İsveçli öğrenci Greta Thunberg’in yaktığı ateş dünyayı sardı. Greta’nın iklim değişikliğine karşı siyasilerin hiçbir şey yapmamalarını protesto etmek için tek başına başlattığı okul grevleri iki büyük küresel iklim grevini tetiklemişti.
Dünya çapında 2 milyondan fazla öğrenci okul grevine gitti. Şimdi 20 Eylül’de üçüncü küresel iklim grevi gerçekleşecek. Ancak bu sefer öğrenciler yalnız değiller.
20 Eylül için yapılan okul grevi çağrısına çeşitli iklim hareketleri ve sendikalar da yanıt verince 20 ve 27 Eylül Cuma günleri küresel iklim grevi günleri olarak ilan edildi. Hemen her ülkede ya bu tarihlerden birinde ya da ikisinde birden grevler gerçekleşecek.
Hareketin başını öğrenciler çekiyor
Bu hareketin başını liseli ve hatta daha genç yaşlardaki öğrenciler çekiyor. Nedir onları sokaklara döken sebepler? Aslında kendilerinden önceki kuşağın 2011 yılında başlattığı meydan işgalleri sırasında dile getirdiklerinden pek de farklı değil sokaklara dökülme nedenleri. İspanya’da meydan işgalcileri kendilerine Geleceksiz Gençler veya Öfkeliler diyordu. Sloganları Gerçek Demokrasi Hemen Şimdi idi. Occupy hareketi “onlar %1 biz %99’uz” diyordu.
Gelecek için Cumalar (Fridays for Future- FFF) adıyla Cuma grevleri örgütleyen gençler de benzer bir duyguyu paylaşıyorlar. Belki doğrudan ekonomik talepleri yok ama iklim değişikliği durdurulmazsa 30’lu yaşlarına geldiklerinde yaşanmaz hale gelmiş bir dünyada bulacaklar kendilerini. Bu nedenle de sorumsuz davranan yetişkinleri suçluyorlar. Öfkeliler ve derhal harekete geçilmesini savunuyorlar.
Greta katıldığı bir programda şunları söylemişti: “bu sorunu çözmesi gerekenler politikacılar ki bugün eksik olan da bu. Bence biz bireyler olarak sesimizi duyurmak için demokrasinin gücünü kullanmalıyız ki iktidardakiler bu gerçeği daha fazla görmezden gelmeye devam edemesin." Greta ve FFF hareketi şirket lobilerine karşı aslında gerçek demokrasiyi savunuyorlar. Azınlığın çıkarlarına karşı çoğunluğun ve hatta tüm türlerin çıkarlarını savunuyorlar.
Yeni iklim hareketi antikapitalist mi?
Yükselen yeni radikal gençlik hareketinin bir sloganı da “iklim adaleti”. Sorunun bir toplumsal adalet sorunu olduğunun farkındalar. İklim değişikliğinden en çok etkilenen yoksulların ve ülkelerin iklim değişikliğine en az katkısı olanlar olduğunun farkındalar. Bu nedenle göçmenlerle dayanışıyorlar, ırkçılık karşıtı gösterilere katılıyorlar ve sendikaları kazanmaya çalışıyorlar.
Oldukça radikal bir hareket aslında yükselen iklim hareketi. “İklimi değil sistemi değiştir” sloganını sahipleniyorlar. Fakat sistemden ne anlaşıldığı henüz net değil. Kimileri sistemden tüketim ve yaşam biçimimizi anlıyor, kimileri sadece enerji politikalarını. Hareketin önemli bir parçası olan antikapitalist hareketin aktivistleri ise kapitalist üretim biçiminin kendisini ana sorun olarak görüyor.
Hareketin neden antikapitalist olması gerektiği sorusuna ikna edici yanıtların verilmesi gerekiyor. Bunu belki de en iyi anlatan slogan geçtiğimiz haftalarda Hollanda’daki gösterilerde kullanılan “İklim bir banka olsaydı çoktan kurtarılmıştı” sloganı. 2008 yılındaki ekonomik krizde sadece birkaç yıl içerisinde 23 trilyon dolar bankaları kurtarmak için harcanmıştı. Aslında bu miktarda bir bütçe iklim değişikliği ile mücadele için gereken bütçeye çok yakın. Ama 30 yıldır süren iklim değişikliği zirvelerinde iklim kriziyle mücadele etmek için asla bu kadar büyük bütçelerin ayrılması öngörülmedi. Aksine devletler bu büyüklükte bütçelerin ekonomik küçülmeye, işsizliğe, enflasyona ve ücretlerin düşmesine neden olacağını söylediler. Fakat söz konusu olan sistemi kurtarmak olduğunda hiç düşünmeden trilyonlarca dolar bulup bankaları kurtardılar çok kısa bir süre zarfında. Sonra ortaya çıkan bütçe açığını kapamak için kemer sıkma politikaları uyguladılar. Yani şirketlerin zararını kamusallaştırdılar!
Nasıl bir çözüm
Kapitalizm içerisinde hızlıca enerji politikalarını değiştirmek mümkün değil mi? Elbette mümkün. Ancak sorun bedelini kimin ödeyeceği. İklim adaleti meselesi tam da bu noktada devreye giriyor. Örneğin petrol şirketlerine, değerleri devletler tarafından ödenebilir ve böylece petrol ve kömür üretimi durdurulabilir. Böyle bir adımı atabilecek küresel bir otorite olmamasını şimdilik bir kenara bırakıyoruz. Karbon salımı yapmayan enerji üretimi için de bu sektörlerdeki şirketlere sıfır vergi ve bir dizi teşvik politikası uygulanabilir. Bu şekilde harcanacak trilyonlarca dolar ile hem petrol şirketleri başka sektörlere geçerken ihya edilmiş hem de diğer şirketlere muazzam kâr olanakları sağlanmış olur. Ancak bu bir kez daha yüz milyonlarca emekçi için kemer sıkma politikası, düşük ücretler, aşırı çalışma, sosyal devletten uzaklaşma ve benzeri anlamına gelecektir.
Oysa bir ihtimal daha var. Gezegenin canına okuyan fosil yakıt şirketleri hiçbir bedel ödenmeksizin kamusallaştırılabilir. El koyulacak gelirleri ile enerji dönüşümü finanse edilebilir (bu şirketlerin dünyanın en zengin 50 şirketi arasında oldukları unutulmasın). Gereken dönüşüm için işçilerin ve yurttaşların kontrolünde temiz enerji meclisleri ve işletmeleri oluşturularak bürokratik olmayan bir şekilde ihtiyaçlara göre bir enerji politikası belirlenebilir.
Avrupa’da birçok sendikanın hali hazırda ilan etmiş olduğu “Adil Geçiş” programları çerçevesinde hiçbir istihdam ve ücret kaybı olmaksızın iklim dostu sektörlere istihdam kaydırılması mümkün. Örneğin, bina yalıtımı, rüzgar ve güneş enerjisi üretimi, yerel ekolojik ürün üretimi, yerel ve geleneksel üretimin canlandırılması vb.
Reformlar ve reformizm
Kapitalizmin en temel dinamiği üretimin arz-talep dengesi içerisinde değil sermayenin kör rekabeti içerisinde yapılması ve tek amacın sermaye birikimi olmasıdır. Marx’ın deyimiyle kapitalizm “üretim için üretim birikim için birikim” sistemidir. Amaç insan ihtiyaçlarını karşılamak değil birikim yapmaktır.
Kapitalizmin bu temel dinamiğinin tam olarak anlaşılmaması iklim mücadelesi içerisinde farklı fikirlerin tartışılmasına neden oluyor. Tüketim üzerinden yaşam tarzımı değiştirmemiz gerektiğini söyleyenler yanılıyorlar. Tüketim davranışlarımızı sınırlamak iyi bir şey olmakla birlikte bu kör rekabeti hiçbir şekilde geriletemiyor. Kapitalizmin krizleri düşen kâr oranlarına bağlı olarak genellikle “aşırı üretim krizleri”dir. Dolayısıyla bu şekilde verilen mücadelelerin uzun vadede kazanım elde etmeleri mümkün değil.
Aynı şekilde kapitalizm içerisinde küçülme ekonomisini savunan görüşler de yanılıyorlar. Kapitalizm sürekli olarak büyümek zorunda olan bir sistemdir ve ekolojik tahribatın geldiği boyutları göz önüne alacak olursak “sürdürülebilir” bir sürekli büyüme ekonomisi felaket anlamına geliyor. Buna karşı savunulan küçülme ekonomisi ise kapitalizm içerisinde imkânsız çünkü bu kapitalizmde ekonomik kriz anlamına gelir. İki çeyrek üst üste büyümeyen veya küçülen ekonomilere “resesyona girdi” denmesi bu yüzden. Resesyon demek üretimin düşmesi, işsizliğin artması, enflasyon baskısının ortaya çıkması demektir.
Kapitalizmin kör rekabeti devletlerin de iklim kriziyle gerçekçi bir mücadelede ortaklaşmasını imkânsızlaştırıyor. 2000’lerin başında karbon salımı sınırlamalarını gelişmekte olan ülkeler “emperyalizmin oyunu” olarak görüyorlardı. Bugün ise ABD Başkanı Trump, iklim değişikliğini Çin’in uydurduğunu ve rekabet gücünü artırmaya çalıştığını söyleyebiliyor. Her defasında gezegenin çıkarları ulusal ekonomi denen ulusal şirketlerin çıkarlarına feda ediliyor.
Peki reformlar önemsiz mi? Bir kenara bırakılabilirler mi? Elbette hayır. Somut ulaşılabilir reformlar için mücadele hemen şimdi hayatlarımızda bir takım iyileşmeler olmasını sağlar. Somut talepler etrafında mücadele kitleselleşir, kitlelerin kendine ve kazanabileceğine olan güveni artar. Her bir kazanım yeni ve daha radikal kazanımların önünü açar. Devrimler bir nevi süreklileşen ve radikalleşen mücadelelerin en son halkasıdır. Büyük yığınlar gündelik mücadeleler içerisinde örgütlenerek politikleşir ve sonunda kendi kaderlerini kendi ellerine alabilirler.
Kapitalizm oldukça esnek bir sistem olduğu için kapitalist devletler çoğu kez kitle mücadelelerini dindirebilmek için reformları uygulamak zorunda kalabilir. Ancak devletler kitle hareketi her geri çekildiğinde yeniden ileri atılarak tersine reformlarla verdiklerini geri alıyor. Bunun en basit örneği günümüzde 8 saat işgünün neredeyse uygulanmıyor oluşudur.
Reformizm sistemin reformlarla değiştirilebileceğini anlatıyor oysa reformlar etrafında büyüyen hareket devrimci bir harekete dönüşmez ise kazanımları sürekli hale getirmek imkânsızdır.
Tek yol devrim
Fakat tüm bu gelişmeleri değiştirebilecek bir güç var. Sayısı her geçen gün artan ücretli çalışanlar yani dünya işçi sınıfı. Üretime el koyma kapasitesine sahip olan tek sınıf bu. Her türlü “işçi sınıfı öldü” söylemine rağmen her büyük kitle eylemlerinin grev yapmaya dönmesi bu yüzden. 2011’deki meydan işgalcileri grev çağrısı yapıyordu, 8 Mart’larda kadın hareketi “kadın grevi” örgütlemeye başladı, iklim aktivistleri “iklim grevi” örgütlüyor. Grev hayatı ve üretimi durdurmak anlamına geliyor. Kapitalizmin bir günlüğüne dahi olsa felç olmasına neden oluyor. Uzayan grevler ise her zaman üretimin grevci işçiler tarafından kontrolü sorununu ortaya çıkarıyor. En basitinden Tahrir meydanındaki işgal sırasında bile yüzbinlerce göstericinin haftalarca meydanı işgal edebilmesi elektrik işçilerin rejimin kestiği elektriği meydana getirmesi, meydanın ihtiyaçlarını karşılamak için çevredeki fırınlara el konması ve benzeri pratikleri zorunlu kılmıştı.
Aşırı üretimi durdururken %99’un yaşam kalitesini artırabilecek, çalışma saatlerini düşürürken yoksullaşmaya neden olmayacak tek yöntem zaten üretimi yapmakta olan çalışanların üretimi ve üretilenin adil bölüşümünü de planlaması. Bu sayede insanlık bir parçası olduğu ekosistemle ile çok daha barışık bir düzen kurabilir.
Bu nedenle gezegeni ve insanlığı kurtaracak tek yol devrimdir. Reformlar için mücadele ederken esas hedefin kapitalist düzenden kurtulmak olduğuna, bunun için de işçilerin kendi meclislerini kurarak çok daha demokratik ve insani bir sistemi kurabileceklerine güvenmek gerekiyor. Devrim denilen şey de tam olarak budur!
Özdeş Özbay