Bir aydır sıcak hava dalgası ile kavrulan Hindistan’da ölenlerin sayısı her geçen gün artıyor. Son resmi verilere göre ölenlerin sayısı 2200’e yükseldi. Ölenlerin çoğunluğunu yaşlılar, evsizler ve dışarıda çalışmak zorunda olan işçiler oluşturuyor. Fazla sıcaklığa maruz kalmanın, susuzluğa, sıcak çarpmasına, dokuların hasar görmesine, bilinç kaybına, kalp krizine yol açtığı ve vaktinde müdahale edilmemesi ile ölümlere neden olduğu belirtiliyor.
Sıcaklığın 50 derecelere ulaştığı bir ortamda, yetkililer insanlara mümkün olduğunca evlerinden çıkmamalarını tavsiye ediyor ama bazıları için bu mümkün değil. Çalışmazlarsa bu sefer de açlık çekecekleri için “Yapacağımız bir şey yok, sıcak da olsa işe gitmek zorundayız” diyorlar ve en fazla ölümler de bu insanlar arasında oluyor. İklim değişikliğinden en fazla etkilenecekler en yoksullar, en dezavantajlı gruplar olacak diyorduk. Hindistan’da bu durum birebir yaşanıyor.
Hindistan bir istisna mı?
Hindistan’da her zaman Muson yağmurlarının öncesinde sıcaklıklar artar. Tıpkı Filipinlerin tayfunları ile ünlü olması ya da Afrika kıtasının soluğunu kesen kuraklıkların yaşanması gibi. Kuraklık, seller, tayfunlar vb olaylara alışkınız. Alışkın olmadığımız bu doğal afetlerin sayısının ve şiddetinin artması. Artık Hindistan’da sıcak hava dalgası o kadar şiddetli yaşanıyor ki sıcaklık nedeniyle ölenlerin sayısı binleri aşıyor. Hindistan’a bereket taşıyan Muson yağmurları da şiddeti ile tarım alanlarını sular altında bırakan sellere ve yine toplu ölümlere yol açıyor. Her yıl sonunda BM bünyesinde yapılan ve devlet yetkililerinin katıldığı iklim zirvelerinin 19’uncusunda Hayian Tayfunu ile yerle bir olan Filipinler adına konuşma yapan kişi şöyle demişti: “Ülkem tayfunlara alışkındır. Ama iklim değişikliğinin şiddetlendirdiği saatte 300 km hızındaki tayfunlara değil. Bizim beklemeye ve bir başarısız iklim zirvesine tahammülümüz yok. Her geçen gün ülkemi yerle bir eden tayfunların şiddetini arttırıyor.”
Bu konuşmanın yapıldığı zirvenin üzerinden de bir dört sene geçti. İklim değişikliğini durdurma konusunda atılan herhangi ciddi bir adım olmadığı gibi iklim değişikliğinin devletler nezdinde konuşulmaya başladığı günlerde CO2 oranı atmosferde 297ppm iken bu yılın başında 401ppm’e ulaştı. Bu artış ile sıcaklık artışının 2 derecenin altında tutulması neredeyse imkânsız hale geldi.
Duvara karşı son sürat
İklim değişikliği ile tüm canlılar bir araba içinde son sürat hızla duvara karşı ilerliyoruz. Duvarla aramızda mesafe gittikçe azalıyor. Hızı artan arabanın içinde artan seller, kuraklık, fırtına ile savrulup duruyoruz, duvara çarptığımızda ise ne duvar kalacak ne de araba. Bu durum çok uzun zamandır sayısız bilimsel raporda ifade ediliyor.
Bilim insanları yıllardan beri söyledikleri net bilimsel bilgilerin neden anlaşılamadığı konusunda şaşkınlık yaşıyorlar. “25 yıldan beri açıkladıklarımızın neresini anlamadınız?” diye soruyorlar?
Mantıksızlığın adı kapitalizm
Bu akıldışı, mantıksız, irrasyonel, vicdansız duruma nasıl sürüklendiğimizi, neyin bizi buna ittiğini açıklayabilmemiz gerekiyor. Keşke sadece baştaki politikacıların, fosil yakıt şirketlerinin kötü olması ile açıklanabilecek bir durumda olsaydık. Yerlerine daha iyilerini geçirerek sorunu çözebilirdik. Lakin sorun daha köklü, yoksulluk, açlık, işsizlik, eşitsizlik ve adaletsizliğin kaynağı olan kapitalist sistem şimdi bütün bu başlıkları kesen üst bir başlık ve devasa bir krize neden oldu: İklim değişikliği.
Bu krizin temelinde kapitalist sistemin ekonomik işleyişi yatmakta. Büyümek kapitalist sistemin fıtratı, doğası, temel işleyişi. İstinasız her bir işletme açısından geçerli olan sürekli büyümek için daha fazla üretim yapmak, rekabet koşullarında ürün satmak, satarken kâr elde etmek, öz sermayesini büyütmek ve bunu her yıl büyüterek devam ettirmek üzerine kurulu bir işleyiş, bir döngü. Bu hedefi gütmeyen bir işletme ayakta kalamaz. Bu işleyiş içinde yatırımcıların derdi ne doğal varlıklar ne çocuk emeğinin kullanımı, ne toplumsal kaygılar ne de başka bir şey.
Kapitalizmin büyüyemeden yaşayamayacağı gerçeği çevremizdeki her şeyi bir artı değer konusu haline getiriyor. Üretimin en önemli girdilerinden biri de doğal varlıklar ve doğal varlıklar da sonsuz değil. Sermaye birikiminin, sonlu bir kaynak ile sonsuza kadar sürdürülmesi bugün tüm sürdürülebilirlik iddialarına ve enerjinin yeşile boyanması çabalarına rağmen mümkün değil. Limitler zorlandıkça olumsuz sonuçlar artıyor hatta tüm canlı yaşamı tehdit eder hale geliyor. Hâlihazırda doğal varlıklar yerine tekrar koyulabileceğinden %30 oranında daha hızlı bir biçimde tüketiliyor. Eğer bundan sonra da şu ana kadar olduğu gibi tüketilmeye devam edilirse, 2035 yılında bütün insanlara gereken besin, enerji ve yaşam alanı sağlamak için yeni bir dünyaya ihtiyacımız olacak. Ama böyle yedekte bekleyen bir gezegen yok! Buna rağmen BM’nin tahminlerine göre 2050 yılına kadar dünyada yaratılan toplam katma değer 3-4 katına çıkacak. Oysa bu büyüme hedefi ile karbon salımlarını azaltma konusunda ciddi bir uyuşmazlık var. İklim değişikliğini 2 derece altında sınırlamak için fosil yakıtların kullanımının %80 oranında düşürülmesi gerekiyor. Yani dünya ekonomisinin patronları olan ABD, Avrupa ve hızla büyümekte olan Çin ve Rusya, Brezilya, Hindistan, Türkiye gibi gelişen ve karbon salımları hızla artan ülkelerin büyümenin motoru olan fosil yakıtlardan vazgeçmeleri gerekiyor.
Bizim, başka bir ekonomiye, başka bir yaşam tarzına, başka bir toplumsal ilişkiler ağına tam da bu yüzden ihtiyacımız var. Kapitalist sistem işlemiyor, kriz yaratıyor. Sürekli üretim ve tüketimi zorunlu kılan sistem dünya üzerinde yoksulluk ve adaletsizliği ortadan kaldırmıyor aksine yaygınlaştırıyor ve derinleştiriyor.
Ekonominin temeli pazara dayandığı ve pazarda yer alan işletmeler de birbiriyle rekabet ettikleri sürece, kapitalizmin bütün olumsuz sonuçlarının katlanarak artacağını bilmemiz lazım.
Bütün insanlığın hayatını etkileyen, ama işletme sahipleri dışında kimsenin söz sahibi olamadığı pazarın diktatörlüğüne son vermemiz gerekiyor. Hepimizin hayatını doğrudan ilgilendiren konularda karar alma süreçlerine öyle temsili falan değil, doğrudan katılabilmemiz gerekiyor. İklim krizini ancak planlı bir üretim, ihtiyaca göre bir üretim-tüketim ilişkisi ve kirliliğe sınırlamalar koyabilecek planlı bir ekonomi çözebilir.
Karbon salınımlarının azaltılmasını istiyorsak bunun adını koymamız gerek. Kapitalist pazarlarla insanlık arasında bir seçim yapmak zorundayız. İkisinin birden kurtulması olanaksız.
Nuran Yüce, Küresel Eylem Grubu (KEG) aktivisti
(Sosyalist İşçi)