Kapitalizmin musibetleri bitmek bilmiyor. Tuna Emren, büyümekte olan gıda krizini iklim krizi ile birlikte ele alıyor.
Otuz yıl içinde, hâlihazırdaki gıda üretimini asgari yüzde 70 artırmalıyız ki tüm dünyayı besleyebilelim. Bu tabloya; iklim krizi nedeniyle kaybedilen tarım toprağını, doğal kaynakların hızla tükeniyor olduğu gerçeğini, gıdaya eşit erişim sağlayamayan yoksul toplumlar adına da düşünmemiz gerektiğini, tarımsal gıdaların git gide daha az besleyici olmaya başladığını, buna rağmen fiyatlarının arttığını da ekleyelim.
Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) geçtiğimiz yıl yayımladığı Arazi Raporu’nda belirtildiği üzere; iklim krizinin sonucu olarak yaşanan çölleşme, tarım toprağına ve bitki örtüsüne zarar veriyor, ısınmayı hızlandırıyor. Rapor, kuraklıkların sıklığı ve yoğunluğunun artacağını, Akdeniz Havzası’ndaki yıllık yağış miktarında belirgin bir düşüş yaşanacağını belirtiyor. Türkiye de yüksek çölleşme riski altındaki ülkeler arasında.
Aynı rapor, üretilen gıdanın yüzde 25 ila 30’unun, tüketiciye ulaşmadan çöpe atıldığını da söylüyor. Aslında tüm dünyaya yetecek kadar gıda üretebiliyorken, 690 milyon insan yetersiz beslenme ve açlığa mahkûm edildi. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün bu yıl paylaştığı verilere göre, 2030’da onlara 150 milyon kişi daha eklenecek.
Bolluk içinde açlık
Bir yanda açlıktan ölümler, diğer tarafta aşırı üretim ve aşırı tüketim…
Kapitalizm, üretilen gıdanın besleyici değerine ya da onun ulaştırılması gereken nüfusa, toplumların gıda konusundaki gerçek ihtiyaçlarına değil, ondan elde edeceği kârı maksimize etmeye odaklandığı için, kısa zamanda çok ürün beklentisiyle tarım toprağını sömürdü, sürdürülebilir olmayan monokültür yaklaşımını sonuna kadar dayattı, verimini yitiren toprağı tarım ilaçları ve yapay gübrelere boğdu, beslenme kültürünü besleyici olmayan gıda ürünleriyle ve yararından çok zararı bulunan işlenmiş gıdalarla yeniden şekillendirdi, gıda güvencesizliği yarattı, küresel nüfusun büyük bölümünü bu nedenle hipertansiyon ya da diyabet gibi kronik hastalıklarla uğraşmak zorunda bıraktı, ekolojik felaketlere sebep oldu.
İlkinden başlayalım: Endüstriyel tarımın asıl odağı, rakipler karşısında avantaj sağlamak. “Tüm dünyayı besleyebilmek adına” şiarıyla yola çıkılmış gibi sunulsa da, ihtiyaç fazlası üretimin artırılması gibi bir amaç güdülüyordu aslında. Bunun, yetersiz beslenmeye, açlığa mahkûm edilen insanlara en ufak bir faydası yoktu elbette. Kapitalist ekonominin sömürü politikaları, üretilen gıdanın dörtte birinin tüketiciye ulaşmadan çöpe atıldığı bir süreç ile yürürlüğe konulurken, milyonlarca kişi aç kalmaya devam ediyor.
Günümüzün monokültür tarım pratikleri, bir bölgede tek tip ürüne yönelme ve uzun yıllar boyunca sadece onu yetiştirme üzerine kurulu. Başka bir alternatif yokmuşçasına inatla sürdürülen endüstriyel monokültür; otkıranlar, böcekkıranlar ve suni gübrelerin yoğun kullanımını zorunlu kıldı. Bunlar toprakta kalmayıp çevredeki akarsulara da sızar, bölgedeki yaşama zarar verir, suyu oksijensiz bırakır, türleri göçe zorlar, arılar ve diğer tozlayıcıları tehdit eder. Otkıran ve böcekkıranlar her geçen gün daha yoğun kullanılınca, bunlara dayanıklı tarım ürünleri yetiştirme misyonunu üstlenen Monsanto ya da DuPont gibi şirketler, patenti alınmış GDO’lu tohum üretimine adandı. Bu sayede tüm dünyayı besleyecekleri, açlığa son verecekleri yönündeki iddiayı daha da yüksek sesle tekrarlamaya başladılar. Oysa toprağa, suya, biyolojik çeşitliliğe zarar veren ilaçlar, tohumlarla birlikte, paket halinde satılıyordu. Sonuçta “dünyayı doyuramadılar” tabii ki. Zaten amaçları bu değildi. Yetersiz beslenmeye terk edilenlerin sayısı artı, küçük tarımsal işletmelerin sahipleri borçlandırıldı, tarım toprağı daha fazla zarar gördü.
Oysa önceliğimiz, sadece mevsiminde yetişen ürünlerin dört mevsim boyunca market raflarına dizilmesi değildi. Ya da bol miktarda şeker içeren, yüzlerce çeşidi bulunan işlenmiş gıdalara kimsenin ihtiyacı yoktu. Ama giderek yoksullaşma ve/veya besleyici gıdaların raflardan yavaş yavaş çekilip yerlerine işlenmiş daha ucuz alternatiflerinin (ucuz ama ticari değeri daha yüksek) dizilmesi sonucunda, insanlar bu sağlıksız ürünlere yönelmek zorunda bırakıldı. Bu bir tercih değil, dayatmaydı. Obozite de bir zengin hastalığı değil, bu “çöplerle” beslenmek zorunda kalanların kaçınılmaz sonu. Yoksulluk ve yetersiz beslenme arttıkça, obezitenin de yükselişe geçmiş olmasının sebebi bu.
Özetle, kapitalist ekonominin tekelleştirdiği tarım, bir bölgedeki doğal kaynakları tüketene kadar devam ettiği bu üretim sürecinde, bölgenin tamamını yağmalayıp suyunu ve toprağını zehirliyor, biyolojik çeşitliliği azaltıyor, geçim faaliyetlerini yok ettiği yoksul toplulukları çaresiz bırakıyor. Sonra da ardında bıraktığı korkunç yıkımı hiç umursamadan orayı terk edip, gözüne kestirdiği başka faaliyet alanlarına kayıyor. Ve açlık da bir türlü sonlanmıyor.
İç içe geçmiş iki kriz
Toprağın tahrip edilmesi, yaşanmakta olan iklim krizini hızlandırdı, her şeyi içinden çıkılamaz hale getirdi.
Sağlıklı toprak, atmosferdeki karbon fazlasını emer. Hatta öyle yoğun bir karbon tutma kapasitesi vardır ki atmosferdeki karbonun üç katını tutup çekebilir. Fakat yuttuğu karbonun önemli kısmı, kötü tarım pratikleri ve yanlış toprak yönetimleri yüzünden kaybediliyor. Topraktaki karbonun kaybı, 60 yıl önce, tarımın iyiden iyiye kimyasallaştığı dönüşüm süreciyle başladı.
Bu karbon, toprak için organik madde anlamına gelir ve kaybı da toprağın su tutma kapasitesini yitirmesiyle sonuçlanır.
Nihayetinde, her şeyi meta olarak görüp sömüren kapitalist üretim biçimine son vermediğimiz, tarımı; ekonomik, toplumsal ve ekolojik bağlamda yeniden yapılandırmaya koyulmadığımız her gün, doyurulması gereken dünya nüfusu ve açlık çekenlerin sayısı artarken, gıda talebini karşılayacak verimli toprağın yüzölçümü azalmaya devam ediyor.
Çölleşme, yoksullaşma, açlık, türlerin kıyımı… Buna daha ne kadar devam edilecek?
Tarımsal üretim etiği
İnsanın, doğadan ayrı bir tür değil, bilakis onun ayrılmaz bir parçası olduğunu unutmamak gerekiyor. Masanobu Fukuoka, “Ekin Sapı Devrimi” adlı kitabında, doğaya rağmen değil, doğayla el ele yürütülen tarımsal üretimin ilkelerini dile getirirken; “Asla fazladan bir adım atma” der. Aslında tarım etiği bu kural üzerinden şekilleniyor; doğaya saygıyla yaklaş, onu gözlemleme becerisi geliştir, kaynakları iyi değerlendir, emeğini boşa harcama, eylemlerinin uzun vadeli sonuçlarını göz önünde bulundur. Bu aynı zamanda, ihtiyaçlarını, emeği sömürmeden, doğaya gösterilen özenden taviz vermeden karşılamak isteyen bir uygarlığın izlemesi gereken yol.
Kovid-19 salgını, sağlığımızın ve sağlık sistemlerinin ne kadar kırılgan olduğunu gösterdi. Besleyici gıdalara erişimin zorlaştığı, toplumsal sağlığın göz ardı edildiği bir dünyada böyle bir virüsle karşılaşmanın sonuçlarını çok acı şekilde tecrübe ettik.
Bir yandan iklim, diğer yandan gıda krizi… Üstüne bir de pandemi. Küresel Gıda Krizleri Ağı’nın bu yılki raporu, salgının, tarımsal üretimi olumsuz etkileyip gıda krizini büyüteceğinin üzerinde duruyor.
Kapitalizmin başımıza açtığı işler bitmek bilmiyor özetle. Bu krizler, değer yitimi ve kâr maksimizasyonuna dayalı neoliberal ideolojilerle çözülemez.
Daha dirençli bir uygarlık olabilmek adına, mevcut üretim sistemlerimizi yeniden ele alıp dönüştürmek zorundayız. Bunun için ihtiyaç duyacağımız her şey zaten mevcut. Asıl mesele, onları nasıl kullanacağımız.
Tuna Emren
(Sosyalist işçi)