Sosyalist İşçi gazetesi, 617. sayısında AKP dönemindeki enerji politikalarını ve doğa yıkımını ele aldı.
AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında 129,4 milyar kWh olan elektrik üretimi, 2015 yılı sonunda iki kattan fazla artarak 261,8 milyar kWh’ye yükseldi. Kaynaklara göre dağılımın %33,7’sini hidrolik, %29’unu doğal gaz, %22,1’ini kömür, %6,7’sini rüzgar, %1’ini jeotermal, %1’ini güneş, %6,5’ini ise diğer kaynaklar oluşturuyor.
Hükümet, önümüzdeki 10 yılda enerji talebinin iki katına çıkacağı öngörüsüyle 2023 ana hedeflerini çizmişti. Buna göre 2023’te %70 civarında enerji kurulu gücünde artışa gidilmesi planlanıyor. Bu, çok sayıda HES, termik santral ve nükleer enerji santrali kurulması anlamına geliyor.
Ancak bu resmi senaryoların şişirildiği de sıklıkla vurgulanan konulardan biri. Mesela 9. Kalkınma Planı’nda 2013 için öngörülen elektrik enerjisi talebi 295 bin 500 GWh iken, reel talep bu rakamın %20 altında kalmıştı. Resmi senaryoların belirgin şekilde yüksek tutulduğu gerçeği WWF’nin “Türkiye’nin Yenilenebilir Gücü” raporunda da göze çarpıyor. Rapor, enerji bakanlığının resmi plan senaryosu da dahil olmak üzere üç farklı senaryoyu karşılaştırarak 2030 yılında elektrik talebinin resmi projeksiyonlara göre %25 daha düşük olacağını öngörmekte.
Hükümet enerji ihtiyacını abartıyor çünkü enerji üretimi için yapılacak santraller inşaat sanayi açısından önemli. Ayrıca fazla üretim ile elektrik ihracatı da hedefleniyor ve nükleer santral yapımı meşrulaştırılmış oluyor.
Yerli kömürle kirli enerji üretimi artacak
2015 yılında yaklaşık 36,2 milyar kWh olarak gerçekleşen yerli kömür kaynaklı enerji üretiminin 2018’de 57 milyar kWh’ye çıkarılması 2023’e kadar da yerli linyit ve taşkömürü kaynaklarının tamamının yani %100’ünün enerji üretimine açılması planlanıyor. Bu plan doğrultusunda aktif durumda olan 26 termik santrale ek 70 termik santral projesi geliştirilmiş durumda.
Türkiye bir yandan kömürün tamamını kullanmayı hedeflerken bir yandan da Paris İklim Anlaşması gereği karbon salımını azaltacağını taahhüt ediyor. Oysa ikisini bir arada yapmanın mümkün olmadığı ortada.
2015 yılında Türkiye’de hava kirliliği ölçüm istasyonlarından toplanan verilere göre ulusal sınır değerleri 50 ilde, Dünya Sağlık Örgütü’nün standartlarına göre ise Çankırı dışında 80 ilde aşılmış durumda. Termik santrallerin dört kat arttırılması ile bu kirlilik daha da artacak.
Jeotermal enerjinin arttırılması hedefi
Hükümet açısından yenilenebilir enerji kaynakları arasında görülen jeotermalde, Türkiye 700 MW enerji üretim kapasitesine ulaşmış durumda. Ancak jeotermal anlatıldığı kadar masum bir enerji kaynağı değil. Jeotermal enerji kullanımı yeraltındaki zehirli gazların da yer üstüne çıkmasına neden oluyor. Ayrıca kullanılan sıcak suyun soğuduktan sonra boşaltılması gerekiyor ki bunun yapılış biçimi bulunduğu çevreyi etkiliyor. Özellikle Aydın ve çevresinde yoğunlaşan jeotermal enerji üretim santrallerinin toplu zehirlenmelere sebep olduğu, kanser vakalarını arttırdığı, tarım alanlarını çoraklaştırarak bölge çiftçisinin geçim kaynağı incir, üzüm gibi ürünleri tahrip ettiği, hayvan ölümlerine yol açtığı ve su kaynaklarını kirlettiği biliniyor.
Nükleer santral istemiyoruz!
Türkiye uzun zamandır nükleer enerji santrali yapmaya çalışıyor. Şişirilen enerji talebi raporları ile hükümet nükleer enerjiye ihtiyaç olduğunu üstelik nükleerin temiz bir enerji olduğunu anlatıyor. Oysa Türkiye’nin yıllık enerji miktarının %10’unu tek başına üreteceği söylenen nükleer santralin Türkiye’nin enerji ihtiyacı ile hiç bir ilişkisi yok. Nükleer enerji temiz bir enerji de değil.
Türkiye altmışar yıl ömür biçilen ve sırasıyla 4800 ve 4480 MW enerji üretmesi beklenen Akkuyu ve Sinop nükleer santrallerini yapmayı hedefliyor. Bir de konumunun İğneada olacağı birçok kez kamuoyuna açıklanan üçüncü nükleer santral projesi var.
Nükleer santral aslında nükleer silah üretiminin ilk evresidir ve bu girişim esas olarak militarist bir projedir.
Nükleer santral Türkiye gibi bir deprem ülkesinde ayrıca risklidir. 2011 yılında Japonya’da gerçekleşen bir deprem sonucu Fukuşima Nükleer Santrali’nde yaşanan felaketin ekolojik, ekonomik ve insani yıkımı yıllardır sürüyor.
Nükleer santral ekolojik olarak son derece yıkıcıdır. Dünya genelinde nükleer santrallerde sızıntılar yaşanması çok sık görülür. Greenpeace 2009 yılında yayınladığı bir raporda sadece Fransa’daki nükleer santrallerde her yıl ortalama 900 kaza ve sızıntı meydana geldiğini belirtmişti.
Nükleer atıklar da yüzlerce yıl radyasyon yaymaya devam ettikleri için saklama koşulları bir diğer ekolojik felaket tehdidir.
Nükleer santraller su varlıkları açısından da büyük bir tehdittir. Nükleer santrallerin soğutma işlemleri için çok fazla suya ihtiyaçları var. Örneğin Sinop’ta kurulması planlanan nükleer santralin bir günde Türkiye’nin günlük kullandığı suyun iki katını kullanacağı yani 28 milyon metreküp su tüketeceği bekleniyor. Bu soğutma suyuna her hangi bir radyasyon sızıntısı olması durumunda da yine bir ekolojik felaket yaşanacaktır. Santralden boşaltılacak yüksek miktarda sıcak su santral çevresindeki canlı yaşamını da yok edecektir.
Daha fazla baraj ve yıkım
2023 hedefleri kömür gibi ülkenin hidro (su) potansiyelinin de %100’ünün kullanılacağını belirtiyor. Bu amaca yönelik olarak 727 olan baraj sayısının 2023 yılına kadar, yani sadece 5 yıl içerisinde, iki katına yani 1.454’e çıkarılacağı bizzat Orman ve Su İşleri Bakanı tarafından açıklandı. Buna sayıları 600’ü bulan HES’lerin de radikal bir biçimde artarak ekleneceğini eklemek gerekiyor.
Dünyada hidro potansiyelinin tamamını kullanan hiçbir ülke yok. BM’ye göre bir ülkenin su potansiyelinin %20’den fazlasını kullanması doğayı olumsuz etkiliyor. %20-40 arası kullanım ise ekolojiye zarar vermekle beraber tolere edilebilir deniyor. Türkiye şuan %33’ünü kullanır durumda. Dünyada %40’ın üzerinde su potansiyelini kullanan sadece 2 ülke var; Mısır (%52) ve İran (%97). İran’ın su politikalarının ülke ekoloji ve ekonomisi üzerinde yarattığı yıkım ise son yıllarda İran yönetimi tarafından da kabul ediliyor.
(Sosyalist İşçi)