Balıkçı aktivist Kenan Kedikli yazdı.
Marmara denizi her ne kadar Cebelitarık Boğazı ile okyanuslar sistemine bağlı olsa da kendisine ait oşinografisi ve Akdeniz Havzası içindeki özel konumu itibarı ile önemli bir deniz. Akdeniz denizler sisteminin en büyük üreme alanı olan Karadeniz yolunda bir mola alanı. Gerek üreme göçü gerekse de beslenme göçü esnasında birçok türün konaklama alanı.
Tabanında, tuz oranı ve sıcaklığı sabit Akdeniz suyu; yüzeyinde ise Karadeniz’in oksijen zengini suyu bulunduğu için yaşamaya devam eden bir iç deniz Marmara.
1950’li yıllardan bu yana yapılanlara ve yapılmayanlara rağmen muazzam yaşam arzusu ile hayata tutunan bir deniz. Kapitalist kalkınma anlayışına kurban edilen ama bir türlü ölmeyen bir deniz.
Zaman zaman çöplük, zaman zaman bedava otoyol, zaman zaman ise eğlence alanı olarak görülen bir deniz. İçindeki çok kıymetli ekosistemin ve varlıkları o ekosisteme bağlı olan insanların görmezden gelindiği bir deniz.
Bu denizi anlamadan yapılacak hiçbir tartışma anlamlı değildir.
Marmara Denizi 2007 yılında başlayan müsilaj “felaketinin” bu ilkbaharda pik yapmasına rağmen hala tartışmaların öznesi olabilmiş değil. Krizi fırsata çevirmek isteyenlerin, gündeme tutunarak görünür olmak isteyen “araştırmacı” ve gazetecilerin ve ulusalcı mahallenin kuşatması altında.
Müsilaj, “geliyorum” dedi
Konudan yeni haberi olan çok sayıda insan için olan biten bir muamma olsa da esasen müsilajın sebepleri de çözüm yolları da konunun ilgilileri tarafından bilinen şeylerdi. Bir kez daha tekrarlamak gerekirse; müsilajın birincil sebebi, denizdeki besin tuzlarının artışıdır. İkincil sebepler ise mikro organizma yok edicilerin (başta midye olmak üzere Sardalye, Hamsi, Çaça ve İstavrit’in) biyokütlesindeki büyük çöküş ve küresel sıcaklık artışına bağlı deniz suyu sıcaklıklarındaki artıştır.
Yapılması gerekenler ise; kirlenmeyi durdurmak, Marmara’da midye ve küçük pelajiklerin avcılığının azaltılması yönünde karar almak ve bunlar için gereken adımları atmaktır. İklim değişikliğine karşı yapabileceğimiz tek şey ise uluslararası kapitalist sistemin yok oluş politikalarına karşı küresel topyekûn bir mücadeledir.
Balık meselesi
İşte yazının başlığına tam da bu noktada geliyoruz. Aslında gündeme tutunmaya çalışanlar gündem yok olduğunda kendileri gündeme yön vermeye çalışıyorlar. Bu sefer hadise tam olarak böyle gelişmedi.
Hidrobiyolog LevenT ARTÜZ önce birartıbir dergisi ile yaptığı röportajda “Balıklardaki hastalık müsilajı aratacak” diyerek sansasyonel bir iddiada bulundu ve sonrasında buna dayanarak Karar gazetesinde İsmet BERKAN “Siz siz olun, Marmara’da tutulmuş balıkları yemeyin” başlıklı bir yazı yazdı. Sonra da işler şirazesinden çıktı, küçük balıkçı kooperatiflerindeki balık satışları aniden durma noktasına geldi.
Artüz röportajda “ Palamut ve lüfer Karadeniz’den gelip Akdeniz’e göç ediyor. Göç zamanında istavrit yiyerek besleniyorlar. Orkinos veya kılıç balığı gibi daha büyük balıklar da palamutu veya lüferi yiyor. Enfekte olmuş istavriti yiyen palamut, onu yiyen orkinosu da hastalandırma riskini taşıyor. Dolayısıyla hastalığın Ege ve Akdeniz’e yayılma riski var” diyerek devam ediyor. Net bir şekilde bir enfeksiyondan bahsetmesine rağmen ilerleyen bölümlerde enfeksiyondan değil “karaciğer tahribatı ve üreme organlarında gelişme bozukluğu” gibi, tartışmaya açık iddialarda bulunuyor.
Tartışmaya açık diyorum, çünkü bir araştırmacı olan Artüz bilimsel disiplindeki hiçbir kurala uymuyor:
Enfeksiyondan bahsetmesine rağmen tür tanımı yapmıyor.
Araştırmasını bilimsel tartışmaya açmıyor.
Bilimsel bir tartışmaya açılmamış sonuçları kamuoyunda paniğe sebep verecek şekilde, medya ile paylaşıyor.
Bütün bu söylemlerin en ilginç kısmı ise Artüz’ün aynı habitatı paylaşan diğer küçük pelajikleri enfeksiyondan muaf tutması. Hamsi, Çaça ve çok kırılgan olan Sardalye’ye bu enfeksiyonun neden bulaşmadığı konusunda kelam etmemesi. Hatta İstavrit balığında enfeksiyon ile karşılaşmışsa yapması gereken ilk şey bu türlere de bakmak olmalıydı. Lakin Artüz tek kelam etmiyor bu konuda.
Bir başka ilginç gelişme ise İsmet Berkan’ın, yazısından iki gün sonra FOX kanalında “İstavrit’in pişirilerek yenmesinde bir tehlike olmadığı, hatta kendisinin yediğini söylemesi” idi. Artüz mealen sucul ekosistemde bir pandemi geliştiğini ama bu pandeminin insanları değil sucul ekosistemi tehdit ettiğini söylüyordu.
İlk başta Artüz’ü tanıyanların bile kafasını karıştıran bu muamma çok geçmeden netleşmeye başlamıştı. Artüz, kapalı kapılar ardında, Marmara’daki İstavrit balığının en küçük bireyine kadar tümden imhasını savunuyor (Bu savunuyu medya ile paylaşmadı).
Bir türün insan eli ile topyekûn imhası fikrinin korkunçluğunu bir kenara bırakırsak, tartışılması gereken en önemli şeyin biyokütlenin yaklaşık %80’ini oluşturan ve pazar değeri olmayan yavru balıkları kimin avlayacağıdır.
Bu boyutta bir avcılık ancak endüstriyel avcı grupları tarafından gerçekleştirilebilir. Bu gruplar ise pazar değeri olmayan bir balığı tutmayacaklarından böyle bir talebin ya gerçeklikte payı yoktur ya da henüz telaffuz edilmeyen başka bir pazarı olabilir. Eğer böyle bir pazar varsa, bu da ancak “balık unu sanayi” olabilir. Fakat Marmara’da ‘dökme’ tabir edilen ve sadece balık unu fabrikalarına giden Hamsi avcılığı yasaklandı. Öyleyse Artüz ne yapmak istiyor?
İlkbaharın başından beri yaşadığımız bu sürecin Marmara canlıları dışında yok oluşa zorladığı bir kesim daha var. Bu kesim, bu kadim denizin Küçük Ölçekli Geleneksel Balıkçılarıdır. Onları ve hikayelerini bir başka yazının konusu olarak şimdilik erteliyorum.
Son olarak bu tartışmaya da bir yanıt vermem gerekir; Balık tüketmek istiyorsanız korkmanıza gerek yok. İddiaların sahibi bile yediğini söyledi zaten.