Dünya bir virüs cenneti. Vücudumuzun çevresi, yaşam alanlarımız, bilinen her canlı ve her ekolojik boşluk onlarla dolu...
Bitkilerden böceklere, böceklerden memelilere, oradan insana, insandan başka türlere atlıyor, her canlının genomundan topladıkları parçaları türün bireylerine yayıyor, DNA’yı manipüle edebiliyorlar.
Virüsler “canlı” kategorisinde değil; metabolizmaları olmadığı için ‘RNA planı’ diyebileceğimiz bir strateji yürütmek zorundalar. Hücreler protein moleküllerini, RNA planlarında ne yazıyorsa ona göre düzenler. Bu veriler de evrensel yapıtaşı olan DNA’dan kopyalanır. RNA tek başınayken de basit proteinler üretebilen çevik, becerikli bir molekül. DNA daha sağlam ve kalıcı ama bunu yapamaz. Virüslerin saldırı planları, hücre ve RNA arasındaki bu ilişkinin taklit edilmesine dayanıyor.
Böyle bir gezegende hayatta kalabilmek için son derece gelişmiş bir biyolojik savunma sistemine ihtiyaç var. Neyse ki bu da tüm canlılarda mevcut; bağışıklık sistemi. Bağışıklık dediğimiz savunma ve saldırı mekanizması, B hücrelerinin tuttuğu kayıttan faydalanır. Bu özel bellek tarih boyunca karşılaştığı tüm patojenlerin bilgisine sahip. Aşılar da aynı bellek sistemine yeni veri girmek için kullanılan bir yöntem: Az miktarda patojen vücuda zerk edilir, bağışıklığın bununla nasıl savaşması gerektiği öğretilir.
Ancak her yeni virüs yepyeni bir bilmece. Soğuk algınlığı virüsü olarak da bilinen koronavirüs ailesiyle sıkça karşılaşıyor olmamıza rağmen, mutasyona uğramış Wuhan koronavirüsü karşısında böylesine çaresiz kalmış olmamızın sebebi bu. Virüsle ilgili gerçekler, yaşanan paniği açıklamaktan çok uzak. Örneğin yayılma hızı ve ölüm oranı SARS ile kıyaslanamayacak kadar düşük. Emin olduğumuz bir diğer gerçek de şu; sadece bağışıklığı güçsüz düşmüş 40 yaş üstü bireylerde panik yaratacak seviyeye ulaşıyor.
Yeni bulgulara göre, virüsün kuluçka süresi 2 ila 24 gün arasında. Dolayısıyla karantina süresi 24 gün olarak belirlenmeli. Bu elbette oldukça uzun bir süre. Her şeyden önce, yalıtılmanın, psikolojik anlamda ağır bedelleri olduğunu unutmayalım. Wuhan gibi son derece kalabalık bir kentin tüm giriş çıkışları kapatılarak karantinaya alınmış olması aslında insan haklarını ihlal eden bir durum. Nitekim salgının ilk günlerinde karantinadan kaçan Hubeililere de -sanki amaçları virüsü yaymakmış gibi- terorist muamelesi yapılmıştı. Oysa merkezi hükümet ilk tepki olarak durumu örtbas etmeye çalışmak yerine, salgınla mücadelede hemen harekete geçmiş olsa, hastalık çok daha çabuk kontrol altına alınır ve belki de bunların hiçbiri yaşanmayabilirdi. Evet, bir noktadan sonra tüm sağlık sistemi harekete geçirildi fakat bir yandan da kamuoyu algısını değiştirmeye çalıştılar. Örneğin yurttaş gazetecileri ve doktorlar tehdit edilerek susturuldu.
Dünya genelinde Çinlilere karşı açık bir düşmanlığa şahit oluyoruz. Öyle ki her öksüren Asyalıya virüs muamelesi yapılıyor, son derece ırkçı ifade ve davranışlara başvuruluyor.
Halbuki bu tür bir pandemiye yıllar öncesinden hazırlanıyor olmamız gerekirdi. Bundan herkesin haberdar olması gerek; Wuhan virüsü olmazsa bir sonraki, eninde sonunda küresel nüfusun önemli bir kısmını tehdit edecek bir patojenle karşılaşmamış kaçınılmaz. Dünyanın hemen her yerine yayılmış yüzlerce biyoteknoloji şirketi tam olarak bu senaryoya hazırlanıyorken biz neden bundan haberdar değiliz?
Daha da önemlisi, mevcut sağlık altyapısı dünyayı böyle ölümcül bir karşılaşmadan korumaya hazır mı? Önleyici sağlık hizmetlerine ihtiyaç duyduğumuz çok açık. Ve elbette insan haklarını ihlal etmeyen karantina koşullarını da tartışmaya açmalıyız. Bir kişide virüse rastlandı diye 3500 yolcunun bulunduğu bir gemiyi karantinaya alabilir miyiz, bunu düşünelim. Enfekte olmayanları, virüsü taşıyanlarla birlikte (özellikle de kuluçka dönemindeyse, bunu hemen tespit etme imkânımız olmaz) karantinaya alma hakkına sahip miyiz? Japonya’daki o gemide hastaların sayısı 136’ya yükseldi. Peki acaba bunların hepsi virüsü karantina öncesinde mi almıştı gerçekten? Ya da market raflarının boşalmaya yüz tuttuğu Wuhan’da insanların virüsten kurtulsa bile diğer hastalıklara yenik düşebileceği gerçeğini nasıl göz ardı edebiliyoruz?
Enfekte insan sayısının 100 binlere ulaştığı söyleniyor ama unutmayalım; küresel nüfusun yüzde 60’ı Asya’da yaşıyor. Yani sayının bu kadar artması da gayet doğal.
Virüsler ırk, sınıf, din, dil ayırt etmez. Onlar karşısında hepimiz aynı derecede güçsüzüz. Hep beraber bir pandemi sınavı verdik ve maalesef bu sefer sınıfta kaldık. Bir sonrakinde yine, virüsten hızlı yayılan paniğe yenik düşmek zorunda değiliz. Fakat bunu değiştirmenin yolu, öncelikle sağlık sistemlerimizin ve karantina koşullarının gözden geçirilmesinde yatıyor.
Tuna Emren
(Sosyalist İşçi)