Bu sayıda Plaza Eylem Platformu'nun aktivistlerinden biri sorularımızı yanıtladı.
Plaza çalışanlarının örgütlenmesine dair deneyimlerinizden bahseder misin?
Beyaz yakalı mücadelesi tüm emek hareketinde elbette daha yeni bir yere sahip. Türkiye’deki en görünür olan ilk örnek 2008’de IBM’deki mücadele olmuştu. Bu deneyimin ardından Plaza Eylem Platformu, Biçda, Kaç Bize Gel gibi beyaz yakalılar alanında mücadele veren alan örgütleri kuruldu.
Hareketlenmenin yeni olmasının bu alana özel birçok sebebi var elbette. Bir kere somut olarak çalışma alanları ve mekanları çok parçalı; bunun dışında işveren çalışanları yönetme biçimini görev tanımları ve titrler yolu ile olabildiğince farklılaştırıyor. Bu bağlamda “toplu” bir mücadele daha az görünüyor gibi olsa da, biliyoruz ki “bireysel” ya da daha küçük ölçekli de olsa beyaz yakalılar hareketi toplumda daha görünür olmaya başladı.
En başta bahsettiğimiz alan örgütleri, gittikçe iş güvencesini yitiren ve “esnek” yönetim biçimleri altında çalışma koşulları zorlaşan beyaz yakalılar alanında yeni örgütlenme biçimlerini tetikliyorlar. Bu anlamda sadece sınıf mücadelesinin bugüne kadar gelen kazanımlarını savunmanın yanı sıra yeni hak ve kavram üretimi konusunda da adımlar var. Stajyerlik, STK ve yayınevleri özelindeki gönüllü emek ve idealizm sömürüsü, mesai sonrası mail ve telefonla ilgilenmemeyi içeren “bağlantıyı kesme” talebi, bilgisayar karşısında çalışmanın sonucunda oluşan karpal tünel sendromu gibi meslek hastalıklarının gündeme gelmesi gibi konular, beyaz yakalıların sadece durumlarını korumaya yönelik bir konumda olmasından ziyade yeni hak taleplerinde de bulunabileceğini gösteriyor.
Neoliberal dönemde plaza işçilerinin, üretim sürecinin parçası olan diğer çalışanlardan ayrıcalıklı olduğu anlatısı çok yaygın. Bu anlatının sömürünün üzerini örten yönlerinden bahseder misin?
Bu anlatı elbette belirttiğiniz gibi neoliberal düzlemde kurulmuş ve işverenin dilinden olan bir anlatı. Bununla birlikte, beyaz yakalıların elbette çalışma koşullarından doğan bir öznellik de var. Bu öznelliği mücadele tarafında da görüyor olmamız, önümüze yeni düşünme fırsatları açabilir.
Şimdiye kadarki hareketlenmelere genelde neoliberal politikaların yarattığı toplu kayıplara karşı gelişen bir direnç kaynaklık etti. Gittikçe iş güvencesini yitiren ve emeğin “esnek” denetimi altında çalışma koşulları zorlaşan beyaz yakalılar en azından durumlarını korumak için mücadele verdiler / veriyorlar. Fakat bu mücadeleler bir yandan da beyaz yakalıların durumlarını “korumaktan” öte yeni yönetim tekniklerini ve sömürü mekanizmalarını ifşa ederek alana dinamizm getirdiler. Mobbing, esnek çalışma, performans yönetimi gibi kavramlar artık günlük kullanımdalar ve hepsi ayrı ayrı bir direniş noktası teşkil ediyor.
İlk noktadan tekrar bağlarsak elbette bugün sermaye beyaz yakalılara ayrıcalıklı bir rol biçerek mücadeleyi ayrıştırabileceğini düşünüyor olabilir. Fakat bunu bir saldırıdan ziyade harekete bir cevap olarak da algılamak mümkün ve bunu yeniden üretmemek de bizim elimizde. Bugün beyaz yakalılar elbette bazı somut çalışma koşulları açısından bir inşaat, maden ya da tekstil işçisinden daha şanslı görünebilirler. Buna rağmen tam da bu nokta emek mücadelesinin bütünü açısından beyaz yakalıların hareketini sıralamada geriye düşürmek ya da daha önemsiz bulmak anlamına gelmemeli. Çünkü beyaz yakalıların yaptığı fazla mesai ya da içine düştüğü performans sistemi ile madenlerdeki toplu iş cinayetleri birbirine birebir bağlı. Biz performans sistemine hayır diyemedikçe Soma’da da “hadi hadi” diye adlandırılan bir kıyım mekanizması işlerlik bulabiliyor. Soma nöbetinde geliştirdiğimiz bir slogan “Ben direnirsem herkes yaşar” idi. Dolayısıyla alanların kendi dinamiklerini ve mücadelelerini bir hiyerarşiye sokmayan, tam tersine bu mücadeleleri üst üste koyacak bir yaklaşım sergilemek gerekiyor.
"Elini benliğimden çek" kampanyanızı kısaca anlatır mısın? İşyerlerinde mobbingin yaygın ve sistematik yönünü ortaya koymak için neler yapılabilir?
Bu aslında bir kampanya değil de, Yapı Kredi çalışanı Nadide Kısa’nın intiharından sonra yaptığımız eylemde kullandığımız bir kavramdı. Uzun yıllardır bankacılık yapan Nadide Kısa’nın özellikle son zamanlarda iş tanımı olmadığı halde satış hedefleriyle bunaltıldığı ve deneyim seviyesinin çok altında pozisyonlarda çalışmaya zorlandığı biliniyordu. Bu olay yeni oldu fakat tam bu sözcüklerle olmasa da işletmeler ve çalışmanın kendisinin kişiliklerimiz üzerinde kurduğu tahakküm konusunu gündeme getirmeye çalışıyorduk.
Bugünün çalışma düzeni, işe dair gösterilen performansın yanı sıra duygularımızı ve benliğimizi de işe koşuyor. Çalışanların karakter özellikleri, işletmenin onları değerlendirmesinde bir kriter haline geliyor. İş yerlerinde “çatışmalı” bir ortam çoğunlukla işveren tarafından destekleniyor ve çalışmayı hızlandırmak için bir araç olarak kullanılıyor. Benzer biçimde mobbing de işletmeler tarafından bir verim arttırıcı olarak görülüyor; mobbing sonucunda yaratılan rekabet ortamında çalışanların işletmenin gözündeki pozisyonları netleşiyor. Bu tamamen bir yönetim biçimi. Çalışanların “naif ve kırılgan” ya da “atak ve pozitif” olmalarına vurgu yapılıyor ve rekabet buradan körükleniyor. Yaygın bir kanı olarak naif bireylerin mobbinge daha çok maruz kaldığı tartışılıyor. Bu günün sonunda böyle olsa bile bunun sebebi kişinin naifliği değil, iş yerinde yaratılan bu yapay rekabet ortamı ve mobbinge uygun zemin.
Tüm bu bağlamda çalışanlar olarak kendi duygularımız ve benliğimizle, işveren dolayımından geçmeyen dayanışma ilişkilerini örmemiz çok önemli. İş yerinde kurduğumuz ve bir hiyerarşiye bağlı olmayan paylaşımlar, yalnızlığı kırma noktasında bir işlev görüyor. Bunun dışında elbette devletten talep edebileceğimiz noktalar da var: Çalışmadan kaynaklanan ruhsal ve fiziksel tahribatın tanınması, mazeretsiz izin ve dinlenme hakkının kullanımındaki zorlukların kaldırılması gibi.
Gezi direnişi döneminde plaza çalışanlarının mücadelesi açısından yakalanan ivme sence neden devam edemedi?
Gezi direnişi döneminde toplumun tümüne sirayet eden bir hareketlenme vardı. Beyaz yakalılar özelinde de özellikle NTV’ye karşı öğle arasında Doğuş Holding’de yapılan toplu protesto gösterilerini hatırlıyoruz. Fakat elbette toplumdaki dinamiğin de bir göstergesi olarak, beyaz yakalıların örgütlenmesi uzun vadede toplumsal tepkiye dahil olmaktan çıkıp kendi çalışma koşullarına ve örgütlenmelerine yönelik bir eksene evrildiğini söylemek zor olur. Örneğin Gezi Parkı’nın kazanıldığı ilk iş gününde benim çalıştığım iş yerinin genel müdürü yaklaşık 400 çalışana “Şirketi tatil ediyoruz diyemeyiz, fakat bir yandan da gündemden dolayı işe odaklanamadığınızı biliyoruz. Dolayısıyla dileyen Gezi’ye gidebilir” şeklinde bir mail attı. Bu örneği bir ölçüde genelleştirirsek, birbirine dokunan insanların ortak bir şeye tepki vermesindeki dirsek temasını arttırmış olan bir olay olarak tanımlayabiliriz Gezi’yi. Fakat bunun iş yeri örgütlenmesine dönecek olan kısmı elbette hâlâ başka dinamiklere de bağlı. Yine de o dönemde edinilen öğle arası yemekhane toplantıları, iş yeri forumları gibi çalışanların paylaşımını arttıran deneyimler var. Bunun gibi hiyerarşiyi dahil etmeyen, çalışanları birbirine eşit kılan kolektif paylaşımların bu doğrultudaki kritik biçimler olarak görüyoruz.
Plazalarda örgütlenme konusunda dünyada nasıl deneyimler yaşanıyor?
Direkt bir temasımız yok maalesef ama elbette Avrupa’da örgütlülük açısından durumun daha iyi olduğunu biliyoruz, en azından beyaz yakalı alanında sendikaların daha uzun bir tarihi var ve iş yerlerinin önemli bir kısmında örgütlü. Bunun dışında daha önce de bahsettiğimiz mesai dışı bağlantıyı kesme hakkı Fransa’da yasalarca tanındı. Mesai saatleri dışında çalışanını işle ilgili telefon ya da e-postaları cevaplamaya zorlayan işverene yaptırım uygulanıyor.
Plazalar OHAL’den nasıl etkilendi?
Hepimizin tanık olduğu üzere OHAL’in çalışma yaşamındaki en büyük etkisi KHK’lar ile kendini gösterdi. Akademisyenlerin bir gecede işlerinden edilmesinin yanı sıra, birçok iş yerinin de darbe yanlılığı vb gibi sebeplerle kapatıldığını ve toplu işten çıkarmaların olduğunu biliyoruz. Plaza Eylem Platformu olarak istenatildim.org adlı, işten çıkarılanların destek alma bağlamında başvurduğu bir çalışmamız var, bu tip olayları oradan daha rahat takip edebiliyoruz. Buraya emek pazarının tümünden vakalar geliyor, dolayısıyla söyleyeceklerimiz daha geneli kapsayabilir. Siteye gelen başvurularda OHAL yüzünden kapatılan iş yerlerinin yanı sıra aslında işverenlerin bunu tamamen bir bahaneye dönüştürdüğünü de gözlemliyoruz. Birincisi OHAL bir belirsizlik olarak eskinin “ekonomik kriz”i anlamında kullanılıyor ve önünü göremediğini söyleyen işveren bu noktayı çalışan sayısını azaltmada bir bahane olarak kullanıyor. İkincisi ise yine OHAL sopasının krizden ziyade iş yeri içindeki tüm durumlara karşı kullanılması. Yine başvurulardan gözlemlediğimiz, iş yerindeki en ufak bir tartışma, anlaşmazlık çalışanın 25/2 maddesi ile tazminatsız olarak işten çıkarılmasına sebebiyet verebiliyor.