Bugün, 12 Eylül generallerinin tahammül edemediği meşhur “Aydınlar dilekçesi”ni çağrıştıran bir mesele, güzel ülkemizde, “bombalardan bile daha önemli” hâle geldi. Bombacıların maalesef yakalanamadığı –çünkü öldükleri- bir ortamda, devlet-siyaset-yargı otoritesi ancak imzacı akademisyenleri yakalayabildi.
Ürktüğü için mi bilemem ama yargı erki, bu akademisyenlerden Esra Mungan, Muzaffer Kaya ve Kıvanç Ersoy’u Silivri’de tecrit altına koymuş.
Bir klişeyi tekrar edecek olursam, “her ne kadar içeriğine katılmasam da...”, bırakınız terörü, herhangi bir şiddete de çağrı yapmayan bir metin belli ki, yukarıda sözünü ettiğim ve giderek bir bütün haline gelen iktidar yumağı için bir işlevi görmesi bakımından çok fayda sağladı.
Bu “fayda” hakkında Alman Nazi Partisinin en meşhur üyelerinden ve Gestapo’nun kurucusu Hermann Göring’in1946’da Nuremberg Mahkemeleri sırasında verdiği (daha önce de alıntıladığım) bir röportajda söylediklerinden bir fikir edinebiliriz:
"Tabii ki insanlar savaş istemez. Ayrıca fakir bir çiftçi niçin, savaştan elde edeceği tek kazancın tek parça halinde köyüne dönmekten başka bir şey olmadığını bilip, savaşta hayatını riske atsın? Ne Rusya'da, ne İngiltere'de, ne Amerika'da, ne de Almanya'da ister. Fakat neticede, ülkelerde liderler karar verici durumdadır. Ve her zaman insanları istenilen yöne çekmek, ister demokrasilerde olsun ister faşist diktatörlüklerde, ister parlamenter rejimlerde, isterse de komünist diktatörlüklerde hiç de zor değildir. (...) İnsanlar kolayca her zaman liderlerinin, taleplerini kabul etme noktasına getirilebilir. Tek yapacağınız onlara saldırı altında olduklarını söylemek, barış yanlılarını vatansever olmamakla suçlamak ve ülkeyi tehlike ile karşı karşıya bir durumda göstermektir. Bu yöntem her zaman, her ülkede işler." (Gustave M.Gilbert, Nuremberg Diary (1995); aktaran: Kudret Tamerler, “Korku mühendisliği”, Açık Radyo, 31 Ocak 2004)
ABD’de 1960’ta yapılmış ve bir klasik olan “Milgram elektrik şok deneyi” sırasında, gayet “makbul vatandaş” olarak kabul edilebilecek bir sürü sıradan insan otorite ve onun emirleri karşısında itaat ettiler; sorulan sorulara cevap veremeyen insanlara giderek artan dozlarda elektrik vermeyi kabul ettiler...
Birçok tekrardan sonra ortaya çıkan sonuç korkunçtu: aslında gerçek elektrik verilmediğini bilmeyen bu “denekler”in üçte ikisi, soru sordukları insanların acı çektiklerini duymalarına rağmen, “sorumluluğu üstlenen” psikologların emirlerini yerine getirdiler.
Yani Almanya, ABD ya da Türkiye çok fark etmiyor... Liderler ya da hegemonik konumdaki zihniyet ve ideolojiler, kontrol ettikleri medya teknolojileri vasıtasıyla insanları her zaman “ikna etme” kapasitelerine sahipler.
Bu kontrol sadece sokakta ya da evde bütün kanalları kontrol edilmiş televizyon kutusu karşısında uysallaşmış vatandaşlar için geçerli değil...
Hatırlayalım; 27 Mayıs 1960 darbesi sonrasında Adnan Menderes ve arkadaşları, hukukun temel ilkelerini çiğnenerek Yassıada’da kurulmuş olan “ihtilal mahkemesinde” yargılandılar. Menderes bu mahkemede adil yargılanma hakkının nasıl ihlal edildiğini anlatmaya çabalarken, mahkemenin başkanı olmayı kabul eden Salim Başol’un sözünü kesti ve “tarihe” kara bir leke olarak geçen şu meşhur lafı etti:
“Sizi buraya getiren irade sizin mahkum edilmenizi istiyor.”
Salim Başol, o mahkemede kendisinin üzerindeki iradenin sözünü dinlemişti ama bir başka yargıç, dönemin Yargıtay Başkanı Recai Seçkin, bu sürecin başında kendisine teklif edilen mahkeme başkanlığı görevini reddetmişti.
Yani bütün yargıçlar kendi üstlerinden gelen ve barış demeye çalışanları hain ilan eden iradeye uyacak diye bir zorunluluk yok...
Ve Milgram deneyinde, katılan insanların üçte ikisi, cevapları bilemeyenleri elektrik şokuyla cezalandırmayı kabul ederken, üçte birinin de böylesine acımasız ve aptal bir emre itaat etmeyi reddettiğini bilelim.
Ferhat Kentel
(Basnews)