdan hiç kovuldunuz mu? Kurulu düzeniniz hiç yıkıldı mı? Siz hiç mülteci oldunuz mu? Mülteci kamplarında esir hayatı sürmeye mahkûm edildiniz mi? Peki bunları yaşamak zorunda bırakılsaydınız ne yapardınız?

Siz hiç ırkınızdan/ kavminizden/ dininizden dolayı işkenceye uğradınız mı? Sizin erkekleriniz zindanlara tıkıldı mı? Kadınlarınız hiç saçlarından tutup sürüklendi mi? Sizin hiç kurşun yaranız oldu mu? Gözlerinizin önünde çocuklarınıza işkence yapıldı mı? Size bunları yapanlara siz ne yapardınız?

VE siz! Bir çöp kutusunun arkasına kendinizi ve çocuğunuzu saklayıp, umursamadan size kurşun yağdıracaklarını bile bile “Ateş etmeyin, çocuk var” diye hiç yalvardınız mı? Sizin yaşama hakkınız elinizden alındı mı? Yavrularınız hiç katledildi mi sizin? 

VE SİZ ... 10 yaşındaki yavrunuzun üzerindeki kurşun yaralarını saydınız mı hiç?

Siz hiç Filistinli oldunuz mu?

Yasin Altıntaş



Bültene kayıt ol