Charlie Hebdo cinayetinin ardından, geçmişte olduğu gibi, bugün de gündem basın ve ifade özgürlüğü, İslam ve demokrasi, savaş, emperyalizm, göçmenler, medeniyetler uyuşmazlığı vb. pek çok tartışmayla dolu.
Bir yanda, sürekli olarak, ekranlara kıyıda köşede kalmış ‘Avrupa’nın Müslüman liderleri’ni çıkaran ve sansasyonel tartışma programları yapan Fox, SKY gibi medya devleri var. Bu liderler aslında ne Avrupa’daki tüm Müslüman gençliği ne de milyonlarca Müslüman-göçmen işçiyi temsil ediyor. Söyledikleriyle ne mevcut koşulları analiz edebiliyorlar ne de gelecek ile ilgili bir önerileri var. Fox, SKY gibi medya devleri pek seviyor bu konuşmacıları. Bu tip medyanın asıl hedefi, bu liderlerin tüm Müslümanlar adına topkeyûn özür dilemesi ve günah çıkarması.
Diğer yanda ise konuyu enine boyuna işleyen yazarların-yorumcuların olduğu bir tartışma ortamı var.
Tartışmanın bir kolu ‘medeniyetler çatışması’ ekseninde gelişiyor, diğeri ise Paris saldırısının neden olduğu soruları ekseninde.
Hatırı sayılır bir oranda –ve belki de sürpriz bir şekilde– yazar, siyasetçi ve akademisyen, tartışmanın ikinci tarafıyla ilgileniyor. Bütün bunlar, bunca göçmen düşmanlığının olduğu, giderek gelişen bir İslamofobi ortamında umut verici şeyler. Tüm dünyada Afganistan ve Irak işgallerine karşı savaş karşıtlarının ortaya koyduğu düşüncelerin yeniden dillendirilmesi ve doğrulanması, aslında hiçbir mücadelenin boşa gitmediğinin bir göstergesi. Charlie Hebdo katliamını tüm içtenlikle kınayanların, demokrat, özgürlükçü kesimlerin hafızaları yerli yerinde ve o nedenle Sarkozy, Blair, Bush gibi isimler tekrardan gündeme geliyor. Pek çok kesim Paris katliamını ‘İslamın krizi ve açmazı’ şeklinde dar ve tepkisel bir mantıkla anlatadursun, durumun aslında bir ‘emperyalizmin krizi’ olduğu fikri de olabildiğince yaygınlaşıyor.
İşin medya, siyaset ve akademik yanı bu. Ancak bütün bunlar Avrupa sokaklarının, Avrupa halklarının duruma nasıl bir tepki vereceği sorusu kadar önemli değil. Meselenin özü ve gidişatı sokakta, iş yerlerinde ve mahallelerde netleşecek. Kısa bir zaman önce Altın Şafak ile Yunanistan bizleri üzerken, bugün Syriza’nın en büyük parti olmasını sağlayan Yunan işçi sınıfının IMF, AB politikaları ve Yunan sermayesine karşı aldığı tavır bizleri sevindiriyor. Bir yanda Almanya’da Pegida ırkçılığı gelişirken, diğer yanda ülkenin bir sürü yerinde ırkçılık karşıtı gösteriler sokakları bu pislikten temizleme uğraşında. Fransa, İngiltere gibi kimi ülkelerde ise hem sol bir kriz içerisinde hem de neoliberallerle ırkçıların birbirine yakınlaşan söylemlerini görüyoruz.
Avrupa’da ne Müslümanların varlığı, ne ırkçılık ne de Paris katliamı gibi şeyler bir ilk. Buna benzer zor ve kötü günleri daha önce de yaşadık ve bir şekilde ırkçılığa ve şiddete boyun eğmeyerek bu günleri atlattık.
Ama yine de bugün Avrupa’da göçmenlerin işi zor. Paris katliamı, ırkçı ve neoliberal çevrelerin elini güçlendirdi. Kaba ırkçı-İslamofobik bir takım söylemlerin biraz daha ‘kabul görür’ bir hâle gelmesine imkan verdi. Öte yandan Müslüman azınlıkların özgürlüğü ve hakları için hiçbir fayda sağlamadı bu saldırı. Fabrikalarda, işyerlerinde yıllardır yaşanan kriz ortamında patronlara karşı mücadele vermeye çalışan işçilerin birbirine biraz daha şüpheyle bakması riskini doğurdu. Artan ırkçı saldırılar, hem gündemi hem de verilen özgürlükçü mücadeleyi daha da karmaşık ve zor bir hâle getirecektir.
Şunu açıkça söylemek gerekir: Avrupa’nın ırkçı-faşist, savaş taraftarlarının Paris’te ölenler umrunda falan değil. Yitirilen yaşamlar umurlarında olsaydı, Akdeniz’de ölen Suriyeli göçmenlerden Irak ve Afganistan’da katledilen kadınlara kadar pek çok konuda tepkileri olurdu. Ama bu ölümleri çok iyi kullanacaklar. Onlar bunu yaparken, Merkel, Hollande, Cameron gibi neoliberaller, olanı biteni kapitalist çıkarları ve oy kaygıları ile iki yüzlü bir şekilde izleyecekler.
Fransa ve İngiltere halkları, seçimler öncesi artan işsizliği ve ekonomik krizi en önemli sorun olarak görmekteler. Bu sorunları çözemeyen, işçi sınıfını zenginlere kurban etmeye devam eden liderler ‘başörtüsü’, ‘kültür uyuşmazlığı’, ‘göçmenler’, ‘mülteciler’ gibi konuları tekrar tekrar gündemin tepesine oturtacaklar. Bu egemenler, Avrupa işçi sınıfını bir yandan kriz uygulamalarıyla diğer yandan da kurumsallaştırdıkları ırkçı-ayrımcı politikaları ile bölmeye ve yönetmeye çalışacaklar.
İşte bu nedenle Avrupa’da göçmenlerin işi zor. Zor ama imkansız değil. Yükselen ırkçılığın yanında neoliberal politikalara karşı yükselen mücadeleler de var. Sokağın, iş yerlerinin ve meydanların kalbini hangi dalganın kazanacağı belirleyecek önümüzdeki dönemi. Avrupa solunun önünde önemli ve tarihsel bir takım görevler duruyor. Bu, bir yandan neoliberalizme karşı mücadeleyi güçlendirirken, diğer yandan da ırkçılığa, ayrımcılığa ve şiddete karşı özgürlüğün ve dayanışmanın sesini yükseltme görevidir.
Bu, İngiltere’de sağlık sisteminin özelleştirilmesine karşı mücadele ederken, sağcı iktidarın yabancı sağlık personeline yaptığı ırkçı saldırılara karşı da bir mücadele vermektir. Fransa’da bir yandan işsizliğe karşı mücadele ederken, diğer yandan da Hollande, Sarkozy ve Le Pen’in ulusal birlik çağrısını reddetmektir. İrlanda’nın, su hakkı mücadelesi içindeki her türlü yabancı düşmanı unsura gereken cevabı vermesidir. Syriza’nın göçmen işçileri sürekli ve sonuna kadar savunmasıdır.
Ne mutlu ki, bu mücadelelerin pek çoğu veriliyor. Bu nedenle Avrupa’da göçmenlerin işi zor ama umutsuz değil.
Avrupa’da en önemli hedefimiz, kendi egemenlerimizi afişe etmektir. Bunu yaparak yaşamlarımızı kâr hırsı, savaş, saldırı–karşı saldırılarla berbat edenlerin kirli yüzünü ortaya çıkarabiliriz. ‘Müslüman’ Tahrir’den ‘Hristiyan’ Occupy Wall Street’e selamların gönderildiği günleri hatırlar ve bunların yarattığı kardeşlik duygusuyla yeni bir dünyanın temellerini atabiliriz. Görevimiz, bu anların sürekliliğini sağlamak.
Belki de gelecek için en büyük umudumuz, 11 Eylül’e katliam dediğimiz ve Irak işgaline karşı çıktığımız gibi, Charlie Hedbo saldırısını tekrar tekrar kınamak ve aynı zamanda da islamofobiye hayır diyebilmek.
Memet Uludağ