Yokoluş İsyanı, stratejisinin merkezine şiddetsiz direnişi koyuyor ve de Amerikalı akademisyenler Erica Chenoweth ve Maria Stephan’ın nüfusun yalnızca yüzde 3.5’unun bir diktatörü devirebileceği iddialarına güveniyor.
Sue Caldwell, Yokoluş İsyanı’nın eylemlerini alkışlıyor fakat iddialarının sebep olabileceği sonuçları da sorguluyor.
Sadece bir yıl gibi bir sürede, Yokoluş İsyanı, Greta Thunberg ve okul öğrencilerinin iklim grevi ile birlikte iklimin aciliyetini ön sayfalara taşıdı. Geçen ayki iklim değişikliğine karşı Uluslararası İsyan, tüm dünyadan aktivistleri harekete geçirdi. Polisin, Brüksel’deki tazyikli sudan Londra’nın merkezindeki protestoları yasaklamasına varan agresif karşılığı, pek çok destekçiyi şok etti ve strateji ve taktikler konusunda tartışmalara yol açtı.
Yokoluş İsyanı’nın felsefesinde Martin Luther King ve Ghandi gibi isimlerden ilham alan “şiddetsiz pasif direniş” prensibi yer alıyor. Daha az bilinen ama sıkça alıntılanan diğer çalışma da Amerikalı akademisyen Erica Chenoweth’ün Maria Stephan ile yazdığı “Sivil direniş neden işe yarar?” isimli kitabı.
Aktif katılım
Kitap, 2011’in sonlarına doğru basıldı ama birkaç yıldır araştırmaları hakkında akademi dışında az şey biliniyordu. 2017’de The Guardian, Chenoweth’in Washington’daki kadın yürüyüşüne ve Donald Trump’ın seçilmesine karşılık yazdığı köşe yazısını yayımladı. Başlık “Sivil direnişle diktatörü devirmek için nüfusun yalnızca yüzde 3.5’u yeterli olabilir” idi. Bu ifade o zamandan beri Yokoluş İsyanı etkinliklerinde ve onları haber yapan gazetecilerce yaygın olarak kullanılır oldu.
Nisan ayındaki Uluslararası İsyan’dan sonra, BBC, Chenoweth’un “nüfusun %3.5’unun protestolara aktif katılımının ciddi siyasi değişikliği sağlamak için yeteceğini” gösterdiğini iddia eden, “%3.5 kuralı: Küçük bir azınlık dünyayı nasıl değiştirebilir?” başlıklı bir makale yayımladı. Yokoluş İsyanı’nın websitesinde prensipler ve değerler listesinin ikinci sırasında “Vizyonumuzu gerekli olana göre belirliyoruz ,sistemi değiştirmek için nüfusun %3.5’unu harekete geçirmek” yer alıyor.
Bu hırslı bir amaç; Birleşik Krallık’ta 2 milyonun üzerinde insanın geniş zamana yayılmış şekilde aktif olarak katılımını sağlamak anlamına gelir. Fakat %3.5 figürünun en şaşırtıcı tarafı, buna dair bilinen bir kanıtın olmayışı. Chenoweth’ın 2013 TED konuşmasında -başka referanslara gerek kalmadan- “Kitaptaki veriler bu iddayı tek başına doğruluyor” iddiasına rağmen, “Sivil direniş neden işe yarar?” kitabında böyle bir şey yer almıyor. Bu, tahminen onun Haziran’da çıkacak olan yeni kitabında detaylı ele alınacak. Ama figürün popüler oluşu, Chenoweth’un araştrmasının hem destekleyenler hem de karşı çıkanlar tarafından bazen yanlış anlaşıldığının da göstergesi.
Kesin bir figür belirlemekten daha önemli olan şey, belki de geniş bir kitleyi en etkili şekilde harekete geçirecek stratejileri anlamak. Çoğunlukla etkisi kadar şey söylemese de kitapta buna yoğun bir ilgi var.
Chenoweth ve Stephan, 1900 ve 2006 arasındaki 323 kitlesel hareket hakkında, onları şiddet içeren ve içermeyen olarak iki kategoriye bölerek bilgi topladı. Şiddet içermeyen sivil direniş kampanyalarının, şiddet içerenlerden iki kat daha fazla başarılı olma olasılığı olduğu sonucuna vardılar. Yokoluş İsyanı kurucularından Roger Hallam, bu araştırmanın grup üzerinde etkisini açıkça söylüyor. Mayıs 2019’da “Erica Chenoweth ve Maria Stephan’ın ezber bozan araştırmasından yola çıkarak, yerleşik politik iktidarı yıkmanın tek yolunun geniş çaplı şiddet içermeyen eylemlerin yaygın bir biçimde kampanyasının yapılması olduğu sonucuna varıyoruz” diye yazdı.
Bu tarz referanslar, dünyanın pek çok şehrindeki müthiş eylemler boyunca meydanlardaki bireysel aktivistlerin yanı sıra, Yokoluş İsyanı’ndaki önemli isimlerle yapılan röportajlarda da sıkça yer alıyor. Peki araştırma, bu tarz eylemlere ne kadar uygulanabilir?
İlk olarak, Chenoweth ve Stephan için şiddet rejime karşı silahlanmak demek. Birkaç pencere kırmak, kendini savunurken saldırgan olmak, tutuklanmaya direnmek, bağırıp küfür etmek ve hatta bazen intikam için şiddet eyleminde bulunmak şiddet değil. Aslında, şaşırtıcı bir şekilde, 1987-8 deki ilk Filistin intifadasını şiddet içermeyen eylem olarak tanımlıyorlar. Çünkü taş atmalar olsa da, isyanın başlıca yöntemleri gösteri, grev ve boykotlardı.
İkincisi, sadece üç çeşit direniş kampanyası ele alınmış; işgale direnişi amaçlayanlar, bir ülkeden ayrılmayı başarmak isteyenler ve bir rejimi devirme amacını taşıyanlar. Sondaki durumda ekonomide çok köklü değişikler gerekmez, tıpkı başarılı örneklerden sayılan Doğu Avrupa’nın renkli devrimlerinde ve Filipinler’deki Ferdinand Marcos’un devrilmesinde olduğu gibi. Chenoweth, sonradan araştırmasının bazı yönlerinin bunlara da aktarılabilir olduğunu ima etmiş olsa da, parlamenter demokrasilerde tek konulu kampanyalara ilişkin bir araştırma bulunmamakta.
Daha çeşitli
Chenoweth ve Stephan, şiddet içermeyen kampanyaların daha başarılı olmasını sağlayan bazı kilit özelliklerini tanımladılar. İlki, nüfusun daha geniş ve farklı kesimlerinin katılmasını mümkün kılmaları. İkincisi, rejim içinden ve destekçilerinden, özellikle güvenlik güçlerinden kopuşları sağlayabilmeleri. Üçüncüsü, daha geniş kapsamlı katılım daha çeşitli taktikler demek ve son olarak böyle hareketler eylemsizlik dönemlerinde veya baskıyla karşılaşıldığında daha dirençli olurlar.
Son günlerdeki iklim isyanları ve okul grevleri, ilgi çekmek için pek çok yaratıcı fikir patlaması gördü; mizahi dövizlerden caddenin ortasındaki pembe botlara, insanların binalara veya araçlara kendilerini zincirlemelerine veya yapıştırmalarına kadar.
Bu şiddet içermeyen kitlesel protestolar, Chenoweth ve Stephan’ın bahsettiği stratejik yaratıcılık ve yeniliklere örnek olarak görülebilir. Sosyalistler için grevler ve gösteriler gibi daha geleneksel yöntemleri bunların karşısına koymak tamamen yanlış olacaktır. Bununla birlikte, bazılarının yaptığı gibi, araştırmanın “eski yöntemlerin” işe yaramadığını gösterdiğini iddia etmek de eşit derecede yanlış olur.
Chenoweth, genel grevlerin çok sayıda insanı harekete geçirmek için etkili bir yöntem olduğunu kabul ediyor. Başka yerlerdeki, örneğin Tunus ve Mısır’da 2011’deki grevlerden “çok önemli” olarak bahsediyor. Son zamanlardaki en önemli olaylardan biri, Londra İsyanı’ndaki, çok kısa bir zamanda yapılan duyuru üzerine binlerce insanın harekete geçtiğini gördüğümüz -bir A noktasından B noktasına yürüyüşü olan- Keder Yürüyüşü’ydü.
Yokoluş İsyanı, özellikle hareketin dirençliliği konusunda özellikle iyi. Yemek ve eğlence eylemlerinin ana kısımlarından biri ve gruplarının “canlandırıcı kültürü” isyancıların bir sonraki büyük etkinliğe hazırlanırken, daha düşük seviye aktivitelerle meşgul olmalarına zaman bırakıyor. Bu da Chenoweth ve Stephan’ın dediği gibi kampanyaların uzun vadede sürdürülebilir olmasını sağlayan “mahalle tabanlı harekete geçirme yapıları” ile uyumlu.
Devrimci ayaklanma dönemlerinde işçi konseyleri de iktidara karşı direkt bir meydan okuma yoluyla benzer bir rol oynar. Maalesef, 1979’da Şah’ı deviren İran Devrimi’ni inceledikleri bölümde, yazarlar seçilmiş grev komitelerine veya fabrikaları devralıp alternatif çözüm üretebilecek olan Şuralara değil, Humeyni’nin iktidara gelmesine yardım eden bir “camiler ağı”na gönderme yapıyorlar.
Bu örnek, sürekli ve gerçek bir sistem değişikliğini başarmaya önem veren herhangi biri için kitaptaki temel bir hatayı vurguluyor. Kitapta, başarının ölçüsü, ne derece istikrarlı bir parlamenter demokrasi kurulacağına bağlanıyor. 1917’de Rus Devrimi’nden sonra kurulandaki gibi alternatif hükümet biçimleri, otoriter ve diktatör oldukları iddiasıyla değersiz görülüyor. Devrimci ayaklanmalar sırasında yaşanan politik liderlik savaşlarının kavranışına dair pek az şey bulunabiliyor. Bu, şiddet içeren veya şiddet içermeyen yöntemleri kullananlar arasındaki bir savaş değil; bir yanda kapitalizmi reforme etmeye çalışanlarla diğer yanda da devrim yapmaya çalışanların arasındaki savaştır.
Görünürde ufak reformlar için yapılan Hong Kong protestolarının gösterdiği gibi, her iki yöntem de kaçınılmaz olarak bir noktada belirli ölçüde şiddet kullanacaktır. Devrimciler, sınıf iktidarı organlarını demokratik işçi örgütlenmeleriyle değiştirmek amacıyla, gerektiğinde devletin şiddet kullanımına karşı disiplinli bir şiddet kullanımına hazırlıklı olmalıdır. Bu yalnızca kitlesel işçi katılımıyla mümkündür ve bu sebepledir ki sosyalistler zamanlarını, silahlı kamplarda değil, sisteme karşı her türlü mücadele biçimleriyle dayanışmayı inşa etmekle geçirirler. Bu yaklaşım, kitaptaki analizleri belirleyen liberal reformizm ile uyumlu değildir .
“Sivil direniş neden işe yarar?” kitabındaki araştırma büyük oranda, Stephan’ın Dışişleri Bakanlığı’na geçmeden önce çalıştığı Uluslararası Şiddetsiz Çatışma Merkezi (ICNC) tarafından desteklenmişti. ICNC kurucularından biri de Amerikan federal idaresinde çalışmış olan ve Hillary Clinton’ın başkanlık kampanyası için konuşma yazan, Amerikan Hava Kuvvetleri’nde görevli Jack DuVall’dır. Bir diğer ICNC eş kurucusu, milyon dolarları bulan çeşitli vergi skandallarına karışan ve “demokrasi yanlısı aktivistlere diktatörlerin nasıl devrilebileceği üzerine danışmanlık” yapan, varlıklı bir yatırım bankeri olan Peter Ackerman’dır.
DuVall ve Ackerman, yazarların teşekkür edilecekler listesinde en üstte bulunuyor. Bunların hiçbiri araştırmanın geçerliliğini çürütmez ama araştırmanın nasıl okunduğuna dair bazı yorumlara karşı temkinli olmamız gerekir.
Sınıflar arası ittifaklar
Örneğin Chenoweth, katılımdaki farklı “yaş, sınıf, meslek ve ideolojilerin” çeşitliliğini, iktidar rejiminde bölünmeler yaratmayı daha muhtemel kılması dolayısıyla övüyor. Onun görüşü, daha yumuşak bir kapitalizmi müjdeleyen sınıflar arası bir ittifak. Ama tüm sınıfların toplumdaki çıkarları aynı değil. En fazla acı çekenler işçiler ve fakirler ve onların mücadelesi, hiçbir zaman “elit kesimleri safımızda tutma” karşısında ikincil kılınmamalıdır; şiddetle ilgili tartışmaların çoğu buraya varıyor.
İklim faciasını önlemek için daha yumuşak kapitalizmden daha geniş bir vizyona ihtiyacımız var. Kapitalizmin kâr güdüsü ve fosil yakıtlara olan bağımlılığıyla mücadele etmeliyiz. Yokoluş İsyanı’nın el kitabı “Bu bir tatbikat değildir”de (This is not a drill) Hallam, “işçi grevleri şirketlere karşı, başkenti kapatmak da hükümetlere karşı çok etkilidir” der. Ama böyle bir ayrım yapmak yanlıştır; siyasi ve ekonomik işçi grevleri, kitlesel protestolarla beraber sisteme karşı direkt bir değişimin temeli olacaktır.
Bu, isyancıların ve okul grevlerinin enerjisini ve yaratıcılığını, işçilerin büyük oranda harekete geçtiklerinde sahip oldukları güçle birleştirmek için yollar bulmayı kapsıyor. 20 Eylül’deki iklim grevi ve işçi sendikalarının da uluslararası isyana katılması güzel başlangıçlar. Chenoweth’in yeni kitabının bu tür mücadelelerle daha açık şekilde bağlantı kurup kurmayacığını görmek ilginç olacak.
Ne olursa olsun, sosyalistler ortaya çıkan önemli tartışmalara katılıp yeni hareketlere atılmalılar.
Sue Caldwell
(Socialist Review’den Türkçe’ye İnci Ercan çevirdi)