Suriyelilerin Filistinlileşmesi ve dünyanın ahvali

03.09.2015 - 22:53

Birleşmiş Milletler, 2014 sonu itibariyle Suriyeli mültecilerin toplam sayısının 4.1 milyon olacağını tahmin ediyor. Ancak Suriye’ye komşu ülkelerden elde edilen veriler toplandığında çok daha yüksek bir sayıyla karşılaşıyoruz: Ürdün’de 1.23 milyon, Lübnan’da 1.5 milyon, Türkiye’de 1.6 milyondan fazla kişi, Mısır’da 140.000 kayıtlı mülteci ve Irak’ta 150,000’den fazla kişi. Farklı kaynaklar farklı rakamlar sunsa da, kayıtlı olmayan çok sayıda mülteci olması sebebiyle, gerçek rakamlar çok büyük ihtimalle bu tahminlerin çok daha üzerinde.

Muhtemelen, Suriye içinde yerinden edilmiş insanların sayısı yedi milyonu aşıyor. Bu da Suriye nüfusunun yarısının kaçarak topraklarını terk ettiği anlamına geliyor. BM kurumları, bu yaşananları bir kuşağın (son otuz yıldaki) en korkunç insanlık krizi olarak tanımlıyorlar.

Askeri selefi gruplar, Suriyelilerin ve Suriyeli Filistinlilerin aşağılanmasında ve öldürülmesinde rol oynuyorlar. Bu gruplar içinde en çok bilineni, ülkenin kuzey ve kuzeydoğu kısımlarında yaşayan bir çok insanın – hem Kürt hem Arap – topraklarını ve ülkesini terk etmesinden sorumlu olan Dae’sh (IŞİD). Eş zamanlı olarak da, her gün onlarca Suriyeli, Rusya ve İran tarafından güçlü bir şekilde desteklenen ve hâlâ ciddi bir müzakereye yanaşmayan Esad devleti tarafından öldürülüyor.

Şu an Suriye’de olanlar, Suriyelilerin Filistinlileşmesi ve (devrimden önce sayıları 600.000’ı bulan) Suriyeli Filistinlilerin iki kat Filistinlileşmesi. Ancak, burada bir İsrail yerine üç İsrail var: Sürekli savaş hâlinde olan Esad devleti, IŞİD ve diğer cihatçı selefi gruplar ile aynı zamanda Suriye’deki yıkımı “perde arkasından” etkili bir şekilde inşa etmiş olan ABD yönetimi.

Suriyeli mültecilerin yaşadıkları koşullar, kötüden en kötüye giden bir skalada, ülkeden ülkeye değişiyor. Günümüz dünyası, yabancıların “sağlıklı, zengin ve akıllı” olmadıkça kabul görmeyeceği, adına ulus-devlet denmiş birimlerden oluşuyor. Kısıtlı kaynaklara sahip olan zorla yerinden yurdundan edilmiş göçmenlerin bu ülkelere hareketleri ve açık uçlu ikâmetleri bu siyasi düzendeki yabancı düşmanlığı dürtülerinin en kötü biçimlerini kışkırtıyor.

Aslında, bu ülkelerin mültecileri ele alma şekilleri, kendi toplumlarının en savunmasız kesimlerini oluşturan en güçsüz tebaalarını ele alma şekillerinden çok da farklı değil. Lübnan iktidar odakları Suriyeli göçmenlere kendi ülkelerinde yarım asırdır bulunan Filistinli mültecilere davrandıkları şekilde davranıyorlar. Lübnan toplumundaki bazı kesimlerin Suriyelilere gösterdiği düşmanca tutum, bu kesimlerin hâli hazırda mezhep ve sınıf temelinde ayrışan Lübnan toplumunun diğer kesimlerine olan tutumlarından çok da farklı değil. Ancak, 15 yıl süren iç savaş sonrası (1975-1990) inşa edilen şu anki toplumsal ve siyasi düzenlemeler, Lübnan’daki tarafların birbirleriyle yoksul ve savunmasız Suriyelilere davranmaya hak gördükleri dışlayıcı şekillerde davranmalarına izin vermiyor.

Türkiye’de bir Suriyeli mülteci. Kadının kolundaki sözler: Hayatımı geri kazanmak istiyorumÜrdün’de Suriyeli mülteciler daha önce Filistinlilerin sahip olduğu bir statüye sahipler. En üst düzey kontrol ve disiplin, Ürdün hükümetinin Za’atri kampında izole ettiği yoksul mülteciler üzerinde uygulanıyor.

Mısır’daki Suriyeli mültecilerin durumu Sisi darbesinden sonra Mısırlı yoksulların yaşadığı durumu andırıyor. Rejim Mısırlılara yönelik baskıyı arttırdıkça Suriyelilere yönelik baskı da artmaya başladı.

Türkiye’deki otoriteler ise Suriyelilerle, onları ev sahibi ülkeye bağımlı kılan ve bağımsız siyasi inisiyatiflerini zayıflatan bir ataerkil himaye ilişkisi kuruyor. Bu açık himayeci eğilim, Suriyelilerin Avrupa’ya hareketlerinin ciddi şekillerde kısıtlanması için Avrupa hükümetlerinin Türkiye’ye kendi ülkesindeki Suriye toplumunun statüsünü düzenlemesi için yaptıkları baskıyla beraber daha da artıyor. Demokratik Avrupa, Türkiye’nin Suriyeli göçmenler üzerindeki kontrolünü artırmasında fazlasıyla rol oynadı. Öyle ki bu kontrol, Suriyelilerin hareketliliklerini kısıtlamakla birlikte, kültürel ve akademik amaçlarla bile olsa Suriyelilerin Avrupa’ya seyahat etmesini engelliyor. Ancak, Türkiye’deki modern cumhuriyetin, toplumun özellikle Kürtler gibi bazı kesimlerinin siyasi failliğinin reddi üzerine kurulduğunu da akılda tutmalıyız. Bu dışlayıcı eğilim, cumhuriyetin acil barınma ve güvenlik arayışındaki sığınmacılar olarak değil de tehdit edici bir siyasi yapının temsilcileri olarak gördüğü Suriyeli Kürt mültecilere yaptığı muamelede kendini tekrarlıyor.

Aslında, komşu ülkeler kendi toplumsal ve kültürel ortamları ile tutarlı bir şekilde farklı Suriyeli göçmen topluluklarına ev sahipliği yapıyorlar. Türkiyeli araştırmacı Şenay Özden’in de ifade ettiği gibi, her topluluğun kendi göçmenleri var: Suriyeli Kürtlere Türkiyeli Kürtler, Suriyeli Alevilere Türkiyeli Aleviler, Sünni Araplara ise AKP hükümeti ve Türkiye’deki Sünni topluluklar ev sahipliği yapıyor. Zengin Suriyeliler kapalı sitelerde, yoksul Suriyeliler ise korkunç koşullarda mülteci kamplarında ya da kentlerde yaşıyorlar.

Özetle, göçmenlerin bu ülkelerde idare edebilmesinin ve yer bulmasının koşulları ev sahibi ülkenin sınıfsal, kültürel ve sosyo-politik yapıları ile belirleniyor.

Bu gözleme uygun düşen bir başka gözlem ise, Avrupa’nın sığınmacı politikalarının azınlık olan Hıristiyan sığınmacıların kabulünü diğer gruplara göre daha kolaylaştırdığıdır. Aylar önce, Fransa Irak’taki yerinden edilmiş Hıristiyanları misafir etmek için hemen hazır olduğunu belirtti. Kanada’nın da Suriyeli azınlıklardan olan mültecilere öncelik vermeyi düşündüğüne dair raporlar var. Esad devletinin de hep yaptığı gibi, Suriye toplumunu “azınlık-laştırmak” Batılı politikaların da yapısına içkin bir sonuç.

On dört Avrupa ülkesi hiçbir Suriyeli mülteciyi kabul etmedi ve Avrupa’daki toplam mülteci sayısı Haziran 2014 itibariyle 20.000’di; bazı kaynaklar Avrupa’ya ulaşabilenlerin sayısının 55.000 olduğunu söylüyor. Yaşlı kıtanın kendi etrafına ördüğü yüksek duvarlar yüzünden insan kaçakçılığı bir endüstri hâline geldi. Yine bu duvarlar yüzünden insan ticareti bugün Türkiye ve Kuzey Afrika’da hızla büyümekte. Avrupa’daki hükümetler ve siyasi elit camialarındaki aristokrat ve her şeyi sadece kendilerine hak gören zihniyet dolayısıyla 3 bin Suriyeli Akdeniz’de gömülü. Daha ‘alt statü’lerinden ötürü, göçmenler ya varlıklı toplumun refahına bir tehdit olarak görülüyorlar ya da IŞİD’in yükselişinden sonra birer güvenlik tehdidi olarak algılanıyorlar. Avrupa’ya kabul edilenlerin kendilerini daima – müzakere edemeyecekleri biçimlerde- disipline etmeleri gerekiyor.

Özelde Suriyeli mültecilerin genel olarak da bütün mültecilerin yaşadıkları durum bize çağdaş ulus-devlet sisteminin üstüne inşa edildiği dışlayıcı temeli gösteriyor. Bazı komşu devletler tarafından mülteciler için kurulan çadır kentler ve bazı Avrupa ülkelerindeki mülteci kampları, aslında bu devletlerin kendi tebaaları üzerine uyguladıkları disiplin ve kategorizasyon stratejileriyle yapısal olarak mukayese edilebilir. ‘Demokratik’ devletler de bu duruma istisna teşkil etmiyorlar; bu devletler de büyük bir ölçüde yabancıları izole etme eğilimi gösteriyor ve yabancıların etrafına açık ve görünmez bariyerler örüyorlar. Ancak yüksek gelirli olan, o ülkenin dilini aksansız konuşabilen, görünüşü ve alışkanlıkları o kadar da farklı olmayanlar “entegre ediliyorlar”. Ancak bir mültecinin bunu başarması için orta sınıfın üst katmanlarından geliyor olması gerekli. Geri kalanlar da marjinlere, yerli ve diğer yabancı yoksulların yanına havale ediliyor.

Bugün mültecilere uygulanmakta olan disipline edici stratejilerin genel soy kütüğü içerisinde başka örnekler de verilebilir: Michel Foucault tarafından analiz edilen hapishaneler ve akıl hastaneleri; 19. yüzyıl fabrika örgütlenmesi; kölelerin ‘yeni dünya’ya gönderilmesi; ve bir şekilde sömürgeciliğin kendisi. “Uygarlığın” – bu tarz disiplin biçimlerine uygarlık dendiği için- tarihselliği ya kendi geçmişini dışarıya atarak, ya da kendi geçmişini dışardan gelenlere uygulayarak kuruluyor.

Suriyeli mültecilerin durumları dünyanın durumu hakkında korkunç bir şey söylese de, Suriye hakkında söyledikleri çok daha korkunç. Suriyelilerin Filistinlileştirilmesi bu insanların kendi politik failliklerinden koparıldıkları, hayatlarının sömürgeleştirildiği, ve böylece imhalarının kolay hâline geldiği anlamına geliyor. Bu süreç aynı zamanda Suriyelileri sömürgeleştiren ve katleden -aynı zamanda uluslararası korunmaya sahip- Esad devletinin İsrailleşmesi anlamına da geliyor. Dört milyondan fazla Suriyeli evlerinden sürülmeden önce de Suriyelilerin çoğunluğu kendilerinden gasp edilen ve “Esad’ın Suriye’si” diye adlandırılan bir ülke içinde sürgün edilmişti. Sınıfsal ya da mezhepsel sebeplerle nüfusun bir kısmı kendini rejimle özdeşleştirse de bu insanların dahi gerçek siyasi hakları yok. Siyaset ve haklarını talep etmeye çalışanlarsa tekrar tekrar yıkımla yüzleştiler.

Yerinden yurdundan edilmenin, ilticanın ve sürgünün koşulları topluma kendi hayatları, ülkeleri ve siyasetleri üzerindeki haklarını vermeyi reddeden bir siyasi düzenin kökenleri anlaşılmadan kavranamaz. Bu yüzden Suriyeli mülteciler sorununa getirilecek kökten radikal bir çözüm Suriyeliler sanki kendi ülkelerinden doğal bir felaketin sonucunda kaçmışlar gibi yapmaktansa kendi ülkelerini yeniden sahiplenmeye çalışan Suriyelilerle omuz omuza dayanışmadan geçmektedir. Bu da Suriyelileri Filistinlileştiren varlığın büyük ölçüde yerel İsrail, yani Esad Devleti olduğunu anlamayı gerektirir.

Devletin İsraillileşmesinin veçheleri çoklu. Devletin hava güçleri bakımından eksiksiz bir tekeli var. Tıpkı Amerika Birleşik Devletlerinin agresif İsrail’i korumak için yaptığı gibi, Esad Devleti de Güvenlik Konseyinde kınanmaktan Rusya ve Çin’in dört vetosu tarafından korundu. Devlet, muhalefeti müzakere edebileceği ortaklar olarak tanımayı kategorik olarak reddetti ve onlarla görüşmeler yapmaya dair en ufak bir ilgi göstermedi. En temel adalet ve siyasi eşitlik meselelerini bile gizleyen bir dizi sembolle tamamlanan bir ‘modernleştirici’ ideoloji geliştirdi. Suriyeli direnişçiler ve protestocuları terörist olmakla suçlayıp onları insanlıktan uzaklaştırarak canavarlaştırdı. Bunu uluslararası toplumun örtük işbirliğiyle yaptı, mesela tiranın eşi Esma Esad tarafından yönetilen bir kuruluşa bir UNESCO ödülü verildi. Ve devletin başındaki halk katili ise özgür dünyanın bütün faşistleri ve Stalinistleri tarafından desteklendi ve özgür basında boy boy röportajları çıktı!

Batı’nın sadece IŞİD’e odaklanan ilgisi Suriyelileri insanlıktan çıkarma stratejisinin öteki yüzünü imlemektedir ve çok daha geniş bir toplumsal mücadeleyi bu tekil faşist birime indirgemektedir. Bu hamleyle ülkenin içindeki ve dışındaki Suriye halkı görünmez kılınmaktadır. Bu sonuç bir enformasyon ya da bilgi eksikliği meselesi değil, bir siyaset –bazıları kitleleri temsil ettiğini iddia etse de bir elit siyaseti- meselesidir.

Bu korkunç durum birbirine sıkıca bağlanmış bir dünyada ortaya çıkıyor. Yasaları ve düzenlemelerine göre, Suriye modern bir devlet olarak kuruldu ve Birleşmiş Milletler’in üyesidir. Bugün birbirine komşu olmayacak kadar kendini izole edebilecek hiçbir ülke yoktur. Göçmenlere kapılarını kapatanlar bu duvarlar, kapılar, korumalar, ve güvenlik prosedürleri için çok değerli kaynaklar harcamaktadır. Bu harcamayı haklılaştırmak için, meşrulaştırıcı düşünceler ve ideolojiler üretilmekte. Bunların üretimi arttıkça, özgürlükler muhafızlara ve kaynakları kontrol edenlere kurban edildikçe insanların temel yaşam koşulları kötüleşmekte.

‘Vatan’ fikri ve ulus-devlet sistemi dünyanın sorunlarıdır, mültecilerin değil. Mülteciler kendi varlıklarını meşrulaştırmak zorunda değiller; ulus-devlet sistemi denilen bu siyasi kalıntıların temsilcileri sürdürdükleri varlıklarını iltica arayanların gözünde meşrulaştırmak zorundalar. Suriyeliler, Filistinlilerden sonra, bu dünya düzeninin değişmesi gerektiğinin yaşayan tanıklarıdır.

Yassin al Haj Saleh

Not: Metnin Arapça orijinaliyle Türkçe çevirisini karşılaştırarak kontrol eden Şenay Özden’e teşekkür ederiz.

Yazının orjinal kaynağı: http://internationaleonline.tumblr.com/post/106896709156/forty-four-months-and-fourty-four-years-4

(Çeviri: Ayşe Seda Yüksel, Onur Günay; zanenstitu.org)



Bültene kayıt ol