Yunanistan sömürgeleştirilirken

17.07.2015 - 10:19

Henüz iki hafta bile olmadı, 5 Temmuz günü yapılan referandumda %61 gibi oldukça yüksek bir oranla çıkan “Hayır” oyları, oldukça maharetli yöntemlerle ‘Evet’e dönüştürüldü bile.

Başını Almanya’nın Maliye Bakanı Wolfgang Schauble’nin (İsim ya da soyisim üzerinden hareket ederek politik bir hamlenin metaforik de olsa değerlendirilmesi pek-hiç doğru olmasa da, Bakanın adının ‘kurt’ ve ‘çete’ sözcüklerinin birleşiminden oluşması da ilginç bir tesadüf olmuş!) çektiği grup, dayatmalarını Çipras’a kabul ettirerek, seçimlere de referandumdan çıkan ezici sonuca da hiçbir şekilde bağlı olmadıklarını, ‘kendinden menkul’ meşruiyetleri ile de kesiştirerek, “Bu bir darbedir” yakıştırmalarına da pek layık olduklarını hiç gocunmadan göstererek ‘müdahale’ ettiler. Hatta hiç utanıp sıkılmadan “Borcunuz var seçim neymiş” minvalli çıkış yapanlar da oldu. Geçen akşam AB  ile yapılan anlaşmanın Yunanistan parlamentosundan çıkan Evet oylarıyla resmileşmiş olmasıyla birlikte, Avrupa’nın egemen kapitalist sınıfı kendilerince mutlak bir kazanım elde ettiler, en ufak bir direnişe dahi hiçbir tahammülleri olmadıklarını dostlarına ve düşmanlarına ilan ederek, “sınıf bilinci”nin dozlarını ve sınıflarının meşrebine uygun politikayı can siparene savunmayı göstermiş oldular. Pek çok açıdan oldukça önemli dersler içeriyor bu.

Hepsinden önce, kapitalistlerle, kapitalizmin işleyişi ve egemenler tarafından çizilmiş çerçevesi ve belirlenmiş kuralları söz konusu olduğunda ‘pazarlık’ yapmanın, “Bir şekilde anlaşabiliriz” demenin hiçbir anlamı yoktur. Çok net bir şekilde görüldüğü üzere kapitalist sınıfın ‘anlaşma’ dediği şey, işçi sınıfı için, yoksullar için şantaj dolu ekonomik gasp anlamına gelmektedir. Her bir madde, bir sınıfın bir diğer sınıf üzerinde inşa etmeye çalıştığı hegemonik güç, söylem ve diğer sınıfı baskılama araçlarının (ismiyle müsemma “kemer sıkma”) başka türlü olarak tarif edilmiş biçimleridir.

Bir ülke özelinde, kapitalist sınıfların çizdiği gelecek planı, o ülkeye, 21.yüzyılın yayılmacı anlayışına uygun adlandırmalar olan ‘birlik’ler vesilesiyle dayatılmakta ve adeta o bölge bütün kaynaklarıyla sömürgeleştirilmektedir. Bu ‘anlaşma’nın maddelerinden özellikle birkaç tanesi var ki, ‘sömürgeleştirme’ yakıştırmalarına mazhar olmak için seçilerek özellikle yazılsa durum ancak bu kadar iyi tarif edilebilirdi. Avrupalı egemenlerin, emek ve sermaye gaspının 19.yüzyıl sonu itibarıyla aldığı özel biçim olan ‘sömürgecilik ruhu’, bu anlaşma ile geri çağrılmakta, ondan medet umulmaktadır. Sömürge ekonomisinin yeni adı ‘’fon’ olarak karşımıza çıkıyor, öyle ki anlaşmaya göre Yunanistan'ın 50 milyar Euro’ya kadar varlıkları bu fona aktarılacak ve bu fon Yunan bankalarının ayağa kaldırılması ve borçların ödenmesi için kaynak oluşturulacak deniliyor. Bir halkın geleceği, Avrupa’nın ‘gerçek sahipleri’ iddiasını gururla taşıyan ‘efendi’ler tarafından biçimlendiriliyor. Söz konusu anlaşmayla bile borcun ödenememesi durumunda ise, herhalde taşınmaz varlıklara el koymak da akıllarından geçiyordur. Sömürgeci Avrupa’nın siyasal hafızasında istila da sömürgeci zihniyet için çok uzak olmayan bir siyasi karar.  Kim demiş sömürgecilik bitti diye? An itibarıyla Yunanistan'ın başta "taşınmaz malları" olmak üzere tamamı, Avrupa egemenlerinin sömürgesi durumuna itilmiştir. 

Peki ama Syriza’nın bütün bu olan bitenler karşısında aldığı pozisyon ve siyasi tutum hakkında da birkaç söz etmek gerekmez mi? İlk ‘vurulacak’ yer AB’nin saldırganlığı olduktan sonra, Syriza eleştirisi de elbette gereklidir. Syriza liderliği, yeni bir sol tahayyül ve alternatif umutlarını berhava ederek, AB’nin egemen bloğunun onursuzluk vaat eden paketine karşı gösterdiği tavizkar tutum ile, başta Ocak ayındaki seçim vaatleri arasında olan ‘anlaşmama’dan vazgeçerek, oy aldığı kendi seçmeni başta olmak üzere, 5 Temmuz’un sonucu olan %61’lik referandum bloğunun siyasal iradesini şantajlara teslim etmiş durumuna düştü. ‘Hayır’ oyu ile cisimleşen kitlenin kararını, oldukça küçük bir azınlık karşısında ezdirerek, temsiliyet açısından da bir hayli sorunlu bir karara imza attı. Bunu yaparken, başta merkez komitesi olmak üzere (Syriza merkez komitesinin anlaşmaya çoğunlukla ‘hayır’ dediğini belirtmekte fayda var), partinin aldığı kararların tam aksi yönde oy kullanan, başını eski Maliye bakanı Varufakis, meclis başkanı Konstantopoulou ve Enerji Bakanı, Syriza’nın eski lideri Lafazanis’in çektiği tam 39 milletvekili oldu.  Syriza, neo-liberal siyaseti arzulayan meclisteki diğer partilerden ise neredeyse firesiz destek alarak, siyasal ‘eksen kaymasının’ net bir örneğini gösterdi.

Ayrıca, mecliste oylamalar devam ederken, meydanda anlaşma karşıtı eylem yapanlara polisin –herhalde son 6 ayda ilk kez - saldırmış olması da, ‘sol hükümet’in sınırlarını bir kez daha göstermiş oldu. Syriza liderliği son 7-8 yıldaki siyasal eylemliliği, işçi sınıfının hükümet-ler deviren grev dalgalarıyla zirve yapan mücadelesini ve aşağıdan yükselen radikal siyasallaşmayı küçümsüyor gibi görünmektedir. Oysa kendisini iktidara taşıyan hareket gücünü tam da oradan alıyor.  Gerek Syriza’nın içinden, gerekse de Syriza dışında olan ve çoğunluğu meclis önünde eylem yapan solun yükselttiği anti-kapitalist ses, sömürgeci egemenlerin kibri karşısındaki duruş konusunda bir alternatif olabilecek potansiyeli içeriyor. Tutarlı bir anti-kapitalist siyaset, sömürgeleştirilerek onursuz bir gelecek tahayyülü karşısında, başka bir dünya projeksiyonu da sunabilecektir.

Ziya Dinçsoy



Bültene kayıt ol