İstabul'da yapılan Emek Forumu'na katılan işçiler, mücadele deneyimlerini paylaştı.
Antikapitalistler tarafından düzenlenen "2020 mücadele yılı: Direnen İşçiler Buluşuyor" başlıklı forumda konuşulanlar...
Tolga Tüzün (Açılış konuşması): Koşullar; zamlar, grev yasakları ve diğer konular karabasan gibi üstümüze çöküyor. Ancak dünyanın çeşitli yerlerinde protestolar, başkaldırılar, devrim talepleri var. Neoliberal kapitalizm çoğunluğu mülksüzleştirip azınlığı zenginleştirirken, doğal kaynakları da muazzam bir hızda tüketiyor. Artık sorgulanmayan bir şeye dönüşmüş durumda. Ve bir yönetim biçimi olmaktan çıkıp kendisini sosyal bir yaşam biçimi olarak örgütledi.
Ekonomik liberalleşme adına devlet “rasyonelleşip”, yani 'kamunun-devletin yeniden yapılanması' adı altında sosyal devletin sökülüp atılması süreciyle karşı karşıya kaldık. Bunun sonucunda sağlık, refah, eğitim gibi en temel kolektif haklar bireyselleştirilerek, “biz” bireyselleştirilerek satılabilir kılındı.
Kapitalist hukuk çerçevesiyle ve devlet kavramıyla çok da problemi olmayan, anlık çağrılarla seferberlikler üreten yerel isyanlarla karşı karşıyayız. Anlık mücadeler anlık çözümsü şeylerle karşılaştıklarında dinme eğilimine sahipler. Ama bunun yanında radikal bir dönüşümü savunan, toplumsal ilişkilerin farklı örgütlenmesinin mümkün olduğunu düşünenler de var.
İnsanlık tarihinde kolektif yaşam biçimiyle kolektif üretimin kesiştiği tarihsel momentler var. Marx’ın sunduğu böylesi bir dünyayı kurabilmek için güncel bir analiz. Marx’ı 1986’da ilk okuduğumda %90’ını anlamamıştım. Ama anladığım bir şey vardı ve o günden beri beni en çok etkileyen şeylerden bir tanesi bu: İşçi sınıfının kapitalizmi tasfiye ettiği anda kendi varlığını da sona erdirecek olması. Bu çok çarpıcıydı benim için. 35 sene geçmesine rağmen hâlâ çok çarpıcı.
Arif Canpolat: Biz Kristal-İş olarak Şişecam’da var olmuş bir sendikayız. Orada yaklaşık %95 örgütlüyüz. Türkiye’deki cam sektörünün %80’inden fazlasına hakim bir sendika. Bizim patronumuz yok, bu bir avantaj. Kurumsallaşmış bir firma, birçok hakkını daha kolay alabiliyorsun. İktidarın bir müdahalesi var, CHP üzerinden hisselerle ilgili. Buna iktidarı destekleyen işçiler de karşı olanlar da aynı fikirde. Mevcut düzenin daha kötü yönde değişebileceği endişesi tabanda huzursuzluk yaratıyor. AKP eline geçirdiği her yere kayyım atıyor, kendi adamlarını yerleştiriyor. Bu yüzden bir gelecek kaygısı oluşuyor. Bölge halkı da tedirgin, oradaki oluşum onları da besliyor. Süreci yaşayıp neler yapabileceğimiz göreceğiz. Sendikada da bu tartışılıyor.
Beyhan Sunal: Bilgi’deki sendikalaşma deneyimimizden bahsedeceğim size. 2007 yılında Bilgi Üniversitesi ABD’li kuruluş Laurate’e satıldı. İki yıllık tartışmalı bir sürecin sonunda ortak oldular. İşçiler için bu dönem hak kayıplarına sebep oldu. Üniversiteye destek personeli için taşeronun girmesine karşı direniş başladı. Yönetimden de şeffaflık talep ediliyordu. ABD’liler taşerona niye karşı çıktığımızı anlayamadılar. Sonuçta destek personeli bir şekilde kurtarıldı. İmza toplayarak sonuç alınamayacağı ortaya çıkınca sendikalaşma süreci başladı. Bir sürü insan bunun işine daldı. Geniş yankı buldu sendika mücadelesi. Noter geliyordu, her gün birçok kişi sendikaya üye oluyordu.
2100 kişi var Bilgi’de çalışan. %50 sınırını geçecek kadar insanı örgütlememiz pek kolay olmadı. Yönetim en başında mücadelenin başını çeken 4 kişiyi işten çıkardı. Okulun bahçesinde çadır kurarak direndik. Pazarlıklar sonucu üç kişi işe geri alındı. O çadır da eğitim, dayanışma gibi işler için kullanılmaya devam edildi.
İki yıl sonra bir kez daha 4 kişi işten çıkarıldı. Yine çadır kurularak üç kişi işe geri aldırıldı. “Porno skandalı” diyerek bilinen olayda üç hocayı işten çıkardılar. 5 bin kişi eylem yaptık ve binayı işgal ettik. Hocalarımızı geri aldıramadık ama büyük bir eylemlilik olmuştu. Bir kez de İstiklal Caddesi’nde başka üniversitelerden ve çeşitli gruplardan da dayanışma gösterilen büyük bir yürüyüş yaptık.
Şu an destek personelin neredeyse %80’ini örgütledik. Akademisyenler ilk başta daha fazlaydı ve aktifti ama şimdi destek personeli daha yüksek oranda sendika üyesi. İdari personeller ondan biraz daha düşük. Daha önceden akademisyenler bize “Sizin durumunuz riskli, eyleme gelmeyin” diyorlardı. Bu süreçte biz eylem yaparken Barış İçin Akademisyenler meselesinden dolayı akademisyen arkadaşa “Sizin durumunuz riskli, eyleme gelmeyin” demeye başladık.
Mücadelede deneyimler biriktirdik. Çok devrimci olduğu için sendikaya gelmeyenler oldu. Çok liberal olduğu için gelmeyenler de oldu. Sosyal-İş whatsapp grubunda görüyoruz, Çapa gibi yerlere giriliyor, iki üç ay sonra toplu sözleşme gücüne kavuşuluyor. Bizim Bilgi’de pek böyle olmadı. Destek personeli, idari personel, akademisyenler; hepsinin hayatları, kaygıları, talepleri farklı. Bir aşamada bu farklılıkları aşmayı başardık. Dikeyden yataya geçen bir ilişki ağımız oluştu tüm personel arasında.
Okul yönetimi yine değişiyor. Daraldığımız bir dönem. Tabana açıldığımızda ise rahatlıyoruz.
Biz Sosyal-İş’e “Sendika biziz, siz bizim adımıza karar veremezsiniz” dedik. Zamanla iyi ilişkiler geliştirdik. Bu sendika bizi satar mı diye bir kaygımız var. Biz iyimser gerçekçi olarak kötü senaryoların hiçbirini görmek istemiyoruz. İnsan elinden geleni yaptığı ve başkalarıyla buluştuğu zaman umutlu oluyor. Bizim için kaçınılmaz gelecek umut.
Ferhat Bakırcıoğlu: On binlerce üyesi haksızca yere işten atılmış, sürgün edilmiş, işinden edilmiş Eğitim Sen üyesi bir eğitim işçisi olarak selamlıyorum sizi. İşçiyim diyorum çünkü biz çalıştığımız sürece doyuyoruz ve hayatımızı idame ettiriyoruz. Fabrikada işçi de olsak kamuda da çalışsak fark eden bir şey yok, temelde hepimiz aynıyız.
Bir yandan etrafımızda absürt uygulamalar var. Niye çıldırmıyoruz diye düşünüyorum bazen. 10 yıla yakındır öğretmen olarak kamuda çalışıyorum. Okulların bir geliri yok, bir bütçe veya ödenek verilmiyor. Bir ihtiyacınız olduğunda kendi başınızın çaresine bakmak zorundasınız. Çok temel demirbaşlar dışında kendi babanızın dükkanıymış gibi orayı idare etmek zorundasınız. Bunu dönüyoruz öğrencilerin ailelerine yansıtıyoruz. Her yıl Eylül ayında bunlarla ilgili haberler çıkar. Oysa herkes durumun ne olduğunu biliyor. Veliye de ciddi bir külfet oluyor bu. Özellikle sosyoekonomik düzeyi düşük bir bölgede çalıştığım için bunu çok daha yakından hissediyorum. 50 TL’lik bir talep bile ciddi bir sıkıntıya yol açıyor.
Buna ek olarak, uygulanan neoliberal politikalar dahilinde, özel okullar teşvik ediliyor. Bir kereye mahsus teşvik ödeniyor. İlkokulda 3 bin TL, ortaokulda 4 bin TL civarı bir meblağ aktarılıyor her yıl. Bir tarafta bu var. Diğer tarafta 1500 kişilik bir okulda çalışıyorum, öğrenci başına 50 TL verilse bir yıllık tüm masraflar çıkarılabilir.
Sene başında 8-10 saatlik bir iş için 300 TL alırken, sene sonunda bu para 230-240 TL’ye kadar düşebiliyor. Artan oranlı vergi dilimleri yüzünden bu oluyor. Sistem çalışanın sırtından dönüyor.
Toplu sözleşme yapıldı, yetkili sendika %4+%4’e imza attı. Vergi kesintim %15, dördüncü aydan itibaren %20’ye çıkıyor, zam gittiği gibi eksiye düşüyorum.
Bir diğer sıkıntı örgütlenmeyle ilgili. Eğitim Sen’e yönelik baskılar ortada. Yönetici atamalarında hükümet yanlısı sendikanın üyeleri kollanıyor. %4+%4’e imza atan da bir milyon üyesi olan bu sendika.
Şafak Ayhan: Beş büyük yokoluştan sonra iklim krizi nedeniyle altıncı büyük yokoluşla karşı karşıyayız. Buna bizi sürükleyen sebep kapitalist sistemin kendisi. Dört buçuk milyar yıllık dünyayı son 200-250 yılda yaşanmaz duruma getirmiş durumdayız.
Soyut sloganlarla mücadele etmektense kapitalizmin en büyük destekçisi olan büyük şirketleri, sermayeyi ve hükümetleri hedefe koymalıyız.
Greta Thunberg'in önderliğinde başlayan mücadele yerellerde ve işçi hareketinin desteğiyle milyonlarca kişiyi harekete geçirdi.
Antikapitalist bir perspektiften bakıldığında iklim krizi diğer birçok sorunla bağlantılı ele alınabilir. Gelir adaletsizliği almış başını yürümüş durumda. Diğer yandan Sosyalist İşçi gazetesinde denildiği gibi “ayın sonunu getiremeyenler gezegenin sonunu getirenlere karşı” mücadele ediyor. Bu mücadeleler iç içe geçmiş durumda.
Diğer bir mesele de iklim mültecileri. İklimdeki değişiklikler bazı bölgelerde insanları göçe sürüklüyor. Sadece savaşlardan, doğal afterlerden, hastalıklardan değil, artık önümüzdeki 10 yıl içinde gerekli önlemler alınmazsa iklim nedeniyle de kaçışlar başlayacak. Dolayısıyla iklim için mücadele ettiğimiz gibi Hepimiz Göçmeniz diyerek göçmenlerle dayanışma için de mücadele ediyoruz.
3 Nisan’daki küresel iklim grevine hazırlanıyoruz. Bu döneme Antikapitalistler olarak bütün mücadeleleri birbirine bağlayan bir hatla hazırlanıyoruz.
Kıymet Aram: Kurumun bir aşamada çevre mücadelesinden bildiğimiz şirket gibi bir yönetime geçtiğini gördük. Bu değişime karşı tüm çalışanlarla başlattığımız süreç, benim itirazlarımla devam etti. Yeni gelen yönetim sadece çalışanlarla değil gönüllülerle de sorun yaşamaya başladı. Gönüllere yapılan haksızlıklara da kurum içinde karşı çıktığım için istifaya zorlandım. İş kalemlerimden birine el koydular. Resmi bilgilendirme yapmadan, kapalı kapılar ardından aldıkları kararlarla bunları yaptılar. Greenpeace’deki 8 yılımın son 4 yılı bunlarla geçti. Uğradığım mobbingle ilgili en üst yönetim kurullarına başvurmuştum. Bunun ardından 2018 yılının sonunda apar topar, Greenpeace’in ilkelerine ve Türkiye’deki iş kanunlarına uymadan beni işten çıkardılar. İki ayrı dava açtım. Biri işe iade, diğeri işçi alacakları. İşe iadeyi kazandım, Greenpeace işe iadeyi kabul etmedi. Tazminatımı da eksik yatırdılar. Süreç beni de kızımı da çok yıprattı, ikimizin de Greenpeace ile ilgili hayalleri yıkıldı.
2019 Aralık’ında Greenpeace önünde bir basın açıklaması yapıp süresiz oturma eylemi başlattım. 18 Aralık’ta yönetimin talebi üzerine onlarla görüştüm. Greenpeace’in özür dilemesiyle eylemimi sonlandırdım. İşçi alacakları davasını da kazandım. Mahkemenin kararını açıklamasını bekliyoruz. Böyle bir mücadele süreci yaşadım.
Dünyadaki haksızlıklara karşı birlikte mücadele ettiğinizi sandığınız insanlarla böyle sorunlar yaşıyorsunuz. STK’lar dünyasıyla ilgili bu da bir hayal kırıklığı.
Tuğba Çelik: Neoliberalizm koşullarının bizi yalnızlaştırması, tek başına mücadeleye itmesinin çok ağır sonuçları oluyor. Ama ben de bunun tam tersi bir örnek anlatacağım. Sinema sektöründe cinsel taciz, istismar ve buna karşı toplu olarak nasıl cevap verildiğinden bahsedeceğim.
2017 yılının sonunda #MeToo hareketiyle birlikte kitlesel eylemler başlamıştı ABD’de. “Eğer sen de tacize uğradıysan #MeToo de” diyen bir hareket, sinema sektöründe iktidar mekanizmalarını elinde bulunduran yapımcıların taciz ve şiddetle dolu bir geçmişi olduğunu açığa çıkardı.
Bunlara maruz kalan kadınların Salma Hayek, Uma Thurman gibi sektörden ciddi para kazanan isimlere kadar uzandığını gördük. Ama bunun yanında böyle bir nüfuza sahip olmayan, set işçisi kadınların durumu da açığa çıktı.
İfşa kolay bir süreç değil. Çünkü bu başladıktan sonra, bir de eril düzeni arkasına alan bir medya var, bir de ona karşı açıklamak ve anlatmak durumunda kalıyorsunuz.
Türkiye’de #MeToo dalgasıyla birlikte birçok tacizin olduğunu, böyle geldi böyle gider anlayışının yerleştiğini, bunun çok konuşulmadığını gördük sinema sektöründe. Burada mesele estetikle ilgili olduğu için, olay seni seçecek olan kişinin seni “beğenip beğenmemesi” noktasına geliyor, kadınlar için daha da zor bir durum. Bunlara karşı “Susma bitsin” diye bir birlik kuruluyor. Çeşitli ifşa süreçleri ve buna paralel olarak mahkemeler, davalar ilerliyor.
Elit İşcan’ın Efecan Şenolsun'u ifşa etmesi ve dava açmasıyla başlıyor süre. Elit meseleyi yapımcılarına ve menajerlerine anlattığında “Efecan şu an sarhoş” gibi idare etmesine yönelik cevaplar alıyor. Olayı sinema sektöründeki kadınlarla konuştuğunda ise bunu kamusal alana taşıyacak bir birliktelik başlıyor. Elit’in davası kazanıldı; hem hukuki açıdan hem de bir sonraki dizide Efecan’ın oynadığı rolün bir kadın tarafından yakılarak öldürülmesi anlamında. Susma bitsin örneği, beraber mücadele edildiğinde, cinsel tacizin daha bireysel, gizli, konuşulamaz bir yerden böyle bir noktaya gelmesinin ne kadar kıymetli olduğunu gösteriyor. Kadınların bunu birlikte örgütlüyor olmaları çok önemli.
Dila Ak: Özel sektörde çalışan bir beyaz yakalı olarak LGBTİ+ bireylerin mücadelesiyle ilgili bir deneyim paylaşacağım. Heteronormatif ve natrans kadınlarla natrans erkeklerin ilişkilerinin norm kabul edildiği bir sistemde yaşıyoruz. Bizimkisi dresscode olmayan, çalışanlarının kendisi olarak var olmasını istediğini söyleyen uluslararası bir şirket. Şirket içerisinde de “gönüllülük” esasında, insanların para almaksızın kurduğu STK benzeri yapılar var. Kadın hakları için mücadele eden bir oluşum var. Benim eş başkanı olduğum, LGBTİ+ bireylerin heteroseksüel bireylerle eşit olarak aynı koşullarda yaşamasını sağlamaya çalışan bir grup var. Şirket din, dil, ırk vb bakmaksızın herkese eşit davrandığını iddia ediyor ama bu iş arayanlar tarafında belirli değil. Bizim çalışanlar olarak bunu denetliyor olmamız lazım. Şirketler sözler veriyorlar ama ne kadar tutuyorlar bunu?
İş görüşmelerine katılan insanların ayrımcılık olmadığına ikna olabilmesi için bu ortama küçük bir LGBTİ+ bayrağı bıraktık. İş ilanlarında cinsiyet kutucuğunda kadın ve erkeğin yanı sıra “diğer” seçeneği eklendi. Her iş ilanının altına bir metin yerleştildi, burada şirketin ayrımcılık yapmama politikasının olduğu belirtiliyor. Burada özel ihtiyaçları olan insanların, göremeyen ve duyamayan bireylerin de uygun pozisyonlarda çalışabileceği anlatılıyor. Pride haftasında şirkette kutlama yaparak gökkuşağı bayrağını dalgalandırdık. Şirket içerisindeki kütüphanenin tek bir rafını LGBTİ+ bölümü yaptık. Bunların hepsi bizim gönüllü olarak yaptığımız şeyler.
Bunu yapmaya ihtiyaç duyuyoruz çünkü yaşadığımız sistem içerisinde LGBTİ+ bireylerin haklarının savunulması çok çok önemli.
Faruk Sevim: Kapitalizm, 1980’li yıllardan itibaren neoliberalizm dediğimiz yeni bir evreye girdi. Sermayenin serbest dolaşımı için önündeki bütün engeller kaldırıldı. Ama emeğin serbest dolaşımı asla sağlanmadı. Neoliberal kapitalizm 2008 yılında ABD’de kredi balonunun patlamasıyla krize girdi. Kriz kısa zamanda bütün dünyaya yayıldı. Yoksullaşan kitleler diktatörlere, kendilerini soyan kapitalistlere karşı ayaklandı, ayaklanmalar devam ediyor.
Bazı ülkelerde,2008 krizi sonrasıulus devletleri korumayı savunan ideolojiler ve onların siyasal temsilcileri, ABD’de Trump, Macaristan’da Orban gibi ırkçılar iktidara geldi. Milliyetçiliği, ulus devleti savunan, iklim krizini yok sayan, göçmen düşmanı politikacıların sayısı arttı.
Ama bir yandan da bugün yaşadığımız bütün sorunların kaynağının kapitalizm olduğunu bilen sosyalistler, her yerde seslerini yükseltiyorlar. ABD’de Sanders, İngiltere’de Corbyn, dünyada pek çok sol akım göçmenlerle dayanışan, iklim için mücadele eden antikapitalist çizgiyi savunuyorlar.
80’lerden sonra pek çok kapitalizm savunucusu, işçi sınıfının teknolojik gelişmeler sonucu giderek yok olacağını, dünyayı değiştirme gücünün ortadan kalktığını iddia etti.Ama 2008’de kapitalizmin krizinden sonra şu gerçeği herkes tekrar hatırladı; işçi sınıfı sürekli büyüyor. Bugün dünyada çalışanların yüzde 50’den fazlası işçi, 2 milyarı aşan bir işçi kitlesi var, bunların 300 milyonu sendikalı. Sadece Hindistan’da 40 milyon sendikalı işçi var. Türkiye’de de 32 milyon çalışan insanın 22 milyonu işçi, bunların 3,7 milyonu sendikalı.
İşçi sınıfı dünyanın pek çok yerinde yoksulluğa, krize, baskılara, kapitalizme karşı ayağa kalkıyor. Sendikalar sürekli hak talepli grevler, direnişler gerçekleştiriyor. Bu mücadelelerin sonunda daha güzel, yaşanabilir bir dünyaya ulaşma imkânımız var. Ama aynı zamanda popülist sağ iktidarların yayılması tehlikesi de var. Kimin kazanacağını işçi sınıfının örgütlenme ve mücadele yeteneği gösterecek.
Türkiye’de neoliberalizm 1980’lerde uygulanmaya başlandı. Neoliberal uygulamalar AKP iktidarı döneminde devam etti. Hemen tüm önemli kamu işletmeleri devletleştirildi. Emeklilik yaşı 65’e yükseltildi.Sendikaların gücü kırıldı. Bireysel emeklilik sistemi kuruldu. Özel istihdam büroları açıldı. Esnek çalışma yasal hale getirildi. Kredi sistemi yaygınlaştırıldı, tüm insanlar kredi borçlusu haline getirildi. Vergiler artırıldı, KDV’nin yanı sıra ÖTV uygulaması başlatıldı.
15 Temmuz sonrası ilan edilen Olağanüstü Hal, çalışma ve grev hakkını ortadan kaldırdı. 140 bin kamu görevlisi, yargı kararı olmaksızın ve yargı yolları kapatılarak işten çıkarıldı. OHAL Temmuz 2018’de kalktı, ama OHAL uygulamaları, valiliklere verilen yetkiler yoluyla bugün de devam ediyor.
Ortalama işçi ücretleri sürekli asgari ücrete yaklaştırıldı, alım gücü azaltıldı. İşçiler gelir dağılımından gereken payı alamadı ve yoksullaştı. Grev hakkı, grev yasaklamaları nedeniyle fiilen ortadan kaldırıldı.
İşsizlik, hayat pahalılığı ve enflasyon en büyük sorun haline geldi. 16-25 yaş arası 10 milyon gencin yarısından çoğu işsiz veya evde oturuyor, iş bile aramıyor. Çünkü iş bulma ümitleri yok. Toplam işsiz sayısı, iş bulma ümidi olmadığı için aramayanlar dahil edildiğinde 7,5 milyonu buluyor.
Gerçek enflasyon yüzde 50’leri buluyor. Doğalgaz, elektrik bir yılda yüzde 50’nin üzerinde zamlandı. Gıda fiyatları aynı şekilde arttı. Yoksulluk nedeniyle intiharlar meydana geliyor. Ama bir yandan Cumhurbaşkanı için mevcut sarayının yanı sıra 2 yeni saray daha yapılmasına devam ediliyor.
Milyoner sayısı 2019 yılında bir önceki yıla göre 30 bin artarak 210 bine çıktı. Hükümet batmakta olan şirketleri kurtarmak için kamu fonlarını istediği gibi kullanıyor.
Sendikalar sayısal olarak her geçen yıl büyüyorlar, ama yeterince etkin değiller. Geçen yıl (memurlar dahil) 3,5 milyon olan sendikalı işçi sayısı, şimdi 3,7 milyon oldu. Bu sayısal artışa rağmen sendikaların etkinliğinde bir artıştan maalesef söz edemiyoruz.
Ekonomik kriz nedeniyle tek tek işyerlerinde yaşanan direniş ve eylemler, sınıfın bütününün katıldığı kitlesel eylemlere evrilemiyor. Sendikaların aldığı grev kararları çoğunlukla hükümet tarafından yasaklanıyor. Sendikalar grev yasaklamalarına karşı ses çıkaramıyorlar. Bunda sendikalara egemen olan uzlaşmacı zihniyetin etkisi var.
İşçilerin tabandan gelen birleşik mücadele eğilimleri güçleniyor. Ama sendika liderlikleri bu eğilimlere direnmeye çalışıyor ve toplu sözleşmelerde işçileri kolayca satabiliyor. Türk-İş başkanının 200 bin kamu işçisini nasıl sattığını, açık kalan mikrofon sayesinde kendi ağzından dinledik. Gerçek enflasyonun yüzde 50’lerde olduğu bir dönemde yüzde 8’e imza atıp “işi kapattı”.
Doğal gaz, elektrik faturaları, ulaşım giderleri son bir ayda olağanüstü arttı. Önceki bir yılda zaten yüzde 50’lere varan bir enflasyon söz konusuydu. Bu rakama yılbaşından bu yana en az yüzde 10 daha eklendi.
İşçi sınıfının öfkesi artıyor. Aşırı yoksulluk, düşük ücretler, artan fiyatlar, artan vergiler ve işsizlik çok yakın zamanda bir kitlesel işçi hareketine yol açabilir.Yaşanan ekonomik kriz, yoksullaşmanın ulaştığı korkunç boyutlar, işçileri her an sokağa çıkmaya sevk edebilir. Buna artık sendika bürokratları da engel olamazlar.
Her türlü direnişe, eyleme, greve destek olmalıyız, onunla dayanışma göstermeliyiz. Sendikalara üye olmalıyız. Sendikaların birlikte mücadelesi için çaba göstermeliyiz, onları ses çıkarmaya zorlamalıyız.
Patronların ve hükümetin saldırılarına karşı işçi sınıfının tüm örgütlerinin tabandan mücadelesini ve birliğini hedeflemeliyiz. İşçilerin birliğini savunmalı, öne çıkartmalıyız. Her türlü hak mücadelesi; çevre, kadın, hayvan, LGBTİ, göçmen hakları için mücadele, barış mücadelesi, bütün bunlar işçi sınıfının ekonomik ve siyasal hak mücadelesinden ayrı değildir, birlikte mücadele etmek gerekir. Birleşen işçiler yenilmez.
Salondan katkılar:
"İşçilerin iktidarda gözleri var evet ama sermayenin yönettiği dünyanın geldiği hâli gördüğümüz için. En ufak mücadelede bile görülebilen işçi radikalliği ise bizi umutlandırıyor."
"Toplumun birçok alanında büyük bir öfke var, bugünkü konuşmalarda da bu gözlemlenebiliyor. Bütün bu öfke alanlarını birleştirebilecek bir şeyi konuşmakta fayda var. DİSK’in kongresi böyle bir öfkenin platformu olabilecekken İyi Partililerle Kılıçdaroğlu’nun konuştuğu bir yere dönüşüyor. Demokrasi Bloku propagandası yapılıyor. Bu toplantıdaki benzeyen bir havayı 1 Mayıs’a yansıtmak için bir heyet oluşturup DİSK’e, Türk-İş’e, Susma bitsine gitsek. İnsanlar kendilerini yakmamalı, bu düzeni yakmalı. Bunun gibi toplantıları başka şehirlerde de inşa edersek bir öncü işçiler ağı kurabiliriz."