Çin, ABD ve emperyalizm

15.01.2018 - 05:02

London South Bank Üniversitesi’nde çalışan uluslararası ilişkiler akademisyeni Adrian Budd, bu yeni yazı dizisinin birincisinde Çin, ABD ve bölgedeki rakip devletler arasındaki değişen güç dengesini ve bunun Marksist emperyalizm teorisinde nereye denk düştüğünü inceliyor. 

ABD ve Kuzey Kore arasındaki nükleer açmaz, 2017’de gözlerin Asya’ya odaklanmasına neden oldu. ABD ve Çin, aralarındaki görüş ayrılıklarına rağmen (yaptırımlar meselesi de bunlardan bir tanesi), Kuzey Kore’nin nükleer programı konusunda işbirliği yapıyorlar ve küresel kapitalizmin dengede tutulması konusunda – ki bu imkânsız -  ortak çıkara sahipler. Fakat bu iki devletin, birbiriyle çelişen çıkarları da var. Uzun vadede ABD’nin karşı karşıya olduğu asıl mesele Çin’in yükselişi.

ABD, ekonomik ve askeri olarak hala dünyanın en büyük gücü ve onun bu üstünlüğü küresel ittifak sistemi tarafından da destekleniyor. Trump’ın “önce Amerika” stratejisi, diğer ülkelerin ABD’yi istismar ettiği gibi acayip bir fikre dayanıyor. Bir numaralı zanlısı ise Çin. Trump’ın bir numaralı ticaret müzakerecisi Peter Navarro, 2011 yılında Death by China (Çin eliyle ölüm) adlı bir kitap yazarken Trump, Çin’in “ABD’ye tecavüz ettiğini” söyleyerek ona karşı ateş püskürüyor.

Çin’in muazzam ekonomik büyümesi görece yeni. Mao’nun “Birlikte Barış İçinde Yaşamanın Beş Prensibi” (bunların arasında karşılıklı olarak toprak bütünlüğüne saygı duymak ve diğerlerinin iç işlerine karışmamak da vardı), Çin’in görece zayıflığının kabulüydü. Mao’dan sonra gelen Deng Xiaoping de, Çin’in önderlik etmek yerine “göze batmaması ve uygun zamanı kollaması gerektiğini” ileri sürerek ülkesinin görece zayıflığını itiraf etmiş oldu. Ancak, işbirliği yapmak Çin’in stratejik yaklaşımının temel unsuru olmaya devam etmekle birlikte (örneğin, Şangay İşbirliği Örgütü’nün terörizm ve ayrılıkçılıkla mücadele konusundaki ortak girişimlerini desteklemek), Deng’in sözleri Çin’in eninde sonunda ABD’ye ve onun bölgedeki ittifaklarına meydan okuyacağına işaret ediyor.

Çin artık zayıf değil. ABD’li stratejistler yirmi yıldan beri saplantılı şekilde Çin üzerinde çalışıyorlar; bir yandan onu kontrol altında tutarken diğer yandan onunla savaşmaya hazırlanıyorlar. Korkuları, Hillary Clinton tarafından da dile getirildiği gibi, akademik uluslararası ilişkilerin “Thukididis tuzağı” olarak adlandırdığı durum – yani yükselen bir güçle egemen güçler arasında çatışma. Yükselen güç (bu Atina için Thukididis’di, günümüzde ise Çin) kaçınılmaz olarak daha etkili olmak isterken egemen güç (Sparta, ABD) zayıflar. Küçük çekişmelerin nasıl kontrolden nasıl çıktığının ve çatışmaların nasıl bu hâle geldiğinin açıklaması budur. Financial Times yazarı Martin Wolf, ABD’nin zaten kendi yaratmış olduğu dünyayı bozup yeniden yaratmaya çalıştığı için Trump’ın bu kaygıları iyice abarttığını söylüyor. Trump bir çok devlete“Çin ile biraz daha yakınlaşmak daha akıllıca mı olur acaba?” diye soruyor. (31 May 2017).

Çin ve ABD’deki kapitalizm biçimleri birbirinden farklı, fakat her ikisi de devletler arasında ekonomik rekabetin ve jeopolitik çekişmenin (politik etki, pazarlar, stratejik madenler üzerinde kontrol vs gibi alanlarda) olduğu bir küresel sistem içinde faaliyet gösteriyor. Savaş daimi olmayabilir, fakat savaş hazırlığı daimidir. Dünya 1914’den bu yana değişti, fakat Birinci Dünya Savaşı sırasında Lenin ve Buharin tarafından geliştirilen emperyalistler arası çatışma perspektifi, günümüzdeki küresel dengesizliği anlamak açısından önemini koruyor.

Tedbirli

Çin, askeri ve ekonomik olarak ABD’den daha zayıf, ve özellikle ABD’nin çıkarlarına karşı uluslararası bir güç olarak ortaya çıkma konusunda tedbirli. Fakat özellikle Asya’da gücü giderek artıyor ve Çin bu gücünü bölgede kendine bağımlılığı artırmak için kullanıyor. Buna karşılık, ABD de Asya’daki varlığını pekiştiriyor; Obama’nın 2011’deki “Asya’ya dönüş”  politikası da bu pekiştirme hamlelerinden bir tanesiydi. Bu durum, ABD’nin başka yerlerdeki (özellikle Suriye ve Ukrayna) zayıflığını ortaya koyuyor ancak ABD, Çin’e karşı ittifaklarını güçlendirmeye çalışıyor.

Çin’in giderek artan ekonomik gücüne dair verilerden biri, UNCTAD’ın (BM Ticaret ve Kalkınma Konferansı) 2017 Dünya Kalkınma Raporu’nda görülebilir. Bu rapor, Çin’in, uzun zamandan beri Batı emperyalizminin hegemonyası altında olan Afrika’ya 2016 yılında 36 milyar dolar yatırım yaparken, bunun karşısında,  yine 2016 yılında aynı bölgeye ABD’nin 3.6 milyar dolar, İngiltere’nin 2.4 milyar dolar ve Fransa’nın 2.1 milyar dolar yatırım yaptığını gösteriyor. Afrika’daki rekabet, Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi vekalet savaşı biçimini alabilir ancak buradaki rekabet, Güney Çin Denizi’ndeki rekabetin yanında çok sönük kalır.

Çin, “göze batmamak” ve kendi ekonomik büyümesinin de üzerinde yükseldiği bölgesel jeopolitik ortamın dengesini bozmamak için uzun zamandan beri Asya’da “iyi komşuluk” politikası izliyor. Fakat 2010’da Çin Dışişleri Bakanı Yang Jiechi, ülkesinin Güney Çin Denizi üzerindeki iddialarına yönelik şikâyetlere, “Çin büyük bir ülkedir ve diğer ülkeler küçük ülkelerdir ve bu açık ve net bir gerçektir” diyerek yanıt verdi. Çin, giderek diğer büyük ülkeler gibi davranıyor.

Çin’in, bölgedeki devletlerin çoğunun birbiri ile rekabet halinde olduğu Güney Çin Denizi’ndeki iddiası çok fazla arttı. Güney Çin Denizi, küresel deniz ticaretinin üçte birinin gerçekleştiği yer olduğu ve büyük petrol ve gaz rezervleri barındırdığı için stratejik olarak dünyanın en önemli deniz yollarından bir tanesi. Çin, bütün Çin Denizi adalarında “tartışmasız egemenlik” ve kendisine ait deniz suları sınırları içinde kalan bölgede (nine-dash line olarak adlandırılan bu bölge Çin’in güney komşularına yakın ve denizin büyük bölümünü kapsıyor) deniz ticaretine ilişkin haklar talep ediyor. 2009’dan beri bölgedeki devletler arasında (Vietnam, Filipinler, Endonezya ve ABD) bu deniz ile ilgili çok sayıda anlaşmazlık yaşandı.

Çin Başkanı Xi Jinping Eylül 2015’de, Çin’in “bölgeyi askerileştirmek gibi bir amacının olmadığını” iddia etti. Fakat, hızlı bir şekilde, Güney Çin Denizi’ndeki tartışmalı yüzeyler etrafında yapay adalar inşa etmeye başladı ve bu adaları, üzerinde uçak pistleri, limanlar, füze rampaları ve radar karakolları bulunan askeri üslere dönüştürdü. Tüm bunları yapmak Çin’in diğer devletlerin aktivitelerini izleyebilmesine, deniz yollarını gözleyebilmesine ve ABD’nin 1945’den beri egemen olduğu deniz bölgelerinde bir güç olarak ortaya çıkabilmesine olanak tanıyor. Çin, Güney Çin Denizi’ni askeri olarak tamamen kontrol altına almaya hazırlanıyor. Son beş yılda gerçekleştirilen denizi doldurarak alan kazanma çalışmaları ile birlikte dönüşümün ölçeği muazzam.

Temmuz 2016’da, BM denizcilik kanunu altında toplanan bir mahkeme, Çin’in bölgesel iddiaları ve tartışmalı bölgeleri askerileştirmesi aleyhinde karar verdi. Dava Filipinler tarafından açıldı fakat Çin’in ekonomik vaatlerinin ardından Filipinler’in sesi kesildi. ABD’nin tepkisi ise Çin’in üç konuda durmayı kabul etmesinde ısrar etmek oldu: Deniz suyunu doldurarak toprak kazanma, altyapı inşası ve aralıksız askerileştirme. Fakat,  hem alınan kararın uygulanmasını zorunlu kılma otoritesinden yoksun olan uluslararası hukukun yetersizliği hem de Marks’ın dediği gibi “eşit haklar arasında güç karar verir” ilkesi nedeniyle Çin bu üç alandan hiçbirinde durmadı ve ABD ve müttefikleri, Çin’i durmaya zorlamaya çalışmadı. Bu da, ABD’nin Çin’in davranışlarını değiştiremediğini ve şimdilik Çin’in bölgede yükselen hegemonyasını kabul ettiğini gösteriyor.

Şampiyon

Mayıs 2017’de, 100 devlet Çin’in Bir Kuşak, Bir Yol girişimini tartışmak için Beijing’e delegasyonlar gönderdi. Xi Jinping, Bir Kuşak, Bir Yol girişimini, “Çin ulusunun muhteşem bir şekilde yeniden canlanması” şeklindeki “Çin rüyası”na bir katkı olarak görüyor ve savunuyor. Bir Kuşak Bir Yol girişimi, bütün Avrasya boyunca gerçekleşecek ve Çin’i Asya’nın geri kalanına, Orta Doğu’ya, Afrika’ya ve Avrupa’ya bağlayacak devasa altyapı ve ulaşım projelerinden (yüksek hızlı trenler, limanlar, yollar ve boru hatları) oluşuyor.  Bu projede maliyeti oldukça yüksek başarısızlıklar olduğu söyleniyor, fakat bu ülkelerle daha derin bir entegrasyon Çin’in pazarlara, hammaddelere ve enerjiye erişimini kolaylaştıracaktır ve kendi ülkesinde kâr oranlarının azalmasıyla karşı karşıya olan Çin sermayesine yatırım yapacak yer sağlayacaktır.

Yeni İpek Yolu girişimi, sadece ekonomik bir şey değil, aynı zamanda büyük bir jeopolitik öneme sahip. Eğer başarılı olursa, Çin’in etki alanını genişletebilir ve dünya sisteminin merkezinde yer alan Trans-Atlantik’e meydan okuyabilen Çin merkezli bir Avrasya ticaret bloku oluşmasını sağlayabilir ve böylece denizler üzerindeki ABD kontrolüne bir darbe vurabilir.

Çin şu anda bile, Yeni İpek Yolu girişiminin içinde yer alanlar da dâhil olmak üzere dünyanın büyük limanlarındaki etkisini büyük ölçüde artırmış durumda. 2000’de dünyanın en büyük 50 limanından sadece 6’sı bir Çinliye aitken ya da içinde Çin yaptırımı barındırırken 2015 yılında bu rakam 28’e çıkmış durumda. Hedef asıl olarak ekonomik ancak Çinli stratejistler askeri donanımların kolaylıkla limanlardaki tesislere monte edilebileceğini hesaplıyorlar.

Yeni İpek Yolu girişimi, Avrupa içlerine kadar uzanıyor. Çin, teknoloji transferi ve yatırımı ile ilgilenen Doğu ve Orta Avrupa devletleri ile “16+1” anlaşmasını imzaladı. Fakat Avrupa’nın ana devletleri Çin’in “16”yı,  çeşitli ileri teknoloji alanlarında Çin şirketlerinin AB şirketleri karşısında rekabet gücünü artırmanın zemini olarak kullanma girişimine şüpheyle bakıyorlar. Gelecekte AB içinde bu inisiyatif nedeniyle rekabetten doğan gerilimlerin artması olası.    

Emperyalizm, kapitalizmin ekonomik dinamiklerinden besleniyor, fakat ciddi ölçüde silahlanmış durumda. Çin, ABD Donanması’nın yedinci filosu ile karşı karşıya. Bu filo, karargâhı Japonya’da bulunan, 70-80 gemiden, 140 uçaktan ve 40 bin personelden oluşan bir ölüm gücü ve her yıl Çin’in komşularıyla 100 adet ortak tatbikat yapıyor. ABD’nin silah harcamalarının karşısında Çin’in silah harcamaları çok küçük kalır, fakat saygın bir kuruluş olan Stockholm Bağımsız Barış Araştırması Enstitüsü’nün (Stockholm Independent Peace Research Institute) rakamları, ABD’nin silah harcamasının Çin’in silah harcamasının 1989’da 30 katı, 2000’de 10 katı olduğunu ve 2016’da bu fazlalığın üç kattan daha az olduğunu gösteriyor. Ve Çin’in askeri gücü büyüdükçe diğerleri buna tepki veriyor – bölgesel silahlanma yarışı hızlanıyor ve bu da bölgenin istikrarının bozulmasına neden oluyor. 2012’de ilk defa Asya’nın silah harcamaları Avrupa’yı geçti.

Asya ekonomilerinin dünya ekonomisine entegre oldukça silahlanmaya daha fazla para harcamalarının nedeni, kapitalizmin toplumsal olarak geriye giden yıkıcı doğası. 2013’te ABD’nin en büyük silah alıcısı olan Hindistan, 2010’da dünyanın dışarıdan en fazla silah alan ülkesiydi. Vietnam kısa süre önce Rusya’dan gelişmiş bir denizaltı filosu aldı. Rusya, Güney Çin Denizi’ne sınırı olan ülkelerin çoğuna silah satıyor. Tayvan, kendi denizaltı filosunu yapmayı planlıyor.  Üstelik bu kapsamlı ve detaylı bir liste bile değil.

Ordu

Asya’da egemen sınıflar hem Çin’in çekim gücünden hem de ABD ile olan askeri bağlarından dolayı ikili basınç altındalar. Dolayısıyla, Avustralya ABD ile ittifakına bağlı kalmaya devam ederken, Çin ile olan savunma işbirliğini artırıyor ve Güney Çin Denizi ile ilgili rekabet konusunda tarafsız kalıyor. Avustralya’nın tutumu, 2016’da Çin’e toplam 93 milyar dolarlık ihracat yapmışken ABD’ye sadece 21 milyar Avustralya doları ihracat yapmış olmasından bağımsız değil.  Birbiriyle çelişen bu tür basınçlar muhtemelen devam edecek ve yakın gelecekte bölgedeki rekabeti şekillendirmeye devam edecek.

Doğu Çin Denizi de en az Güney kadar tehlikeli. Kuzey Kore’nin nükleer meselesinin yanı sıra, bir diğer patlama noktası da ABD’nin Bölge Yüksek İrtifa Hava Savunması (THAAD) füze kalkanı sisteminin Mart ayında Güney Kore’ye yerleştirilmiş olması. Görünürde Kuzey Kore’yi caydırmayı hedefleyen bu füze kalkanı sistemi aynı zamanda Çin’in balistik füzelerinin etkisini zayıflatıyor ve ABD’nin kuzey doğu Asya’daki anti-Çin ittifakını pekiştiriyor. Bu arada Çin, son yıllarda düzenli olarak Japonya’nın denizaltı savunmasını test ediyor ve Çin’in askeri modernizasyonu, ABD’nin kapmaya çalıştığı birinci ve ikinci ada zincirlerinin ötesinde “uzak deniz savunması” yapabilen deniz kuvvetlerinin geliştirilmesini kapsıyor. Bu, Çin donanmasının 21. yüzyıldaki stratejik amacı ve bu amaç, ABD ile olası bir çatışma riskini artırıyor.

Askerileşme ile birlikte devlet tarafından desteklenen milliyetçilik de giderek yükseliyor. Çin ve Japonya arasındaki rekabeti herkes bilir, şimdi bu tür bir rekabet, Güney Kore’nin THAAD’in kendi ülkesine yerleştirilmesini kabul etmesinin ardından Güney Kore ile yaşandı: Güney Kore malları boykot edildi, Çin’deki Güney Kore firmaları baskı altına alındı ve Güney Kore’ye turistik seyahatler yapılmaması teşvik edildi. Milliyetçiliğin yoğunluğu alçalıp yükseliyor, çünkü devletler bir yandan ülke içinde meşruluklarını korumaya çalışırken diğer yandan sürekli değişen uluslararası güç dengeleri içinde daha avantajlı bir pozisyonda olmak için diplomasiyi kullanıyorlar. Fakat milliyetçi şeytanlaştırma emperyalistler arası ilişkilerin temel özelliği olmaya devam ediyor.

Yukarıdakilerin tamamı, Trump’ın 2017 Ocak ayında başkanlık koltuğuna oturduktan üç gün sonra  Trans-Pasifik Ortaklığı’ndan (TPP) çekilmesine dair bir açıklamayı gerekli kılıyor. TPP, Trump için Obama için olduğundan farklı bir anlama sahip. Obama için TPP, bir amiral gemisi politikasıydı ve Asya’ya dönüşün merkezinde yer alıyordu. Fakat bu anlaşmadan çekilmek, Asya’da giderek zayıflayan ABD etkisini tehlikeye attı: ABD’li stratejistlerin söylediği gibi, eğer ABD Asya Pasifik’teki ekonomik ilişkileri şekillendiren kuralların yazılmasının merkezinde yer almazsa, Çin devreye girecek. 

Karmaşık

TPP, 12 Pasifik kıyı ülkesinden oluşan ve karmaşık ticaret kuralları ve tarife kesintileriyle (hatta 2025 yılında bunları tamamen kaldırmayı hedefliyor) bu ülkelerin birbirlerine bağlılıklarını artırmayı hedefleyen neoliberal bir proje. TPP’nin onaylanması, Çin’in bölgesel ekonomik etkisini azaltabilirdi ve ABD’nin stratejik manivela gücünü artırabilirdi. Ayrıca, daha zayıf ekonomiler ABD’nin taleplerine intibak ederken diğer yandan ABD’nin önemli ekonomik sektörlerdeki çıkarları korunmuş olurdu.

Çin’li liderler ABD’nin TPP’den çekilmesine çok sevindiler ve TPP’nin yerine Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık’ı önerdiler (emperyalistler arası rekabet Japonya’nın da bir alternatif önermesi anlamına gelse de). Trump’ın TPP’den çekilmesi stratejik bir hata olarak çok eleştirildi, fakat bunun arkasında sadece dünyanın üstün gücünün istifade edebileceği bir mantık var. ABD’nin Asya’daki müttefikleri, DTÖ gibi mevcut neoliberal anlaşmaların bir adım ötesine geçmeme kararının sonucunda bu ittifakı terk etmeyeceklerdir. Trump, destekçilerini memnun etmek için “Önce Amerika” kampanya mesajına uygun davranarak (en azından retorik olarak, çünkü imalat sektöründe yeni işlerin yaratılıp yaratılamayacağı şüpheli), daha zayıf müttefiklerini, ABD’nin gelecekteki taleplerini daha kolay kabul etmeye zorlamış olabilir. Ancak bu karar aynı zamanda Çin’in bölgesel gücünü de artırmış olabilir.

Dünyada egemen sınıflar arasındaki rekabet, kara ve yarışa dayalı bir sistemin akıl dışılığını ve işçi sınıfı açısından doğurduğu korkunç sonuçları ortaya koyuyor. Dünyanın büyük emperyalist güçleri (günümüzde Çin de bunların arasında yer alıyor) yoksulluğu ve hastalıkları kolaylıkla büyük ölçüde azaltabilirler. Ama onun yerine silah ve bu silahlarla birlikte kullanılmaları durumunda ortaya çıkabilecek olası korkunç sonuçları da üretiyorlar. Bu devletler milliyetçiliği teşvik ettikçe, düşman devletleri ve halkları kötüledikçe ve kapitalist devletler olarak kendi toplumlarında yarattıkları problemlerinden dolayı başkalarını suçladıkça bu olasılık daha da artıyor.

Çin hala ABD’den daha zayıf, dolayısıyla küresel rekabet ve onun neden olduğu sorunların sorumluluğu konusunda aslan payı hala ABD’ye ait. Fakat Çin, kendisinin de bağlı olduğu küresel sistemi ya da ABD’nin küresel gücünü devirmek bir yana, mevcut düzenlemeler kapsamında ilerlemeyi hedefliyor. Hâlâ göreli olarak ihtiyatlı olsa da bu tür bir ilerleme konusunda giderek kendini daha güvenli hissediyor, fakat hala asıl olarak kendi içinde bulunduğu bölgeye odaklanıyor. Ancak Çin’in Asya Pasifik’te ABD’ye meydan okumaktan başka çaresi yok çünkü emperyal güç dengesi yavaş yavaş onun lehine yöneliyor.

Çin’in giderek artan gücü, düşmanımın düşmanı benim dostumdur diye düşünen Batı soluna çekici gelebilir. Yanılıyorlar. Bu yazı dizisinde yer alacak diğer makalelerin de ortaya koyacağı gibi, Çin’in diğer kapitalist güçlerle olan rekabetçi ilişkisi çevreye zarar veriyor ve ayrıca yeni ve yıkıcı bir ekonomik krize yol açma olasılığı barındırıyor. Fakat bu rekabet aynı zamanda işçi sınıfı mücadelesini ve demokratikleşme talebini de üretiyor. Daha iyi bir dünya ve emperyalistler arası rekabetin sona ermesi için önemli olan o ya da bu emperyalist egemen sınıf arasında seçim yapmak değil, işte bu mücadelelerdir.

Adrian Budd

(Socialist Review'dan Türkçeye çeviren Arife Köse) 



Bültene kayıt ol