Kıbrıs'ta Ankara katliamı ve Türkiye'deki barış mücadelesi tartışıldı

20.10.2015 - 16:36

Geçtiğimiz cumartesi günü, Lefkoşa'da Kıbrıslı Türk ve Rum sosyalistleri bir araya getiren toplantıda, Ankara katliamında yaşamını yitirenler anıldı ve Türkiye'deki barış mücadelesi tartışıldı.

Kıbrıs'ın güneyiyle kuzeyindeki aktivistleri bir araya getiren iki toplumlu radikal sol işbirliği Drasy-Eylem tarafından düzenlenen toplantıda DSİP MK üyesi Ozan Tekin konuşmacı olarak yer aldı.

Lefkoşa'nın içindeki tampon bölgede yer alan Dayanışma Evi'ndeki toplantıda Ozan Tekin'in yaptığı konuşma şöyleydi:

"Yoldaşlar merhaba, beni bu toplantıya davet ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Size Türkiye’de barış ve özgürlük için mücadele edenlerin, Gezi direnişi aktivistlerinin, Devrimci Sosyalist İşçi Partisi’nin selamlarını getirdim.

Buraya geldikten sonra öğrendim ki, bugün Davutoğlu ve Erdoğan da bu adadaymış. Önce “Herhalde lanetlendim ve nereye gitsem kurtulamayacağım” diye düşündüm. Sonra Erdoğan’ın buraya gelmeden evvel, su taşıma projesini anlatırken “İşte gerçek milliyetçilik budur” dediğini duydum. Erdoğan’ın övdüğü milliyetçilik, geçen hafta halkların kardeşliğini hedef alan bombalarla kol kola. Bu, Kıbrıslı Türklerin ve Kıbrıslı Rumların gerçek enternasyonalistler olarak bir araya geldiği bu toplantıyı daha da önemli kılıyor.

Biliyorsunuz bir hafta önce bugün, sendikaların, sol ve sosyalist örgütlerin, Kürt hareketinin ve sayısız grubun katıldığı Ankara’daki barış mitinginde bir katliam yaşandı. İki canlı bomba alanı kan gölüne çevirdi, en az 102 yoldaşımızı kaybettik. Bomba patladığında alanda 14 bin kişi vardı ve birçoğumuz saldırıdan birkaç dakika önce oradan geçmiştik. Bu, modern Türkiye tarihinin en kanlı saldırısı oldu.

Yoldaşlarımızı kaybettiğimiz için çok öfkeliyiz, bir haftadır yaşadıklarımız ise bu öfkemizi ikiye katladı. AKP’nin liderlerinin yaptıkları konuşmaları dinleseniz, hükümet yanlısı gazeteleri okusanız, Tayyip Erdoğan’ın gerçekleştirdiği bir mitinge bizim saldırdığımızı ve insanları öldürdüğümüzü zannedersiniz.

Katliamlarla ilgili haberlere yayın yasağı getirildi. 7 Haziran seçimleri öncesinde başkanlık kampanyası yapıp kaybetmesine rağmen ülkeyi fiili olarak yöneten Tayyip Erdoğan, IŞİD ile YPG’nin birbirinden farksız terör örgütleri olduğunu söyledi. Başbakan Ahmet Davutoğlu, ellerinde IŞİD’in canlı bombalarının listesi olduğunu, ancak bu kişileri “eylem yapmadan” tutuklayamayacaklarını söyledi. Bu arada, Türkiye’de “cumhurbaşkanına hakaret” eden tweet atan insanlar tutuklanabiliyor. AKP yanlısı medya, topluma, katliamı PKK ile IŞİD’in ortak gerçekleştirdiği yönündeki saçma sapan bir iddiayı anlatıyor.

Yarısı Türkiye devletinin işgali altında olan bir adada Türkiye devletinin barbarlığını uzun uzun anlatmaya gerek yok. Ancak şunu söylemeliyim: Bomba patladıktan birkaç dakika sonra, polis ölülerin ve yaralıların tam ortasına, insanlar yaralıları arıyor ve kurtarmaya çalışıyorken gaz bombası attı; daha sonra ambulansların alana girişini bir süre engelledi. Alanda büyük bir insani kriz yaşanıyorken polisler arkadaşlarımızın yüzüne bakarak sırıtıyordu.

Dolayısıyla, bombayı kimin patlattığı fark etmez. Öncesi ve sonrasıyla, katliamı üstlenen Türkiye devleti ve hükümeti oldu. 7 Haziran seçimlerinden iki gün önce, Kuzey Kürdistan’ın en büyük şehri Diyarbakır’da düzenlenen HDP mitinginde de bomba patlamıştı. Temmuz ayında Suruç’ta Kobanê’de IŞİD’e karşı direnişle dayanışmak isteyen genç solcular intihar saldırısı sonucu katledildi. 

Türkiye devletinin tarihi, 1915’teki Ermeni soykırımından beri tüm ezilenlerin; Alevilerin, solcuların, işçilerin, Rumların, Yahudilerin, Ermenilerin ve Kürtlerin katledilmesinin tarihidir. Bu saldırı, hem doğrudan Kürt hareketinin aktivistlerine yapıldı. Hem de Türkiye’nin batısında yaşayan işçilerle Kürt halkı arasındaki ortaklığı ve mücadele birliğini hedef aldı.

Bu katliamın hangi politik konjonktürde gerçekleştiğini anlamak da bundan sonraki mücadeleler için kritik önem taşıyor. Bu, hem Türkiye’nin yakın geçmişini, AKP’nin iktidarını besleyen dinamikleri, hem de Kürt halkının eşitlik ve özgürlük mücadelesini anlamayı gerektiriyor.

Türkiye devletinin, kuruluşunda gerçekleşen baskı ve katliam politikalarına rağmen halledemediği iki sorunu, geleneksel iki düşmanı var. Birincisi, sayısı milyonlarla ifade edilen Kürtlerin oluşturduğu “bölücülük” tehdidi. İkincisi ise tepeden inme sekülerlikle barışık olmayan toplumun dindar çoğunluğu, “gericilik” tehdidi.

AKP’yi kuran kadrolar, 1990’ların ikinci yarısında “postmodern” bir darbeyle devrilen İslamcı hükümetin içinden çıktılar ve “ılımlı” hâle geldiklerini iddia ettiler. 2002 yılında, ekonomik krizin vurduğu Türkiye’de merkez sağ/merkez sol/faşist parti hükümetinin çökmesiyle seçimleri kazanarak iktidar oldular.

Türkiye devleti, her ne kadar İslamcılar da güçlü bir devlet arzusunda olsalar da, İslamcı gelenekten gelenleri hiç sevmez. Ordu içinde AKP’yi bir askeri darbeyle devirmek için hazırlıklar başladı. Bu hazırlıklar 2007 yılına gelindiğinde zirveye çıkmıştı. AKP, merkez sağcı, neoliberal bir burjuva partisi olarak Türk egemen sınıfının zenginleşmesini sağlamasına rağmen, kapitalistlerin çoğunluğu da orduya daha yakın durdu. 2007 genel seçimlerinden iki ay önce ordu, AKP’ye karşı resmi bir muhtıra yayımladı.

AKP, darbecilere karşı kendini savunmak için akıllıca bir taktik izledi. Türkiye toplumundaki kronik sorunlara değinen ve tüm ezilenlere seslenen bir hat izledi. Kürt sorununda devletin hata yaptığını kabul etti ve çözüm vadetti. Ermenistan’la ilişkilerin normalleşmesini ve askerlerin siyaset dışına itilmesi gerektiğini savundu. İşçilerin –ekonomik büyümeden pay almasalar da- hiç olmazsa ay sonunu görebilecekleri ekonomik koşulları sağladı. Tüm bunların sonucunda, %34 olan oy oranını %47’ye çıkarttı. Türkiye’de zaten darbecilerin hedef aldıkları tüm hükümetler halkın nezdinde güçlenir, AKP de bunun örneği oldu.

Ancak son birkaç yıldır, ordunun tehdidinden kurtulduğunu hissettiğinden beri, AKP’nin gerçek yüzünü görüyoruz. Erdoğan ve arkadaşları, bir süredir, tüm dünyada bildiğimiz klasik muhafazakâr –sözde- demokratlar gibi. Ermeni ve Kürtlere karşı ırkçılar; Gezi Parkı direnişi başta olmak üzere tüm demokratik protestolara polis terörüyle yanıt veriyorlar; Alevilere karşı mezhepçiler, kadınların ve LGBTİ’lerin ezilmesini, grevlerin yasaklanmasını savunuyorlar. Fakat bunlar AKP’nin işine yaramıyor, çünkü Türkiye toplumunu son 10-15 yıldır aşağıdan yükselen özgürlük ve demokrasi yanlısı dinamikler şekillendiriyor.

Ordunun tabandan gelen mücadeleler sonucu siyasetin dışına atıldığı, Kürt halkının eşitlik talebinin kitleselleştiği, Ermeni Soykırımı’nın tanınması mücadelesinin sokaklarda gerçekleştirilen anmalar düzeyinde yükseldiği, tüm eşitlik ve özgürlük taleplerinin kazanma ihtimalinin olduğu bir dönemden geçtik. AKP, bir dönem mecburen yüzünü dönmek zorunda kaldığı bu kesimlere sırtını dönünce, halk arasındaki desteğini kaybetmeye başladı ve düşüşe geçti.

AKP’nin henüz gelmemiş olan sonunu başlatan Gezi direnişi oldu. Hükümet istediği kadar “küresel” güçleri suçlasın, sokağa çıkanların “darbe yanlıları” olduğunu söylesin, Gezi’de biraz önce saydığım tüm mücadelelerin şekillendirdiği bir kuşak sokağa çıktı. AKP’ye karşı protestolara ruhunu veren bu özgürlükçü gençlerdi. AKP’deki çatlağı Gezi direnişi başlattı.

Daha sonra AKP’li bakanlar ve bizzat Tayyip Erdoğan hakkındaki yolsuzluk ve hırsızlık iddiaları ortaya çıktı. Bu süreçte AKP, en büyük ortağı Fethullah Gülen cemaatiyle ittifakını bozmak zorunda kaldı. AKP kendini kurtarmak için bunu da bir “darbe girişimi” ilan etti. Yolsuzluk soruşturmalarının “kumpas” olduğu kanaatini güçlendirmek için daha önceden yürütülen darbe davalarının da “kumpas” olduğunu söyledi, ordudan özür diledi ve tüm darbeci generalleri ve derin devletin en kirli unsurlarını –onlarla ittifak yaparak- sokağa saldı.

AKP tüm bunlarla boğuşurken, 2014 yılının Mayıs ayında Soma’da 301 madenci öldü. Bu, işçi hareketine muazzam bir ivme kazandırdı. Son bir buçuk yıldır Türkiye’de grevlerin sayısında ve işçi hareketliliğinde muazzam bir artış görüyoruz.

Bütün bu gelişmelerin sonucunda AKP liderliği birbirine girdi. Son bir yıldır parti içindeki kavgalar kamuoyuna yansıdı. Seçimlerde ise AKP, tabanının beşte birini kaybetti ve tek başına iktidar olamadı. Erdoğan’ın buna verdiği yanıt, herhangi bir koalisyon hükümetini engellemek ve Kürtlerle savaşı yeniden başlatmak oldu.

Bu önemli, çünkü “çözüm süreci” denilen şey, Türkiye’nin en önemli eşitlik sorununun çözülmesi anlamına geliyordu. Devlet, 100 yıllık inkâr politikasının ve 30 yılda 50 bin kişinin ölümüne sebep olan savaş politikalarının iflas ettiğini kabul etmiş ve Kürtlerle masaya oturmaya razı olmuştu. AKP süreci ağırdan alsa da, 2013 yılının başından beri çatışmalar durmuştu. 2015 yılının Şubat ayı sonunda, bu süreç Başbakanlık konutunda HDP ve AKP temsilcilerinin bir arada PKK lideri Abdullah Öcalan’ın metnini okumasıyla zirveye çıktı.

Tayyip Erdoğan bu gelişmeyi beğenmediğini ta o zamanlar ilan etmişti. 7 Haziran’daki seçim yenilgisinden sonra ise yeni bir plan yaptı. Suriye’de Kürtlerin elde etmek üzere olduğu kazanımları engellemek için, Ortadoğu politikalarında ABD ile yaşadığı anlaşmazlıktan vazgeçti. İncirlik Üssü’nü ABD’nin kullanımına açıp IŞİD karşıtı koalisyona göstermelik olarak katıldı, bunun karşılığında Batı’nın Suriye Kürtlerine desteğini kesmesini istedi ve PKK’nin üslerini bombalayarak savaşı yeniden başlattı.

Dolayısıyla, Ankara katliamının öncesinde, AKP’nin çözüm sürecini “rafa kaldırarak” Kürt illerinde yeniden sivilleri katletmeye başladığı, PKK ile süren fiili ateşkesi bozduğu, hükümetin ise tüm gücüyle HDP’ye saldırıları kışkırttığı bir ortamda yaşıyorduk. Suriye’de Kürtlerin kuracağı bir devleti veya otonom yapıyı engelleme girişimi, Erdoğan’ın Türkiye egemen sınıfı, devleti ve kendi partisi içerisindeki tüm çatlakların üstünü örtmesini sağladı.

Ancak Türkiye toplumu AKP liderliğinden ibaret değil. Daha önce dediğim gibi, son yıllarda çok güçlü mücadeleler verildi ve kazanımlar elde edildi. Bugün AKP’nin politikalarına rağmen hâlâ toplumun üçte ikisi çözüm sürecini destekliyor. Hükümet ise oy kaybını nasıl telafi edeceğinin planlarını yapıyor. Basına sızan bir AKP toplantısında, partinin birçok önemli figürü, politikalarının yanlış olduğunu kabul ediyor ve kaybetmeye devam edeceklerinin korkusunu yaşıyorlar.

Ölümler sebebiyle öfkeliyiz ancak umutsuz değiliz. Ankara katliamını hem tüm dünyada hem de Türkiye’de “Katil Erdoğan” diyerek protesto eden geniş kitleler, AKP’nin neoliberal ve otoriter politikalarına karşı büyük bir umudu temsil ediyor. Türkiye’de en mücadeleci sendikaların ilan ettiği iki günlük grevi, sokakta kendiliğinden patlayan bir öfke dalgası ve her şehirde gerçekleşen gösteriler izledi. Hem bu gösterilerde hem de ölenlerin cenazelerinde yüz binlerce kişi devlete ve hükümete karşı büyük bir öfke patlamasına sebep oldu.,

Patlayan bombalar, emeği, barışı ve demokrasiyi savunan büyük mitingleri örgütleme yeteneğimizi hedef alıyordu. Bu yüzden bunlara karşı sokağı bırakmamamız son derece önemli. Ancak önümüzde bir fırsat daha var. İki hafta sonra, 1 Kasım’da gerçekleşecek erken seçimler.

Radikal sol ile Kürt hareketinin koalisyonu olan HDP’nin 7 Haziran’da %13 oy alarak 12 Eylül darbecilerinin Kürtler parlamentoya giremesin diye koyduğu ve AKP’nin artık ölümüne savunduğu barajı aşması çok önemliydi. Şimdi bunu bir kez daha tekrarlamak çok önemli. HDP’nin oyunu koruması ve artırması, savaş politikalarına ve katliamlara karşı vereceğimiz en önemli yanıt olacak.

Bu yüzden biz DSİP olarak “Oyumuz Umuda” diye bir kampanyaya başladık. Türkiye’nin içinden geçtiği siyasi ve ekonomik istikrarsızlık koşullarında, ezilenlerin sesi olacak milletvekillerini meclise güçlü bir şekilde göndermeye çalışıyoruz. Son birkaç yıldır tüm dünyada kapitalist rejimlere karşı kitlesel gösterilerin, ayaklanmaların ve devrimlerin yaşandığı bir dönemden geçiyoruz. Bütün bunlar mücadelelerimizde bize güç veriyor. Bombalar, baskılar, katliamlar bizi yıldıramayacak. Biz kazanacağız, barış kazanacak!

Tüm dünyada ne kadar kitlesel mücadelelerin yaşandığından bahsetmiştim. Arap devrimlerinden Sintagma Meydanı’na, sıradan insanlar olarak, işçiler ve tüm ezilenler olarak ne kadar güçlü olduğumuzu gördük. ABD’de ırkçılığa karşı, Şili’de öğrencilerin parasız eğitim hakkı için, Hong Kong’da demokrasi için, Brezilya’da ücretsiz ulaşım için, Türkiye’de ağaçları ve yeşili korumak için ciddi mücadeleler verdik.

Ancak tüm bu mücadelelerin elde ettiği kazanımlar sınırlı kalıyor ve geri alınma riskini taşıyor. Mısır’a bakın: 20 milyon kişinin sokağa çıktığı bir devrim sürecinin sonunda Sisi darbesiyle Mübarek’inkinden beter bir diktatörlük kuruldu. Suriye Devrimi, bir yandan katil Esad rejiminin, bir yandan IŞİD gibi karşıdevrimci örgütlerin, bir yandan ise ABD’nin başını çektiği Batı emperyalizmiyle Rusya’nın başını çektiği Doğu emperyalizminin saldırısı altında ezildi. Yunanistan’da işçilerin desteğiyle iktidara gelen radikal sol parti Syriza, işçilerin aleyhine olan uzlaşmalara imza attı.

Çünkü tüm bu direnişlerin içinde bir eksiklik var. Kapitalizmin kalbinde Wall Street’i işgal edenlerden İspanya’da meydanları zaptedenlere, hepimizin örgütlenmesi ve bu düzene karşı gerçek bir alternatifi temsil edecek antikapitalist sol partileri inşa etmesi gerekiyor. Drasy gibi, Kıbrıs’ın düşman edilmeye çalışılan Türk ve Rum işçilerini birleştiren ittifakları güçlendirmek bu yüzden çok önemli. Hepimize bu yolda başarılar diliyorum."



Bültene kayıt ol