'Güvencesizliği derinleştiren otoriter ve baskıcı siyasal iklimdir'

05.04.2021 - 13:22

Eğitim Sen Genel Başkanı Prof. Dr. Nejla Kurul ile pandemi döneminde eğitim emekçilerinin sorunları, talepleri ve sendikal mücadeleye dair perspektifleri konuştuk. 

Röportaj dizimizin ilk bölümü:

Geçtiğimiz günlerde yapılan Eğitim Sen olağan kongresinde başkan seçildiniz. Eğitim Sen’in 2000’li yılların başında 166 binlerde olan üye sayısı 2020 itibariyle 76 binlere kadar gerilemiş. Bu kaybı önlemek için başkanlığınız döneminde Eğitim Sen’de "yeni şeyler söylemenin zamanı geldi’’ diye düşünüyor musunuz? Yoksa bu kayıpları mevcut politik atmosfere mi bağlıyorsunuz?

Nejla Kurul: Sendikamızdaki üye kaybının nedenlerinden birisi kuşkusuz güvencesizliği derinleştiren mevcut otoriter ve baskıcı siyasal iklimdir. OHAL döneminde Kanun Hükmünde Kararnameler ile yüz otuz bine yaklaşan sayıda kamu emekçisi ihraç edildi. Ardından Yüksek Disiplin Kurulu kararlarıyla yapılan ihraçlar ve güvenlik soruşturmalarının işe girişte yaşattığı baskılar işsiz kalma kaygılarını artırdı. Güvencesizlik özel sektörde KOD-29 ile derinleşirken kamu emekçileri KHK ve Yüksek Disiplin Kurulu ihraçları ile sert bir güvencesizlik gerçeği ile karşı karşıya kaldı. Siyasal iktidarın işe alma, yükseltme ve tayinlerdeki ayrımcı uygulamaları eğitim emekçilerinin muhalif sendikalara akışının önüne set çekti. İktidar bir yandan kamu emekçileri arasından muhalif kesimleri tasfiye ederken diğer yandan kamu emekçilerini işe girişte aile bireyleri dahil geniş bir güvenlik soruşturması ve arşiv araştırmasından geçirerek farklı politik görüşlere sahip kişileri daha baştan elemek istemektedir. Kamusal alan parti-devletleştirilmekte ve tasfiye dilmektedir. 

Siyasal iktidar, kendi güçlerini birleştirmek ve büyütmek için yandaş sendikaları ve kendi hedefleriyle uyumlu hale getirdiği sendikalarla beraber ortak pozisyon alırken sermayeden ve siyasal iktidardan özerk bir duruşa sahip olan Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası’nı kamusal alandan dışlıyor, ötekileştiriyor, kriminalize ediyor. Ne var ki kamu emekçileri ve eğitim ve bilim emekçileri görüyor ki gerçek örgütlenme olan sendikal faaliyeti KESK ve Eğitim Sen yürütüyor.

Bununla birlikte ne yaşıyor olursak olalım, kendimizi siyasal iktidarın yapıp ettiklerinden, sivil ölümleri önceleyen siyasal iklimden kuran bir zeminden hareket edemeyiz. Böyle yaptığımızda kendi güçlerimizi yadsır, iktidar aygıtı “işçi sınıfını kapıyor” der ve kederleniriz. O halde iktidar aygıtının, iktidar düzeneklerinin kapamadığı, kendi hedefleriyle uyumlu hale getiremediği, bölüp yönetemediği, kültürel olarak istila edemediği bir yaşamı, üretim ve yeniden üretim alanlarını nasıl inşa ederiz diye düşünmeli ve eylemeliyiz. Çeşitli sorulara yanıt vermek zorundayız: Bu koşullarda bir eğitim ve bilim emekçisi neden sendikalarda örgütlenir ve/veya Eğitim Sen’e neden üye olur? Eğitim Sen’de varoluş içinde olmak, yaşamına nasıl bir anlam ve değer katar? Okul ve üniversite içindeki yaşama daha güçlü bir biçimde Eğitim Sen’li olarak nasıl müdahale edilir? Okullar ve üniversiteler içinde eğitim ve bilim emekçilerini güçlendirmek, geliştirmek ve özgürleştirmek üzere yapmakta olduklarımızı gözden geçirmek ve “şimdi ve burada” yapabilirliklerimizi yeniden düşünmek zorundayız. 

Sınıf ve varoluş mücadelelerinde, kamu emekçilerinin mücadelesi, özel sektördeki mücadelelerle, on milyona yaklaşan işsizlerin ve yoksulların mücadeleleriyle buluşmak, ortak mücadele alanları yaratılmak zorundadır. Eğitim alanı için bu sözleşmeli, ücretli öğretmenlerin, ataması yapılmayan öğretmenlerin birlikte yaşamdan yana emekten yana tavır geliştirme ve eyleme mücadelesidir. Bu bağlamdaki çalışmalarımız diğer mücadelelere doğru uzanacaktır.

Okullarda ve üniversitelerde genel zekânın iktidar müdahaleleri ile denetim altına alınmaya çalışıldığı birbirine benzeyen bir süreç işliyor. Okulların ve üniversitelerin kolektif zekâsı okul yöneticilerinin, buradan da iktidarın zekasına bağlanmaya çalışılıyor. Eğitim alanında bu yönelime karşı direniş sürüyor. Kaygıları aşmak, dayanışmayı güçlendirmek, yalan ve cehalet karşısında bilgi ve hakikati aramak, kabullenişin yerine eleştiriyi ve yeni öznellikler üretimini koymak zorundayız. Tüm bunları yapan eğitim ve bilim emekçileri var. Ancak sendikal hareketimizi, güçlerimizin titreşimlerini çoğaltmak, etki alanımızı genişletmek, veliler ve öğrencilerimizle etkileşmek için sendikal emek sürecimizi sürekli gözden geçirmeli ve yeni yapılabilirlikler ortaya koymalıyız. Eğitim Sen’i güç ve yetilerimizi geliştiren, güçlendiren ve özgürleştiren bir yaşam alanı olarak yeniden düşünmeliyiz.

Bu süreçte merkez yürütme kurulu üyelerinin harekete geçirici bir etkisi olsa bile bu mücadele şube ve temsilciliklerimizde, işyerlerinde yürütülen mücadeledir. Genel Merkezimiz ile şube ve temsilciliklerimizin birbirini beslemesi ve güçlendirmesi çok önemlidir. İçinde yaşadığımız kentlerin emek, demokrasi ve barış mücadelesi yürüten örgütleriyle karşılaşmamız, etkileşmemiz ve eylem ortaklıklarımız mücadelemizi büyütür. Üretim alanımızda olmasalar bile yeniden üretim içinde yer alan velilerle kuracağımız güçlendirici demokratik bir ilişki çocukların eğitimine de yansıyacaktır. Okullarımızı ve üniversitelerimizi içinde yaşamak istediğimiz eşit, özgür ve adil bir ülkeyi düşünerek buradaki praksisi, mikro politikaları örmeliyiz. Kamusal, vergilerle finanse edilen, laik, demokratik, cinsiyet eşitlikçi ve anadilinde eğitim ilkelerinin içeriğini bugünün koşulları içinde dolduracak bir mücadeleyi hep birlikte örmeliyiz.

MEB, köy okulları öğretmenlerinden başlanarak öğretmenlerin aşılanmaya başlanacağını duyurdu. İkinci doz aşı ve vücudun antikor üretim sürecini de düşünecek olursak aşılanma takvimi oldukça geç kalınmış bir takvim. Bu tabloda yüz yüze eğitime başlanmasına hazır mıyız? MEB’in aldığı önlemler yeterli mi?

Aşı üretimi ve dağıtımı, küresel rekabetçi kapitalizmin insan, doğa ve toplumdan yana politika üretememesi sorununu olanca açıklığı ile ortaya koydu. Yeryüzünde bir ülkede bile salgın olsa yeryüzüne yayılımı kısa bir süre içinde olabiliyor. Bu nedenle küresel olarak da yaşamlarımız birbirine bağlı, bunu görmek istemeyen düzen, kapitalizm ve onun devletleri. Aşı eşitliği, aşının değişim değerinden çok kullanım değeri dikkate alınarak dağıtımı anlamını taşıyor. Yani aşının entelektüel mülkiyet konusu olmaktan çıkarılması gerekiyor. Yaşam hakkı için aşının içeriğine (formülüne) dair bilgi toplumsallaştırılmalıdır. Aşı her ülkede üretilmeli ve hızlı ve kitlesel aşılama yapılmalıdır. Uluslararası kuruluşlar hala aşı üretiminde rekabetin öneminden söz etmekteler. Aşı üretimine ilişkin denemeler sürdürülmeli ama şu ana dek yapılan aşıların bilgisi bu bilgiye sahip olmayan ülkelerle paylaşılmalıdır.

Türkiye’de 14 Mart tarihi itibariyle 11 milyon kişi aşı oldu, ikinci doz aşıyı olanların sayısı üç milyon 136 bin. Sağlık emekçileri ve kronik hastalığı olanlar dışında kamuda aşılama çalışmaları başladı ancak istenilen hızda ve yaygınlıkta değil. Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk 80 bin öğretmenin aşılandığını ifade ediyor. Ne var ki il ve ilçe merkezlerindeki öğretmenler için aşılama başlamadı. 

Evin içinde bir kişinin bile çalışması durumunda COVID-19 riski oluşuyor. Sağlıklı ve güvenli haneler ve üretim alanları için devletin sosyal ve ekonomik desteği ile 28 gün kapanma öneri dillendiriliyor, ne var ki siyasal iktidar bunu dikkate alması ve almıyor. En etkili yöntem bu olabilir. Bunun yanı sıra kitlesel ve hızlı aşılama da yapılamıyor. 

Millî Eğitim Bakanlığı’nın aldığı önlemlerin yeterli olmadığını okulları sadece iki gün yüz yüze eğitime açabiliyor olmasından anlıyoruz. Yani pek çok sınıf 40 kişilik ve sınıflar ikiye bölündü. Yani kalabalık okullar ve kalabalık derslikler sorunu ancak iki tam gün yüz yüze eğitimle aşılabiliyor. Cumhurbaşkanlığı Eğitim ve Öğretim Politikaları Kurulu ve MEB ancak iki gün için yüz yüze eğitim hazırlığı yapabilmiş ki bunda bile sorun var, ayrıca uzaktan eğitimdeki eşitsizlikler için de pek önlem alınmış değil. Özcesi ne yüz yüze eğitim ne de uzaktan eğitim için yeterli önlemler alınmış durumda. 

Türkiye’de mücadeleci sendika denildiğinde akla KESK özelinde Eğitim Sen geliyor. Pandemi sürecinde de hemen hemen örgütlü olduğunuz her ilde birçok eylem örgütleyebildiniz. İnsanlar Eğitim Sen’in bu mücadeleci yönünü ve kazanımlarını bildikleri halde neden Eğitim Sen’e üye olmuyor?

Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası çoğul bir mücadele alanı. Sınıf mücadelesi ve ezilen cinsiyet, cinsel yönelimlerin, etnik kimliklerin, inançların mücadelelerinin birbiri ile etkileştiği ilişkiler alanı, kesişim alanı. Diğer eğitim sendikaları üyelerinin aynılaşmasını talep ederken, yani birbirlerinin benzeri olan üyeleri yan yana getirmeye ve farklı olanları aynılaştırmaya çalışırken Eğitim Sen farkını çoğulluğu ile ortaya koyuyor. Toplumsal sınıfın bileşimindeki farkları, sömürünün yanı sıra farklı ezme ve ezilme biçimlerini öğrenmek ve ona karşı eşit ve özgür biçimde birlikte yaşamanın yollarını aramak gerekiyor. Toplumsal cinsiyet, etnisite, inanç, yaş, engelli olma, göçmenlik olguları sınıf mücadelesinin özgül biçimleridir. Bu mücadeleler, sınıf mücadelesi-kimlik mücadeleleri biçiminde bir ikiliğin içine sıkıştırılmaya ve bir tarafa itilmeye çalışılsa da somut gündelik yaşam içinde bunlar birbirine dolanmış, birbirine bağlanmıştır. Alevi, Kürt kadın emekçi, örneğin öğretmenler sömürü, tahakküm ve eşitsizliklerin olduğu alanlarda çok katmanlı sorunlarla eğitim ve öğretim etkinliklerini sürdürmektedir.

Sosyal demokratlar, sosyalistler, radikal demokratlar, farklı siyasal gruplar, tematik gruplar, bağımsız üyelerimiz Eğitim Sen’de birlikte mücadele edebiliyorlar. Bu farklılık aynılaşma ve benzerleri ile olma eğiliminden ayrı bir politik anlayış. Üyemiz olmayan eğitim ve bilim emekçileri Eğitim Sen’in farklılıklarından uzak duruyor olabilirler. Örneğin anadilinde eğitim konusunu eğitimciler iktidarın gözü ile okuyabiliyorlar; iktidar, anadilinde eğitim hakkını ‘ülkeyi bölen’ bir politika olarak sundukça eğitim emekçileri de iktidarın manipülasyonundan etkileniyor ve Eğitim Sen’e mesafeli yaklaşıyorlar. Oysa bir insanın hiçbir öğretmene gereksinme duymadan öğrendiği ilk dil anadilidir. Kişinin anadilini öğrenmesini engellemek, anadilinde eğitim vermemek insan haklarına aykırıdır; zalimce bir uygulamadır. Oysa anadilinde eğitim konusunu iktidardan bağımsız düşünebilse, hissedebilse Kürtçe veya diğer dilleri konuşan öğrencilerini ve meslektaşlarını anlayabilecektir. 

Kadın mücadelesi de kimi zaman eğitim emekçileri tarafından sınıf mücadelesinin bir “bölen”i olarak değerlendirilebiliyor. Oysa güçleri değersizleştirilmiş, sürekli ayrımcılığa maruz kalmış, özgürlükleri sınırlandırılmış kadınların ve cinsel yönelimlerin güçlenmesi ve gelişmesi mücadelesi sınıf mücadelesinin özgül alanlarından birisidir. 

Demokratik özgürlükçü ve eşitlikçi bir eğitim, eğitimin tüm bileşenleri için gelişme ve güçlenme koşullarını eşitleyerek onların bilim, sanat, siyaset ve sevgi üretimlerinde sonsuzca farklanabilmelerini sağlayan bir eğitimdir. Herkesin aynılaştırıldığı bir eğitim ne kadar sıkıcıdır, konuşacak tek bir tema bile bulamayız. 

İktidarın tanımına göre ‘yerli ve milli’ olmayan, iktidardan bağımsız davranabilen Eğitim Sen iktidar tarafından ötekileştirildikçe eğitim ve bilim emekçileri bundan etkileniyorlar kuşkusuz. Ancak siyasal iktidarın neredeyse tüm muhalefeti ‘terörist’ olarak damgaladığı anımsanırsa iktidarın öfkesine sadece Eğitim Sen’in maruz kalmadığı anlaşılacaktır. Eğitim Sen’de işyerlerinde, şubelerimiz ve temsilciliklerimizde bir yandan kendi dışındaki eğitim ve bilim emekçileri ile etkileştikçe, onlardan etkilendikçe ve etkiledikçe kendini anlatma şansı olacaktır. Okullar ve üniversitelerdeki gündelik yaşama, sınıf mücadelesi ve tanınma mücadelelerine en anlamlı ve amaçlı müdahaleleri yapan örgütlü yapılardan birisi Eğitim Sen’dir. Değerimizi bilmek, yeni öznellik üretimlerimizi artırır, bizleri güçlendirir.

Eğitim ve bilim emekçileri iktidarın hedeflerinden kopabildiklerinde, iktidar aygıtının etki alanından kaçıp söylemlerini özgürce kurabildiklerinde gözleri Eğitim Sen’i görüyor, duyuyor, burada yapılmaya çalışılanları hissedebiliyorlar. Sendikamız eğitim ve bilim emekçilerinin kaybettiği sosyal ve ekonomik haklarını geri almak için mücadele ettikçe, yeni ekonomik, hukuksal, sosyal ve kültürel hakların peşine düştükçe, çocukların, gençlerin, öğrencilerin eğitim hakkı için etkin politikalar yürüttükçe, çocuklarının geleceği hakkında kaygılanan velilerin güvenini kazandıkça sendikamıza yönelik ilgi artacaktır. 

Üye sayısı en fazla olan üç eğitim sendikası içinde en temel insan haklarından birisi olan anadilinde eğitim hakkını savunan tek sendikasınız. Anadilinde eğitim sizce Türkiye’de eğitimciler arasında nasıl bir karşılık buluyor? Anadilinde eğitimi Türkiye toplumuna daha iyi anlatabilmek için ne gibi çalışmalar içerisindeniz?

Anadili, az önce ifade ettiğim gibi, çocuğun bir öğretmene ve okula gereksinme duymaksızın tekrarla öğrendiği bir dildir. Çocuk için biricik olan çevresindeki insanların kültürünü, anlam dünyasını, nesnelerle ve doğayla ilişkisini kurduğu dildir ve anadilinde eğitim hakkı en temel haklardan birisidir. Çocukların ve gençlerin, ilk olarak kendilerini anadilinde söylem ve eylemlerle geliştirdiği, güçlendirdiği ve özgürleştirdiği bilinir. Konuşan bir varlığız biz! Baştan beri dilimizle birlikteyiz. Dil ve kültür birbiriyle bağlantılıdır, aynı zamanda eğitimle de. Sendikamızda anadili, kültür ve eğitim konularını iç içe ele alıyor, politik bir mücadele olduğu içinde ekonomi-politik yönleriyle değerlendiriyoruz.

Sendikamız bugüne dek tamamladığı demokratik eğitim kurultaylarında anadilinde eğitim konusuna dair geniş ve kapsamlı bilgi üretti, dünya deneyimlerini değerlendirdi. Türkiye’de yaşanan sorunlar konusunda çeşitli çalışmalar ortaya koydu. Bu bilginin toplumsallaşması, aynı zamanda politikleşmesi çok önemli. Bu konuda daha çok çalışma yapmamız gerekiyor. Okullarda ve üniversitelerde, anadilinde eğitim konusunun somut ve güncel yönlerini konuşmak ve tartışmak ve eğitim kamuoyunda bir duyarlık geliştirmek gerekiyor. Eğitim Bilimleri Fakültesi’nde uzun yıllar öğretim üyesi olarak görevde bulundum. Zorunlu hizmet görevinde bulunan pek çok yüksek lisans ve doktora öğrencilerimin bu illerdeki deneyimlerini anlatmakta güçlük çektiğini gözledim, sansürden daha güçlü bir oto sansür uygulanıyordu. Eğitim emekçileri bu konunun konuşulmamasının gerektiğini derinden sezmiş gibiydiler. Bu olaylara iktidarın gözüyle bakmanın ortaya çıkardığı sonuçlardan birisiydi kanımca. Kimi eğitim ve bilim emekçileri pragmatizmin etkisiyle bu konuyu konuşmakta bir yarar görmüyorlardı, “böyle gelmiş, böyle gider, iş ve gelir fırsatlarını artıracak egemen dil yeterli” diyorlardı. Bu konuda değişimin çok güç olacağına da inandırmışlardı kendilerini... Ne var ki demokratik eğitim konusundaki duyarlıklar, anadilinde eğitim söz konusu olunca, sanki buharlaşıyordu.

Eğitim Sen anadilinde eğitimi, hakkında konuşulan, dile getirilen, tartışmalar yapılabilen, politika üretilebilir bir mücadele alanı olarak görüyor. Anadilinde eğitimin “insanları ve toplumu bölen” bir politika değil, çeşitlilik içinde birliği sağlayan çoğul, demokratik, sosyal bir cumhuriyetin bir gereği olarak görüyor. Eğitim Sen anadilinde eğitimi, tüm politik yönleriyle 20. yüzyılın Türkiye’sinden öğrendikleriyle, 21.yüzyılın Türkiye’sinin, bu yüzyılda yaşayan kuşakların, demokrasi hanesine yazılabileceği önemli bir adım olarak değerlendiriyor.

Yarın: Eğitimde fırsat eşitsizliği, KHK'lılarla dayanışma, ek ders ücretleri...

II -'Eğitim Sen olarak öncelik toplum sağlığı diyoruz'



Bültene kayıt ol