AB’den ayrılma kararından sonra: Irkçılığı ve kemer sıkma politikalarını alt edebiliriz

11.09.2016 - 09:07

Britanya devleti, egemen sınıfı, ekonomisi ve siyasi sistemi, AB’den ayrılma kararı sonrasında toplu hâlde bir kaosa sürüklendi.

Katılımın yüzde 72 olduğu -ki bu 1992’den beri yapılan bütün genel seçimlere olan katılımdan daha yüksek bir oran- referandumda halkın yüzde 52’si AB’den ayrılma yönünde oy verdi.

Halk bu kararı, milletvekillerinin dörtte üçünün, parlementodaki üç büyük partinin -Muhafazakârlar, İşçi Partisi ve İskoç Ulusal Partisi- liderliklerinin, Britanya endüstrisinin büyük bir bölümünün ve İngiltere Merkez Bankası’ndan Uluslararsı Para Fonu'na (IMF) kadar neredeyse tüm büyük kapitalist kurumların muhalefetine rağmen verdi.

Gayet kendinden emin bir şekilde partisi içindeki Avrupa tartışmalarını sürdürmek için referanduma yol veren David Cameron, sonbaharda istifa edeceğini açıkladı. Arkasında ise güçsüz bir parlamenter çoğunluğa sahip, zayıflamış ve bölünmüş bir parti bırakıyor.

İngiliz Pound’u Dolar karşısında son 30 yılın en düşük değerine ulaştı ve küresel piyasalar çalkantılı bir döneme girdi. Dünya sistemini denetleme çabalarında ABD emperyalizminin işe yaramaz çömez ortağı olarak görev yapan AB de ikinci en büyük üyesini kaybetmiş oldu -birçok açıdan geçtiğimiz senelerde Yunanistan’ın AB’den ayrılma tehdininin yarattığından çok daha büyük bir etkisi olan bir gelişme bu.

Referandumdan sonra Brüksel’de buluşan Avrupa liderleri, bu sonucun, muhtelemen Hollanda ve Danimarka, hatta belki Fransa’nın başı çektiği diğer ülkelerin de AB’yi terk edecekleri bir domino etkisine sebep olmasından korktular. Şimdi, AB’de kalma yönünde oy veren İskoçya’nın bağımsızlığıyla ilgili ikinci bir referandum yapma talebi var. Yapılırsa bu, muhtemelen Britanya devletinin bölünmesine neden olacak.

Defalarca Avrupa sermayesinin çıkarları için çalışmış, kemer sıkma politikaları altında Yunanistan halkını ezmiş, Francois Hollande’ın Fransız işçilere saldırısını desteklemiş ve ABD ile serbest ticaret anlaşması TTIP’i yürürlüğe koymaya çalışan ve kibirli bir şekilde hiçbir muhalefeti kaale almayan neoliberal bir organizasyon olarak AB, şu ana kadarki en büyük darbeyi yemiş oldu.

Yine de Britanya’daki sol cenahın çoğu umutsuz bir ruh hâli içinde. Onlara göre referandum, Avrupa’dan gelen göçmenlere yöneltilmiş bir milliyetçilik ve ırkçılık taşmasının bir göstergesi.  

Bu durumu ırkçılık karşıtı bir oylamaya indirgemek, açıkça durumu fazlasıyla basitleştirmektir.

Bu oylama, her şeyden önce, hayatlarının yönetici elit sınıf tarafından parçalandığını hisseden işçi sınıfının bir isyanıydı. Orta ya da daha yüksek profesyonel ya da yönetici pozisyonundakiler arasındaki yüzde 43’e nazaran; vasıflı, yarı vasıflı ve vasıfsız olarak sınıflandırılmış işçilerin üçte ikisi ayrılma oyu verdi. Asyalı yurttaşların üçte biri, siyah seçmenlerin de dörtte biri ayrılma yönünde oy kullandı. İngiltere’nin kuzeyindeki Sheffield, Birmingham ve Bradford gibi büyük ve etnik açıdan karma şehirler de oylarını ayrılma yönünde kullandılar.

Peki çoğu geleneksel İşçi Partisi destekçisi olan bu insanlar, oylarını neden kendilerini giderek artan eşitsizliğe ve kemer sıkma politikasına karşı hiçbir şekilde korumayan, demokratik olmayan ve neoliberal bir kurumu destekleme yönünde kullansınlar ki?

Bu durum, referandum kampanyasına karakterini veren ırkçılığı önemsizleştirmiyor tabii. Ayrılma oyu veren cephede, özellikle kampanyanın son haftalarında önemli bir rol oynayan Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi (UKIP) ve Muhafazakâr politikacıların göçmen karşıtı söylemleriyle birlikte, ırkçılık bariz bir şekilde mevcuttu.

Yine de, ırkçılığı ilk kez icat eden "ayrılma" kampanyası değildi. Referandum, basın ve politikacıların, halk nezdindeki kemer sıkma siyaseti ve özelleştirmeya karşı oluşan kızgınlığın yönünü değiştirmek ya da savaşa bahane bulmak için yabancı düşmanlığı ve günah keçisi hâline getirme yöntemlerine sarıldığı aralıksız bir yaylım ateşinin ertesinde yapıldı. Bütün bu propagandanın çoğu da "AB'de kalma" kampanyası tarafından yapıldı.

İşçi Partisi’nin başarılı Londra Belediye Başkan adayı Sadiq Khan hakkında islamafobik bir kampanya başlatıp onu IŞİD’le özdeşleştirmeye çalışan Cameron’un ta kendisiydi. İşverenlerden ve emlakçılardan sınır bekçisi yaratacak, son yılların en şeytani göçmen kanununu parlamentoya süren de Cameron’un hükümetiydi.

Bütün bu ırkçı taarruz bağlamında ırkçı hareketlenmelerin ortaya çıkması ya da göçmen karşıtı ırkçılığın bazen işçi sınıfı içinde, hayatlarına yapılanlar karşısında hissedilen memnuniyetsizliğin geniş çapta bir sembolü hâline gelmesi şaşırtıcı değil.

Asıl problemin göç olduğuna yönelik iddialara asla teslim olmamalıyız - gölge başbakan John McDonnell’ın, muhtemel bir "AB'de kalma" sonucu sonrasında İşçi Partisi’nin ‘’emeğin serbest dolaşımını yeniden değerlendirmesi gerektiğini’’ iddia etmesi gibi. Ancak bütün "ayrılma" oyu veren herkesi Nigel Farage’la kader birliği yapan cahil ırkçılar olarak genellemek de çözüm değil.

Sosyalistler her daim, işçilerin birbirleriyle çelişen fikirlere (bazıları dayanışma ve ortak mücadele, bazıları da bizleri iş ve kaynak için rekabet eden ayrı bireyler olarak gören piyasa ideolojisini temsil eden toplum görüşünün sorgulamadan içselleştirildiği) sahip olabileceklerini kabul etmişlerdir. Bu, özellikle anaakım politikaların ve ideolojilerin yıprandığı zamanlarda, hem sağ hem de sol tarafında doğru patlama yapabilecek, dengesiz bir birleşimdir.

Zor olan, ırkçılığa karşı mücadeleyi, işçi sınıfına karşı olan geniş çapta saldırılara karşı yapılan mücadeleyle birleştirebilmektir.

Buradaki söz konusu yöntem, Britanya siyaseti için yeni değil. Hatta, 1930’larda Londra’nın batısındaki sol grupların kullandığı bir yöntem bu.

Toplumsal huzursuzluktan beslenen ve bu huzursuzlğu Yahudilere yöneltmeye çalışan Britanya Faşist Birliği'nin (BUF) yükselişiyle karşı karşıya gelen sol, hem bu ırkçılarla yüzleşmek hem de başta barınma problemi olmak üzere, toplumsal huzursuzluğu besleyen meselelerle mücadele etmek zorunda kalmıştı.

O dönem komünist bir meclis üyesi olan Phil Piratin, evlerinden tahliye edilme tehlikesiyle yüzyüze gelen iki ailenin hikayesini, kitabında şöyle anlatıyor: ‘’Her iki ailenin de BUF üyesi olduğunu keşfetmiştim, bizimle elbette herhangi bir münasebette bulunmak istemiyorladı. Ailelerden biri o akşam bizimle hiç ilgilenmedi. Diğeri ise dinlemeye hazırdı.’’

BUF bu aileye yardım etmek adına hiçbir şey yapmazken, sol bir savunma kalkanı oluşturdu ve polisle ve icra memurlarıyla mücadele ederek tahliyeyi başarılı bir şekilde savuşturdu.

Piratin şöyle yazıyor: “İnsanlar, BUF üyelik kartlarını gönüllü bir şekilde ve iğrenerek yok ettiler... Asla bizim toplantılarımıza gelmeyen ve komünistlerle Yahudiler hakkında garip fikirleri olan bu insanlar, bir gecede gerçekleri ve sınıf mücadelesinin asıl anlamını öğrenmişlerdi.’’

Şu anda 1930’larda değiliz ve UKIP de BUF değil ama alınacak ders hâlâ aynı. Asıl suçluların göçmenler değil, yönetici elitler ve patronlar olduğunu göstermeli ve göçmen ve göçmen olmayan işçiler arasında militan bir birlik inşa etmeliyiz.

Ancak ırkçı sağa karşı olan korkumuz yüzünden kaderimizi anaakım politikacılar ve giderek yükselen eşitsizlik ya da ırkçılığa karşı herhangi bir güvence sağlamayan AB gibi neoliberal kapitalizm kurumlarıyla paylaşırsak bunu başaramayız.

Bu sadece Britanya’ya özel bir problem değil. Anaakım siyasetin çöküşü daha genel bir fenomen. İspanya’da, zamanında ülkenin en büyükleri olan iki partiye destek yüzde 50’nin aşağısına düştü. Yunanistan’da geleneksel parti sistemi uzun zamandır perişan hâlde. İrlanda’da üç büyük partiye olan destek 2007’den beri yüzde 25 azalmış durumda.

AB gibi kurumları eleştirme hakkını UKIP, Fransa'daki Ulusal Cephe ya da Almanya'daki AFD gibilerinin ellerine teslim etmemeliyiz. Britanya oylaması, Avrupa çapında AB’yi parçalayacak genel bir radikal sol tartışmasının yenilenmesine ön ayak olmalı.

Peki Britanya’da atmamız gereken sonraki adımlar neler?

Bu noktada İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn’in rolü çok önemli. Maalesef, referandum kampanyası boyunca, AB ile ilgili tarihsel olarak tuttuğu karşıt pozisyonu sergileyemedi ve bu da solun "ayrılma" kampanyasının derinliğini ve genişliğini sınırladı. Bunun yerine Corbyn, partisinin milletvekilleriyle AB’de kalmayı destekleme üzerine bir anlaşmaya vardı.

Ancak partisindeki bazı üyelerin aksine, Corbyn, AB’yi şu anki hâliyle kucaklamaktan imtina etti ve bu meseleyle ilgili Cameron’la aynı platformu paylaşmayı reddetti. Socialist Review baskıya girerken, partisindeki sağ kanat Corbyn’i liderlikten indirmek için çabalıyor, uzun zamandır beklenen ve kurgulanan bir darbe teşebbüsüne yelteniyordu.

İşçi Partisi'nin sağ kanadının budalalığına diyecek laf yok. Cameron istifa ettiği zaman yerine, herhangi bir seçim görmemiş ve daha fazla kemer sıkma politikasına yol açacak yetkisi olmayan bir Tory (Muhafazakâr) başbakan gelecek. Bu, solun birleşerek genel bir seçim talep etmesi ve kemer sıkmaya ve ırkçılığa karşı mücadeleyi yenilemesi için çok uygun bir zaman.

Böyle bir girişimin potansiyel izleyicisi kesinlikle sadece "ayrılma" kampanyasını destekleyenlerle sınırlı değil. Kendisini sol ile özdeşleştiren geniş sayıda insan "kalma" oyu verdi ve bunu ırkçılık karşıtı prensipleri yüzünden yaptı. Onlar gelecek mücadelelerimizde bizim müttefiklerimiz olacaklar.

Kendimizi, Corbyn’i partisi içindeki sağ gruba karşı savunanların yanında sağlam bir biçimde mevzilemek ve benimsediği reformları kazanması için parlamento dışında mücadeleler de talep etmek, bölünmüş bir sosyalist solu yeniden düzenleyecektir. Ancak AB'de kalma oyu verenleri kendisine çekmesi dışında, bu stratejinin aynı zamanda kemer sıkma politikaları ve neoliberalizm tarafından ezildiğini hisseden milyonlarca "ayrılma" oyu verenle de bağ kurması gerekiyor.

Bizim yaklaşımımızın iki temel dayanağı zaten mecut. Irkçılığa Karşı Ayağa Kalk (Stand Up To Racism) grubu, mültecilere destek ve ırkçılık karşıtı hareketlerin merkezinde oldu, geçen sene Eylül’de yapılan 50 bin kişinin katıldığı yürüşte olduğu gibi. Halkın Meclisi (People's Assembly), en sonuncusu Nisan ayındaki 150 bin kişilik gösteri olan, çok sayıda geniş çapta protesto düzenledi. Bu iki organizasyon her yerde inşa edilmeli.

Ulusal Öğretmenler Sendikası’nın 5 Temmuz’da yapacağı grev dahil olmak üzere, gelecek haftalarda çeşitli grevler de düzenlenecek. Hakim atmosfer dahilinde endüstriyel hareketler fazlasıyla politikleşecek.

Hepsinden öte solun pasifliğe ve umutsuzluğa mahal vermemesi gerekiyor.

Britanya’nın kendisini AB’den kopartma süreci uzun ve karmaşık olacak ve bu süreç referandumu kaybetmenin derin yarasını taşıyan kapitalist sınıf ve politikacılar tarafından yönetilecek. Sol içinse, kavramayı başardığı takdirde, olayları şekillendirme imkanları doğacak.

Joseph Choonara

(Socialist Review dergisinden Türkçe'ye Pınar Üzeltüzenci çevirdi)



Bültene kayıt ol