Giresun’da yaşanan sel felaketini ve iktidarın bu yıkıma yaklaşımını Antikapitalist Blok aktivisti Nuran Yüce’yle konuştuk.
1-Giresun'da yaşanan seli doğal bir felaket olarak geçiştirebilir miyiz?
Selden en fazla etkilenen Dereli ilçesinde geçtiğimiz cumartesi akşamı çekilen bir video var. Bu videoyu çeken kişi kayıt sırasında “Dere geliyor! Kaçın, kaçın” diye bağırıyor. Evet Giresun tarihinin belki de en büyük sel felaketi geçtiğimiz hafta sonu yaşandı. 8 kişi öldü, hala kayıplar var. Bölgeden aktarılan görüntüler ve bilgiler de felaketin, yıkımın çok büyük olduğunu gösteriyor. Dereli’de taşan Akkaya deresi, tüm ilçeyi çamura ve balçığa bulamış durumda. 200’den fazla dükkan, evler kullanılamaz halde, hasadı yapılmış fındıklardan geriye hiçbir şey kalmadığı söyleniyor. 5 saat içinde metrekareye 137 kg yağışla birlikte suların yerlerinden söktüğü koca koca taşlar yolları kaplamış durumda. Ama bu yaşanılanlara doğal bir felaket dememiz mümkün değil. Tıpkı videoda can havli ile “geliyor” diye ifade edilen felaketlerin yaşanacağını yıllardan beri dile getiriyoruz. Giresun ilk olmadığı gibi son da olmayacak. Şimdi de söylüyoruz Giresun’dan daha kötülerini de yaşayacağız. Ama her yaşadığımız sel felaketinin ardından yetkililer çıkıp “ Bir ayda yağacak yağmur saatler içinde yağdı, şimdiye kadar böyle bir yağmur hiç görülmedi” gibi açıklamalar yapıyorlar. Sanki kendiliğinden oluşan, doğal, önüne geçilemez bir durumla karşı karşıya kaldığımızı ifade ediyorlar. Felaketleri normalleştirmeye, kendi sorumluluklarını, suçlarını örtmeye çalışıyorlar. Oysa bu yaşadıklarımız “doğal felaketler” kategorisinde yer alsa da bu felaketlere yol açan, şiddetini artıran birden fazla neden var.
2. Felaketi, “Buranın özelliği sürekli yağmur alan bir bölge. Yağmurla toprak suya doyuyor, toprak kayganlaşıyor. Yağmur yağdığı zaman toprak su gibi akıyor, önüne ne katarsa götürüyor" diyerek açıklayan AKP Genel Başkan Yardımcısı Canikli'ye katılıyor musunuz?
Canikli’nin açıklamasının ilk kısmı hepimizin bildiği bir gerçek. Evet Karadeniz bölgesi bol yağış alan bir bölge. Ve bu özelliği dünden bugüne oluşmuş değil, çok uzun yıllardır bu iklimsel özelliğe sahip. Bu gerçekliğe dayanarak Canikli’nin çıkardığı sonuçlara ise Canikli’den başka kimsenin katılması mümkün değil. Canikli yaşanan felaketin nedenini toprağın suya doyması olarak açıklamış ve buna inanmamızı bekliyor. Oysa Canikli’nin bilmemezliğe geldiği ama hepimizin bildiği ve bölgede yaşayanların özellikle dile getirdikleri gerçekler şunlar ki bu gerçekler hem felaketin oluşmasına zemin hazırladı hem de şiddetini artırdı. Bölgede yapılan HES ve barajlar yerel iklimi değiştiriyor. HES ve barajların yapımı ve madencilik faaliyetleri nedeniyle bölgenin bitki örtüsü yok ediliyor. Su tutunacak kök ve bitki bulamıyor. Selleri önleyeceği iddiası da ileri sürülen HES ve baraj göletlerinde biriken sular, aşırı yağışlarda daha büyük facialara yol açıyor. Gölet kapakları kimi zaman yıkılıyor kimi zaman da kontrolsüzce açılıyor. Küresel iklim değişikliğinden Türkiye nasıl etkilenecek sorusuna yıllardan beri bilimsel araştırmaların verdiği yanıtlardan biri: Karadeniz bölgesinde aşırı yağışların yaşanacağı, deniz suyu sıcaklığının artacağıydı. Karadeniz’de deniz suyu yaz ayları ortalama sıcaklığı 19 dereceden 25 dereceye çıkmış durumda. Hem miktarlar hem de yaşanma sıklığı açısından aşırı yağışlardan bahsediyoruz. Daha iki ay önce Rize ve Artvin’de sel felaketi yaşadık. İmara açılan, yapılaşmaya yol verilen dere yatakları, Karadeniz Sahil yolu… Evet toprağın suya doyması değil suyun toprakla buluşmasına engel olan uygulamalar bu felaketin nedenidir.
3. Bazı yetkililer, felaketin arkasında küresel ısınmanın olduğunu iddia ederek sanki denetlenemez bir güce atıfta bulunuyorlar. İklim krizi kendiliğinden gerçekleşen bir olaymış gibi yaklaşıyorlar. Ne demek istersiniz?
Evet, yetkililer her bir sel, hortum ya da sıklaşan orman yangınlarının ardından bu felaketlerin nedeninin iklim değişikliği olduğunu söylemeye başladılar. Bunu çok bilinçli bir şekilde yapıyorlar. İklim değişikliği denilerek kendiliğinden bir değişim olduğu algısı yaratılmak isteniyor. Başımıza işte böyle bir bela geldi, elden de bir şey gelmiyor, bu büyük değişim karşısında biz ne yapabiliriz, aciziz, hep beraber bu yaraları sarmaya çalışacağız gibi bir sürü açıklama yapılıyor. Evet iklim değişikliği uç hava olaylarına yol açıyor; kimi bölgelerin daha az yağış almasına, kuraklığa; kimi bölgelerin aşırı yağış almalarına ve sellere yol açıyor. “Karadeniz’de aşırı yağışların nedeni iklim değişikliğidir” demek de önemli bir gerçeği dile getirmektir. Ama iklim değişikliği öyle söylendiği gibi kendiliğinden, doğal yollarla oluşan, önüne geçilemez bir durum değil. Bir hafta önce Karadeniz’de doğalgaz buldundu müjdesi verip, Giresun’da yaşanan selin ardından “N’apalım iklim değişiyor” diyemezsiniz. Çünkü şu gerçeklik yüzünüze tokat gibi çapar: İklimin değişmesine atmosferde biriken seragazları; sera gazlarının salımının artmasına da fosil yakıt kullanımı ve arazi yapısındaki değişiklikler neden oluyor. Türkiye de hem fosil yakıt kullanımına dayalı enerji politikaları ile hem de orman-tarım alanlarını yıkıma uğratan yani arazi yapısında radikal değişikliğe yol açan kentleşme, otoyol, havalimanı, büyük barajlar gibi mega projelerle iklim değişikliğine pozitif katkıda bulunuyor ve karbon emisyon miktarını hızla artıran ülke sıralamalarının başında geliyor.
4- İklim krizine karşı mücadelede iktidar hangi taahhütleri verdi?
Türkiye’nin iklim krizine karşı mücadelede bugüne kadar ne gerçekçi adımlar attığı ne de ileriye dönük anlamlı taahhütleri olduğu söylenebilir. Türkiye’nin toplam seragazı emisyonu 1990-2018 arasında yüzde 137,5 artarak 2018’de 520,9 Mt karbondioksit (CO2) eşdeğere ulaştı. Türkiye’nin seragazları emisyonları 1990-2018 arasında sadece altı yıl ufak miktarlarda düştü ve bu düşüşlerin nedeni de karbon yoğunluğunu azaltmak için gösterilen bir çabadan kaynaklanmadı. Bu yıllarda ekonomik kriz-siyasal istikrarsızlık yaşanmasından kaynaklandı. Türkiye’nin artan seragazı emisyonlarında en büyük pay yüzde 80,5 ile karbondioksitten, sektör olarak da yüzde 71,6 ile enerji sektöründen kaynaklı. Yani geçtiğimiz on dokuz yıl içinde ekonominin motor gücünün fosil yakıtlara dayalı enerji ve inşaat sektörüne kayması, aynı zamanda bu partinin neoliberal politikaları uygulamada sınır tanımazlığı ile Türkiye’nin doğal varlıkları bu dönemde yoğun bir biçimde sömürüldü, yıkıma uğratıldı ve sera gazları emisyonları da hızla arttı. Türkiye’nin bu emisyonları azaltma konusunda bir taahhüdü de yok aslında. AK Parti tarafından imzalanan ama yine bu parti tarafından TBMM gündemine getirilmediği için yürürlüğe girmeyen Paris Anlaşması kapsamında ifade edilen taahhütler var. Ama bunlara taahhüt bile diyemeyiz, çünkü gerçekte varolan emsiyon miktarlarının azaltımını değil, artıştan azaltım hedefleniyor. Ayrıca burada bir başka şey daha yapılıyor, gerçekleşmesi mümkün olmayan büyüme hedefleri doğrultusunda çok yüksek emisyon miktarları belirleniyor, bu yüksek emisyon miktarlarından azaltım yapılıyor. Özetle Türkiye’nin seragazı emisyon miktarlarında düşüşü hedefleyen bir hedefi, taahhüdü de yok.
5. HES'ler gerçekten de bir ihtiyaç mı, ihtiyaçsa kimin ihtiyacı bu enerji, bölgede yaşayan halkların mı sermaye gruplarının mı?
Türkiye’de enerjide arz eksikliği değil arz fazlası var. Yani HES’ler ne bölge insanın ihtiyaçları için ne de Türkiye’nin genelinde talep olunan enerjinin karşılanması için yapılıyor. Derelerinin üstüne HES yapılmasına direnen insanlardan şu sözleri duymak da hiç birimizi şaşırtmıyor: “Elektriksiz yaşayabiliriz ama susuz, deresiz yaşayamayız.” Çünkü HES’ler yapıldığı yerlerde insanların geçim kaynaklarını, ekonomik faaliyetlerini büyük bir yıkıma uğratıyor. Ve her bir sel felaketinin ya da diğer çevresel yıkımların ardından aslında iktidarla sermayenin nasıl iç içe geçtiğini görüyoruz. Tarım ve Orman Bakanı Pakdemirli’nin verdiği bilgiye göre Giresun’da 56 hidroelektrik enerji santrali (HES) bulunuyor. Her bir HES projesine ve bütün bu HES’lerin kümülatif çevresel maliyeti dikkate alınmadan yapılmasına olur veriliyor. Giresun’da son 5 yılda “ÇED olumsuz” kararı verilen tek bir HES projesi yok. ÇED raporu istenmeyen HES sayısı da 3. Tek başına bu veri bile ne kadar vahim bir durumda olduğumuzu gösteriyor. Akarsular, toprak, orman, tarım arazileri, zeytinlikler ve denizler yani tüm doğal varlıklar bizzat kamu gücü kullanılarak şirketlerin kârlı iş alanları haline getirilmiş durumda. Bunun ardında yatan da AKP hükümetlerinin kalkınma-büyüme ve aynı zamanda ekonomik krizden çıkış odağını; inşaat sektörüne, büyüyen inşaat sektörünün ihtiyaçlarını karşılama adına da enerji sektörüne dayandırması. Ve sonuçta inşaattan enerjiye, enerjiden inşaata geçiş yapan adlarını hepimizin ezberlediği son yılların atılım yapan Cengiz, Kolin, Kalyon, Limak gibi iktidara yakın şirketleri ya da Türkiye burjuvazisinin köklü şirketleri her biri yıllar içinde kendileri için çok kârlı işleri yapma imkanları buldular.