Kuraklığa tek çözüm iklim kriziyle mücadeledir

12.01.2021 - 12:01

Kuraklık ve su krizini başka krizlere yol açarak çözemezsiniz.

Çözüm iklim değişikliğine yol açan karbon salımlarını durdurmak ve doğayla çatışan, ekolojiyi katleden (yer altı barajı, deniz suyu arıtma vb.) çözümler aramak yerine kentleri ekolojiye uyumlu, sürdürülebilir hale getirmek.

Son iki aydır barajların doluluk oranları ve kuraklık önemli bir gündem maddesi haline geldi. Özellikle şehirlerin içme ve kullanım suyunu sağlayan barajların doluluk oranlarındaki radikal düşüş ile alarm zilleri çalınmaya başlandı. Yirmi milyona yakın insanın yaşadığı İstanbul’un ne kadar suyunun olduğu da doğal olarak en fazla kaygıyı uyandıranlardan biri oldu. 11 Ocak İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi (İSKİ) verilerine göre İstanbul’a içme suyu sağlayan barajların doluluk oranı yüzde 21,13 olarak görünüyor (son yağmurlardan önce 8 ocakta 19,35’e kadar düşmüştü). Ama barajlardaki suyun tamamını kullanmak da mümkün değil. Yaklaşık yüzde 10’luk dip suyu denilen miktar kullanılamıyor. Uzmanlar hiç yağış alınmaması halinde bu su miktarının İstanbul’a ancak 45-50 gün yetebileceğini söylüyor. Barajlardaki doluluk oranını (özellikle yaz dönemi için) en çok etkileyen kar yağışları tahminleri de bu sene için su kaynaklarını besleyici kar yağışlarının beklenmediği yönünde.  Bu bilgi tabi hiç birimizi şaşırtmıyor. Ocak ayında bile bahar havası yaşar haldeyiz. Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün (MGM) web sitesinden yıllar itibariyle ölçülen sıcaklık değerlerine çok rahat bir biçimde ulaşılabiliyor. Sitedeki veriler bize 2020 yılı Sonbahar mevsiminin ortalama sıcaklığının 17,3 santigrat derece gerçekleştiğini, bunun ise 1981-2010 ortalaması olan 14,8 santigrat derecenin 2,5 santigrat derece üzerinde olduğunu söylüyor.  Dahası son 50 yılın en sıcak sonbaharını yaşadığımızı da veriler gösteriyor. Sıcaklık artışı; hem kar yağışını azaltıcı etkisi hem de buharlaşmayı artırıcı özelliğinden dolayı kuraklığın yaşanmasına neden oluyor. Burada aktarılan verilerin yer aldığı tablonun başlığı “Türkiye Sonbahar mevsimi ortalama sıcaklık sapması” olarak verilmiş. Yaşadığımız bu radikal sıcaklık artışı, evet bir sapma ama artık “yeni normalimiz” bu. 

‘Kurak dönemler sıklaşıyor, şiddetleri artıyor’

Tıpkı Türkiye’de kurak geçen dönemlerin hem yaşanma sıklığının hem de şiddetinin artmasının yeni normalimiz olması gibi. 1971-74’den sonraki ilk kurak dönem 12 yıl sonra 1983-84’de yaşanırken daha sonraki yıllarda yaşanan kurak dönemler arasında (1989-90, 1996, 2001, 2007-2008, 2013-2014) yıllar azalıyor. Yine MGM’ nin Eylül-Kasım 2020 dönemi 3 aylık meteorolojik kuraklık haritası Türkiye’nin 3’te 2’sinde olağanüstü- çok şiddetli-şiddetli ve orta şiddetli kuraklık yaşandığını gösteriyor. 2019 yılında da yeterli yağış alınmamıştı, bu yıl da Mayıs ayından itibaren yağışlardaki azalma, sonbahar aylarındaki  yağışların gerçeklememesiyle kuraklık şiddetlenmiş durumda. Şu an meteorolojik kuraklığın ilk elden etkisini barajların doluluk oranlarını etkilemesiyle yaşıyoruz. Ama aynı zamanda hem bu durum hem de kar yağışındaki azalma tarımsal kuraklık tehlikesini de doğurmuş durumda. 

Özetle Türkiye’nin 3’te 2’si yarı kuraktır diye bilenen normali değişiyor. Türkiye hızla 4’te 3’ü kurak bir ülke haline geliyor. Bu değişimin yaratacağı sonuçlar; daha fazla orman yangınları, tarımsal üretim miktarlarında düşüş, fiyatlarda yükseliş, gıda krizi, içme ve kullanım suyu kıtlığı …

‘Nedeni iklim değişikliği’

Su krizi ve kuraklık tüm yaşamı altüst edebilecek, çok kısa bir zamanda daha şiddetlisi ile karşı karşıya kalacağımız gerçek bir tehdit. Bu boyutta bir krizle karşılaşmamızın nedeni de iklim değişikliği. Tüm bu gerçekler ortada iken ağırlıklı olarak su krizinin gündem yapılma biçimleri de ,“çözüm” diye ileri sürülenler de ne sorunun kaynağına işaret eder nitelikte ne de sorunun büyüklüğüne uygun, ciddiye alınabilecek nitelikteler. Sadece iki örnek üzerinden bu yaklaşımı görmek mümkün.

‘Yer üstünde yer kalmadı’

İstanbul’un, boş barajları Aralık ayında haberlere konu olurken ilk açıklama Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli tarafından yapıldı. Pakdemirli 2021’e yönelik ciddi bir ‘Kuraklık Eylem Planı’ üzerinde çalıştıklarını özellikle yeraltı barajlarına önem vereceklerini, 2023’e kadar 150 yeraltı barajı yapmayı hedeflediklerini söyledi. Anlaşılan o ki, kuraklıkla mücadelede yeraltı barajlarının işlevsel olduğunu düşünüyorlar, öyleyse kendilerinden doğal olarak hemen bu barajları inşa etmeleri beklenirdi. Ama Pakdemirli yeraltı barajından ilk kez bahsetmiyor. 2019 Temmuz ayında da "Yeraltı Barajları Eylem Planı" lansman toplantısında 100 adet yeraltı barajı inşa edileceğini söylemişti. İlk açıklamanın üzerinden 1,5 yıl geçti, tek bir yer altı barajı inşa edilmedi ama bu arada inşa edilecek baraj sayısı 100’den 150’ye çıktı. Kuraklıkla mücadelede ilginç bir yöntem geliştirmişler; inşa edilmeyen ama sayıları her yıl artan yeraltı barajları!

Fotoğraf: Edirne Tunca Nehri

Türkiye’de 1970’lerden beri 10’a yakın yeraltı barajı yapıldığı söyleniyor. Bunlardan en bilineni 2014 yılında faaliyete geçen Ankara’nın Elmadağ ilçesinde, 2,5 milyon m3 içme suyu kapasiteli Kargalı yeraltı barajı. 150 yeraltı barajının nerelere yapılacağı ve kapasitelerinin ne olacağını bilmiyoruz. Ama 2019’da yapılacağı söylenen 100 yeraltı barajın yaklaşık 50 milyon m3 kapasitesi olacağı açıklanmıştı. Bu barajların tamamı içme suyuna tahsis edilmesi halinde 750 bin kişiye içme suyu sağlayacağı, sulamaya tahsis edilmesi halinde ise 80 bin dekar arazinin sulanabileceği ve yıllık 60 milyon lira net zirai gelir artışı sağlanabilecek denilmişti.  Belirtilen bu kapasitelerin karşı karşıya kalacağımız su krizine çözüm oluşturamayacağı çok açık. Türkiye’nin 4’te 3’ün kuraklaşacağı uyarısı yapılırken 750 bin kişiden çok daha fazla sayıda insan içme suyuna ulaşamayacak. Denebilir ki daha fazla sayıda yer altı barajı yapılabilir. Pakdemirli de zaten böyle demiş "Bundan sonra da DSİ, yer altı barajları konusunda da başarılı çalışmalara imza atacak. Yer altında çok büyük bir alan var.” Geçtiğimiz 17 yılda dünyanın en büyük barajları dahil 563 baraj yapmakla, havzalar arası su taşıma projeleri ile övünen AKP hükumetleri, bütün bunların içme suyu temininde, kuraklıkla mücadelede kalıcı bir çözüm oluşturmadığı ortadayken, ayrıca yer üstünde yer kalmadığı, üzerine herhangi bir şey inşa edilmemiş nehir kalmadığı için şimdi de yeraltı barajları ile bu sorunların çözüleceği iddia ediliyor.

‘ÇED’den kaçmak için yer altı barajı’

Günü kurtarmaya yönelik atacakları bu adım için Pakdemirli’nin konuşmasının devamı daha çarpıcı nitelikte. "Klasik anlamda baraj inşa ettiğiniz zaman, kamulaştırma maliyetleri, çevresel etki değerlendirme çalışmaları gibi süreci çok uzatan hususlar ile karşılaşabiliyorsunuz. Ayrıca buharlaşma ve bazen doğa tahribatı gibi problemler de olabiliyor. Bunun için artık suyun, topografyanın ve jeolojinin uygun olduğu alanlarda çevre dostu yer altı barajlarının yapımına başlıyoruz” diyor. Gerçekte Pakdemirli’nin ilk söylediği şu;  İstanbul’a su sağlamak için Melen Barajı’nın yok ettiği fındık bahçelerinden geçimini sağlayan orada yaşan binlerce insana ya da Kandıra’da Sungurlu Barajı için köyleri taşınan insanlara kamulaştırma bedeli ödemekten kurtulacağız. Öncelikle Türkiye’nin dört bir yanında barajlar nedeniyle ya da başka projeler için yerlerinden edilen insanlara verilen kamulaştırma bedelleri çok düşük, asla onların yeni bir yaşam kurmalarına yetecek miktarda ödeme yapılmıyor. Yerinden edilenlerin büyük kısmı ekonomik yönden mağdur edilmelerinden  daha önemlisi doğup büyüdükleri, yaşamlarını sürdükleri yerleri terk etmek istemediler, bu projelere karşı direndiler. Pakdemirli  bu insanların doğdukları yerde yaşama isteklerini umursamadığı gibi kamulaştırma bedeli olarak verdikleri üç kuruş paradan da kurtulduklarına seviniyor. İkinci olarak Çevresel Etki Değerlendirme süreçlerine açıkça karşılar, her bir projeyi herhangi bir ÇED sürecine takılmadan, hızla yapmak istediklerini yeraltı barajların yapılma gerekçesi olarak da ifade ediyor . 2011-2018 yılları arasında Orman ve Su İşleri Bakanlığı yapan Veysel Eroğlu “belli bir kapasitenin üstünde baraj yapmaya kalkarsanız ÇED süreçlerine takılıyorsunuz, o yüzden biz de daha küçük kapasitede başlayıp, sonra büyütüyoruz” demişti. Pakdemirli de yer üstü baraj yapımında  “ÇED’ler süreci uzatıyor” dedikten sonra çevre dostu yer altı barajlarına yöneldiklerini söylüyor. Yer altı barajlarına yönelmelerinin nedeni bu baraj türünün “çevre dostu” olması değil, ÇED süreçlerinden kaçmak. 

Evet sıcaklık artışı barajlardaki buharlaşma oranını artırıyor. Baraj göletlerinde buharlaşmayı engellemek üzere başka tekniklerde uygulanıyor örneğin suyun yüzeyinin koyu renk toplarla kaplandığı yerler de var. Bu yöntemler buharlaşma miktarını azaltır ama kuraklığı çözmez. Pakdemirli ne 2019 ne de 2020 konuşmasında “buharlaşmayı önlemek için yer altı barajları yapıyoruz” derken sıcaklık artışının kaynağına kendilerinin faili olduğu iklim değişikliğine ilişkin tek bir kelime ifade etmiyor.4’te 3’ü kuraklaşacak bir coğrafyada ister yer üstü ister yeraltı barajları dolduracak yağış olmayacak. 

İkinci açıklama İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na ait. Belediye olarak suyu tasarruflu kullanma konusunda halkı uyardıklarını ve gerekli önlemleri aldıklarını dile getirdikten sonra deniz suyunun içme suyu olarak kullanılmasına yönelik çalışmalara başladıklarını duyurdu. 

‘Evsel suyun tasarruflu kullanılmasıyla çözülebilecek bir sorun değil’

Her düzeyde yetkilinin ilk uyarıyı suyu tasarruflu kullanma konusunda vatandaşlara yönelik yapmaları ilginç. İstanbul’un barajlarındaki düşüşün nedeni olarak pandemi döneminde evsel su kullanım miktarlarında artış olduğu hatta bu tüketim miktarındaki artışın yüzde 20’lere ulaştığı da ileri sürüldü. İlk duyulduğunda makul gibi geliyor. Sonuçta virüsün yayılmasını engellemek için ellerin sık sık yıkanması, hijyenin önemi konusunda hepimiz uyarıldık ve temizliğe dikkat ettik. Evsel su kullanım miktarında artış olması beklenen bir durum olmalı. Ama iddia edildiği gibi Covid-19’dan korunmak için kullandığımız su barajların doluluk seviyesini düşürmedi. İstanbul’da kullanılan suyun tamamı evlerde kullanılmıyor, çok sayıda işletmede de (kafe, lokanta, otel vb) su kullanılıyor. İşletmelerin uzun dönem kapalı kalmaları su kullanım miktarlarında düşüşe yol açtı. Sonuçta İstanbul’da yıllık su kullanım miktarında radikal bir artış yaşamadık 2020’de.  Bunun olmadığını İSKİ’nin web sitesinde İstanbul’a verilen yıllık su miktarları kayıtlarından görmek mümkün. 2019’da yıllık İstanbul’a verilen su miktarı 1.062 milyar m3 iken 2020 yılında ufak bir artışla 1.074 milyar m3 olmuş. Yani İstanbul’da kullanılan su miktarında radikal bir artış yok. Barajlardaki doluluk oranının düşmesinin nedeni bu sene özelinde su kullanım miktarındaki artış değil bizzat yağış miktarlarındaki azalmadır. Suyu tasarruflu kullanalım buna kimsenin itirazı yok. Ama hem evsel suyun tasarruflu kullanılmasıyla çözülebilecek bir sorunla karşı karşıyaymışız gibi hem de su krizini derinleştiren neden iklim değişikliği değilmiş gibi bir algı yaratılması büyük bir sorun. 

 Fotoğraf: İstanbul Sazlıdere Barajı

‘Krizi başka krizler yaratarak çözmek’

İstanbul tarihi boyunca su sıkıntısı yaşayan bir şehir. İstanbul’un kendi su varlıkları değil yirmi milyon ancak üç dört milyon nüfusun su ihtiyacını karşılayacak kapasitede. Bu şehrin su varlıkları, su varlıklarını besleyen orman varlıkları muhtelif projelerle yok ediliyor, bir yandan da çok sayıda barajla ve diğer havzaların suları İstanbul’a taşınarak su temin ediliyor. Bu su yönetiminin sürdürülebilir olmadığı çok açık. Bu nedenle hiç bitmeyen bir İstanbul su krizinden bahsediliyor. Şimdiye kadar üretilen çözümlerle şehre su sağlandı ama bu suyu sağlamanın maliyeti çok daha geniş bir coğrafyaya yayılarak, başka su havzaların yıkımına yol açılarak yapıldı. 

Deniz suyunun içme amaçlı kullanımı da bu nitelikte bir adımdır, ekolojik ve ekonomik maliyeti yüksektir. Bu yöntemin sanki büyük bir fedakarlık yapılıyormuş (maliyetinin karşılanması için kredi bulma zorluğu, maliyetli oluşu)  hali içinde İmamoğlu tarafından dile getirilmesi de sorunun hiç kavranılmadığının göstergesidir. Neden deniz suyunun içme suyu olarak arıtılmasından önce akıllara kayıp-kaçak oranlarını azaltmak, caddelerden akıp giden yağmur sularını depolamak, evlerde kullanılan gri suyun tekrar kullanım sistemlerini hayata geçirmek ya da suyu evsel kullanıma göre daha fazla kullanan ve kirleten sanayi kullanımına sınırlama getirilmek gibi şeyler gelmez. 

2017 İSKİ’nin faaliyet raporunda Türkiye’de içme suyu temin ve dağıtım sistemlerinde su kayıp kaçak oranları yaklaşık olarak yüzde 50’nin üzerinde olduğu belirtiliyor. Aynı raporda bu oranın hiçbir gelişmiş devletin kabul edebileceği bir oran olmadığı ifade ediliyor ve kalkınma ajanslarının yaptığı çalışmalara göre gelişmiş devletlerde bu oranın yüzde 3-5 aralığında olduğu, gelişmekte olan ülkelerde yüzde 25-35 arasında olduğu verisi paylaşılıyor. Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şubesinin Aralık ayında paylaştığı verilere göre İstanbul’un barajlardan gelen sularının yüzde 22.3’ü isale hatlarındaki borularda bulunan çatlaklar, montaj noktalarındaki kayıplar nedeniyle şebekeye ulaşamıyor. İstanbul’a 180 km uzaklıktaki Melen’den getirilen suya denk miktarda bir su evlere ulaşmadan borulardan sızıp gidiyor.  Bu büyük miktardaki kaybın önüne geçmek yerine deniz suyunu arıtmayı çözümmüş gibi sunmak krizi derinleştirmekten başka bir işe yaramaz. Karbon salımından vazgeçmeden çözüm şansının olmadığını da unutmamak gerekli.

Nuran Yüce



Bültene kayıt ol